17 Nisan 2021

Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaçlı)

https://www.turkiyeturizm.com/d/other/halikarnas-balikcisi.jpgTam adı Musa Cevat Şakir. Daha sonra Kabaağaçlı soyadını aldı. Yazın yaşamı boyunca Karaağaçlıgil soyadını, Hüseyin Kenan, Musa Cevat, M.C., H.B. Sina imzalarını kullandı.Mehmet Şakir Paşa ile İsmet Hanım’ın oğlu. Çocukluğu, babasının elçi olarak bulunduğu Atina’da ve Büyükada’da geçti.Robert Kolej ’de okudu. Okulun son sınıfındayken İkdam’ da ilk yazımları yayımlandı (1940). İngiltere’de Oxford Üniversitesi yeni Çağ Tarihi Bölümü’nde okudu. 1913’te evlendiği İtalyan eşiyle İtalya’da kaldı. Bu sırada resim dersleri aldı, İtalyanca ve Latince öğrendi. 1914’te babası Şakir Paşa, Cevat Şakir ’in tabancasından çıkan bir kurşunla Afyon’da ölünce Cevat Şakir on dört yıl hapis cezasına çarptırıldı. Cezasının yedi yılını çektikten sonra hastalığı nedeniyle salıverildi. Bir süre tekkeye devam etti. Çeşitli dergilerde yazılar yazdı, çeviriler yaptı: bir yandan da karikatür ve resimle uğraştı. Zekariya Sertel ’in çıkardığı Resimli Hafta ’da Hüseyin Kenan takma adıyla yazdığı “Hapishanede İdama Mahkum Olanlar Bile Bile Asılmaya Nasıl Giderler” adlı öykü yüzünden Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı ve Bodrum’da üç yıl sürgün cezasına çarptırıldı (1925). Cezası bittikten sonra çok sevdiği Bodrum’a yerleşti ve 1947’ye kadar Bodrum’da yaşadı. Yurtdışından getirttiği kitaplardan tarım bilgileri edindi.

Özel olarak elde ettiği çiçek ve ağaç tohumlarının Bodrum’da yetişip büyümesini sağladı. Bir süre Bodrum Belediyesi’nin resmi bahçıvanı olarak çalıştı. 1947’de İzmir’e yerleşti, gazetecilik ve turist rehberliği yaptı.Rehberlik kurslarında öğretmen olarak görev aldı. İkinci evliliğini dayısının kızı Hamdiye, üçüncü evliliğini Hatice Hanım’la yapan Cevat Şakir'in üç evliliğinden beş çocuğu oldu. kemik kanserinden öldü. Vasiyeti üzerine Bodrum Gümbet'te,Türbe Tepesi’nde toprağa verildi.

BALIKÇININ KENDİ KALEMİNDEN ÖZGEÇMİŞİ

1890 yılında ada Türk iken Girit’te doğdum. Babam, Türkiye’nin Atina Sefiri oldu. Falerin’da ilk evi babam yaptırdı. Üç dört yaşındayken, küçük kardeşimle Parthenon'un mermerleri arasında oynardık. Bir gün kayıkta, kayıkçı deniz aynasını denize tuttu. Denizaltı alemini görünce, tokat yemiş gibi sarsıldım. Yazı öğrenmeden önce, sabahtan akşama kadar resim yapardım. Sonra Büyükada’da oturduk. Altı yaşında oradaki mahalle mektebinde okuma yazma öğrendim. 10 yaşında bir misyoner kuruluşu olan Robert Kolej’ e gönderildim. Sabah, öğlen, akşam ve yatmadan önce dua ediyorduk. Ben İsrail’in boyuna, Cerikaya, öteye beriye taşınan taşlardan bıktım. Kütüphanelerde, içleri hayat dolu kitaplar vardı. Okudum. Ama, 700 öğrenci arasında o kitaplar bana yasak edildi. Elektrik feneri icat edilmişti. Gece yorganla battaniyeyi çadır yapar elektrik feneriyle, arkadaşlarıma aldırdığım kitapları okurdum. Çok yazardım İngilizce... Ama on üç yaşımdan sonra yazmadım. Çünkü, Pazar günü kilisede okuduklarımı yazmamı istediler.

