30 Eylül 2020

Sevgi Soysal - Yenişehir’de Bir Öğle Vakti

Korkma, aydınlığı bir ucundan da olsa görenlerin işi değil korkmak. Karanlıktaki çocuklar korkar. Biz ne çocuğuz, ne de her yer karanlık. 

30 Eylül 1936’da İstanbul’da doğdu. Aslen Selanikli mimar-bürokrat bir babayla Alman bir annenin, altı çocuğundan üçüncüsü olarak büyüyen Sevgi Yenen, 1952’de Ankara Kız Lisesi’ni bitirdi. Bir süre Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde arkeoloji okudu. 1956 yılında şair ve çevirmen Özdemir Nutku ile evlendi, birlikte Almanya’ya gittiler. Göttingen Üniversite-si’nde arkeoloji ve tiyatro derslerini izledi (1956-57). 1958’de Türkiye’ye döndü ve Korkut adını verdikleri bir oğlu oldu. Ankara’da Alman Kültür Merkezi ve İrtibat Bürosu’nda ve Ankara Radyosu’nda çalıştı (1960-61). Bu dönemde, toplum karşısında bireyin tedirginliğini öne çıkaran “yeni gerçekçilik” akımından izler taşıyan öykü ve yazıları Dost, Yelken, Ataç, Yeditepe ve Değişim dergilerinde yayımlandı (1960-64). 1961’de Ankara Meydan Sahnesi’nde Haldun Dormen’in yönettiği “Zafer Madalyası” adlı oyunda tek kadın rolünü oynadı. İlk öykü kitabı Tutkulu Perçem, 1962 yılında yayımlandı. 1965’te “Zafer Madalyası” oyununda tanıştığı Başar Sabuncu ile evlendi. Aynı yıl TRT’de program uzmanı olarak çalışmaya başladı. 1965-69 yılları arasında Papirüs ve Yeni Dergi’de öyküleri yayımlandı. Bu arada tezini vererek arkeoloji diplomasını aldı. 1968’de teyzesi Rosel’in kişiliğinden yola çıkarak, birbirine bağlı öykülerden oluşan Tante Rosa’yı yazdı. 1970’te kadın-erkek ilişkisi ve evlilik temasını işlediği ilk romanı Yürümek’le TRT Sanat Ödülleri Yarışması Başarı Ödülü’nü kazandı.

12 Mart, Sevgi Soysal’ın hayatı ve yazarlığı üzerinde derin izler bırakan bir dö-nem oldu. Yürümek, müstehcenlik gerekçesiyle toplatıldı ve Sevgi Soysal, kısa bir tutukluluk sürecinin ardından TRT’den ayrılmak zorunda kaldı. Anayasa Profesörü Mümtaz Soysal’la, Soysal’ın komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle tutuklu kaldığı Mamak Cezaevi’nde evlendi. Siyasal nedenlerle tekrar tutuklandı ve sekiz ay Yıldırım Bölge’de, iki buçuk ay da sürgüne gönderildiği Adana’da kaldı. Cezaevinde yazdığı Yenişehir’de Bir Öğle Vakti adlı romanıyla 1974 yılında Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazandı. Kızları Defne Aralık 1973’te, Funda ise Mart 1975’te doğdu. Adana’da sürgünde bulunan bir kadının başından geçen olaylar etrafında 12 Mart’ı eleştirdiği romanı Şafak, 1975’te yayımlandı. Bu dönemde Anka Haber Ajansı ve İşçi Kültür Derneği’nin kuruluşunda rol aldı. Politika gazetesinde tefrika edilen cezaevi anıları Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu başlığıyla kitaplaştırıldı (1976).Yakalandığı kanser hastalığı nedeniyle 1975 sonbaharında bir göğsü alındı. Hastalık izlenimlerini ve 12 Mart sonrası değişimi anlatan öykülerini topladığı Barış Adlı Çocuk, 1976’da yayımlandı. Eylül 1976’da bir ameliyat daha geçirdi ve tedavi için eşiyle birlikte Londra’ya gitti. Üzerinde çalıştığı son romanı Hoş Geldin Ölüm’ü tamamlayamadan, 22 Kasım 1976’da İstanbul’da öldü. Yeni Ortam, Yenigün ve Politika gazetelerine yazdığı yazılar Bakmak (1977) ve Türkiye’nin Kalbi, Kabul Günleri(2014) adlı kitaplarda toplandı. TRT’de çalıştığı dönemde yazdığı oyun, makale ve yazılardan oluşan Venüslü Kadınların Serüvenleri ise 2017’de yayımlandı.Sevgi Soysal’ın kırk yıllık bu kısa yaşamından geriye kalan eserlerinin yeniden yayımlanması, 12 Mart dönemine hapsedilemeyecek yazarlığına hak ettiği değeri vermek olacaktır.

