09 Temmuz 2021

Orhan Hançerlioğlu "Kendi payıma, sanatta bir ekole bağlanmayı doğru bulmuyorum. Ekoller sanatın önünden gitmezler, arkasından gelirler."


Kendi payıma, sanatta bir ekole bağlanmayı doğru bulmuyorum. Ekoller sanatın önünden gitmezler, arkasından gelirler... Önünden yürüdükleri zaman yapılan şey sanat değil taklit olur. 

 

 

 

Metin Altıok Seçme Şiirler


Ben Şimdi Biraz
Ben şimdi biraz da
Senin için görüyorum;
Gökyüzünün parlak,
Bakış seken mavisini.
Ben şimdi biraz da
Senin için duyuyorum;
Gecenin o sarsak,
Yokuş çıkan ezgisini.
Ben şimdi kanayarak
Senin için yaşıyorum;
Sazan derisi gibi
Günlerimi külle soyarak
 
Sonbahar
Sonbahar-ki acının değişmez dipnotudur-
Sesinin solgun göğünde
Küçük bir yıldızla bir harfi tutuşturur.
Savrulur her yana kavruk kelimelerle,
Yüreğini acıyla buruşturur.
Bakışının pasıyla zırhlanan dünya,
Binlerce pıtrak yapıştırır yüzünün kumaşına
Sonbahar-ki doyumsuz bir aşkın sonudur.
 
Geriye Kalan
Bir anahtar verdindi bana
Kabaran yüreğimi bilerek.
Kullanıp durdum onu gönlümce,
Aşkıma kenar süsü diyerek;
Aşındırdım dişlerini zamanla.
Geriye ben kaldım işte.

Yalan olur sevmedim dersem;
Ama yolcu yolunda gerek.
Ey ömrümün uğuldayan durağı;
Yanlış hesaptan dönerek,
Benli günlerini sil istersen.
Geriye sen kaldın işte.
 
Ormanların Gümbürtüsünden
Bir yüzük yaptım sana güvercin teleğinden,
Bir yüzük bükerek hoşçakal sözcüğünden.

Bir yüzük yaptım belli belirsiz,
Eski bir gramafon sesinden.

Bir yüzük serçe parmağın için,
Bulutsuz bir gecede kayan yıldız izinden.

Bir yüzük yaptım terli bir yüzük,
Avucumdan geçen ince hayat çizgisinden.

Yanmasını bilen bakır bir yüzük,
Evime akım taşıyan elektrik telinden.

Bir yüzük yaptım, bir yüzük ki;
Yıllardır dinmeyen ormanların gümbürtüsünden.

Çakıltaşları
Duru bir suyun dibindeki renkli çakıltaşları
Nasıl taşarlarsa oynak renkleriyle biçimlerinden,
Esneterek cansız ve katı sınırlarını;
Tıpkı o çakıllar gibi taşırıyor benim de sesim,
Dilimdeki sözcükleri kalıplarından dışarı.
Acıyla, hüzünle ve umutsuzlukla
Çoğaltarak gün be gün bilinmedik bir aşkı.

Sesinin Yumuşak Kavı
Konuş, durmadan konuş
Sesinin yumuşak kavı
Sevgiyle parlatsın
Bütün anlamları.
İşte bak sözcükler,
Bekliyorlar sıralarını

Konuş, durmadan konuş
Köpürtsün aşkı ve hayatı
Dişlerinin ışıldayan beyazı,
Adım da bekliyor unutma,
Benimle birlikte
Sesinle birlikte parlatılmayı

Acıları Gülmeceye Dönüştüren Yazar: Rıfat Ilgaz

Türkiye'nin belki en çok üreten yazarı. Binlerce öykü, şiir, roman, oyun, anı, makale, 60'tan fazla kitap... Gülmece eserlerinin en ünlüsü ise öğrenci - öğretmen ilişkileri ve okul sıralarından bir kesit sunan Hababam Sınıfı.

Rıfat Ilgaz'ın nüfus kağıdı Türkiye Cumhuriyeti'nden eski. 1911 yılında Karadeniz'in küçük, şirin bir ilçesinde Cide'de dünyaya gelmiş. 1908 yılında Meşrıtiyet ilan edildiğinde "Hürriyet geldi" denilmiş. Şöyle anlatıyor:

"-Ben Hürriyet'in ilanından hemen sonra dünyaya gelmiştim. İlk Hürriyet çocuklarındanım sizin anlayacağınız.

Hürriyet çocuğu olmam, üç-beş yıl sonra Vahdettin gibi bir adam tahta çıktığında "Padişahım çok yaşa" diye bağırmama hiç de engel olmadı. Hem Hürriyet çocuğuydum hem de nerede olursa olsun bağırtılıyordum:

_ Padişahım çok yaşa..

Ama Osmanlılığım çok sürmedi. Ancak 7-8 yaşıma kadar. Sonra Harbiye'nin kapatılmasıyla okulumuza gelen genç bir Harbiyeli'nin isteğine uyarak kırmızı fesimi yere çaldım, bir kalpak geçirdim başıma oldum bir Kuvayı Milliye'ci.."

Rıfat Ilgaz, bir imparatorluğun yıkılışını, Kurtuluş Savaşı ve yeni Cumhuriyet'in doğuşunun kendi çocukluk yaşamındaki yankısını böyle dile getiriyor. Onu Kuvayı Milliye'ci yapan genç öğretmeni Hilmi Bey ise 1980'li yıllarda T.B.M.M. Başkanı olan Kaya Erdem'in babası Hilmi Erdem imiş..

Genç cumhuriyetin ilk yıllarını da şöyle anlatıyor:

"Ortaokulu Kastamonu'da okurken Mustafa Kemal'in emri ile Kuvayı Milliye kalpağını çıkarıp şapkayı geçirdim başıma. Fes gitti, kalpak gitti. Derken birkaç tokat karşılığında öğrendiğim eski harfler de gitti. Latin harfleri gelmişti. Devrimler sürüp gidiyordu. Vereme yakalanıp da Yakacık Sanatoryumu'na düştüğüm günlerde Mustafa Kemal öldü. Devrimlerin de hızı kırıldı..

İkinci Dünya Savaşı başlamıştı. Şair olmuştum. Gerçekçi, toplumcu, devrimci şair."

Rıfat Ilgaz'ın yaşamının toplam 8 yıllık bir bölümü verem hastalığı nedeni ile çeşitli sanatoryumlarda geçmiş. Kalan zamanlarında ise öğretmenlik, daha sonra da gazetecilik yapmış.

1930 yılında Kastamonu Öğretmen Okulu'nu bitirip Adapazarı ve İstanbul'da Türkçe öğretmenliği yapıyor, 1938 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü'nü bitiriyor. Çileli bir yaşam içinde Rıfat Ilgaz acıları mizaha dönüştürmüş. Acıklı, hüzünlü, acı çeken insanları yansıtan konular yerine yaşamın gülmece yanlarını yansıtmaya çalışmış.

Öğretmenliği bırakmak zorunda kalıp Babıali'ye geldiği yıllarda da önce en zor işten, dizgiden başlamış, entertip ustalığı derken mizah dergileri çıkarmaya başlamış. Markopaşa ve Adembaba dönemin en ünlü mizah dergileri. Taş, Dolmuş, Karikatür, Şaka gibi mizah dergilerine de yüzlerce yazı yazmış. İstanbul'da Ataköy'de kocaman bolok apartmanlarından birinde oğlu, gelini ve torunlarıyla birlikte yaşıyor bugün.

Birkaç yıl önce Kıbrıs'ta geçirdiği kaza nedeniyle bacağını rahat hareket ettiremediği için çıkıp dolaşamamaktan yakınıyor. Ama tüm duyu organları gepgenç, mizahı, gülmecesi de yerli yerinde.

Mizah üzerine konuşuyoruz. Binlerce gülmece, roman, öykü yazan usta yazar düşündüklerini şöyle anlatıyor:

"Mizah diye bir yazı türü yoktur. Yazı türü romandır, öyküdür, köşe yazılarıdır, anılardır. Mektup bile bir yazı türüdür de, mizah bir yazı türü değildir. Tür olsaydı tekniği olurdu.

Mizah bir biçemdir. Topluma bakış açısıdır. Mizah şiir, öykü, roman olabilir: Tür değil, biçimdir. Mizacımızdan gelen bir özelliktir, bir çeşnidir. Yazı türleri beceri ister, teknik ister. Bunları sağladın mı başarı tamdır. Mizah ne ister? Mizah insanın mizacından geldiği için bilgi değildir, edinilemez. Teknik de değildir. İnsanın yaradılışında bu özellik varsa mizah başarılı olabilir."

Hababam Sınıfı, Rıfat Ilgaz'ın en ünlü mizah eseri. Oğlunun okul maceralarını anlatması ile yavaş yavaş oluşmuş. Hafta sonlarında Aydın eve gelip okul maceralarını anlattıkça Rıfat Ilgaz da öykü haline dönüştürmeye başlamış. Kuşkusuz bunları kaleme alırken kendi öğretmenlik yıllarının anı ve gözlemleri de üstüne eklenmiş.

Rıfat Ilgaz'ın öykülerinde bazen en dikkatli vergi uzmanının bile farkedemiyeceği bir vergi kaçırma tekniğinin nasıl uygulandığını öğrenirsiniz. Yahut bir uluslararası dış kredi öyküsü yakalarsınız. Bu ince teknikleri nereden ve nasıl öğreniyor şaşıp kalırsınız. Uzmanların bu kadar iyi bilemeyeceği karışık ve karanlık konuları nereden öğreniyor? Soruyoruz, gülümsüyor:

"Gider, Çiçek Pasajı'na otururum. Bir bira içerim. Birileri gelir, sohbet başlar. Bira söylerim. Şurdan buradan konuşuruz. Biraz konuları dürtüklerim. Bir iki saat oturur işte bunları anlatır gider. Sonra 5,5 yıl süreyle hapishanelerde birlikte kaldığım kibar hırsızlar, kabadayılar. Hastanelerde koğuş arkadaşları. Çeşit çeşit insan tanıdım."

"Yıldız Karayel" romanıyla 1982 Madaralı Roman Ödülü alan Rıfat Ilgaz'ın kitaplarından "Hababam Sınıfı" önce tiyatroda oyun, sonra da kendisinden izinsiz olarak film yapılmıştı. "Karartma Geceleri" ise geçtiğimiz yıllarda ödüller alan bir film oldu.

Kitaplarını bugün oğlunun kurduğu Çınar Yayınları yayınlıyor. Yine de yüzlerce öykü ve yazısı Babıali'nin çeşitli dergilerinde yok olmuş.