Ben de, herif eşek arısı gibi vızıldarken, yanı başlarında uyuyan arkadaşların kulaklarına çöp soktuklarını ve başka realiteyi yazdım. Skandal oldu, paylandım, artık yazmadım. Kolej’den sonra İngiltere’ye, Oxford’a gönderdiler. İsteksiz gittim. En kolay konuyu seçtim, üç dört yıl öğrendim. Üç dört yıl da öğrendiğimi unutmak için sarfettim. Ama kütüphanelerden, hem sonradan Londra Üniversitesi’nden istifa ettim. İlk dünya savaşında hastaydım. Savaş sonrası asker kaçaklarının kendileri gelip teslim oldukları halde yargılanmadan asıldıklarını yazdım. Ankara İstiklal Mahkemesi’nde, Bodrum’da üç yıl kalebentliğe mahkum ettiler. Asıl mimledikleri M.Zekeriyya’yı mahkum etmek istiyorlardı. Ama yazıda suç bulamazlarsa yazıyı basan da serbest kalacaktı. Bodrum’a vardığım zaman 34 yaşındaydım.

Bre Balıkçı,
Seninki de ne hapisti be,
bilseydin böyle bir ceza vereceklerini,
34 yaşını mı beklerdin,
yazmak için o yazıyı...
Ah be bre balıkçı,
Kalebentlik diye geldin,
sonra Mavi Sürgün dedin,
maviye sürgün ettin insanları...
Ne ettin be balıkçı,
ne ettin,
Ne iyi ettin sen...

Mehmet Vuran

Ondan önceki mektep hayatımın bende bıraktığı intiba şöyleydi. İstiklal Mahkemesi’nde mevkuf iken, bir gece rüyamda çocukluğumu, hala Kolejde olduğumu görmüştüm. Uyanınca hapishanede olduğumu ve kolejde olmadığımı gördüm ve çıldırasıya sevindim. Bu hürriyetti bre!...

Oysa ki, kolejde Fikret’in oğlu Haluk da, benimle aynı tabiydi. Halikarnas’da, üç dört yaşındayken Faleron’ da gördüğümü ve kaybettiğimi buldum, orada kaldım, yazdım, çiçek, ağaç ve yemiş yetiştirdim. Gece rüyamda kendimi savaşan bir general gibi görüyordum. Arkamda, yüz binlerce portakal ve grapa fruit ağaçları kökleri üzerine kalkmışlar, ilerliyoruz ve düşmanımız ölüme karşı vitamin ve ışık bombaları portakalları, greyfurtları, çiçekleri atıyoruz.

Sonrası Halikarnas Balıkçı’sı. İşte o kadar!

 MAVİ CENNETE İLK MERHABA

 Halikarnas Balıkçısı, Bodrum’ u ilk gördüğü andaki duygularını “Mavi Sürgün” adlı kitabında şöyle aktarıyor:

En nihayet yokuşun tepesine gelmiştik. Yolcular ‘Neredeyse Bodrum görünecek’ dediler. Yüreğim çarpıyor. Kaç aydır buraya gelmeye çalışıyordum yahu... Tepedeki bir dönemeci dönünce ‘şırrakguuuur’ diye Arşipel’ in koyu çividisi ölçülmez açıklıklara kadar yayılıverdi. Hani büyük camilerde ya da kiliselerde bir din adamı, bir şey söyler de, cemaat o sözü tekrarlar. Tekrarlanan söz en yakınımızdaki binlerce dudaktan, binlerce insan öteye kadar dalga dalga sıcak bir uğultu halinde enginler. Böyle bir güür...r’ler de, secdeye varılışlarla olur. Yalnız burada üstümüzü kapayan bir kubbe değil, bir derinlik var sonsuz. Akşamın çividisinde koyulaşan koca Arşipel -eski deniz varlığını bana öyle bir heybetle bildirdi. Masmavi bir gürleyişti o. Ben diyeyim yüz bin deniz mili, en berrak bir açıklığa uzuyor. Doğduğum tepeden sonsuzluğu seyrediyormuş gibiyim. Güvercinlik Körfezinde de böyleydi. Ama orada, ne de olsa karşı kıyı vardı. Burada göz yaylımına hiçbir engel yoktu.Bakış ufukları belirledikçe adalar,sonra kıyıların denize sarılıp sarlaşmış kalabalık burunları ve koyları.

Bunların ortasında hilal şeklinde iki liman, ortada kaleyi taşıyan yarımada. Doğrusu ben, kalenin kulelerini daha basık sanıyordum. Bembeyaz yükseliyorlar. Yüreğimdeki kaygı artıyor.

Ne de olsa Bodrum adının yüreği sıkan bir karanlığı, bir boşluğu var. Oysa gördüğüm ışık ve berraklık, buğuyu üfüren meltem gibi izbeliği ve loşluğu öylesine sildi ki, hapsedilsem bile, hapishanenin göğü gören bir penceresi, bir kapısı olur diye içim aydınlanıyor.

HALİKARNAS BALIKÇISI'NDAN BODRUM...