Yenişehir’de Bir Öğle Vakti

Senin gibi, sorunlara sadece okuyarak yaklaşanlar katıdır. Olaylar karşısında gerekli uyum ve değişim gücü genellikle yoktur onlarda. Çünkü aslında suçlu ve korkaktırlar. Kim ki bir şeyi gizlemek ister, duvar çekmeye meraklı olur. ...Kendilerini değiştirememe korkusu, onlara sözde her şeyi bir çırpıda değiştirme ataklığı verir. Bazen teoriyi, korkaklık ve suçluluklarını gizleyecek bir duvar gibi kullanırlar (s.161).

 Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nde Değişim Umudu...İkili bir yaşamı sürdürmekten yorulmak. Giderek birbirinden kopan, yabancılaşan iki parçaya bölünmekten korkmak, parçaları umutsuzca, boşa bir çabayla yamamaya çalışmak ...Parçalanan kişiliğini, gereksiz kum torbalarını atarak daha ileriye götüremediği, yeniden bütünleyemediği için. Ali ile Ali’nin düzenini yaşamak. Birkaç saat için. Sonra, ayrıldıktan sonra, eve dönmek, sıcak köpüklü banyo yapmak, anası babasıyla operaya gitmek, bazen pantolon giymek. Sonra operaya giderken saçlarını yaptırmak. Anasıyla birlikte terziye gitmek. Bir öyle, bir böyle, berbere gidip pedikür yaptırmak ansızın, öyle kafasına yerleştirilmiş olduğu için; sonra yine, bütün bunlara boş vererek, saçlarını arkadan bağlayıvermek. Çat burada, çat kapı arkasında, bir süpürge yaşamı sürdürmek (s.199).

Mevlâna'da Sanat

Mevlâna'ya Göre Sanat:Mevlâna, sanatkâr olmadan sanat eserinin meydana gelmeyeceği kanaatindedir:

    "Testici testi ile uğraşıp durdukça testi, hiç kendiliğinden genişliyebilir, büyür mü?

    Tahta dülgerin elindedir. Yoksa nasıl olur da kesilir, yahut başka bir tahtayla birleşir?

    Kumaş, bir terzinin elinde olmadıkça kendiliğinden nasıl dikilir, yahut biçilir? (Mesnevi, VI, 3368 vd)

Bununla beraber Mevlâna, her sanatkâr kendi işinin ehli olmak zorunda olduğunu herkes kendi sanatıyla ilgili âlet ve edevatı kullanmalı aksi takdirde:

    "Kuyumcunun âletim kunduracının elinde kuma ekilmiş tohuma döner.
    Çiftçinin yanında kunduracının âleti, köpeğin önünde saman, merkebin önünde kemik gibidir (Mesnevi, II, 303- 304)
Yine Mevlâna'ya göre gerçek bir sanatkâr, sanatına âşıktır, gönlü kendi sanatındadır.
    "Sen nasıl ululuğa âşıksan bir sanatkâr da meselâ demirciliğe âşıktır.
    Herkesi bir iş için yetiştirmişler, gönlüne o sanatın meylini vermişlerdir" (Mesnevi, III, 1617-1618)

Mevlâna'ya göre sanatla irade arasında sıkı bir bağ vardır. Sanatçı, iradesiyle yaptığı işe istediği şekli vermede muhayyerdir:

    "Su ve toprak, altın madeniydi; bizse kuyumcuyuz...gah onu halhal yaparız, gah yüzük!

    Gah kılıç bağı yaparız... gah aslanın boynuna tasma!

    Gah onu tahtı bezeyen turunç yaparız, gah devlet isteyen padişahların başına taç ederiz. (Mesnevi, IV, 999-1001)

Mevlâna'ya göre bütün sanatlar ustasız öğrenilmez. Bir sanatı öğrenmede ve onu pratik hale getirmede akıl yeterli değildir. Mutlaka bir usta bu işte yol göstermelidir. Akıl olmadan da hiç olmaz. Zira akıl bu sanata daha sonra başka şeyler ve bir takım yenilikler katacaktır. Nitekim o şöyle demektedir:

    "Bütün sanatlar iyice bilki vahiyden meydana gelmiştir; Önce böyledir; sonra akıl birşeyler katar ona,

    Bak da gör, bu işler, şu aklımızla olsaydı sanat, ustasız öğrenilebilirdi.

