14 Kasım 2016

İlhan Selçuk'un Cumhuriyet gazetesindeki ilk yazısı

İlhan Selçuk'un Cumhuriyet gazetesindeki ilk yazısı, “Başlangıç” başlığını taşıyordu. Selçuk, 8 Nisan 1962’de Cumhuriyet’in ikinci sayfasında yer alan yazısında, Türkiye’de yaşanan sosyal ve ekonomik sorunlara dikkat çekiyordu. İşte İlhan Selçuk'un o yazısı...

"Başlangıçta herşey kelm idi” der, Makaddes Kitaplardan birini ilk cümlesi... Kelam... yani söz. Önce söz vardı. Evren, söz üstüne bina edildi. Her binada pencere vardır. Penceresiz bina, ya mezardır ya sığınak! İkisi de hayatın değil, ölümün komşusu. Evren, söz üstüne bina edildi.

Ve insanlar bu binada yeni binalar kurup, yeni penceler açtılar kendilerine. .. Pencereler önce küçüktü. Sonra büyüdüler, büyüdüler... ve büyüdüler. Pencereler büyüdükçe aydınlık çoğaldı. Bu, aklın aydınlığıdır. İnsan aklının aydınlığı gittikçe aydınlattı dünyayı... Ve hangi ülkede akıl varsa, orada ışık arttı.

Ve gün ışığı yetmedi insanlara... Mum ışığı dediler. Ve mum ışığı yetmedi insanlara... Lamba ışığı dediler. Ve lamba ışığı yetmedi insanlara... Elektrik ışığı dediler. Ve elektirik ışığı yetmedi insanlara... Daha ışık... dediler, biraz daha ışık! Bu yetmezliğin özleminde yeni penceler açtılar evrende..

Ve insanlar son pencereyi bir füzenin kapsülünde açtılar. Bu pencereden evreni seyretti insan gözü: “Ve evren masmavi, yeryüzü yuvarlağı turuncu idi. Yıldızlar güneş gibi parlıyorlar idi.” Böylece insan, gökyüzünde bir pencere açtı. Ve gökyüzünden yeryüzüne baktı. Yeryüzü yuvarlağının, öküzün boynuzlarında durmadığını gözleriyle gördü.

Ve kafeslerin odundan örgüleri altıyüz yıldanberi bu pencereden bakan insanların beyinlerinde çapraz dokusunu örüyordu. Atatürk ihtilali, aklın ışığına engel olan bu tahtaperdeleri kaldırmıştır bizim penceremizden. .. Artık Atatürk, ihtilalinin ilkeleri çizmektedir bizim penceremizin çerçevesini... Bu pencerenin çerçevesinden baktığımz zaman artık gerçekler görünmektedir.

Ve bu pencereden baktığımız zaman görünen gerçekler nelerdir? Ağalık, seyyitlik, toprak köleliği, kabile hayatı, irtica okulları, göçebelik, Türkiye’nin yarısına yakın düzeyinde sürüp gitmektedir. Anayasa’nın temeli sayılan sosyal devlet anlayışı ve vatandaşın sosyal hakları kağıt üzerinden toplum yaşayışımıza doğru henüz yürümemiştir.

Her insanın penceresi kendine benzer. Atatürkçülerin penceresindeki mimaride devrimlerin çizgileri vardır. Atatürk devrimlerinin Türkiye’ye açtığı pencerede ne ahşap ev pencerelerindeki kafesler, ne saray pencerelerindeki ağır perdeler, ne konak pencerelerindeki pancurlar, ne tapınak pencerelerindeki vitraylar vardır... Atatürk’ün Türkiye’ye açtığı pencereden ışık düpedüz girer... Aklın ışığı! 

8 Nisan 1962


Theodoros Angelopulos - Zamanın Tozu

“Geçmiş, geçmiş değildir. Zamanın üç boyutu; geçmiş, şimdi ve gelecek benim için mevcut değildir. Geçmiş sadece zamanda geçmiştir, aslında bilincimizde geçmiş, şimdidir. Ve gelecek dediğimiz şey, bugünkü deneyimlerimizle belirlediğimiz yarının düşsel boyutudur.”
 
 
 “Geçmişe doğru süzülüp giden bir hikâyenin başladığı yere döndüm. Zamanın tozunda berraklığını yitiren ve sonra da ansızın, öyle bir anda, tıpkı bir rüya gibi geri gelen bir hikâye”
 
 
 
 “Geçmiş unutulmaz, bugün yaptığımız her şeyi etkiler”
  

“Mutlu olduğumuz kısacık anların bedelini ikimiz de ağır ödedik. Sen hapse, ben sürgüne… İçimde bir çocuk büyüyor, bizim çocuğumuz. Seninle konuşabilmek için sana yazıyorum. Mektuplarımın sana asla ulaşmayacağını biliyorum. Ama onları son geçen trene bırakacağım ki, buzla örtülü bozkırı boylu boyunca geçerek ta hapishanene, hücrene kadar yolculuk edip, seni bulsunlar. … Pencereme kadar tırmanan tuhaf bitki hala kara direniyor. Ama üç yaşındaki oğlan çocuğu kim biliyor musun? Daha düne kadar benim yanımda olan ve benle bitkiyi seyreden çocuk, bugün gitti. Jacop’un kızkardeşi Rachel onu Moskova’da, istasyonda bekleyecek. Tren onu benden alıp uzaklaştıkça yüreğim de küçülüyordu. Senin ismini haykırdım. Onun ismini. Başka isim bilmiyordum.”