Rıfat Ilgaz ile Skylife için yaptığımız bu söyleşide biraz da gökyüzünden, uçmaktan ve dünyadan söz ediyoruz. İlk kez 1968 yılında Özbekistan'a gidip Moskova'ya dönmüş uçakla. Türkiye'den Moskova'ya trenle, daha sonra da uçakla Özbekistan'a.

"Uçmak güzel de, gidiyorsun saat hiç değişmiyor. Sonra dönerken de acısı çıkıyor gün devriliyor," diye anlatıyor ilk izlenimlerini.

Güneşle aynı yöne giderken değişmeyen zaman, güneşin aksine uçuşlarda günü geceyi deviriyor. Peki ya aşağıda gördüğümüz portakal kadar küçülmüş dünya?

Usta yazarımız bugünkü dünyamızı yine genç bir bakış açısı ile geleceğe dönük olarak şöyle değerlendiriyor:

"Dünyaya artık yerellik değil, evrensellik egemen oluyor.

Bugün kaderi ortak olan insanlığı din, dil, ırk gibi konularda ayırıp birbirinden koparanlar var. Ama insanlığın kaderi ortak. Çevre kirliliğini ele alalım. Artık bu konularda devletlerin sınırları yok. Dünya devletleri mahalle muhtarlıkları gibi birbirine bağlı. Giderek tek bir dünya görüşü egemen olacak. Bu da dostlukla ve kültürle olacak.." 

 Füsun Özbilgen Skylife - Şubat 1993

 

Max Horkheimer "Bireyin Yükselişi Ve Düşüşü"

Felsefe bireyin temsilcisi ve sözcüsü olarak gelişmişti; felsefenin bunalımı da bireyin bunalımında belli eder kendini. Geleneksel felsefenin bireyle ve akılla ilgili yanılsaması —bunların ebedi olduğu yanılsaması— bugün çözülmekte, dağılmaktadır. Birey eskiden aklı yalnızca benliğin bir aracı olarak görürdü. Şimdi bu öz-tanrılaştırmanın tersini yaşamaktadır. Araç sürücüyü üstünden atmış, körcesine koşmaktadır: boşluğa doğru. Akıl, en yüksek noktaya ulaştığı anda, dumura uğramakta akıldışına dönüşmektedir. Zamanımızın egemen düşüncesi, öz-savunmadır, benliğin korunması;ama ortada korunacak bir benlik kalmamıştır. Birey kavramı üzerinde duralım şimdi. 
 
Bireyden bir tarihsel varlık olarak sözederken, kastettiğimiz, sadece insan türünün bir üyesinin uzay-zaman içindeki duyusal varoluşu değil, bunun yanı sıra, bilinçli bir insan olarak kendi bireyselliğinin farkında oluşu ve kendi kimliğini tanıyışıdır. Yetişkinlerde bu kendilerine "Ben" demeyi (kimliğin en temel tanımlanışıdır bu) öğrenmek zorunda olan çocuklardan daha gelişmiş bir bilinçtir. Uygar insanlarda da ilkel insanlardan daha güçlüdür bu; nitekim, Batı uygarlığının dinamiği ile çok yakınlarda karşılaşmış olan yerli, çoğu zaman kendi kimliği konusunda kesin bir görüşe sahip değildir. Anın doyumları ve doyumsuzlukları içinde yaşarken, bir birey olarak yarın bir takım güçlüklerle karşılaşmak zorunda kalacağının pekaz farkında gibi görünmektedir. Söylemek bile fazla, bu insanların tembel ya da yalancı oldukları iddiasına kısmen bu gecikmişlik yol açmaktadır; oysa bu suçlama, suçlananlarda bulunmayan bir kimlik duygusunu varsaymaktadır onlarda. Zenciler gibi ezilen topluluklarda en aşırı biçimleriyle görülen özellikler, miras kalmış mülkiyetin ekonomik dayanağından yoksun ezilen sınıfların bireylerinde de bir eğilim olarak bulunur. Sözgelimi, gelişmemiş bireysellik GüneyAmerika'nın yoksul beyazlarında da görülen bir özelliktir. Eğer bu gömülüp kalmış insanlar üstlerini taklit etmeye alıştırılmamış olsalardı, kişiliklerini geliştirmeye çağıran eğitim kampanyaları ve çığırtkan reklamlar, onlara aşağılayıcı, ikiyüzlü girişimler olarak, onları sahte bir doyum içinde uyutma çabaları olarak görünürdü. 
 
Bireyselliğin gelişmesinin temeli, anlık doyumlardan güvenlik adına, ruhsal ve maddi varlığın zenginleşmesi adına yapılmış fedakârlıklardır. Bunlar mümkün görünmeyince, anlık hazlardan vazgeçmek için de bir neden kalmaz ortada. Buyüzden, kitlelerde bireysellik seçkin denilen kesime oranla çok daha cılız, çok daha temelsizdir. Buna karşılık, seçkinlerin başlıca uğraşı her zaman iktidarı elegeçirmek ve tutmak olmuştur. Toplumsal iktidarı ele geçirmenin yolu, nesneler üzerinde iktidar kurmaktır; bugün herzamankinden daha çok böyledir bu. İnsanın eşya üzerinde iktidar kurma isteği ne kadaryoğun olursa, eşyanın onun üzerindeki tahakkümü de o kadar ağır olur ve insan da gerçek bireysel özelliklerinden o kadar uzaklaşır, zihni giderek bir biçimsel akıl otomatına dönüşür. 
 
Bireyin tarihi hâlâ yazılmamıştır; bu, sadece bireysellik kavramını yaratmakla kalmayan, tüm Batı uygarlığının izleyeceği modeli de oluşturan eski Yunan toplumu için bile geçerlidir. Bireyin ilk örneği,Yunanlı kahramandır. Bu gözüpek ve kendine güvenen kahraman sağ- kalma savaşından başarıyla çıkmakta ve kendini kabileden ve geleneklerden kurtarmaktadır. Jacob Burckhardt gibi tarihçiler için, böylebir kahraman, azgın ve bilinçsiz bencilliğin temsilcisidir. Bununla birlikte, kahramanın sınırsız egosu tahakküm ruhuna can verirve bireyin toplulukla ve törelerle olan çatışmasını yoğunlaştırırken, kahraman kendi egosuyla dünya arasındaki çelişkinin gerçek niteliğini anlayamaz ve bu yüzden sürekli olarak aynı tuzaklara düşer. Korku ve saygı uyandıran eylemleri, kötülük ya da gaddarlık gibi bir kişisel özelliğin değil, öçalma ya da bir lanetten kaçınma isteğinin ürünüdür. Kahramanlık kavramı, fedakârlık kavramından ayrılamaz. Trajik kahraman, kabile ile üyeleri arasındaki çatışmadan doğmuştur, bireyin her zaman yenik düştüğü bir çatışmadır bu. Şu da söylenebilir: kahramanın hayatı gerçek bireyselliğin somutlanışı olmaktan çok, bireyselliğin doğumunun habercisidir;varlığın korunması ile fedakârlığın bu evliliğinden birey doğacaktır. Homeros'un bireyselliğe, bağımsız bir kafaya sahip gözüken tek kahramanı Odysseus'tur, o da gerçek bir kahraman için fazla kurnazdır. 
 
Tipik Yunan bireyi, polis ya da kent-devletler çağında, bir kentli sınıfın biçimlenmesiyle ön plana çıkmıştı. Atina ideolojisinde devlet hem bireyden önce gelirdi, hem de ondan üstündü. Ama polisin bu üstünlüğü bireyin yükselişini engelleyeceğine, hızlandırdı; polis, devletle üyeleri, bireysel özgürlükle toplumsal refaharasında bir denge kuruyordu. Bu denge, Perikles'in Cenaze Töreni Konuşması'ndaen iyi anlatımını bulur. Politika'nın iyi bilinen bölümlerinden birinde, Yunan kentlisini, Avrupalı'nın cesaretiyle Asyalı’nın zekâsına sahip olan, yani sağkalma yeteneğiyle düşünme yeteneğini birleştiren ve böylece kendi özgürlüğünü yitirmeden başkaları üzerinde egemenlik kurabilen bir birey tipi olarak tanımlar. Helen ırkının, "bir devlet içinde birleşmesi halinde, tüm dünyaya egemen olabileceğini" söyler. Kentsel kültürün doruğa çıktığı çeşitli dönemlerde, örnekse on beşinci yüzyılda Floransa’da psikolojik güçler arasında aynı türden bir dengenin kurulmuş olduğu görülür. Bireyin talihi, hep kentsel toplumun gelişmesine bağlı olmuştur. Kent sakinleri, bireylerdir. Kent yaşamını eleştiren Rousseau ve Tolstoy gibi büyük bireycilerin kökleri kentsel geleneklerde yatar; ormanlara kaçmayı öneren Thoreau, bir köylü değil, Yunanpolisi üzerine çalışan bir öğrencidir. Bu insanlarda uygarlığa duyulan bireyci tepkiyi besleyen şey, yine o uygarlığın meyveleridir. Bireyselliğin kendi ekonomik ve toplumsal varoluş koşullarıyla olan çatışması da bireyselliğin vazgeçilmez bir öğesidir. Bugün bireylerin bilinçli zihninde bu çatışmanın yerini, gerçekliğe uyum gösterme isteği almaktadır. Bu süreç,bireyselliğin bugünkü bunalımının belirtisidir; bu bunalım da Batı tarihinde 25yüzyıl boyunca geçerli olan, geleneksel kent kavramının çöküşünü yansıtmaktadır. 
 
Yunan kent-devletinin ideallerine uygun bir bireysellik felsefesini sistemli olarak geliştirmeye çalışan ilk düşünür Platon'du. Platon'a göre insan ve devlet, üç öğeden,zekâ, arzu ve cesaret öğelerinden oluşan uyumlu ve biribirine bağımlı yapılardı;toplumdaki iş bölümü insan ruhunun üçlü yapısına denk düştüğünde en iyi örgütlenme gerçekleşmiş olacaktı. Platon'un Devlet'i, bireysel özgürlükle grup denetimi arasında bir dengeyi, topluluğun çıkarları doğrultusunda bir dengeyi öngörür. Sürekli olarak, pratik ve teorik dünyaların uyumunu, hem kendi içlerindeki hem de aralarındaki uyumu göstermeye çalışır. Pratik dünyada uyum, her sınıfa kendi özgül işlev ve haklarını vermekle ve toplum yapısını insanların doğasına uydurmakla sağlanır. Teori alanındaysa, evrensel hiyerarşideki her "biçim"e yeterli kapsamı veren ve her bireyin ideal ilk örneklere "katılmasını" sağlayan bir sistemdir uyumu mümkün kılan. Bu büyük varlık zinciri ebedi olduğu için, birey de önceden belirlenmiştir. Her varlığın değeri, baştan beri varolan bir teleolojinin ışığında ölçülür. 
 