Bodrum, hem doğanın olağanüstü güzelliğini hem de tarihin hatıralarını kendinde toplayan apak bir Akdeniz köşesidir. Şehrin hilal şeklindeki iki limanı sevenin sevilen belalıya açılan gönlü sanki denize açılır. (Deniz de belalı değil de nedir?) yan yana uzanan iki limanın bitişen yerinde kule üstüne kule - Sen Jan Şövalyelerinin kalesi - yükselir. Bembeyaz şehir bu iki limanın kıyısınca yan gelip uzanır. Beyaz evler, cicibiciye özenmeyen kesin çizgilerden yapılmadır. Tertemiz kat kat badanalanır ve beyaz duvarları, maviler mavisi gökleri, beyaz çizgileriyle ustura gibi keser.

Eskiden evler, savaş ve savunma için, yüksek yamaçlara kondurulurdu. Bunlara ev değil, kule denirdi. Ama deniz özlemiyle maviye imrenişten ötürü yerlerinde duramayarak, çam kokan nalınlarıyla, tıngır mıngır yokuş aşağıya seğirtmişler. İki koyun gıcır gıcır çakılları boyunca dizilmişler. Arkada kalanlar ayak uçlarına kalkarak öndeki kız kardeşlerinin omuzları üzerinden denize bakakalmışlar. Kimi cesur evler denize dalıp kayık olmuşlar ve dalgalar üzerinde oynaya güle, karadaki pısırık kız kardeşleriyle alay etmişler. İşte bundan dolayı kayıklarla evlerin, bir de mandalina bahçelerinin sıkı fıkı bir akrabalığı vardır. Denizde gidip gelmekten usanan kayıklar ya ev ya da mandalina bahçesi olurlar.

Burası engin göklerin memleketidir. İçten gelen bir türküyü kapıp koyuverin, uzaklaştıkça türkü gökte masmavi olur. Işık burada yalnız karanlığı aydınlatmakla kalmaz, aydınlattığı maddeyi değiştirir ve görülen bir şair rüyasına çevirir. Başka yerlerde ölüp nur içinde yatılacağına, burada nur içinde yaşanır. Gece yıldızlar tek tük görülen mıymıntı şeyler değildir. Yıldız kalabalıklığına engin gece dar gelir. Sanki parıltılarıyla göğü sarsıp gürlerler. Hele ufuktan ay bir görüne koysun, evren bir peri masalına döner.

Kıyı boyu, zümrüt fıskiyeler gibi hurmaların arasındaki küçük lokantalarla noktalanmıştır. Bura aşçıları, mitolojik suratlı orfoz balıklarını, renk renk skaros ve başka balıkları pişirmekte ustalar ustasıdırlar. Hele bir ahtapot pilavı pişirsinler, pilavı gören midye dolmaları utançtan kıpkırmızı kesilirler.

Havasından mı, denizden mi her nedense burada Tekel’in rakıları bile mucize kabilinden cennet şekerine döner.

Bodrum kentinin bir yanında maden suları denize akar, karşıdaki Karaada’nın ılıcası ise, neredeyse ölüyü diriltir. Gövdenin kanı yaşama sevinciyle çarpar damarlarda, yorgun gözler güneş gibi canlanıp çakar.

Bodrum doğusunda Gökova körfezi 45 deniz mili içerlere doğru uzanır. Orası Nis’ine, Montekarlo’suna, Dalmaçya kıyılarına taş çıkartır. Her ufak koyu Mersin ve başka kokulu ağaçlarla çevrili erimiş bir zümrüt parçasıdır. Denizlerinde uçan balıklar uçar.

Dağlarında her biri 18 bin portakal veren portakal ağaçları yükselir. Dünyanın hiçbir yerinde rastlanmayan buhur (Liquid Amber Styraxiflua) ormanları buradadır.

100 metreden denize tepe takla inen uçurumları mı isterseniz, irili ufaklı ada kümeleri mi istersiniz, altın renkli plajlar mı istersiniz? Ne istersiniz vardır burada.

"İtalya'yı gör de öl” derler. Yok a canım; Bodrum’la kıyılarını gör ve yaşa...

HALİKARNAS BALIKÇISI’NIN ÖLÜMÜ

Halikarnas Balıkçısı 13 Ekim 1973 günü İzmir’in Hatay semtindeki Merhaba apartmanda öldü.

Halikarnas Balıkçısı’nın ölümü Bodrum’da çok büyük yankılar uyandırmıştır. Bodrumlu'lar çok değerli insanın ölümüne inanamamışlardır. Halikarnas Balıkçısı’nın ölüm haberi Bodrum’da duyulur duyulmaz yediden yetmişe tüm Bodrumlu'lar göz yaşı dökmüşler, ağıtlar yakmışlardır.

