Soyadının
önünde bulunan “de” ifadesinden de anlaşılabileceği üzere (1) Beauvoir
aristokrat bir aileden gelmekte birlikte, katolik kurallarına göre
yetiştirilmiştir. Erken gençlik yıllarına kadar kendisi de dindar bir
çizgide bulunan Beauvoir, zamanla geliştirdiği entelektüel yönü ile bu
çizgiden sıyrılıp, din ile toplum dayatmalarından bağımsız bir kadın
olarak toplum yapısında birçok değişikliğe gidilmesini sağlayacaktır.
Felsefenin dayanılmaz çekiciliği ve “açık ilişki”
Jean Paul
Sartre’ın ‘Sözcükler’ adlı otobiyografisinde de belirttiği gibi, ünlü
filozof/yazar daha çocukluk yıllarındayken “çirkinliğinin” farkına
varmıştır. Sartre’ın, sadece saçının kesilmesinin dahi kendisinde
yarattığı psikolojik çöküntüye otobiyografisinde bu denli yer vermesi
ilgi çekicidir. Ancak büyükbabası tarafından kuaföre götürülüp saçları
kestirilen Sartre, “çirkin yüzünün ortaya çıkması” ile çevresindekilerin
kendisine yönelik bakışındaki değişimi daha o yaşlarında gözlemlemiş ve
bunu hiç unutmamıştır.
Düzgün
fiziği ve alımlı yüzü ile ilgi çekici bir kadın olan Beauvoir ise,
Sartre’ta kendisini çeken noktanın entelektüel birikimi olduğunu
belirtir. Dolayısıyla felsefe, ikili arasında kurulan iletişimin ilk
halkası olduğu gibi, yaşamları boyunca eklenecek diğer halkalarla, hiç
kopmayan bir zincirin oluşmasını sağlayan etken de olacaktır.
Tanıştıkları günden itibaren zaman zaman aralarına giren mesafelere
karşın, hayatlarının sonlarına kadar birbirlerinden kopmayan bu ikili,
yazın hayatında da böylece birbirini tamamlayıcı bir tavır
sergileyecektir.
20. yüzyıla
damgasını vurmuş olan bu büyük aşkın, günümüz koşullarında dahi kimi
zaman anlamlandırılamayan bir noktası da vardır: Açık ilişki. İkili, her
ne kadar hayatları boyunca birbirlerinden kopmamış olsalar da, hiçbir
zaman hayatlarını birbirlerine de adamazlar. Zira, yazarlık dürtülerine
hayat verebilmek adına başka kaçamaklar da yaşaması gerektiğine inanan
Jean Paul Satre, tüm dürüstlükleriyle her şeyi anlatabilecekleri türde
açık bir ilişki yaşamayı teklif eder Beauvoir’a. Anne babasının hala
daha süren birlikteliğine karşın birbirlerinden uzaklaştıkları
ilişkisine tanıklık eden Beauvoir ise, gördüğü bu ilişkinin bir
benzerini daha kendi hayatında yaşamamak adına bu teklifi kabul eder.