Platon'un ontolojisinde, bütün hayatın ve varoluşun karşı konulmaz, katı güçlerin elinde tutsak olduğu çok eski yaratılış mitlerinin izleri görülebilir; bir insanın kadere direnmesi, doğadaki herhangi bir organizmanın mevsimlerin geçişine ya dahayat ve ölüm döngüsüne karşı direnmesi kadar anlamsızdır. Platonik evrenin baş döndürücü genişliğine hayran kalırken,bunların köle emeğine dayalı bir toplumdan doğduğunu ve böyle bir toplumu varsaydığını da unutmamamız gerekir. Platon, insanın kendi kendini yarattığını, ya da en azından kendi doğuştan gelen gizli güçlerini gerçekleştirdiğini öne sürerken bireyciliğe giden yolu da göstermektedir. Ama öte yandan, Aristoteles de, bazı insanların köle olarak bazılarınınsa özgür olarak doğduğunu ve kölenin erdeminin de çocuklar ve kadınlar gibi boyun eğmek olduğunu söylerken, Platon'un doktrininin dışına çıkmış olmamaktadır. Bu felsefeye göre, rekabet ve anlaşmadan gelen o özgürlüğe ancak özgür insanlar heveslenebilir. 
 
Platon'un sistemi, öznel ya da biçimsel akıl düşünces’ini değil, nesnel akıl düşüncesini içerir. Sistemin hem somutluğunu hem de insan doğasından uzaklığını açıklayan budur. Uyumlu kişiliğin değerini vurgulayan bütün felsefelerde soğuk bir nokta buluruz —ortaçağ felsefesindeki uyumlu evren düşlerinde, hatta Goethe'nin yumuşak dinginliğinde bile görülebilir bu. Kişilik,değişmez bir toplumsal ve doğal hiyerarşiye denk düşen mikrokozmostur. Değişmez bir evren düşüncesinin savunulması, içerdiği statik tarih görüşüyle, öznenin gerek topluluk içinde gerekse doğada ebedi bir çocukluktan kurtulma umudunu reddeder. Nesnel akıldan öznel akla geçiş, zorunlu bir tarihsel süreç olmuştur. 
 
Ama ilerleme kavramının daha az sorunlu ya da daha az soğuk olmadığını da belirtmek gerekir. Ontolojilerin doğa güçlerini nesnelleştirilmiş kavramların yardımıyla, dolaylı olarak mutlaklaştırmalarına ve böylece insanın doğa üzerindeki egemenliğine kılıf hazırlamalarına karşılık, ilerleme doktrini doğrudan doğruya doğa üzerindeki egemenlik düşüncesini mutlaklaştırır ve sonunda kendisi de statik ve türemiş bir mitolojiye dönüşür. Devinim, toplumsal bağlamından ve insani amacından soyutlanınca, sadece bir devinim yanılsaması haline, mekanik yinelemenin kötü sonsuzluğu haline gelir. İlerleme en yüksek ideal olarak yüceltilirken, her türlü ilerlemenin, hatta dinamik bir toplumdaki ilerlemenin bile çelişkili bir nitelik taşıdığı gözden kaçırılır. Batı felsefesinin temel metni olan Aristoteles'in Metafizik'inde evrensel dinamizm düşüncesinin değişmez bir İlk Kımıldatıcı'ya bağlanması rastlantı değildir. Teknolojinin körce gelişmesinin toplumsal baskı ve sömürüyü güçlendirmesi yüzünden, ilerleme her an kendi karşıtına,barbarlığa dönüşme tehlikesiyle karşıkarşıyadır. Statik ontoloji de ilerleme doktrini de —yani nesnelci felsefeler de öznelci felsefeler de— insanı unuturlar. 
 
Platon ve Aristoteles gibi öğrencilerinden daha az biçimsel, daha "negatif olan Sokrates, soyut bireysellik düşüncesinin ilk habercisi, bireyin özerkliğini açıkça ileri süren ilk filozoftu. Sokrates'in vicdan kavramını öne sürmesiyle bireysel ile evrensel arasındaki ilişki yeni bir düzleme çıktı. Dengeyi artık polis içindeki kurulu uyumdan çıkar- samak mümkün değildi;tam tersine, evrensel artık insanın ruhunda yuvalanmış, nerdeyse kendi kendini doğrulayan içsel bir doğruluktu. Büyük Sofıstler'in spekülasyon geleneğini izleyen Sokrates için, düşünmeksizin doğruyu istemek, hatta yapmak, yeterli değildir.Bilinçli seçme, ahlaki hayat tarzının bir önkoşuluydu. Bu yüzden Sokrates, içi boşalmış adet ve inançları temsil eden Atinalı yargıçlarla bir çatışma içine girdi. Onun yargılanması, ültür tarihinde,bireysel vicdanla devletin, idealle gerçeğin arasında bir uçurumun belirmeye başladığı anı temsil eder. Özne, dış gerçekliğe karşıt olarak kendi benliğini en yüksek ideal gibi görmeye başlamıştır. Bireyin antik dünyadaki önemi azaldıkça, varolana duyulan ilgi de yavaş yavaş sönecektir. Felsefe, insanın iç dünyasında bir avunubulma çabasını andırmaya başlamıştır. Helenistik toplumda*, Stoacılık gibi vazgeçiş felsefeleri yaygınlaşır: insanın ulaşabileceği en yüksek erdemin kendine-yeterlilik olduğunu ve bunun da hiçbir şey istememekle, bağımsız bir hayat için zorunlu olan şeylere sahip olmamakla elde edilebileceğini öne süren felsefeler. Bu acıdan kaçınma ve duyarsızlık çağrıları,bireyin topluluktan ve idealin de gerçekten kopmasına yol açmıştır. Birey, gerçekliğe doğruluk tasarısına uygun bir biçim verme yükümlülüğünden sıyrılmakla, zorbalığa da teslim etmektedir kendini. 
 
Bütün bunlardan çıkan şudur: herkes kendi başının çaresine bakmaya girişince bireysellik zedelenmektedir. Sıradan insan siyasete karışmaktan vazgeçtiği zaman toplum orman kanunlarına geri dönmekte,bu da bireyselliğin son kalıntılarını bile silip süpürmektedir. Toplumdan mutlak olarak kopmuş birey her zaman bir yanılsamaydı. Bağımsızlık, özgürlük tutkusu, halden anlamak ve adalet duygusu gibi en beğendiğimiz insani özellikler bireysel olduğu kadar toplumsal özelliklerdir. Gelişmiş birey, gelişmiş bir toplumun ürünüdür. Bireyin kurtuluşu, toplumdan kurtuluş değil, toplumun atomlaşmadan kurtuluşudur — doruk noktasına kolektifleşme ve kitle kültürü dönemlerinde çıkabilen bir atomlaşma. 
 
Hıristiyan birey, Helenistik toplumun yıkıntılarından doğdu. Sonsuz ve aşkın bir Tanrı karşısında Hıristiyan bireyin sonsuz ölçüde küçük ve çaresiz olduğu düşünülebilir: öyle ya, ebedi kurtuluşun bedeli, insanın kesin olarak kendinden vazgeçmesiydi. Oysa, bu dünyadaki hayatın ruhun ebedi öyküsünde sadece geçici bir aşama olduğu doktrini,bireyleşme eğilimini son derece güçlendirdi. Tanrı’nın insanı kendi suretinde yaratması ve İsa’nın insanlığın kefaretini ödemesinin içerdiği özgürlük düşüncesi insan ruhunun değerini artırıyordu. Bir iç ışık olarak, Tanrı’nın barınağı olarak ruh kavramı ancak Hıristiyanlık'la ortaya çıkmıştır; bununla karşılaştırıldığında antik çağda her zamanbir boşluk, bir soğukluk öğesi bulunacaktır. İncil’de Galilee'nin basit balıkçıları ve marangozlarıyla ilgili bazı öykülerin yanında, Yunan kültürünün baş yapıtları dilsiz, ruhsuz ve o "iç ışık"tan yoksun kalır,antik çağın en önemli kişileri de kaba ve barbar görünür.
 
Hıristiyanlık'ta insan egosu ile sonlu doğa, Yahudi monoteizminde olduğu gibi birbirine karşıt değildir. İsa sonsuz doğrulukla sonlu insan varoluşu arasında aracılık yaptığı için, ruhu yücelten ve doğayı mahkûm eden geleneksel Augustincilik, ideal ve ampirik dünyaları uzlaştırmaya yönelik görkemli bir tasarı olan Tomasçı Aristoculuk karşısında sonunda yenik düşmüştür. Rakip dünya dinlerinden ve Helenistik ahlak ideallerinden çok farklı olarak, Hıristiyanlık, çileciliği, doğal dürtülerin denetim altına alınmasını, her şeye sinmiş o evrensel sevgiye bağlar. Varlığın korunması düşüncesi, ruha ebedi hayat sağlayan bir metafizik ilkeye dönüştürülür; birey, ampirik egosunu değersizleştirmekle, yeni bir derinlik ve karmaşıklık kazanır. 

Nasıl zihin doğaya karşıtlığını koruduğu sürece sadece doğanın bir parçası olarak kalmaya mahkûmsa, birey de varlığı korumaya yönelik işlevlerin toplamı olarak tanımlanan bir egonun cisimlenişi olarak kaldığı sürece, sadece bir biyolojik olgu olmaya mahkûmdur. Toplum kaynaştırıcılığnı yitirmeye başladığında insan da birey olarak ortaya çıkmış ve kendi hayatıyla görünüşte ebedi olan o kolektif varlığın hayatı arasındaki farklılığı görmüştür. Ölüm katı ve amansız bir görünüm almış, bireyin hayatı yeri doldurulmaz bir mutlak değer kazanmıştır. İlk gerçekten modern birey olduğu söylenen Hamlet bireysellik düşüncesinin cisimlenişidir, çünkü herşeye bir nokta koyan ölümden, boşluğun dehşetinden korkmaktadır. Hamlet'in metafizik düşüncelerinin derinliği, zihnindeki sonsuz ışık-gölge oyununun inceliği, Hıristiyanlık’ça koşullandırılmış olmayı gerektirir. Montaigne'in iyi bir öğrencisi olan Hamlet Hıristiyanlığa olan inancını yitirdiği halde, Hıristiyan ruhunu korumuştur ve bir anlamda bu modern bireyi nasıl doğumudur. Hıristiyanlık, tanrının bir sureti olan ölümsüz ruh doktriniyle bireysellik ilkesini yaratmıştır. Ama Hıristiyanlık aynı zamanda ölümlü birey kavramını da göreceleştirmiştir. Rönesans hümanizmi, bireyin Hıristiyanlık'ta kazandığı sonsuz değeri korur ama mutlaklaştırır, böylece onu iyice belirginleştirirken yıkımını da hazırlamış olur. Hamlet için, birey hem mutlak varoluştur hemde tam bir boşluk. 
 