 

 “üçüncü kanat” 

“Yürüdükçe biz, kalabalığın ve gürültünün ortasından

Meleğin sessizliğiydi başımızı derde sokan,

İndirdi kanatlarını dokunmak için

Toprağa ve çamura

Tek ütopyam üçüncü kanattır

Diye haykırdı sonra…”

 

  “Bilmediğim sürece, onu görüp görmediğin umurumda bile değil, gitme!” 

 

“Yolculuktan yeni döndüm, anılardaki yolculuktan. Polonya‟daki bir kamptan döndüm, 1001 numaralı hücreden… Annemle babam orada öldüler. Günlerdir uyumadım. Gözlerimi kapıyorum ve kafaları kazınmış insanların bana gülümsediğini görüyorum. İskeletler omuzlarındaki külleri savuruyorlar. Bana gülümsüyorlar” 

 

  “Hiçbir şey sona ermedi, ermez de… Hiçbir şey sona ermez.”

 

Leonard Cohen: Zarif Bir Veda

Zarafet, onu en iyi tanımlayan kelimelerden bir tanesi bana kalırsa. Orkestrasının önünde şapkasını göğsüne bastırarak diz çöküp, onunla çalan müzisyenleri hayranlıkla dinliyordu o da, tıpkı bizim onu dinleyişimiz gibi. Müziğinin zarafeti de kendisine yakışacak biçimdeydi. Telli ve yaylı çalgılar onun müziğinin bel kemiğiydi ama, onun dokunuşlarıyla çok daha büyüdü o notalar. Hikayeler anlattı asla sıkılmadan ve yorulmadan, büyüttüğü ve derinleştirdiği notalarla ulaşabildiği en uzak noktaya kadar. En birleştirici özellik oldu kimi zaman.





Ermişin Bahçesi - Halil Cibran


Cibran’ın en sevilen yapıtı Ermiş’in devamı olan Ermişin Bahçesi, yazarın ölümünden sonra, 1933’te yayımlandı. Ermiş’in sonunda on iki yılını geçirdiği Orphalese kentinden ayrılarak denize açılan El Mustafa, doğduğu adaya, annesiyle babasının ebedi uykularına daldıkları bahçeye döner. Uzun bir aradan sonra müritleriyle yeniden bir araya gelmiştir. Onlara ayrılıktan, yalnızlıktan, zamandan, insanla insanı, insanla doğayı birleştiren bağlardan söz eder. Sözlerinde mutlu ve aydınlık bir hayatın sırları gizlidir yine.

 *

 "Yalnızım Üstat," dedi, "saatlerin nalları göğsümü ezip duruyor."

El Mustafa ayağa kalktı ve ortalarında durdu; şiddetli bir rüzgârın sesine benzeyen bir sesle konuştu: "Yalnız! Ne var ki bunda? Yalnız geldin ve yalnız kaybolacaksın sis içinde.

İç öyleyse kadehinden yalnız ve sessizce. Güz günleri başka dudaklara başka kadehler verdi, acı ve tatlı şarap doldurdu kadehlerine, tıpkı senin kadehini doldurduğu gibi.

İç şarabını yalnız, kanının ve gözyaşlarının tadında olsa da; sana susuzluğu bağışladığı için hayata şükret. Çünkü susuzluk olmasa, yüreğin kurumuş bir denizin kıyısı olurdu ancak, şarkıdan ve meddücezirden yoksun.

İç şarabını yalnız, cezbe ve çoşkuyla iç!

Yukarı, başının üstüne kaldır kadehini, sonuna kadar, senin gibi yalnız içenlerin şerefine iç!

Bir gün, insanlarla arkadaşlığı aradım ve onların şölen sofralarına oturdum, yavaş yavaş içtim onlarla; ama şarapları başımı döndürmedi, bağrımı da yakmadı. Sadece ayaklarıma indi. Bilgeliğim susuz, kalbim kilitli ve mühürlü kaldı. Yalnız ayaklarım onların bulanık fikirleriyle arkadaş oldu.

Ve başka insanların arkadaşlığını aradım bir daha, ne de sofralarında onlarla şarap içtim.

Bunun için sana diyorum, saatlerin nalları göğsünü ezip dursa da, ne önemi var! Hüznünün kadehinden yalnız içmen iyidir, neşenin kadehinden de yalnız içeceksin.”

Seçme Şiirler

 
 Dökül Ey Yürek

Dökül ey yürek, zaman ağacından,
dökülün yapraklar, kim bilir ne zaman
güneşin kucakladığı, soğumuş dallardan,
dökülün, büyüyen gözlerden dökülen yaşlar gibi!