Halikarnas Balıkçısı’nın ömrünün son günlerini Hikmet Çetinkaya şöyle anlatıyor; “Halikarnas Balıkçısı yatağında uyur gibiydi. Oldukça zayıflamıştı. Beni görünce doğrulmak istedi. Balıkçı sayılı günlerin içindeydi ama gözleri ölüme meydan okuyordu.”

"Merhaba"

Mavi mavi bakan, mavi mavi gülen ve mavi mavi soluyan ihtiyar Balıkçı yiğitçe ölüme yaklaşıyordu. Omuzlarında seksen üç yılın yaşamı ve ak onur, gözlerinde özgürlüğün en anlamlı görünümüyle. Bir sigara yaktı ve bir süre daldı... Sonra kısık kısık ekledi;

Ölüme doğru gidiyorum... Ölüme! Doğa elimi kilitledi... Doğa insafsız... İşte merhaba diyip gideceğim dünyadan... Sadece bir merhaba...

Halikarnas Balıkçısı’nın ölmeden önce son sözleri şunlar olmuştu;

"Ah... Ne acı... Doğa en can alıcı noktada elimi kilitledi. Son söylemek istediklerimi yazamadım... Sanırım ki yolcuyum... Dünya’ya bir merhaba deyip gideceğim... Burnuma çiçek kokuları geliyor... Açın açın pencereleri, son defa görmek istiyorum güneşi, son defa görmek istiyorum özgünlüğü. Merhaba çocuklar, merhaba dünya. Merhabaaaa” Halikarnas Balıkçısı, İzmir’de yaşadığı ömrünün son yıllarında çok sıkıntı çekmiştir. Yıllarca uğraş verdiği ve sevdiği Bodrum’dan ayrılarak, İzmir’de bir apartmanın çatısının altında yaşamaya başlamıştır. Oysa ki bu durum Halikarnas Balıkçısı’nın kişiliğine ters düşmektedir. Yakın dostlarından Azra Erhat, “Balıkçı ömrünün son günlerinde Bodrum’da yaşasaydı Halikarnas Balıkçısı kavramına daha uygun düşerdi” diyor.

Halikarnas Balıkçısı, 1965’te Vercors üzerine yazdığı bir yazısında şöyle diyordu;

"Her yaşayan insan hayatın askeridir. Ölüm var her zaman. Ölüm hayata sığıyor ama hayat ölümü aşıyor. Hayat doğadır. Çıkarcılar, başkasının üzerinden geçinenler, ölümün hayata karşı askeridir. Şimdi ne yapalım, doğaya karşı bir düşman var yani ölüm. Bu böyle. Ama doğa alt olmuyor. Antidoğa beni öldürür, ama ben çocuklarımla aşarım ölümü. Çocuklarım olmazsa akrabam, sevdiklerim. Onlar da olmazsa insan var”.

Bodrum hem doğanın olağanüstü güzelliğini, hem de tarihin şanlı hatıralarını kendinde toplayan ak pak bir Akdeniz köşesidir.

Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı

Gece yıldızları tek tük görünen mıymıntı şeyler değildir. Yıldız kalabalığına engin gece dar gelir. Sanki parıltılarıyla göğü sarsıp gürlerler. Hele ufukta ay bir görünekoysun, evren bir peri masalına döner.

Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı

HALİKARNAS BALIKÇISI'NIN ÖLÜMÜ BODRUM'DA NASIL KARŞILANDI

Halikarnas Balıkçısı öldüğü zaman İzmir’de bir umursamazlık vardı. Ama Bodrumlular öyle değildi. Tüm Bodrum halkı o yüce ölüye son görevlerini yapmak için ayaktaydı. Bodrumlular on beşe yakın arabayla İzmir’e gitmişlerdi. Halikarnas Balıkçısı’nın naaşı Bodrum'a getirilmek üzere İzmir’in Hatay semtindeki Merhaba apartmanından alınarak yola çıkılmıştır. Bodrum halkı onu Torba mevkiinde karşılamıştır.

Halikarnas Balıkçısı’nın ölümünün Bodrum’daki yankılarını Hak Elbe şöyle anlatıyor; “Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın öldüğü haberi Bodrum’da bir top gibi patladı. Tüm Bodrumlular bu haber karşısında şaşa kaldılar. Çünkü Onun Adem babamız gibi yüzlerce yıl yaşayacağına inanmışlardı. Hiç olmazsa en azından onun bir çınar ömrü vardı. Tüm eski tanışlar bir bir gidecek o, en son sıraya kalacaktı. Bodrumlular onu böyle biliyorlardı. Onun öldüğüne inanamadım.”