Hıristiyanlık, bu dünyadaki varolma mücadelesini ebedi ruhun korunması adına yadsımakla, aslında her insanın sonsuz değerini savunmuş oluyordu; bu düşünce, Batı dünyasında, Hıristiyan olmayan, hatta Hıristiyanlık karşıtı sistemlere bile sızacaktı. Gerçi bu yadsıma ve ruhsallaşmanın bedeli, hayat içgüdülerinin bastırılması ve —bu tür bastırmalar hiç de başarılı olmadığı için— kültürümüzde bugüne kadar sürüp gelen bir ikiyüzlülüktü. Yine de bu içselleşme, bireyselliği güçlendirmiştir. Birey, kendini yadsımakla,İsa'nın kendini kurban edişine öykünmekle, hem yeni bir boyut kazanmış hem de bu dünyadaki hayatına örnek olacak yeni bir ideal sahibi olmuştur.
 
Başlangıçta iktidardakiler tarafından kabul edilen Hıristiyanlığın sevgi öğretisi, caritas öğretisi, sonradan bağımsız, bir devinim kazanmış ve Hıristiyan ruhu, sonuçta, kendisini beslemiş ve üstünlüğünü savunmuş olan kuruma, Kilise'ye karşı direnmek zorunda kalmıştır. Kilise, antik çağın toplumsal kuramlarının giremediği bir alan olan insanın iç hayatı üzerindeki egemenliğini güçlendirmeye girişmiştir. Ortaçağın sonlarına gelindiğinde, gerek cismani gerekse ruhani alandaki kilise denetiminden kaçanların gitgide arttığı görülür. Reform'un ve felsefi Aydınlanmanın birey düşünceleri arasında çarpıcı bir paralellik vardır. 
 
Serbest girişim çağında, bu sözde bireycilik döneminde, bireysellik bütünüyle benliği korumaya adanmış aklın egemenliği altına girer. Artık bireysellik düşüncesi metafizik bağlarından kopmuş ve sadece bireyin maddi çıkarlarının sentezi haline gelmiştir. Ama söylemek bile fazla, böylece ideologların elinde bir piyon olmaktan da kurtulmuş değildir. Bireycilik, toplumu farklı çıkarların serbest bir pazarda otomatik etkileşimi yoluyla ilerleyen bir mekanizma olarak gören burjuva liberalizmininteori ve pratiğinin merkezinde yer alır. Birey ancak geçici anlık doyumları bırakarak uzun vadeli çıkarlarını gözetmekle kendini bir toplumsal varlık olarak sürdürebilecektir. Hıristiyanlığın sofu disiplini altında ortaya çıkmış olan bireysellik özellikleri böylece dahada belirginleşmiştir. Burjuva bireyi mutlaka topluluğa karşıt olarak görmek zorunda değildir kendini: Ama en yüksek uyuma ancak bireysel çıkarların sınırlanmamış rekabetiyle ulaşabilecekbir toplumun üyesi olduğuna inanmakta, ya da buna inanması beklenmektedir. 
 
Liberalizm'in kendini gerçekleşmiş bir ütopyanın kefili olarak gördüğü söylenebilir; bu ütopyadaki son birkaç pürüzü düzeltmek de işten bile değildir. Bu pürüzler de liberal ilkelerin suçu değil, bu ilkelerin tam gelişmesini önleyen anti-liberal engellemelerin sonucudur. Liberalizm, denge sağlayıcı ticaret ve mübadele ilkesiyle, toplumu bir arada tutan bir uyumu gerçekleştirmiştir. Burjuva toplumundaki atomlaşmış ekonomik bireyin on yedinci yüzyıldaki simgesi olan monad böylece bir toplumsal tip haline gelir. Bütün monadlar, birbirlerinden çıkar duvarlarıyla ayrılmış olsalar da, hepsi de kendi çıkarını savunduğu için gittikçe daha çok benzeyeceklerdir birbirlerine. Yaşadığımız bu büyük ekonomik birleşmeler ve kitle kültürü çağında ise, uyum ilkesi bireyci örtüsünü de atmakta ve açıkça savunulmakta, başlı başına bir ideal durumuna yükseltilmektedir. 
 
Liberalizm ilk çıkışında, kendi mülklerini yöneten ve karşıt toplumsal güçlerden koruyan çok sayıda bağımsız girişimcinin varlığıyla tanımlanıyordu. Pazar hareketleri ve üretimin genel eğilimi, bu girişimlerin ekonomik zorunluluklarınca belirleniyordu.Tüccar da imalatçı da her türlü ekonomikve siyasal gelişmeye hazırlıklı olmak zorundaydı. Bu zorunluluk onları geçmişten ders almaya ve gelecekle ilgili planlar yapmaya yöneltiyordu. Kendi başlarına düşünmek zorundaydılar: O dönemin gişimcilerinin o çok göklere çıkarılan bağımsız düşünme yeteneği bir ölçüde yanılsama da olsa, belli bir dönemde ve belli bir biçim içinde toplumun çıkarlarına hizmet edebilecek kadar bir nesnelliği de vardı. Orta sınıf mülk sahipleri, özellikle de ticarette aracılık yapanlar ve bazı imalatçı türleri, kendi özel çıkarlarına ters düşse de,bağımsız düşünceyi desteklemek zorundaydılar. Ailenin gelecek kuşaklarına miras bırakılacağı varsayılan işletme de bir işadamının eylemlerine kendi ömrünü çok aşan geniş bir ufuk kazandırmaktaydı.
 
Bireyselliğini yapan, bir "velinimet"olmasıydı: Kendisiyle ve benzerleriyle gurur duyan, toplumun ve devletin hepsi dekendisi gibi açıkça maddi çıkar düşüncesiyle hareket eden girişimcilere dayandığına inanmış bir "velinimet". Çıkarcı bir dünyanın çağrı ve zorlamalarına karşılık verebildiği için de egosu güçlü ama sakindi; kendi kısa vadeli ihtiyaçlarını aşan çıkarların savunucusuydu. 
 
Bu büyük sermaye çağında, bireysel girişimci artık tipik olmaktan çıkmıştır. Sıradan insan için, çocuklarının ve mirasçılarının geleceğini, hatta kendi uzak geleceğini planlamak gittikçe zorlaşmaktadır. Çağdaş bireyin karşısındaki fırsatlar, atalarının sahip olduğundan daha fazla olabilir, ama önündeki somut olasılıklar çok daha sınırlıdır. Hesaplarında geleceğin payı iyice azalmıştır. Becerilerini koruduğu ve şirketine, derneğine ya da sendikasına sıkı sıkıya sarıldığı sürece büsbütün yok olmayacağını hissetmektedir. Böylece aklın bireysel öznesi giderek sönen, söndükçe de balon gibi buruşan bir ego haline gelir. Uçup giden bir şimdiki zamanın içinde hapsolmuştur. Sonunda, eskiden gerçeklik içindeki fiili konumunu aşmasını sağlayan zihinsel  işlevlerini kullanmayı da unutur. Bu işlevler çağın büyük ekonomik ve toplumsal güçleri tarafından devralınır. Bireyin geleceği kendi hesaplılığına bağlı olmaktan çıkar ve dev güçler arasındaki ulusal ve uluslararası mücadelelerin sonucuna bağımlı hale gelir. Bireysellik ekonomik temelini yitirir. 
 
Hâlâ insanın içinde kalmış bazı direnme öğeleri vardır. Kolektif düzenlerin sürekli saldırısına karşın, toplumsal grupların üyesi olarak bireyde değilse bile, yalnız kalma imkânını bulan bireyde insanlık ruhunun hâlâ diri oluşu da toplumsal kötümserliğe karşı bir kanıttır. Ama varolan koşulların ortalama insan üzerindeki etkisi öyle güçlüdür ki, daha önce sözü edilen uysal tipson derece yaygınlaşmıştır. Bireye, doğduğu günden başlayarak, bu dünyadabir tek varolma yolu olduğu hissettirilir: Bir gün kendini gerçekleştirme umudundan vazgeçmek. Bunu da ancak öykünme yoluyla yapabilecektir. Birey, çevresinde gördüklerine sürekli tepki verir, sadece bilinçli olarak değil, bütün varlığıyla, onu kuşatan bütün kolektiflerin kişilik ve davranışlarına öykünerek. Küçüklükteki oyun grubu, sınıf arkadaşları, spor grubu vebütün benzer gruplar, bireyi kendi içlerinde eriterek on dokuzuncu yüzyıldaki bir babanın ya da öğretmenin kurabileceğinden çok daha kesin bir denetim kurarlar onun üzerinde, toptan teslim alırlar onu. Birey çevresini yankılayarak, tekrarlayarak,çevresine öykünerek, içine girdiği bütün güçlü gruplara ayak uydurarak, kendini bir insandan bir örgüt üyesine dönüştürerek, bu tür örgütlerde etkili olabilmek adına gizli güçlerinden vazgeçerek becerir hayatta kalmayı. Bu, biyolojik sağ kalma yöntemlerinin en eskisiyle, taklitle gerçekleştirilen bir kalımlılıktır. 
 