İkilinin
yaşadığı bu ilişki, kimi zaman kıskançlıklar halini alan olaylar
bütününü oluştursa da, yazar kişilikleri ile edebi eserlerine de ilham
verici bir unsur halini alır. Bunun en net örneği ise, Simone de
Beauvoir’ın kaleme aldığı ‘Konuk Kız’ adlı eseridir. Dolayısıyla çift,
hayatlarında ara sıra yer eden kimi diğer ilişkilerine rağmen,
kurallarını kendi koydukları bir düzende kendilerine özgü bir yaşam
alanı yaratırlar. Peki, klasik toplum düzenine karşı gelen ve felsefi
ilkeler ile yoğrulan bu ilişkide, toplumu birincil ilgilendiren nokta
olan politika, ikilinin hayatında ne denli yer tutar? Nitekim politika,
karşı oldukları burjuva düzene rest çekebilmeleri için bir araç olmakla
birlikte, aynı zamanda savundukları özgürlükçü yaşamı destekleyebilmek
ve kadın haklarına da dikkat çekebilmek için bulunmaları gereken
alandır. Ancak bir problem vardır: İkinci Dünya Savaşı’nın patladığı
yıllarda Sartre ve Beauvoir, isimlerini yeni yeni duyurmaya çalışan iki
yazar olarak, kendilerini “gözlemci” şeklinde konumlandırmıştır. Yine
de savaş, Sartre’ın yaşadıklarıyla birlikte Beauvoir’ın üzerinde de
etkili olacaktır…
Gözlemci bakış açısından politik angajmana
“Jean
Paul Sartre ve Simone de Beauvoir için özgürlüklerin birincisi bireysel
özgürlüktü. Yirmi beş yaşında, başkalarını anlama ve onlarla iletişim
kurma arzuları onları henüz siyasete itmemişti. Oysa gözlerinin önünde
terör rejimleri kurulacaktı: SSCB’de Stalin, Almanya’da Hitler,
İtalya’da Mussolini.”(2)
Düşünsel
dünyaya odaklanan ve toplumsal aktivitiler içerisinde aktif olarak yer
almaktansa bunların sosyolojik boyutlarını gözlemlemeyi tercih eden
ikilinin edinmeye çalıştıkları bu “dışarıdan bakış açısı”, yaşadıkları
çağ dolayısıyla değişime uğrar. Zira Jean Paul Satre, Berlin’de yaşadığı
süreçte Almanya’nın politik atmosferinde yaşanan değişimine tanıklık
etse de, bunu çok fazla ciddiye almayacak; ancak yaşananların
gerçekliğini, İkinci Dünya Savaşı’nda üzerine geçirmek zorunda olduğu
üniforması ile kavrayacaktı. Essey-les-Nancy’deki 70. Tümen’e katılan
Sartre, burada geçirdiği süreç boyunca, ileriki yıllarda detaylı olarak
kaleme alacağı varoluşçuluk felsefesinin temellerini atacaktı. 1939
yılındaki Garip Savaş döneminde(3) kaleme aldığı ‘Yaşanmayan Zaman’ adlı
eseri ise, yazarın en başarılı yapıtları arasında bulunacak, aynı
zamanda kendisini politik olaylara daha “içeriden” müdahale eden bir
aydın konumuna getirecekti. Böylelikle; politikayı hayatının baş
köşesine koymayan Beauvoir için de, Sartre’ın düşünceleri ve yaşadıkları
etkili olacak ve ikili ilerleyen yıllarda, Cezayir Bağımsızlık Savaşı
ve 121 Manifestosu’nda (4) seslerini sonuna kadar yükseltecekti.
Ardından ise Fransa’da başlayan ’68 Mayıs ayaklanmalarında öncü konumda
yer alacaktı. Kaleme aldığı eserleriyle kadınların özgürleşmesi için
savaşan Beauvoir ise, baş köşesine imzasını attığı 343 Manifestosu (5)
ile kadınların kürtaj hakkını savunarak, sözcüsü olduğu kadınların
özgürlüklerine giden yolda onlara eşlik edecek ve ataerkil düzen
savunucularından sıyrılmayı sağlayacaktı.
Ölüm onları buluşturmamasına rağmen…
Simone de
Beauvoir her ne kadar “Ölüm bizi buluşturmayacak” dese de, hayatlarının
büyük çoğunluğunu birlikte geçiren ikili, Beauvoir da yaşama gözlerini
yumduğundan beri aynı yerde uyuyor. 15 Nisan 1980 yılında hayata veda
ederek Paris’teki Montparnasse Mezarlığı’na defnedilen Jean Paul
Sartre’ın ölümünden altı yıl sonra, 14 Nisan’da yaşama gözlerini kapayan
Simone de Beauvoir da, tıpkı yazın hayatında olduğu gibi mezarında
da Sartre’ın yanı başında bulunuyor.
filmloverss.com