    Düzenle kılı kırk yarar akıl; ama hiçbir sanat da ustasız öğrenilmez

    Sanat bilgisi bu akılla olsaydı, ustasız olarak bir sanat öğrenebilirdi elbette. (Mesnevi, IV, 1297-1299)

Sanat felsefesi hakkında bilgi verirken söylediğimiz ve Aristoteles'ten beri gelen katharsis (arınma) ile ilgili olarak, sanatkârın sanat eseriyle kişiyi ilâhî güzelliklere yaklaştırmaya çalışması, sanattan gayenin ruhun arınması ilkesi Mevlâna'da da görülür. Zira o, sanatla nefis tezkiyesi, ruhun arındırılması arasında sıkı bir ilişki görür:

    "Bu riyâzatlar, bu cefa çekişler, ocağın posayı gümüşten çıkarması içindir.

    İyinin, kötünün imtihanı, altının kaynayıp tortusunun üste çıkması içindir.(Mesnevi, I, 232-233)

    "Kalp altınla halis altın ayarda belli olur. Kalpla halisi mehenge vurmadıkça tahmini olarak bilemezsin.

    Tanrı kimin ruhuna mehenk korsa ancak o kişi yakîni, şüpheden ayırd edebilir" (Mesnevi, I, 299-300)

Mimesis (Taklit) konusunda da Mevlâna tavrını koymaktadır:

    "Eğer insan suretle insan olsaydı Ahmed'le Ebıı Cehil müsavi olurdu.

    Duvar üstüne yapılan insan resmi de insana benzer.

    Bak, suret bakımından neyi eksik? O parlak resmin yalnız cam noksan.

    Yürü, o nadir bulunan cevheri ara..." (Mesnevi, I, 1019-2021)

Prof. Dr. İsmail Yakıt

Miguel de Cervantes - Köpeklerin Sohbeti

Dedikodunun sınırlarına girmeden iki saatlik bir sohbeti sürdürebilecek birinin ya çok şey bilen ya çok gezen biri olması gerekir.

 
Talihsiz bir evlilik yüzünden hastaneye düşen bir teğmen hasta yatağında yatarken sokakta iki kişinin konuştuğunu duyar. Sohbetin çekiciliğine kendini iyice kaptıran teğmen konuşanların aslında hastanenin bekçi köpekleri olduğunu anlar ve bu mucizevi sohbeti kağıda aktarır. Bir süreliğine konuşma kabiliyeti kazanan iki köpek başlarından geçenleri anlatırken insanlığın derin mevzularına değinirler: ahlak, yozlaşma, dedikodu, haset, talih, onur, sinsilik, tahakküm...Cervantes'in yaşadığı dönem ve ülke üzerine yoğun bir hiciv içeren bu uzun öyküsü, bütün bir insanlık tarihinin (ve muhtemelen geleceğimizin de) güzel bir eleştirisine dönüşüyor.

28 Eylül 2020

Turgut Özakman - Romantika

Şirin, babasının eski defterindeki notları çözdüğünde yasak bir aşkın hikâyesiyle karşılaşır. Bir süre sonra şifreli olarak yazılmış notların arasında yaşamaya başlayan Şirin polisiye bir gerilim içinde bir yandan notlardaki şifreyi çözerken diğer yandan gerçek aşkın büyüsüyle sarsılır. 1960’larda başlayıp 1987’ye kadar gelen notların içinde, Ankara’nın sokaklarından parklarına, çarşılarından çay bahçelerine akan tertemiz bir aşkın ipuçları saklıdır.

Turgut Özakman, bir öğretmenle öğrencisinin yasak aşkını anlatırken, aşıkların arkasına eşsiz bir Ankara manzarası asıyor. Bu Ankara masalı Eskişehir Yolu’ndan Kızılay’a, Ankara Garı’ndan, Kavaklıdere’ye, Ulus Meydanı’ndan, Altın Park’a, Gölbaşı’ndan Papazınbağı’na, Gül Bahçesi’nden Karpiç’e, Ankara Palas’tan, Eymir Gölü’ne, Atatürk Orman Çiftliği’nden Kurtuluş Parkı’na kadar Ankara’nın her yerine ulaşıyor. Kitaptaki aşk öylesine sahici ki, okurken bile iki aşığın kenetlenmiş ellerinden Ankara’nın soğuk kış akşamlarını ısıtan bir sıcaklık yayıldığını hissedebiliyorsunuz.