Tıpkı annesinin sözlerini tekrarlayan birçocuk ya da kendine eziyet eden bundan farklı değil: Olduğu ve olması gerektiği biçimiyle gerçek budur. Başarının meyvelerinden başka şeyler de isteyebilecek sesler bile bunun hizmetine koşulmaktadır. Ebedi huzur düşüncesi ve mutlakla ilişkili herşey, bir boş zaman faaliyeti olarak görülen dinsel eğitimin sınırları içine sokulmuş, pazar okullarının müfredat programının bir parçası olmuştur. Mutluluk kavramı da, aynı şekilde, ciddi dinsel düşüncenin her zaman eleştirmiş olduğu "normal hayat" gibi bir bayağılığa indirgenmiştir. Doğruluk düşüncesi, doğayı denetlemede yararlı bir araç durumuna düşürülmüş, insanın içindeki sonsuz gizli gücün gerçekleştirilmesiyse bir lüks olarak görülmeye başlanmıştır. Yerleşik bir grubun çıkarlarına hizmet etmeyen ya da bir ekonomik amaçla ilgili olmayan hertürlü düşünce yersiz, boş ve gereksiz görülmektedir. Ama şu bir paradokstur:Yeryüzünde insanların büyük bölümü açlıkla boğuşurken elindeki makinelerin büyük bölümünü çürümeye bırakan, birçok önemli buluşu rafa kaldıran ve çalışma saatlerinin büyük bir bölümünü budalaca reklamlara ve yıkım araçlarının üretimine ayıran bir toplum, "yararlılık" düşüncesini bir akide haline getirebilmiştir!Modem toplum bir bütündür:Bireyselliğin gerilemesi, üst sınıflar kadar alt sınıflan da, işadamı kadar işçiyi de etkilemektedir. Bireyselliğin en önemli özelliklerinden biri olan ve rekabetin bir ölçüde sınırlanmasından ötürü kapitalizmde dumura uğrama eğiliminde olan o kendiliğindenlik sosyalist teoride de önemli biryere sahipti. Ama bugün bireyselliğin genel gerilemesiyle birlikte işçi sınıfının kendiliğindenliği de sakatlanmıştır. İşçi hareketi, on dokuzuncu yüzyılın büyük siyasal ve toplumsal düşünürleri tarafından ortaya konulmuş eleştirel teorilerden gittikçe uzaklaşmaktadır. İlerlemenin en yılmaz taraftarları olarak tanınmış işçiliderleri, Almanya'da faşizmin zaferini,Alman işçi sınıfının teoriye fazla ağırlıktanımasına bağlamaktadır. Oysa teori değil, teorinin gerilemesidir varolan güçler —bunlar sermayenin denetim örgütleri olabileceği gibi, emeğinkiler de olabilir—önünde teslimiyeti hızlandıran. Yine de kitleler, uysallıklarına karşın, bütün bütüne teslim olmamışlardır kolektifleşmeye. Günümüzün pragmatik gerçekliğinin baskısı altında, insanın kendini ifadesiyle varolan sistem içindeki işlevi özdeşleşmiş olsa da; hem kendi içindeki hem de başkalarındaki her türlü farklı dürtüyü bastırmaya uğraşsa da, geçerli ilişkilere uymayan, tekinsiz bir özlemin kendini sardığını hissettiği anda kapıldığı delice öfke, içinde hâlâ sürüp giden o közlenmiş isyanın işaretidir. Baskı ortadan kalkacak olsa, bu isyan, bu kızgınlık, tüm toplumsal düzene, oluşturduğu baskı mekanizmasını üyelerinden gizlemek gibi genel ve içsel bir eğilimi olan toplumsal düzenin bütününe yönelir. Tarih boyunca, bireyin adil ya da adaletsiz bir düzenle bütünleşmesinde fiziksel, örgütsel ve kültürel baskıların hep payı olmuştur; bugün de işçi örgütleri, işçilerin durumunu düzeltme çabalarında bile kaçınılmaz olarak bu baskıya katkıda bulunmaktadır. Modern sanayi çağının toplumsal birimleriyle daha öncekiler arasında canalıcı bir fark vardır. Eski toplumsal birimler birer bütündü; başka bir deyişle, gelişimleri içinde, hiyerarşik olarak örgütlenmiş yapılara dönüşmüşlerdi. Totemist kabilenin hayatı, klan, Ortaçağ kilisesi, burjuva devrimleri çağının ulusu, bunların hepsi,tarihsel gelişmeler içinde biçimlenmiş ideolojik örüntülere bağlıydı. Bu tür örüntüler —büyüsel, dinsel, felsefi—yürürlükteki toplumsal egemenlik biçimlerini yansıtıyordu. Üretimdeki rollerisona erdikten sonra da bir kültürel bütünleştirici olarak işlevlerini sürdürdüler;ama böylece ortak bir doğru düşüncesinede katkıda bulundular. Bunu yapabilmelerini sağlayan da nesnelleşmiş olmalarıydı. İster dinsel olsun, ister sanatsalya da mantıksal, her düşünce sistemi anlamlı bir dil içinde ifade edildiğinde genel bir nitelik kazanır ve zorunlu olarak evrensel bir doğruluk taşıdığını iddia eder.Eski kolektif birimlerin ideolojilerinin nesnel ve evrensel doğruluk iddiası,bunların toplumsal gövde içindeki varlıklarının çok önemli bir koşuluydu.Ama bu örgütsel yapılar, sözgelimi ortaçağ kilisesininki, maddi hayat biçimlerine bire bir denk düşmüyordu. Hem ruhban sınıfının hem de diğer zümrelerin hiyerarşik düzeni ve törensel işlevleri katı kurallarla düzenlenmişti. Ama bunun dışında, ne hayatın kendisi ne de düşünsel çerçevesi tam olarak bütünleşebilmişti. Temel ruhsal kavramlar pragmatik düşüncelerle bütünüyle kaynaşmamıştı; belli bir özerklikleri vardı. Kültür ile üretim arasındabir ayrılık vardı henüz. Bu ayrılık, bireyi basit bir işlevsel tepki hücresine indirgeyen modern süper örgütlenmeyle karşılaştırıldığında, çok önemli boşluklar yaratıyordu toplumsal dokuda, önemli kaçış imkânları. Oysa işçi örgütleri gibi modern örgütsel birimler, sosyo-ekonomik sistemin organik parçalandır.Soyut bir tinsel modele uyduğu varsayılan eski bütünlüklerde belli bir özellik vardı;günümüzün kesinlikle pragmatik bütünlüklerinde görülemeyecek bir özellik. Yeni bütünlüklerin de hiyerarşik bir yapısı vardır, ama bunun ötesinde, son derece kaynaşmış, despotik,yekpare gövdelerdir bunlar. Örneğin, bu örgütlerdeki görevlilerin daha üst mevkilere yükselmesini sağlayan, tinsel ideallere ilişkin nitelikler değildir. Hemen her zaman, insanları çekip çevirme yeteneğidir belirleyici olan; idarive teknik beceriler, yönetici kadroların seçiminde yeterli ölçüt sayılmaktadır. Eski toplumların hiyerarşik önderliklerinde de böyle yetenekler söz konusuydu elbet; ama çağdaş bütünlüklerin ayırıcı özelliği, önderlik yetisiyle nesnelleşmiş bir tinsel sistem arasındaki bağın kopmuş olmasıdır. Modern Kilise eski biçimlerin bir uzantısıdır, doğru; ama bir devamlılık,Kilise'nin kendini katıksız mekanik anlayışa uydurmasıyla sağlanmıştır. Yeri gelmişken belirtelim, Hıristiyan teolojisinin özündeki pragmatizm de bu anlayışın gelişmesine hizmet etmiştir.Gerici, demokratik ya da devrimci biçimleriyle bir bütün olarak toplumsal teori, geçmiş bütünlüklere yön verdiği varsayılan eski düşünce sistemlerinin mirasçısıydı. Bu eski sistemler çökmüştü, çünkü varsaydıkları toplumsal birlik biçimlerinin aldatıcı olduğu görülmüş, öne sürdükleri ideolojiler koflaşmışve özürcü bir nitelik almıştı. Daha sonraki toplum eleştirisi, özürcülükten kaçındı ve öznesini yüceltmedi: Marx bile proletaryayı göklere çıkarmıyordu. Kapitalizmi toplumsal adaletsizliğin son biçimi olarak görüyordu Marx; ama doktrinini adadığı ezilen sınıfın önyargılarına ve boş inanlarına da gözlerini kapatmıyordu. Kitle kültüründeki eğilimlerin tersine, bu eleştirel doktrinlerin hiçbiri kitlelere bir hayat tarzı "satmaya” kalkışmamıştı; onları oldukları yerde sabitleştiren, bilinçsiz olarak tiksinti duydukları ama "bilinçli" davranışlarında alkışladıkları bir hayat tarzı. Toplumsal teori,işçilerin sakat düşünceleri de içinde olmak üzere tüm gerçekliğin eleştirel bir çözümlemesini sunuyordu. Modern sanayi toplumunda ise siyasal teori bile bütünleşmiş kültürün özürcü eğiliminden payım almıştır.Bunu söylemek, eski biçimlere geri dönmeyi önermek anlamına gelmez.Zamanın geriye işlemesi mümkün değildir;örgütsel gelişimin tersine çevrilmesi hatta teorik olarak reddedilmesi de. Bugün kitlelerin görevi, geleneksel parti yapılarına tutunmaya çalışmak değil, kendi örgütlerine sızan ve zihinleri üzerinde de zararlı bir etki yapan tekelci eğilimi tanımak ve ona karşı direnmek olmalıdır. On dokuzuncu yüzyılın rasyonel toplum kavramında, bireyin karşı karşıya olduğu yok oluş tehlikesine değil,planlama, örgütlenme ve merkezileşme mekanizmalarına ağırlık tanınmıştı.Liberalizm'in ürünü olan parlamenter işçi partileri, liberalizmin akıldışı işleyişine karşı çıkıyor ve anarşik kapitalizmin tam tersiolan bir planlı sosyalist ekonomiyi öneriyorlardı. Toplumsal örgütlenme ve merkezileşmeyi, akıldışı bir çağdaki akıl öğeleri olarak kabul ediyor ve savunuyorlardı. Ama sanayi toplumunun günümüzde aldığı biçim rasyonelliğin öbür yüzünü açığa çıkarmış, rasyonelleşmenin kendi kendini yok ettiğini göstermiştir.Rasyonelleşme, eleştirel düşünceye,bireysel öznenin kendiliğindenliğine, hazır davranış kalıplarına karşı çıkma eğilimine toplumsal hayatın biçimlendirilmesinde hiçbir rol tanımamaktadır. Bir yandan,dünya hâlâ düşman gruplara, ekonomik ve siyasal kamplara bölünmüş durumdadır. Budurum da örgütlenmeyi ve merkezileşmeyi gerekli kılmaktadır: Bunlar, akıl açısından,bireye karşı genelin temsilcileridir. Öteyandan, insan bireyi, ta çocukluğundan başlayarak gruplarla, takımlarla, örgütlerle öyle iç içe geçmektedir ki, özgüllük(benzersizlik), akıl açısından tikellik öğesi tamamıyla bastırılmış ya da eritilmiş olmaktadır. Bu, hem işçi için hem de işadamı için geçerlidir. On dokuzuncu yüzyılda proletarya hâlâ oldukça akışkan,amorf bir durumdaydı. Ama işte bu yüzdende bütün bölünmüşlüğüne (ulusal gruplar,nitelikli-niteliksiz emek ve işçiler-işsizler) karşın, çıkarları bazı ortak ekonomik ve toplumsal kavramlarda billûrlaşabiliyordu. İşçi kitlelerinin amorfluğu ve bunun sonucu olan teorik düşünme eğilimi,  kapitalist önderliğin pragmatik bütünselliğiyle tam bir karşıtlık içindeydi. İşçilerin kapitalist süreçte edilgin bir rolden etkin bir role yükselişi, genel sistemle bütünleşme pahasına gerçekleştirilmiştir.Hem gerçeklikte hem de ideolojide emeği bir ekonomik özne haline getiren bu süreç,aynı zamanda, zaten sanayinin nesnesi olan işçiyi bir de emeğin nesnesi haline getirmiştir. İdeoloji daha gerçekçileşip,daha "makulleştikçe", gerçeklikle o içsel çelişkisi de, yani saçmalığı da artmıştır.Kitleler kendi geleceklerinin kurucusu olduklarını düşünürken önderlerinin nesnesi olmaktadırlar. Kuşkusuz, işçi önderlerinin gerçekleştirdikleri, işçilere belirli yararlar sağlamaktadır, hiç değilse kısa vadede.Yeni-liberallerin sendikalara karşı çıkışı çağdışı bir romantizmden başka birşey değildir; bunların ekonomiyle ilgili görüşleri de felsefe alanındaki çalışmalarından daha zararlıdır. İşçi sendikalarının tekelci bir biçimde örgütlenmiş olması, bunların işçi aristokrasisi dışında kalan üyelerinin de tekelci olduğu anlamına gelmez. Sadece,büyük şirket yöneticilerinin hammadde,makine ve öteki üretim öğelerinin arzını kontrol edişi gibi, sendika önderlerinin de emek arzını denetlediği anlamına gelir. İşçi önderleri emeği işletmekte, çekip çevirmekte, reklamını yapmakta ve fiyatını da olabildiğince yükseltmeye çalışmaktadırlar. Aynı zamanda, sıradan işçininkinden çok daha büyük olan kendi etkinlikleri, güçleri ve gelirleri de sınai sistemin sürüp gitmesine dayanmaktadır.Emeğin örgütlenmesinin de başka herhangi bir şirket gibi bir iş sayılır olması,insanın şeyleşme sürecini tamamlamaktadır. Bugün bir işçinin üretici gücü sadece fabrika tarafından satın alınıp teknolojinin gereklerine bağımlı kılınmamakta, aynı zamanda sendika önderlikleri tarafından da taksim edilmekte ve işletilmektedir. Dinsel ve ahlaki ideolojiler silinip gider ve siyasal teori de ekonomik ve siyasal olayların gelişmesiyle ortadan kalkarken işçilerin düşünceleri de önderlerindeki ticari zihniyetin kalıbını almaktadır. Dünyanın emekçi kitleleriyle varolan adaletsiz toplum düzeni arasında temel bir çelişki olduğu düşüncesinin yerini, iktidar grupları arasındaki stratejik çatışmalara ilişkin birtakım kavramlar almaktadır. 
 