Halikarnas Balıkçısı’nın naaşının İzmir’den Bodrum’a getirilerek gömülüşünü kızı İsmet Noonan kendisiyle söyleşide şöyle anlattı;

"Babamın ölümü hepimize tarif edilmez üzüntü yarattı. Cevat Şakir’in ölümüne Bodrum’lular çok üzülmüşlerdi. Bir çoğu İzmir’e gelmişti. diğerleri cenazeyi Torba mevkiinde karşıladılar. Bütün Bodrum halkı yollara dökülmüştü. Saat 15.30 sıralarında acılı düdük sesleri Bodrum’lunun yüreğine bir kurşun gibi inmişti. Sonra yol boyunca biz geçtikçe arkamızdan bütün Bodrum Yollara dökülmüştü. Bütün dükkanlar kapanmıştı. Cenaze ilk oturduğu evin Kumbahçe Mahallesine götürüldü. Yokuşbaşı’ndan itibaren öğrenciler ellerinde çiçeklerle yollarda bekliyorlardı. Araba bizim evin önünden geçti. Oradan motorlarla limana getirilecek ti. Cenaze “Halikarnaslım” adlı tekneye bindirildi. Denizde bir süre gezdirildi. Halikarnas Balıkçısı sevdiği Karaada ve Salmakis’e veda etti. Bütün körfezde dolaştırıldıktan sonra cenaze kalenin etrafından limana getirildi. Limana yalnız balıkçıla gelsin denildi. Babamın tabutunu balıkçılar aldı. Babamın tabutu maviye sarılıydı. Çelenklerle, narenciye dalları, palmiyeler, yaseminler, mimozalar vardı. Saygı duruşu ve konuşmaların ardından Bodrum’lular babamı omuzlarına aldılar. Çarşı içinden Yeni Cami’ ye kadar sadece bir el hareketiyle mavi bir şey havada uçtu. Cenaze namazı Yeni Camide kılındı. Daha sonra tekrar arabalara binildi. Babamın naaşı el üstünde taşınarak Türbe tepesine götürüldü. Cenaze defnedildikten sonra biz şehre geri döndük. Babamın mezarı Saldır Şah Türbesinin karşısındaki tepedeydi. Babamın mezarının yakınında sadece bir ev vardı. Bu evde yaşlı bir teyze yaşıyordu. O gece ben Artemis Pansiyonda sabaha kadar ağladım, babam neden burasını seçti diye. Babamın cenaze töreninden sonra ben Bodrum’un onu çok sevdiğine inandım. Bodrum, Bodrum olalı hiç kimseye böyle içten ve görkemli bir cenaze töreni yapmamıştır.”

HALİKARNAS BALIKÇISI’NIN VASİYETİ

Şadan Gökovalı, (Manevi oğlu) Halikarnas Balıkçısı’nın kendisine yaptığı vasiyeti şöyle anlatıyor;

"Yazacağım bunlar ama belki yazamadan giderim. Sana şimdiden söylemiş olayım. Bodrum’a gömülmek istiyorum. Bittabi orayı çok sevdim. Hayli hizmetim de geçti. Belediye’ye de yazmak istiyorum ama sana söyleyeyim daha iyi. Mindos kapısı tarafında bir yere gömsünler beni, yanımda Hatice’ye de (son eşi) bir yer ayırsınlar. Sakın mermer, beton filan istemem ha... Bir taş bulun, uzunca bir taş, yazısız. Onu dikin mezarımın başına. Falanca oğlu filancaymış, şu tarihte doğup şu tarihte ölmüşüm. Katiyen yazı istemiyorum, basit bir taş. Eh bizim tekne su almaya başladı. Şatafatı da sevmem, tepelere, deniz gören yerlere gömülmem şart değil. Nasıl olsa yattığım yerden denizi seyredemem, denizi ruhumda yaşatıyor gönül gözüyle her zaman görüyorum. Suat (oğlu) sık sık ziyaret edebilmeleri için İzmir’e gömmek istediklerini söylüyor. İstemem yahu. Bodrum’u severim bilirsin. Beni ziyaret için çocuklar ara sıra da olsa gezmiş, hava almış olurlar. Zaten ben saygı duruşu isteyecek değilim ya. Balıkçı’ya bir Merhaba yaraşır.”