Romantika’da aşk bazen şiire dökülüyor:

“dudakları daha kırmızıydı bugün
gözleri daha büyüktü
bir sunak kandili gibi yanıyordu yüzü
heyecandan
boynu
mercan bir gerdanlığı süslüyordu
ne güzelsin
diye fısıldadım
hayran hayran”

Kimi zaman ete kemiğe bürünüp tensel bir aşkın şiiri oluyor:

“göğüslerin iki bereketli
ve çiçekli meyve
dimdik ve kıvrak”

Kimi zaman da kavuşmayı müjdeliyor:

“yaz ortasında
buluştuk yeniden
içki içtik
konuşa konuşa
ve
nar yedik
birbirimizin avucundan”

Farklı kuşakların aşkı nasıl farklı algıladığının da vurgulandığı romanda Şirin’in arkadaşı “Biz (60’lılar) hiç olmazsa sevişmeyi biliyorduk, 70’liler savaşmayı. 80’liler bir tuhaf. Galiba ne savaşmayı biliyorlar, ne sevişmeyi” diyor.

Okur yorumlarında beğeninin dışında belirtilen ortak bir konu ise okuyanların büyük çoğunluğunun kitabı başladıkları gün bitirmesi. Bazıları ise ellerinden bırakamadıkları için tek seferde bitirdiklerini söylüyor.

Belki böylesi aşklara özlem duyduğumuzdan, belki Turgut Özakman’ın akıcı dilinden, belki de kitabın ancak polisiye bir metinde olabilecek şifreli metinleri nedeniyle kitap sürükleyicilikten de öte bir bağımlılık yaratıyor. Pek çok kitabıyla okurların beğenisini kazanan Turgut Özakman’ın saf ve tertemiz bir aşkın anlatıldığı bu romanını en az diğer kitapları kadar, belki onlardan daha fazla seveceksiniz.

“bin yıllık özlemle sarılmak istiyorum
rüyalarını bile kucaklamak için”                                 

 * * *

Sevene yılan bile dokunmaz. Bu büyük ve önemli sözü daha duymamış olabilirsin. Çünkü az önce uydurdum. Ama bir gün kalbi olan herkesin, bu sözü benimseyeceğine inanıyorum. 
 
 *

Turgut Özakman aşk romanlarına nasıl bakıyordu, kendi tarihsel romanlarını bir yasak aşk hikâyesinden daha üstün mü tutuyordu? Bu sorunun yanıtı da kitabın içinde yer alıyor:Romanda Doğan Hoca’nın yayınevi kuracağını duyan bir arkadaşı ona "Sakın aşk kitabı basma" diye bir uyarıda bulunur ve ekler: “Aşk romanı yazmak aptallıktır, yayımlamak ahmaklık.”

Doğan Hoca ise dostuna şu yanıtı verir “Aşk ilkellikten kurtulmak, bencillikten arınmak, kendine tapmaktan kurtulmak demektir. Bir insanın yalnız güzelliklerini değil, çirkinliklerini, kusurlarını, yanlışlarını da sevmek demektir. Ama kendinden başkasını sevmeyen, bedenini kutsayan, kafası yerine bilmem nesiyle düşünen birinin aşkı anlamasını, övmesini beklemenin, bir kurbağadan arya söylemesini istemek kadar gülünç olduğunu bilirim.”

*

Olayları özel bir yöntemle not etim. Aklını çalıştırırsan kolayca çözebilirsin. 
 
Her şey şu basit, çocukça, sefil işaretlerin içindeydi ve çözemiyorduk. Hani kolaydı baba?
 
 *
 
Bir gün 'aşk ihtilaldir' demiştiniz. Bu sözün anlamını şimdi anlıyorum. Aşk gelince, gerçekten yeni bir dünya kuruluyormuş. İçimde, varlığından haberli bile olmadığım yeni duygular keşfediyorum. Eskiden göl balığıydım. Şimdi akıntıya karşı yüzen bir sazanım. 

İşte aşk böyle anlatılıyor Romantika’da. Turgut Özakman’ın kaleminden çıkmış, bir çırpıda okunan büyüleyici bir aşkın hikâyesi. Romantika, her sayfasında sizi şaşırtacak, her sözcüğüyle içinizi tutuşturacak, şifrelerle korunan bir yasak aşkın romanı. Şifreler çözüldükçe Ankara’nın sokaklarına, parklarına, suyuna, havasına karışan tutkulu bir aşk ve birbirini her şeyden fazla seven iki aşık belirecek sayfalar arasında. “Bir aşk hem yasak, hem de temiz olabilir mi?” diyorsanız, Romantika’yı mutlaka okumalısınız. Yaşamın, aşkın, tutkunun, sadakat ve sevginin anlamını yeniden düşünecek belki de bir okurun yazdığı gibi “Üç saatte okuyup, üç yıldır aklımdan çıkaramadığım kitap” diyeceksiniz.