Evet, geçmişin işçileri de teorinin açığa çıkardığı toplumsal mekanizmaları kavramsal düzeyde kavramamışlardı, gerek zihinleri gerekse gövdeleri baskının izlerini taşıyordu; ama çektikleri sefalet hâlâ bireysel insanların sefaletiydi ve bu yüzden de onları başka insanların, herhangi bir ülkedeki ve herhangi bir kesimdeki insanların sefaletine, acısına bağlıyordu.Gelişmemiş zihinleri, hem iş saatlerinde hem de boş zamanlarında sınai davranış kalıplarını gözlerine, kulaklarına, kaslarına işleyen kitle kültürünün tekniklerine hedef olmamıştı henüz. Bugünün işçileri ise,toplumun öteki kesimleri gibi, çok daha eğitimli, çok daha uyanıktır. Ülke sorunlarının ayrıntılarını, siyasal hareketleri çinde dönen dolapları, özellikle de rüşvetve yolsuzluğa karşı mücadele ettiğini ileri süren hareketlerin dolaplarını bilmektedirler. İşçiler, en azından faşizm cehenneminden geçmemiş olanlar, oyunun kurallarına karşı geldiği için hedef seçilmiş bir kapitaliste ya da politikacıya karşı her türlü kampanyaya katılmaya hazırdırlar;ama kuralların kendisini sorgulamamaktadırlar. Toplumsal adaletsizliği —hatta kendi gruplan içindeki eşitsizlikleri bile— kesin, ağırlıklı bir gerçek olarak görmeyi ve kesin gerçeklere de saygı duymayı öğrenmişlerdir. Zihinleri,büsbütün farklı bir dünya hayaline ve olguların sınıflandırılmasının ötesinde bu hayalin gerçekleştirilmesini öngören kavramlara kapalıdır. Modern ekonomik koşullar işçi sendikalarının önderlerinde olduğu kadar üyelerinde de pozitivist bir düşünüşün gelişmesine yol açmakta, bu da onları gittikçe birbirlerine benzetmektedir. Sürekli olarak karşıt eğilimlerin tehdidi altında olsa da, böyle bir yöneliş, toplumsal hayatta yeni bir güç olarak işçi hareketinin yerini sağlamlaştırmaktadır.Bununla birlikte, eşitsizlik azalmış değildir. Farklı toplumsal grupların bireylerinin ekonomik ve siyasal güçleri arasındaki eşitsizliğe yeni farklılaşmalar eklenmiştir. Bazı emek türleriyle ilgili sendikalar bunların fiyatlarını yükseltmeyi başarmış, ama baskıcı toplumsal iktidarın tüm ağırlığı, ister örgütlü olsun ister örgütsüz, öteki emek kategorilerinin sırtına yüklenmiştir. Bunun yanında, sendika üyeleri ile çeşitli nedenlerle sendikaların dışında kalmış işçiler arasında, ayrıcalıklı uluslarla o çifte sömürü ve baskıya hedef olan az gelişmiş ülke halkları arasındaki bölünme de vardır. Temel ilke değişmemiştir.Günümüzde sermaye de emek de kendi denetimlerini perçinlemeye ve genişletmeye uğraşmaktadır. Her iki grubun önderleri de,insan varoluşunun temellerinde bir devrim vaat eden o müthiş teknolojik gelişme sonucunda coplumun teorik eleştirisinin gereksizleştiğini ileri sürmektedir.Teknokratlar, süper-teknolojinin ürünü olan malların süper bolluğuyla ekonomik sefaletin otomatik olarak ortadan kalkacağını iddia etmektedir. Etkinlik,üretkenlik ve akıllı planlamanın modern insanın tanrıları olduğu söylenmektedir;"üretken olmayan" gruplar ve "vahşi"sermaye, toplum düşmanları ilan edilmektedir.Çağımızın simgesi sayılabilecek mühendisin sanayici ya da tüccar kadar kâr yapmaya meraklı olmadığı doğrudur.Mühendisin işlevi üretimin kendisiyle daha dolaysızca ilgili olduğu için, verdiği karar ve talimatlar daha nesnel gibi görünür.Astları, verdiği emirlerden hiç değilse bazılarının eşyanın doğasına uygun olduğunu ve dolayısıyla evrensel bir anlamda rasyonel olduğunu görürler. Ama kökeninde bu rasyonellik bile akılla değil,egemenlikle ilgilidir. Mühendisin nesnelerle ilgilenmekteki amacı bunları kendileri için ya da sırf bilgi için anlamak değildir; kendi iç yapılarına ne kadar aykırı olursa olsun belli bir şemaya uydurmaya çalışmaktadır onları. Bu, cansız şeyler için olduğu kadar insanlar için de geçerlidir. Mühendisin kafası, en gelişmiş biçimiyle endüstriyelizmin zihniyetidir. Hedefi,insanları amacı olmayan bir araçlar toplamına indirgemektir.Sınai faaliyetin tanrılaştırılması sınırtanımaz. Dinlenme de, insanları yeniden çalışmaya hazırlamadığı zaman, bir günah sayılmaktadır. "Amerikan felsefesinin postülası, açık ve dinamik bir evrendir" der Moses F.Aronson, "Akışkan bir evren ise dinlenilecek bir yer değildir, durağan düşünce gibi bir estetik hazza da izinvermez. Durmayan bir açılım süreci içindeki bir dünya, etkin hayal gücünü uyarır ve zekânın kaslarının çalıştırılmasını teşvik eder." Aronson, pragmatizmin,"kırsal bir ekonomi içinden bir girdap gibi yükselen sanayi toplumunun doğurduğu güçlüklerle boğuşan, sınır boylarında yetişmiş, aktif bir zihniyetin özelliklerini yansıttığını"düşünmektedir.
 