Halikarnas Balıkçısı’nın mezarının yerini nasıl tespit ettiğini kızı İsmet Noonan kendisiyle yaptığımız görüşmede şöyle anlattı;

"1972 yılında babamla beraber Bodrum’a geldik. Artemis pansiyonda kaldık. Babam hasta olduğu için yanından hiç ayrılmıyordum. Babamın Hasip diye bir arkadaşı vardı. Bana onun yanına gideceğini söyledi. Turizm müdürü Çam’ı, arkadaşı Hasip’i ve Belediye Başkanını alarak gömülmek istediği yeri göstermiş. Biz babamın naaşını getirdiğimizde mezar hazırlanmıştı.”bodrumbaglari.com

Başkan Babamızın Sonbaharı - Gabriel Garcia Marquez

 

Başkan Babamızın Sonbaharı", ölmek üzere olan, ama bir türlü ölmek bilmeyen, yaşama tutunmak adına ne cinayetler işleyip ne kanlar döken bir diktatörün öyküsüdür. Romanın karmaşık öyküsü, sözü edilen ülkedeki yaşamın karmaşıklığı ile atbaşı gider. Öyle ki, Başkan'la ilgili anılarını anlatanları, yalnızca bir noktalı virgül ayırır. Romanın sonunda yinelenen belli sahneleri birleştirerek, konuşanların yaşam öykülerini bütünleyebiliriz. "Başkan Babamızın Sonbaharı"nı okurken, çağımızda sürüp gelen umutsuzlukla, sürüp gidecek olan umudun öyküsünü de izlemiş oluyoruz. Bu arada yazarın, yine Latin Amerika edebiyatı geleneğine bağlı kaldığını, birtakım 'tip'ler aracılığıyla, yalnızca sevgisiz, zavallı, bunak bir başkan'ı değil, onu yaratan gerçekdışı düzeni yargılama amacı da güttüğünü görüyoruz. Kolombiyalı bu ünlü yazar, çoksatar yazarların deneyimlerinden de yararlanıyor; böylece günümüzde şiddet ve cinsellikle uyarılan okurun da ilgisini çekmeyi başarıyor.
 
* * *
 

Latin Amerika’da askeri diktatörlük yönetimi altında bir ülke bulunmakta ve başındaki diktatörün kaç yaşında olduğu bilinmemektedir. Ülkede yaşayan halk, uzun yıllardır devam eden diktatörlük yönetiminin bir gün sona ereceğine inanmamaktadırlar. Ülkede güneşin doğuşuna ve batışına, sabahın ve gecenin hangi saatte başlayacağına karar veren Başkan’ın Kutsal Ruh’tan doğduğunu ve ölümsüz olduğunu herkes kabul etmektedir. Diktatör emri altında bulunan hiç kimseye güvenmiyor, sürekli bir güvenlik paranoyası altında yaşamını sürüyor ve her an kendisine karşı bir darbe veya isyan kalkışmasının korkusunu yaşıyor. Sırf bu sebeple kendisine tıpatıp benzeyen Patricio Aragones adlı generali yerine geçirip ölümüne göz yumar ve halkın tepkisini ölçmeye çalışır. Kendisinden kurtulmaya çalışanlardan intikamı büyük olur. Çoğu kişiyi kendisine isyan etmekle suçlar ve çeşitli işkence metotlarıyla hepsini idam ettirir. Dünyada sadece annesi Benedicion Alvarado Ana onun için değerli ve kutsaldır. Onun ölümü üzerine dünyada kendisini yapayalnız hisseder. Annesini tüm ülkenin anası ilan eder ve onun adına vergi toplar, insan öldürür.

Hayatı sürekli bir şekilde iktidarını koruma, şüphe ve tedirginlik çerçevesinde döner. Halk onsuz bir hayatın var olabileceğini hayal bile edemez duruma gelir. Kurduğu korku imparatorluğunda kendisi de korku içinde yaşamaktadır. Her an darbe olabileceği endişesiyle bulunduğu odada ancak sayısız kilitli kapılar ardında uyuyarak kendini güvende hisseder. Dini değerlere sırt çevirir, emperyalist işgalciler ile işbirliği yapar. Düzenlenen piyangoları ve horoz dövüşlerini daima başkan kazanır. Kendisi kazanmak için vardır fakat diğer tüm ülke ona karşı kaybetmekle ve itaat etmekle yükümlüdür. Gerçekten öldüğünde ise yaşanılan şok ve inanamama duygusu ölümün hiçbir şekilde başkana uğramayacağı hissini halkta uyandırır. Başkan babamızın ömrü sonsuz olsun naraları atan kalabalıklar, gerçekten başkanın öldüğünü idrak ettiklerinde sokaklara fırlar ve bir şenlik havasında ezgiler eşliğinde diktatörlükten kurtuluşun sevincini yaşarlar. Marquez’in romanında veciz bir ifadeyle belirttiği üzere: ‘‘..kutlu haber, bütün dünyaya bildiriliyordu; sonsuzun bitmeyen süresi dolmuştu artık.’’