Ya aşk? "Aşk, doğal afete benzer kızım. İstemekle gerçekleşmez, kendiliğinden gelir." Bir şarkı duyduğunuzda Romantika’dan bir bölüm gelecek aklınıza: “Ben mi savunmasızdım, yoksa şarkı mı acımasızdı.” Gerçek aşkın anlamını düşünürken Romantika’nın sözcükleri koşacak yardımınıza: “Herkesin hayatta bir kez bir mucize yaşamak hakkı olduğuna inanıyorum. Benim payıma düşen mucize de sensin" ya da “İstiridye hayatında nasıl bir tek inci yapabiliyorsa, ben de ancak bir kez sevebilirim" diyecek size. “Aşk nedir?” diye sorulunca Romantika’dan bir dize gelecek dilinizin ucuna:

“nar yedik

birbirimizin avucundan"

Konfüçyüs "Aktarma"

 I - Üstat dedi ki: "Ben yaratıcı olmaktan çok aktarıcıyım. Eskiyi sever ve ona inanırım. Bunun
için yaşlı Pang ile kendimi karşılaştırmayı göze alabilirim."

II - Üstat dedi ki: "Dinginlikle bilgi edinmek ve zevkle öğrenmek ve usanç duymadan
öğretmek konusunda hangisi benim olabilir?"

III - Üstat dedi ki; "Erdem konusunu iyice işlememek, öğrenilen şey üzerinde yeter derecede
durmamak, doğruluğa karşı ilgisiz kalmak, kötü olan şeyleri de işitememek. İşte bunlar beni üzen
şeylerdir."
 

IV - Üstat, işi başından aşkın olduğunda dingin ve neşelidir."

V - "Üstat dedi ki: "Aşırıya kaçmak, benim için yok olmak demektir. Uzun zamandır düş
görmemiştim. Yalnızca Dük Chou'yu  gördüm."

VI - Üstat dedi ki, "İstencini gerçek ilkeler için kullan.'
- "Erdemli olan şeyleri kazanmaya çalış."
- "Kendini iyiliğe ver.
- "Eğlencelerin sanat için olsun."

VII - Üstat dedi ki: "Derslerim için kuru bir et parçası getiren bir kimseye bilgi vermekten asla
kaçınmam."

VIII - Üstat dedi ki: "Bilgi edinmeye istekli olmayanlara bir şey anlatamam. Kendini
gösteremeyen kimselere yardım edemem. Bir kimseye bilgimin bir bölümünü öğrettiğimde, o
kimse bunun öteki üç bölümünü öğrenemezse, dersimi bir kez daha yinelemem." 

IX - Üstat, yas sırasında yemekten kalkar.
- Ağladığı günlerde asla şarkı söylemez.

X - Üstat, Yen Yuan'a dedi ki: "Göreve çağrıldığında işlerini savsaklama. Çağrılmadığında
dinlenmeye çekil. Bunu yalnızca sen ve ben yapabiliriz."
- Tzu-lu dedi ki: "Devlet ordularını yönetecek olsanız, yanınıza kimi alırsınız?"
- Üstat yanıt verdi: "Silahsız olarak kaplana saldıranı, kayıksız olarak ırmağı geçmeye çalışanı
ve öleceğinden dolayı hiçbir kaygı duymayanı yanıma almam. Benimle birlikte gelecek kimse,
sorumluluğu anlayan ve hazırladığım planları seve seve yerine getirebilen bir kimsedir."

XI - Üstat dedi ki, "Zenginliği elde etmede başarıya ulaşacağımı bilsem, arabacı olmak gerekse
de yine bunu yaparım; ama, bunda başarı elde edemezsem, o zaman sevdiğim şeyi izlerim."

XII - Üstadın sakınmayla karşıladığı şeyler: Oruç, savaş ve hastalıklardır.

XIII - Üstat Ch'i derebeyliğindeyken 'chao' (müzik) dinledi. Üç ay yediği etin tadını
anlayamadı. Dedi ki: "Bir müziğin böyle yetkin olabileceğini bilmiyordum."

XIV - Yen Yu dedi ki: "Üstadımız Wei prensinin yandaşı olabilir mi?" Tzu-kung, "Ona
sorayım," dedi.
- Gidip Üstat'a sordu: "Po-i ve Shu-ch'i ne tür insanlardır?" Üstat yanıt verdi: "Onlar değerli
insanlardır." Yine sordu: "Onlar yaptıklarından dolayı pişman mıdırlar?" Üstat dedi ki: "Onlar
insanlığı aradılar ve ona göre davrandılar. Neden pişman olsunlar?" Üstadımız Wei prensinin
yandaşı olamaz.