Ne var ki, Amerika'nın gerçek öncülerinin o "serhad ruhu" ile bunun günümüzdeki savunucuları arasında çok belirgin bir farklılık vardır. Öncüler, araçları amaç olarak görmüyorlardı. Gündelik yaşama mücadelelerinde, sert, yıpratıcı bir çalışmaya gönül rızasıyla katlanıyorlardı;ama özledikleri, hayal ettikleri herhalde daha az dinamik, çok daha dingin bir dünya idi. Güzellik kavramlarında ya da kültür ideallerinde "edilgin, durağan düşüncenin estetik hazzına" herhalde daha büyük bir değer biçiyorlardı.Bunların en son mukallitleriyse, modern işbölümü içinde düşünsel bir meslek sahibi olduklarında, bu değerleri çarpıtarak savunmaktadırlar. Teorik uğraşların "adalî"ve "atletik" niteliğinden söz eder ve bu uğraşları "doğuştan ve kendiliğinden bir gelişme" olarak nitelerken, biraz da rahatsızbir vicdanla, öncülerin, sınır adamlarının"meşakkatli hayat" mirasına tutunmaya ve aynı zamanda da onların dilini kolemeğinin, tarımsal ve sınai emeğin aktivist sözcük dağarcığına kaynaştırmaya çabalamaktadırlar. Bunlar, düşünce dünyasında bile, eşgüdümü ve bir örnekliği savunurlar. Aronson, Amerikan felsefesinin sentezinin içine "kuşkusuz bazı Avrupalı öğeler girmiştir" demektedir, "ama buyabancı öğeler yerel bir birliğin içinde eritilmiştir". Yeryüzünü bir düşünme,seyretme ve haz alma dünyasına dönüştürme imkânları arttığı ölçüde, bueşgüdücüler de, Johann Gottlieb Fichte'nin bilinçli ya da bilinçsiz izleyicileri olarak,ulus düşüncesini ve ebedi çalışmayı yüceltmeye çalışmaktadırlar.Bireyin yenilgisinin nedeni kendi başına teknoloji ya da sağ kalma tutkusu değildir;sorun, üretimin kendisi değil, biçimidir:sanayi toplumunun özgül çerçevesi içinde insanlar arası ilişkiler. İnsan emeği,araştırma ve buluş, zorunluluğun meydan okumasına insanın verdiği karşılıktır. Bu ilişki, ancak insanlar emeği, araştırmayı ve buluşu tanrılaştırdığında saçmalaşır. Böyle bir ideoloji, yüceltmeyi amaçladığı uygarlığın hümanist temellerini baltalama eğilimindedir. Eksiksiz doyum ve sınırlanmamış haz düşünceleri ilerleme güçlerini özgürleştiren bir umut doğurmuş olduğu halde, ilerlemenin putlaştırılması ilerlemenin tersi olan bir gelişmeye yolaçar. Anlamlı bir amaca yönelik ulusallığa tapmaktadır; ama bu kategorilere anlam kazandırabilecek bir ilkeye de sahip değillerdir. Bu tapınma, dinlenme ve kaçış imkânı vermeyen bir ekonomik sistemin basıncını yansıtmaktadır.Üretkenlik idealine gelince; anlamak gerekir ki bugün herşeyin ekonomik önemi,insanların ekonomik ihtiyaçlarına değil,iktidar yapısına hizmeti esas alan bir yararlılık kavramıyla ölçülmektedir. Birey,ulusal ve uluslararası ekonomi üzerinde daha büyük bir denetim kurmak için birbiriyle çekişen gruplardan birine kendi değerini kanıtlamak zorundadır. Üstelik,topluma sunduğu mal ve hizmetlerin nicelikve niteliği, bireyin başarısını belirleyen etmenlerden sadece biridir. Modern çağda herhangi bir bireyin tek ölçütü ve varlık nedeni olan etkinliğin de gerçek teknik veya idari ustalıkla karıştırılmaması gerekir. "Çocuklardan biri olma" yeteneğinden ibarettir bu: kuvvetli görünmek, başkalarını etkileyebilmek, kendini iyi "satabilmek", gerekli ilişkileri kurmak... Bugün bu yetenekler insanların büyük bölümünün üreme hücreleriyle yeni kuşaklara devredilmektedir sanki. Saint Si-mon'dan Veblen'e ve izleyicilerine kadar bütün teknokratik düşüncenin yanılgısı,çeşitli iş ve üretim dallarında geçerli olan başarı ölçütleri arasındaki benzerliği yeterince anlayamamak ve üretim araçlarının akılcı kullanımını bunların bazı sahip ya da kullanıcılarının akılcı eğilimleriyle karıştırmak olmuştur. Modern toplumun her türlü bireyselliği yadsımasına karşılık, bu toplumun üyelerinin hiç değilse akılcı örgütlenmeden kârlı çıktıkları düşünülemez mi? Teknokratlar, kendi teorileri uygulandığı zaman, bunalımların sona ereceğini, temel ekonomik oransızlıkların ortadan kalkacağını ve tüm üretim aygıtının plana uygun olarak, pürüzsüzce işleyeceğini ileri sürmektedirler. Oysa modern toplum,teknokratik hayalin çok uzağında da değildir bugün. Liberal pazar sisteminde, bunalımlarla sonuçlanan bir süreç içinde,çarpık ve akıldışı biçimlerde ortaya çıkan tüketici ve üretici ihtiyaçları, şimdi çok büyük ölçüde önceden hesaplanabilmekte ve ekonomik ve siyasal önderlerin politikalarına bağlı olarak ya doyurulmakta ya da yadsınmaktadır. İnsan ihtiyaçlarının anlatımı artık pazarın bulanık ekonomik göstergeleri tarafından çarpıtılmamaktadır;tersine, istatistikle saptanmaktadır ve her türden (sınai, teknik, siyasal) mühendislerde bunları denetim altında tutmaya uğraşmaktadır. Gelgelelim, bu yeni akılcılık bir yanıyla akıl düşüncesine pazar sisteminden daha yakınsa, bir yanıyla dadaha uzaktır.Eski sistemde farklı toplumsal grup üyeleri arasındaki alışveriş, gerçekte pazar tarafından değil, ekonomik gücün eşitsiz dağılımıyla belirlenmekteydi; yine de, insani lişkilerinin nesnel ekonomik süreçlere dönüşümü, bireye, hiç değilse ilkelerde,belli bir bağımsızlık veriyordu. Liberal ekonomide başarısız girişimciler rekabette yenik düştüğünde ya da geri kalmış gruplar sefalete itildiğinde, ekonomik çaresizliklerine karşın insan onurunu koruyabiliyorlardı. Çünkü sefaletlerinin sorumluluğunu anonim ekonomik süreçlerin üzerine atma imkânına sahiptirler. Bugün de bireyler, gruplar, kör ekonomik güçlerin etkisiyle yıkıma sürüklenebilmektedir; ama artık bu güçlerin temsilcisi, daha iyi örgütlenmiş, daha kuvvetli seçkinlerdir. Bu egemen gruplar arasındaki ilişkilerin iniş çıkışları olsa da,birbirlerini iyi anlayan gruplardır bunlar.Sınai güçlerin yoğunlaşması ve merkezileşmesi, peşinden ekonomik liberalizmin çöküşünü de getirince,kurbanların yazgısı büsbütün belirlenmiş olur. Totalitarizmde, seçkinlerin hedef aldığı bir birey ya da grup sadece geçim araçlarından yoksun kalmaz, insan özü de saldırıya uğrar. Bundan daha farklı bir yol izleyebilir Amerikan toplumu. Ne var ki, modern endüstriyelizmin ekonomik ve kültürel süreçlerinin sonucunda bireysel düşünce ve direncin parçalanması, insanca bir hayata doğru evrimi son derece zorlaştıracaktır. Üretim sloganını bir tür dinsel inanç haline getirmekle, tekno kratik düşünceleri savunmakla ve büyük sınai aygıtlara ulaşamayan grupları "kısır" olarak damgalamakla, sanayi, üretimin iktidar mücadelesinde bir araç haline geldiğinin unutulmasına yol açar. Ekonomik önderlerin politikaları —ki bugünkü aşamasında toplum artık bunlara bağımlıdır— sert, hesaplı ve kendi çıkarlarına dönüktür; bu yüzden toplum ve gerçek ihtiyaçları karşısında, bir zamanlar pazarı belirleyen otomatik eğilimlerden bile daha kördür. Akıldışı, hâlâ insanın yazgısına hükmetmektedir. Devleşmiş sınai güçler çağı, sürekli ve kalıcı görünen mülkiyet ilişkilerinin doğurduğu istikrarlı bir geçmiş ve gelecek perspektifini yok ederek bireyin de tasfiyesine yönelmiştir. Bireyin sallantılı durumunun en iyi göstergesi belki de kişisel tasarruflarının güvencesizliğidir. Para birimleri altına bağlıyken ve altın da sınırlar arasında serbestçe gidip gelirken, paranın değeri ancak belli sınırlar içinde oynardı. Bugünkü koşullarda, enflasyon, yani küçük tasarrufların satın alma gücünün büyük ölçüde azalma ya da toptan yok olma tehlikesi beklemektedir bireyleri. Altın sahipliği, burjuva iktidarının simgesiydi. Altın, burjuvayı bir bakıma aristokratın halefi yapıyordu. Onunla kendi güvenliğini sağlayabiliyor ve kendi ölümünden sonra arkada bıraktıklarının ekonomik sistem tarafından tümüyle yutulmayacağından emin olabiliyordu. Mal ve para karşılığında altın alabilme hakkına ve dolayısıyla görece istikrarlı fiyatlara dayalı bağımsızlığı,kişiliğini geliştirmeye yönelik çabalarındada ifadesini buluyordu. Bu çaba, bugün olduğu gibi meslekte ilerleme amacına yönelik değil, sadece bireysel varoluşun değerlendirilmesine yönelikti. Bireyselliğin maddi temeli çok dengesiz olmadığı için de, anlamsız bir çaba değildi bu. Kitlelerin durumu burjuvanınkinden oldukça farklı olsa da, hümanist değerlere gerçekten ilgi duyan görece kalabalık bir sınıfın varlığı sayesinde, özünde doğru olan ve böylece toplumun bütününün ihtiyaçlarını dile getiren teorik ve sanatsal ürünler yaratabiliyordu. Devletin altın tutma hakkını kısıtlaması bütün bir değişmenin simgesidir. Orta sınıfın üyeleri bile güvencesizdir artık. Birey, hastalandığında ya da emeklilik yaşına geldiğinde, hükümetin, çalıştığı kurumun, bir derneğin, sendikanın ya da sigorta şirketinin onu koruyacağı düşüncesiyle avunmak zorundadır. Özel altın mülkiyetini yasaklayan çeşitli yasalar,bağımsız ekonomik bireyi yok oluşa mahkûm etmektedir. Liberalizm'de dilenci görüntüleri, rantiyelerin ufkunu karartır,midelerini bulandırırdı. Dev sınai işletmeler çağında dilenci de rantiye de silinmeye mahkûmdur. Toplumun karayollarında biraz durmak için arabanızı çekeceğiniz bir bekleme şeridi kalmamıştır. Herkes yola devam etmek zorundadır. Girişimci memura dönüşmüştür, bilgin de profesyonel uzmana. Filozofun düsturu Bene qui latuit,bene vixit modern ticari dalgalanmalara uygun değildir. Herkes kendi üstünde bir organın emrindedir. Komuta kademesinde olanların özerkliği de astlarınınkinden çok fazla değildir: onlar da kullandıkları iktidara bağımlıdırlar. Kitle kültürünün sunduğu bütün araçlar ve kolaylıklar, bireysellik üzerindeki toplumsal baskıları güçlendirmekte ve bireyin direnme imkânını, modern toplumun atomize edici işleyişi içinde kendini koruma imkânını elinden almaktadır. Popüler biyografilerde ve sözde romantik roman ve filmlerde bireysel kahramanlığın ve kendi kendini yetiştirmiş insanın öne çıkarılması bu gözlemin yanlış olduğunu göstermez. Sağ kalma güdüsünün bu mekanik kamçılayıcıları, gerçekte bireyselliğin çözülüşünü hızlandırır. Tıpkı "haşin" bireycilik sloganının toplumsal denetimden kaçmaya çalışan büyük tröstlerin işine yaraması gibi, kitle kültüründeki bireycilik retoriği de kolektif öykünme modelleri yaratarak, sözde savunduğu ilkeyi baltalamaktadır. Öyle ya, eğer her erkek Huey Long'un dediği gibi bir kral olabilirse,neden her genç kız da bir sinema kraliçesi olmasın? Hem de başlıca özelliği tipiklik, yani genellik olan bir kraliçe...Bireyin bir kişisel tarihi yoktur artık. Her şey değiştiği halde hiçbir şey kımıldamamaktadır.Tılsımlı Aynadaki Kraliçe'nin "aynı yerde kalmak için çok hızlı koşmalı" sözleriyle anlatılan şeyi ifade edebilmek için ne bir Zenon'a ne de bir Cocteau'ya, ne bir Eleali diyalektikçiye ne de bir Parisli sürrealiste ihtiyacı vardır modern bireyin. Bunu kendisi bilinçsizce yaşamaktadır zaten.Bireyin herşeye karşın bu yeni anonim kuramlarda yitip gitmediği, bireyciliğin modern toplumda da azgın bir biçimde sürüp gittiği yolunda bir itiraz isabetsiz olur. Evet, bu itirazda da bir doğruluk payı vardır; insan, içinde yaşadığı toplumdan hâlâ daha iyidir. Gelgelelim, yaşadığı hayat da doldurduğu anket formlarına sığmaktadır. Kamuoyu yoklamaları, düşünsel varoluşunun tamamını kucaklayabilmektedir. En çok da günümüzün o sözde büyük adamları uzaktır gerçek bireysellikten: kitlelerin putlaştırdığı bu insanlar aslında kendi reklam kampanyalarının ürünü, kendi fotoğraflarının büyütülmüş halidirler: toplumsal süreç içindeki birer fonksiyondan ibarettirler. Eksiksiz üstün-insan(ki bu konuda en ciddi, en kaygılı uyarıyı yapan Nietzsche'den başkası değildi) ezilmiş kitlelerin dışa yansıttığı bir hayaldir: Cesare Borgia'dançok, King Kong. Hitler gibi sahte süpermenlerin büyüleme gücü,düşündüklerinden, söylediklerinden ya  da yaptıklarından çok, soytarıca davranışlarından kaynaklanır: bu davranışlar, sınai işlemlere tabi tutularak kendiliğindenliklerini yitirmiş ve buyüzden insanlarla nasıl ilişki kuracaklarını ve onları nasıl etkileyeceklerini bilemeyen, bunu başkalarından soran kişiler için bir davranış modeli oluşturmaktadır. Anlattığımız eğilimler, daha şimdiden Avrupa tarihinin en büyük felaketine yol açmıştır. 
 