   Başkan Babamızın Sonbaharı’nda Diktatörlük ve Faşizm

   Romanın başkahramanı olan başkan/general üzerinden şekillenen olay örgüsü Marquez’in devlet yönetimi hakkında radikal uzanımlara sahip bir yönetici portresi çizmesi, devlet-yöneten ilişkiselliğini irdelemeyi gerektirmektedir. Bu bağlamda diktatörlüğün baskıcı-otoriter sistemin neşvünema bulduğu faşizm ile birlikte yükseldiği belirtilmelidir. Roman katı bir otoriteryanizm örneği sunarken tek kişinin bütün bir ulusun otonom yapısını şahsında toplamasına gönderme yapmaktadır.

Roman, Alman siyaset bilimci Carl Schmitt’in siyasal alanı açıklarken kullandığı devlet yönetiminin dost ve düşmanlar arasında bir mücadele alanı olduğu teziyle uyuşmaktadır. Zira başkan, devlet yönetimini dost-düşman ayrımı üzerine kurmuştur. Siyaseti ve devlet yönetimini bir ölüm-kalım savaşı olarak nitelendiren Schmitt, dostu düşmandan ayırmanın ve sürekli tetikte olmanın gerekliliğini vurgular. Marquez’in romanda fazlasıyla temas ettiği esas nokta da başkanın çevresindekileri -hatta en yakınlarına varıncaya kadar- düşman olarak nitelemesi ve devlet yönetiminde sınırsız bir faşizan eğilime yönelmesidir. Başkanın gücünü maksimize etmesi ve sürekli hale taşıyabilmesi ancak zihinlere yerleştirdiği düşman(lar) ile mümkün olmuştur. Nitekim kendisine sadık yönetici ve generalleri ile düşman ve olası düşman potansiyeline haiz olanları yok etme anlayışını benimsemiştir. Dolayısıyla Başkan Babamızın Sonbaharı’nı devlet-siyaset nosyonu bakımından, Schmitt’in dost-düşman kavramsallaştırması bağlamında okumak mümkündür.

Başkan elinde mutlak ve sınırsız yetkilere sahip olarak kendisini siyasal alanın merkezine taşırken ‘‘adalet güçlü olanın çıkarına olan şeydir’’ ilkesinin de somut bir tezahürü olarak yansıtılmaktadır. Platon’un Devlet adlı eserinde geçen ve adaleti güçlünün işine gelen şeyler olarak tanımlayan Thrasymakhos ile romandaki çoğu aksiyom ilişkilendirilebilir. Romanda başkana karşı darbe ve suikast girişimleri yaşanmıştır ancak başkan her defasında bu girişimleri püskürtmeyi başarmıştır. Sofist bir anlayışı yansıtan başkan, güçlünün daima haklı sayıldığı bir sistem içinde hükmetmektedir. Esas olan güç mücadelesidir. Bu yüzden başkan, gücünü asla kaybetmemek ve tetikte kalmak adına darbe ve halk ayaklanmaları ile devrilen diktatörlerden sürekli ibret alır.

Başkanın yerine geçirdiği Rodrigo de Aguilar’ın öldürülmesi sonrası, isyancıların bir anda rejime son vermenin sevincini yaşarken ortaya çıkıp tüm isyancıları öldürmesi ve halkın, isyancılar ile ölüp ölmediğini bir türlü kestiremedikleri başkan arasında bocalamaları romanda kesif bir dille anlatılmaktadır: ‘‘… ölümünü kutlamak amacıyla başlayan şenlik çanlarının bu kere ölümsüzlüğünü kutlamak üzere çalıp duruşu, alanda da bitmek bilmeyen bir şenlik vardı, bağlılıklarını haykıran sesler ve kocaman afişler, (Ölümünün Üçüncü Günü Dirilen Muhteşem Başkanımızı Tanrı Korusun)…’’ Toplumun diktatör yönetimi altında yaşadığı ruhsal bozukluk ve travmanın anlaşılmasında bu pasaj önemlidir. Zira kitleler faşist yönetim altında bir yandan sindirilirken diğer yandan her türlü özgürlük ve düşünme alanı sıfırlanmış dolayısıyla devlet aygıtıyla olan bağları tamamen itaat etme üzerine şekillenmiştir.