XV - Üstat dedi ki: "Yiyecek pirincim, içecek suyum ve kolumu dayayacak bir yastığım var.
Bunlarla ben mutluyum. Zenginlik, san, onur doğru olmayan bir yolda elde edilirse, bunlar benim
için uçan bulutlar gibidir."

XVI - Üstat dedi ki: "Ömrüm daha uzatılacak olursa, bunun elli yılını 'İ-ching' üzerinde
çalışmaya verirdim. Böylece hiç yanlışım olmazdı."

XVII - Üstadın sık sık konuştuğu konular, şiir, tarih ve törenlerin yapılması. Hep bunlar
üzerine konuşurdu.

XVIII - Dük She, Tzu-lu'ya Konfüçyüs'ü sordu. Tzu-lu yanıt vermedi.
- Üstat dedi ki: "Neden ona, benim alçakgönüllü bir insan olduğumu, ders verirken yemeğimi
unuttuğumu, üzüntülerimi neşeyle dağıttığımı ve yaşlandığını anlamayan bir kimse olduğumu
söylemedin?"

XIX - Üstat dedi ki: "Ben doğuştan bilgisi olan bir insan değilim. Eskiyi seven ve onu aramayı
zevk edinen bir insanım."

XX - Üstadın söz etmediği konular, doğaüstü varlıklar, üstün güçler ve ruhlardır.

XXI - Üstat dedi ki: "Üç kişiyle birlikte giderken, onlar sanki benim öğretmenimmiş gibi
davranmalılar. Ben onların iyi yanlarını seçer ve onları izlerim. Onların kötü yanı olursa, onları
değiştirmeye çalışırım."

XXII - Üstat dedi ki: "Gök, içimdeki erdemi yarattı. Huan T'i bana ne yapabilir?"

XXIII - Üstat dedi ki: "Çocuklarım, sizden bir şey sakladığımı mı sanırsınız? Ben sizden hiçbir
şey gizleyemem. Size anlatmadığım bir şey kalmamıştır; çünkü bu, benim yolumdur."

XXIV - Üstadın öğrettiği dört şey vardı: "Yazın, ahlak, bağlılık ve doğruluk."

XXV - Üstat dedi ki: "Kutsal insanlar, benim görmeyi istediğim kimseler değildir. Görmek
istediklerim, ancak 'büyük ve üstün insanlar'dır. İşte istediğim budur."
- Üstat dedi ki: "İyi insanlar, benim görmek istediğim kimseler değildir. İlgi duyduğum
kimseler 'sonsuzluğu kazanmış' insanlardır! İşte istediğim budur."
- "Bir şeyi olmadığı halde, varmış gibi davranıyor. Boş, ama dolu olduğunu gösteriyor. Sıkışık
bir durumda, ama özgürmüş gibi görünüyor. Böyle 'sonsuzluk'u elde etmek güçtür."

XXVI - Üstat dedi ki: "Balık avlarken ağ kullanmadı. Kuşlar uykudayken okunu atıp onları
vurmadı."

XXVII - Üstat dedi ki: "Ne yapacağını bilmeden davranan kimseler vardır. Ben böyle
yapamam. Çokça duymak, iyi olanı seçmek ve hep onu izlemek. Çok görmek, onu saklamak. İşte
bunlar bilgi kazanmanın ikinci yöntemidir."

XXVIII - Hu-hsiang halkıyla konuşmak güçtür. Onlardan bir çocuk, Üstatla görüştü.
Öğrenciler bunu kuşkuyla karşıladılar!
- Üstat dedi ki: "Onların bana yaklaşmalarını isterim. Ancak benden uzaklaştıklarında,
yapacakları şeylerin sorumluluğunu üzerime alamam. Neden bu kadar kaba davranmalı? Bir
kimse bana temiz olarak gelirse, onu temiz olarak kabul ederim. Ama geçmişteki davranışlarının
sorumluluğunu üzerime alamam."

XXIX - Üstat dedi ki: "Erdem uzak bir şey midir? Erdemli olmak istersen, ona kolayca
erişebilirsin."

XXX - Ch'en derebeyliğinin  Adalet Bakanı, Konfüçyüs'e, Dük Chao'nun tören kurallarını
bilip bilmediğini sordu. Konfüçyüs, "Evet, tören kurallarını biliyor," dedi.
- Konfüçyüs gidince Bakan, Wu-ma Ch'i'yi selamlayarak dedi ki: "Ben 'büyük ve üstün
insan'ın partizan olmayacağını duydum. 'Üstün insan' partizan olabilir mi? Bir prens Wulardan bir
kızla evlendi. Aynı soyadını taşıyorlardı. Karısına Wu Meng-tuz (Wuların büyük kızı) diyordu.
Bunu bir prens bilmezse başka kim bilebilir?"
- Wu-ma Ch'i bunları Konfüçyüs'e bildirdi. Konfüçyüs dedi ki: "Talihim varmış. Yanlışlarım
olursa, halk bunları kesinlikle bilecek."