Uçuşmakta daha saçlar günboyu rüzgârda
güneş yanığı alnında toprak tanrısının,
gömleğin altında bir yumruk bastırılmıştır
daha şimdiden açılmış yaraya.

Onun için yumuşamamalısın, önünde bir kez daha
eğildiklerinde bulutlar incecik boyunlarıyla,
ve önemsememelisin Hymettos’u, senin için
petekleri kalkıp yeniden doldurduğunda.

Çünkü az gelir toprağın adamına
kuraklıkta tek bir buğday sapı,
az gelir tek bir yaz, yüce soyumuza.

Ve neyi kanıtlar ki yüreğin?
Bir rakkastır dünle yarın arasında,
sessiz ve yabancı,
ve ilan ettiği artık
kendi dökülüp gidişidir zamandan...İngeborg Bachmann

Bir Düşün İçinde Bir Düş

Alnına konsun bu öpüş!
Ve, şimdi senden ayrılırken,
İtiraf edeyim ki-
Günlerimi bir düş
Sayarken yanılmıyorsun;
Ama, umut gitmişse uzaklara
Bir gece ya da bir gün
Bir görüntüde ya da bir şeyde olmaksızın
Fark eder mi bu yüzden?
Bütün gördüğümüz ve göründüğümüz
Yalnızca bir düş içinde bir düş.

Kırılan dalgaların dövdüğü bir kıyının
Haykırışları içinde duruyorum:
Ve altın kum taneleri
Tutuyorum avucumda-
Ne kadar az! Ama nasıl da
Süzülüyorlar parmaklarımın arasından derinlerine
Ben ağlarken - ben ağlarken!
Ah Tanrım! Daha sıkı
Tutamaz mıyım onları?
Ah Tanrım! Tekini bile kurtaramaz mıyım acımasız
dalgadan?
Bir düşün içinde bir düş mü
bütün gördüğümüz ve göründüğümüz?....Edgar Allan Poe

Kız Kardeşimin Türküsü
 
Göklere inanırdım eskiden,
ama sen, denizlerin
derinliğini gösterdin bana,
ölü kentleri,
unutulmuş ormanları,
boğulmuş gürültüleriyle.
Gök şimdi yaralı bir martı,
süzüldü denize.
Sana kargaşalığın üzerindeki
köprüyü kurmaya çalışan bu el
kırıldı.
Bak bana:
ne kadar çıplak ve suçsuz
duruyorum önünde.
Üşüyorum, bacım.
Kim getirecek bize
ellerimizi ısıtacak güneşi?
Susuyorum. Dinliyorum.
Kimseler geçmiyor
gecemizin karanlık sokağından.
Yıldızlar kazaya uğramış
karanlık surların
ucunda sendelerken
koparıp alınan bir kartalın
paslanmış gözlerinde.
Bağlı ellerin
kapıyor çıkış yolunu.
Yalnız senin sesin
adımlıyor gecenin dehlizini
çarparak taşlara
uzun kılıcını.
Vakit geç.
Ölüm geri çeviriyor beni.
Hayat istemiyor.
Ben şimdi nereye gidebilirim ki? ...Yannis Ritsos
 
Yalnız
Haykıran kargalar
Darmadağın uçuşuyor kente doğru:
Neredeyse yağacak kar
Yeri yurdu olanlara ne mutlu!

Donmuş kalakaldın,
Hanidir gözlerin arkada!
Boşuna kaçışın, ey çılgın,
Kıştan uzaklara!

Dilsiz ve soğuk binlerce çöle
Açılan bir kapıdır dünya!
İnsan senin yitirdiğini yitirse
Bir yerlerde duramaz bir daha!

Sen şimdi solgun, sarı
Kış gurbetlerine lanetli,
Hep soğuk gök katlarını
Arayan bir duman gibi.

Uç git kuş, söyle ezgini
Issız çöl kuşlarının sesiyle!
Göm, gizle, ey çılgın, kanayan kalbini
Buzların, alayların içine! Nietzsche
 

Boethius

 
 
Yüksek dallarda türkü tutturan bir kuş
kapatıldı mı kafesteki daracık odasına
bal karıştır suyuna istersen
bol bol yem ver, üstüne titre
olanca şefkatini göster, oyunlar oyna onunla
zıpladı mı o daracık yuvasından
koruların o hoş gölgesini bir gördü mü
ayağıyla dağıtır hemen yemini, tepinir üstünde
iç çekip sadece ormanları ister
sadece ormanları fısıldar o tatlı sesiyle...
 
 
 
 

Orhan Veli Kanık - Gün Olur

GÜN OLUR
Gün olur, alır başımı giderim,
Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda.
Şu ada senin, bu ada benim,
Yelkovan kuşlarının peşi sıra.

Dünyalar vardır, düşünemezsiniz;
Çiçekler gürültüyle açar;
Gürültüyle çıkar duman topraktan.

Hele martılar, hele martılar,
Her bir tüylerinde ayrı telaş!...

Gün olur, başıma kadar mavi;
Gün olur başıma kadar güneş;
Gün olur, deli gibi.