Bu felaketi doğuran etmenlerin azıları Avrupa’ya özgüydü. Bazılarının kökenindeyse, uluslararası eğilimlerin etkisi altında insanın karakterinde meydana gelenderin değişmeler yatmaktadır. Hiç kimse bu yıkıcı eğilimlerin yakın gelecekte denetim altında tutulacağını tam bir kesinlikle ileri süremez. Bununla birlikte, bireyin üzerindeki dayanılmaz baskının kaçınılmaz olmadığı da görülmeye başlamıştır. İnsanlar bu baskıya üretimin sırf teknik gereklerinin değil, toplumsal yapının yol açtığını anlayacaklardır bir gün. Nitekim, dünyanın bir çok yerinde siyasal baskıların artışı da, üretici güçlerin bugünkü gelişme düzeyinde bir toplumsal değişme olasılığından duyulan korkunun göstergesidir. Sınai disiplin, teknolojik ilerleme ve bilimsel aydınlanma; bireyin silinişine yol açan bütün bu süreçler, bireyselliğin daha azideolojik ve daha insanca bir varoluş tarzı içinde bir öğe olarak yeniden ortaya çıkabileceği bir çağın doğuşunu da hazırlayabilirler, bugün böyle bir umut pek zayıf olsa da, büsbütün kaybolmuş değildir. Faşizm bilinçli insanları toplumsal atomlara indirgemek için terörist yöntemler kullanmıştı, çünkü ideolojilere ilişkin olarak gittikçe artan hayal kırıklığının sonucunda insanların kişisel ve toplumsal gizli güçlerini gerekleştirmeye yönelmelerinden korkuyordu; ve gerçekten de bazı durumlarda toplumsal baskı ve siyasal terör, akıl dışına karşı o çok insanca direnmenin olgunlaşmasını sağlamıştır; her zaman gerçek bireyselliğin nüvesidir bu direnme.
 
Zamanımızın gerçek bireyleri, kitle kültürünün kof, şişkin kişilikleri değil, ele geçmemek ve ezilmemek için direnirken, acının ve alçalışın cehennemlerinden geçmiş fedailerdir. Bu şarkısı söylenmemiş kahramanlar,başkalarının toplumsal süreç içinde bilinçsiz olarak hedef olduğu terörist imhaya bilinçli olarak hedef kılmışlardır kendi varlıklarını.Toplama kamplarının adsız kurbanları, doğmaya çabalayan insanlığın simgeleridir. Bu insanların kendi sesleri zorbalığın darbeleriyle susturulmuşda olsa, felsefenin görevi, onların yaptıklarını işitilebilecek sözlere dönüştürmektir.
 

 

Talât Sait Halman - Göçebe Rubaileri

ÖZGÜR EYER
Durmaz göçeriz; boş kalmaz bizde eyer;
Bozkırdaki ıssızlık dünyaya değer.
Yollar bize vergi: Yoksa, özgürlüğümüz
Yerleştiğimiz kentlere er geç baş eğer.

YENİ CENNET
Bir kez daha sancılarla katlandı çadır;
Cennet yine hep önde ve hep arkadadır.
Dağlarda ateşler yakacak eller ölü;
Bozkırda ıpıssız çalılar yanmadadır.

GÖKTANRIYA
Kâbus gece gündüz ürkütür uykuları;
Sevda deli bir kente sürükler suları.
Göktanrıya atalarla koşan bir ulusuz;
Kör atlarımız silkip atar her yuları.

HANGİ ÇAĞRI
Aşk tanrısı seslendi uzaktan uzağa:
Ürperdi kabileler otağdan otağa.
Aşk? Belki eceldir çağıran, bilmiyoruz:
Yıllar yılı göçmüşüz tuzaktan tuzağa.

GÖÇEBE AÇLIĞI
Baktık: avı vurmamış, yönelmiş bize ok.
Bozkır da aç, atlilar da. İblis yine tok.
Her göçtüğümüz yerde otağ kurmuş ecel.
Toprakta ekin, dağda ağaç, gökte su yok.

SEV BİZİ
Bozgun mu, zafer mi? Cenk yakın. Bekliyoruz:
Kâbus gibi gaddar bir akın bekliyoruz.
Yıllar yılı, hançerlerimiz kan kaplı -
Tanrım, bizi sev. Barışçı kın bekliyoruz.

DAHA SUSAR
Çöl, bir kara iştahla yanar, vâha susar;
Hançer can atar yükselecek âh'a, susar.
Her sevgi kanar cennetin ırmaklarına;
Yer, gök, deniz özlem çeker Allaha, susar.

ŞAHLANAN EVLER
Bizler gibi şahlanan alevler seçtik;
Bıktık cücelerden, yeni devler seçtik.
Sonsuz yaşasınlar diye sevdiklerimiz
Hep başka bir ufka kalkan evler seçtik.

HER YERDE YAŞAMAK
Dağdan dağa koştursa da yoksulluğunu,
Vurmaz göğün en soylu uçan çulluğunu;
Hiç anlayamaz, küçümser özgür göçebe
Tek yerde yaşam sürenlerin kulluğunu.

UMUTSUZ YANKI
Irmak neden ölgün? Ve zehirlendi sular?
At nerde? Yiğit nerde? Neden koptu yular?
Kim saklı bulutlarda? Denizler niye boş?
Kimden geliyor hangi yanıtsız sorular?

YOL YORGUNU
Benden bana hiç yankısı yok uğrağımın.
Kuzgun leşe. Can düşmanıyım mızrağımın.
Biz sonsuzluk yollarının yorgunuyuz.
Son isteği burda kışlamak kısrağımın...

YAPRAKSIZ
Bozgun. Bir avuç toprağımız gitti gider;
Bozkırda koşan bayrağımız gitti gider.
Orman bizim olmuştu. Yenildik. Yine göç.
Dağ çıplak. Son yaprağımız gitti gider.

SOYLU ÖLÜ
İblisten alıp getirdi kıtlık ölümü...
Canlar soluyor mu? Soylu atlar ölü mü?
Asla beni gömmeyin, bir at sırtında,
Dağdan dağa gezdirin tedirgin ölümü.

GÖÇEBE TÜRKÜSÜ
Bağlanmağı öğrenmeyecektir dizgin,
Bozkır yine gök yorgunu, kısrak bezgin.
Aşk türkünü haykır dolu dizgin göçebe:
Göktanrıya yükselsin kutsal ezgin.

KÖREBE
Dağdan dağa, hep saklı ve sessiz, körebe
Oynarsa, ölüp gitmeyecek son göçebe...
Azraili ezmek ve yarınlar aramak,
Günden güne ağmak, yeni bir ömre gebe.

TAZE ÖZLEM
Her mevsimi bir özge bahardır o yerin,
Kutsal suyu şefkatle akar çeşmelerin...
Hep arkada, hep önde bizim cennetimiz:
En nurlu ufuk, muştusudur kör kaderin.

SEVDALI GÖÇEBE
Her girdiğimiz vahaya yağmur yağıyor.
Hasbahçelerin talihi var: nur yağıyor..
Biz, kurduğumuz çadırda cennet buluruz:
Sevdalarımızdan göğe billûr yağıyor.

ÖLMEZ KOŞU

Gök sönse de, dağ çökse de, sevdalı kuyu
Son cennet için taze tutar bengisuyu.
Göç bitse de, at düşse de, coşkun göçebe,
Sonsuz yaşatır ufukta ölgün koşuyu.

DELİ YAĞMUR
Yağmur değil, intihar bu: Toprak çürüyor;
Dağlarda yemiş kalmadı, pıtrak çürüyor.
Gök tanrı delik deşik - delirmiş belki.
Gözlerde dualar, elde mızrak çürüyor.

DÜŞÜNÜ
Her dinlediğim dua, benim öz vaham;
Tüm meyvalar aklımdadır, olmuş ya da ham.
Bin bir yönü tattım, yaşadım her düşünü;
Yoğruldu doyumsuz arayışlarla deham.

ATA
Bıkmış atamız seksen yıllık koşudan;
Avdan ve savaştan, kuru ekmekle sudan.
Vahide bıraktık, atsız, tek yolu var:
Cennetteki dinç atları versin Yaradan.

KIR
Geçtik ecelin kupkuru bozkırlarını
Bir pir yolar olmuş saçının kırlarını.
Gördük çepeçevre sarmış aşk, ufkumuzu;
Aştık denizin, yerin göğün, sırlarını.

KAPKARA
Tılsımlı bahar var bu karın altında,
Sevda dolu çağlar bu karın altında.
Derken bizi Gök tanrı unutmuş belki:
Sonsuz yaşıyor kar bu karın altında.

UMUT HARMANI
Her ıssız ağaçta biz bir orman buluruz;
Buğday kurumuş mu, onda harman buluruz.
Yol yorgunu, gök yılgınıdır başkaları;
Biz yolda umut, ufukta derman buluruz.