XXXI - Üstat dedi ki: "Yazında belki başkalarıyla aynı düzeydeyim; ama, 'büyük ve üstün
insan'ın sahip olduğu şeyleri henüz elde etmiş değilim."

XXXII - Üstat şarkı söyleyen birine katıldığında, o kimse güzel şarkı söylüyorsa, şarkıyı
yineletir ve o da söylemeyi sürdürür.

XXXIII - Üstat dedi ki: "Kutsal bir insanı, erdemli bir insanı kendimle nasıl ölçebilirim?
Benim için, kendisini tatmin etmeye çalışan, bıkmadan başkalarını öğretmeye çabalayan bir
kimsedir denebilir." Kung-hsi Hua dedi ki:  "İşte bunun içindir ki, biz öğrencileriniz sizin
gibi olamayız."

XXXIV - Üstat çok hastaydı. Tzu-lu, ona dua etmesini rica etti.
- Üstat dedi ki: "Böyle bir şeyi yapabilir miyim?" Tzu-lu Yanıt verdi: "Yapabilirsiniz, 'ölülere
övgü' konusunda denmiştir ki, 'Aşağı ve yukarı dünyadaki ruhlar için dua edilmiştir.' " Üstat dedi
ki: "Benim duamsa çok önceden yapılmıştır."

XXXV - Üstat dedi ki: Çok taşkınlık söz dinlemezliği doğurur. Elisıkılık da bayağılığı... Ama
bayağı olmak, söz dinlemez olmaktan daha iyidir."

XXXVI - Üstat dedi ki: "Büyük ve üstün insan, hep hoşnut ve rahattır. Küçük bir insansa hep
üzüntü ve telaş içindedir."

XXXVII - Üstadımız nazik, ama gururludur. Yücedir, ama korkunç değildir. Saygılı ve çok
ölçülüdür.

  Konuşmalar

Lale Oraloğlu'nun yaşam öyküsü


Lale Oraloğlu, 28 Eylül 1924 tarihinde İzmir’de doğdu. Henüz bebekken ailesiyle birlikte İstanbul’a geldi. Ortaokulu Nişantaşı Ortaokulunda okuduktan sonra liseyi Dame de Sion, Şişli Terakki, Sainte-Pulchérie Fransız Lisesi, Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi ve Alman Lisesi’nde okuyarak bitirdi. 7 yaşında piyano çalmaya başladı, konservatuvarda piyano ve şan eğitimi aldı.

Lale Oraloğlu, lise yıllarında 400 metrede yüzme şampiyonluğu ve Türkiye gülle atma ikinciliği elde etmiştir. Galatasaray Kız Kürek Takımı kürek kaptanlığı yaptı. 195 Türkiye Kürek Şampiyonu oldu.
Oyuncu Alev Oraloğlu, Lale Oraloğlu’nun kızıdır.

Hukuk fakültesine girdi. Burada bir yıl eğitim aldı, sonra girdiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Filolojisi mezunu olan sanatçı dört yabancı dil biliyordu.

Lale Oraloğlu, katıldığı tiyatro kurslarında Muhsin Ertuğrul’un dikkatini çekti ve 1951 yılında açılan Küçük Sahne’de ‘Yarış’ adlı oyunla profesyonel olarak çalışmaya başladı. Aynı yıllarda gazetecilik de yaptı. Galatasaray Spor dergisini yayınladı, İstanbul Ekspres ve Yeni Sabah gazetelerinde de çalıştı. 1957’de Cannes ile Venedik film festivallerine gazeteci kimliğiyle katılmıştı.
 
50′li yıllarda en verimli dönemini yaşayan sanatçı, sinemadan da geri kalmamış, 1960′a değin 35 filmde rol almıştı. Kamera önünden kamera arkasına geçmeye karar verdi. Hem yönetmen, hem senarist hem de yapımcı olarak girdi sinemaya. Türkiye’nin ilk kadın yönetmenlerinden biriydi de. Kızının adını verdiği ‘Alev Film, 1971-72 yıllarında dört filme, senarist, yönetmen ve yapımcı olarak imza attı.
Lale Oraloğlu, 1960-61 yılında Muhsin Ertuğrul‘un önerisiyle Oraloğlu Tiyatrosu’nu, adını verdiği kendi tiyatrosunu kurdu. Tiyatrosunu annesi 90 yaşına geldiği ve yanında olması gerektiği için 1987 yılında kapattı.