Romanda siyasal iktidarın betimlenişi, başkanın devlet erklerini yalnız kendisinde topladığını ve tüm isteklerini dikta ettiğini ortaya koymaktadır: ‘‘…hükümet kendisiydi tek başına; hiç kimse, keyfi yönetimini sözle de eylemle de bozmaya yeltenmiyordu, zaferinde öyle yalnızdı ki, düşmanları bile kalmamıştı artık..’’ Bu minvalde devletin kişiselleştiği ve halkın yönetim mekanizmalarından soyutlandığı gözlemlenmektedir.

       Sonuç

       Başkan Babamızın Sonbaharı, edebi bir roman olsa da siyaset biliminin temel konularıyla doğrudan ilişkili yapısı dikkat çekicidir. Diktatörlük ve faşizmin toplumsal yaşamı bütünüyle kuşattığı takdirde ‘‘genel iradenin’’ ortadan kaybolacağı ortaya konulmuştur. Roman, dikta rejimlerinde güç mücadelesinin doğa durumundaki anarşi ortamını aratmayan türde şekillendiğini göstermektedir. Devlet aygıtına yabancılaşan halkın rejimin devamlılığından başka herhangi bir işlevsel fonksiyonunun bulunmadığı zikredilmiştir. Sonuç olarak eserin keskin bir faşizm/diktatörlük eleştirisi, güç temerküzü mücadelesi ve devlet-halk arasındaki uçurumu betimlediği belirtilmelidir.ilimvemedeniyet.com

Ne çıkar ateşböceği sansalar bizi - Tagore


Düşünüyorum da, sanırım en büyük korkumuz olduğumuz gibi görünmek. Yumuşacık kalbimizin fark edilmesi, naif yönlerimizin keşfedilmesi, cesaretsizliğimizin anlaşılması, korkularımızın paylaşılması sanki zarar göreceğimizin en büyük işareti. Kabuklarımızın altında kendimizi saklamakta ne kadar da ustayız. Ve ne kadar güçlü korunuyoruz, kalkanlarımızın ardında. Hissedilmeden, el değmeden, sevgimizi göstermeden. İstiridyeler, deniz minareleri, midyeler. Kirpiler ve kaplumbağalar gibi. Sahi koruyor mu bizi bu çatlamamış sert kabuk? Kimse incitemiyor mu duygularımızı, inançlarımızı, benliğimizi? Yoksa zarar mı veriyor bu ürkeklik, bu kabuk bize? Hissettiklerimizi gölgeliyor, yansıtmıyor mu gerçek kimliğimizi? Duygularımızı bastırıyor, el ele tutuşmamızı engelliyor mu? Eğer bir yıldız gibi ışıl ışılsam ve bir yıldız kadar parlak. Ne çıkar ateşböceği sansalar beni? 

Belki en hoyrat yürek bile ateş böceğinin o uçucu, masum, sevimli çocuksuluğuna el kaldırmaya kıyamaz? Güçlü kapıların arkasına kilitlemesem kendimi, korkaklığımı, sevgi isteğimi en insani yönlerimi kayıtsızca sunabilsem bu sert kabuğun ağırlığından kurtulup bir kuş gibi uçacağım özgürce. Anlaşılacağım ve bir ayna gibi yansıyacağım karşımdakine. O da çözülecek belki. Samimi ve güvenliksiz, silahsız biriyle göz göze gelince. Oysa bir görebilsek bunu. Kalmadı böyle insanlar demesek. Güven duygusuna bu kadar muhtaç olmasak. Kırılmaktan korkmasak. İncinsek, yaralansak. Ne olur bir darbe daha alsak. Yeniden açsak kendimizi, atabilsek o kabuğu. 

Denesek. Risk alsak. Yanılsak. Fark etmez. 

Tekrar, tekrar bıkmadan denesek. Ve kucaklaşsak yeniden. Tıpkı eskisi gibi.. Ne olduğunu anlayamadığımız o on beş yıldan öncesi gibi. O zaman fark edeceğiz. Ne kadar özlediğimizi birbirimizi. Neler biriktirdiğimizi, kaybolan değerlerimizi ne kadar özlediğimizi. Beraber geldik beraber gidiyoruz oysa. Vakit az, paylaşmak, sarılmak için. Yaşadığımız coğrafya zor, şartları ağır. Yüreği daha fazla küstürmemek lazım. Sırtımızda ağır küfeler, her gün katlanan. Ve koşullar bir türlü düzelmeyen. Sevgiye çok ihtiyacımız var. Ufukta kara bir kış görünüyor. Ancak birbirimize sokulursak atlatırız o günleri. Kırın o sert, o ağır kabuklarınızı. Kurtulun bu yükten. Korumuyor o kabuklar, aksine zarar veriyor bize. Yalnızlığa mahkûm ediyor bizleri. Hem hepimiz bir yıldızız. 

Ne çıkar ateşböceği sansalar bizi.