1995 yılında “İstakozun Çığlığı”adlı bir oyunla sahnelere döner Lâle Oraloğlu. Müjdat Gezen Tiyatrosu ve Beşiktaş Kültür Merkezi’nde sahnelenen oyun, Oraloğlu Tiyatrosu’nun son oyunudur.
 
Dört filmin yapımcılığını üstlendi; dört filmde de yönetmen koltuğuna oturdu. Yedi filmin senaryosunu yazdı.

Oraloğlu’nun “Kızım” adlı romanı 1976′da Hürriyet yayınları tarafından yayınlandı.

Yeşilçamın Görünmeyen Kadınları isimli belgesele, Türk sineması yaşamı da konu oldu. Türk Filmleri Yarışması’nda Kırık Çanaklardaki oyunuyla aldığı En İyi Kadın Oyuncu ödülü (1961), 2000 yılında Avni Dilligil Tiyatro Jüri Özel Ödülü gibi bazı ödüller kazandı. 1 Aralık 2001′de sanat hayatının 50. yılını, Kültür Bakanlığı tarafından düzenlenen bir geceyle kutladı.

Lâle Oraloğlu kimi zaman aydınlara çağdaş oyunlar sundu kimi zaman da Anadolu insanına hamasi oyunlar götürdü, kent küçük burjuvasına bulvar komedileri sundu. Oyunların bazıları iyi bazıları da kötü oldu. Büyük borçlara girdi, tiyatronun onuru için açlık grevleri yaptı, hapis yattı. Ama tiyatroyu hiç bırakmadı.

Konya’da, Selçuk Üniversitesi’ne açılan konservatuar’da öğretmenlik yaptı.

Lale Oraloğlu 3 kere evlendi. İlk eşi gazeteci Ali Oraloğlu’yla evliliğinden olan kızı Alev Oraloğlu (d. 21 Haziran 1954) oldu.
Lale Oraloğlu 15 Ocak 2007′de beyin kanamasından 83 yaşında ölmüştür.

25 Eylül 2020

Neşet Ertaş"Gönül kimi severse, aşk onda güzeldir."

Ne söyleyim şu dünyanın haline dağlar ayrı ayrı, çöl ayrı ayrı, şu insanlar bölüşmüşler dünyayı Hudut ayrı ayrı yol ayrı ayrı.

Güneşe gülle at, karartır mı hiç? Allah sevmediğini yaratır mı hiç? İnsan olan insan darıltırmı hiç? Haksızlık haksızın özünden olur.

Aşk biterse yorulur insan, ben ne zaman ölürsem Neşet yoruldu desinler.

Biz doğduğumuzdan beri yoksulduk. Varlığı görmedik ki yoksulluktan şikayet edelim.

İnsanları birbirinden ayıran mezhepçilere karşıyım, mezheplere değil.

Uyku girmez gözüne , gönlü viran olanın.

Namerde muhtaç olmayacak ve ömrünü tamamlayacak şekilde bir ekmek parası lazım. Bunun fazlası, fazladır. İnsan tam ömre göre ölçmeli onu. Bugün son ekmeğini yeyip ölmeli, artan bir şey kalmamalı. Eğer ben öldüğümde bir çuval unum kalmışsa, ben suç işledim demektir.

Hak bildiğim yoldan ayrı gitmedim, koğular getirip gıybet etmedim, gönülleri kırıp can incitmedim, bir garip sazımı çaldım giderim.

Şeytanca hiçbir şey çalmadım, hırsızlamadım. Ne aldımsa, ne verdimse aşk ile aldım, aşk ile verdim karşımdakine.

Özü gülmeyenin yüzü güler mi?

Denizi seyretmek gibidir bozkırda gökyüzünü seyretmek.

Bir de şu var; Gönlün’ün eşini bulan garip değildir.

Kalpten kalbe bir yol vardır . Gözünen görünmez sırdır.

Ben diyorum ki, insan ve insanoğlu var. Ayrımcılığın sonu kavgadır, kavganın karı var mı?

Kendi kendisinden utanmayan, yeryüzünde hiç kimseden utanmaz.

Gönül kimi severse, aşk onda güzeldir.

Nerde bir türkü söyleyen görürsen korkma yanına otur. Çünkü kötü insanların türküleri yoktur!

Ulu arıyorsan, Analar ulu Sevmişiz Gönülden, Olmuşuz Kulu Analar insandır, Biz İnsanoğlu.

İlimsizlik bilgisizlik yüzünden. Cehalet hoɾtlayıp çıkar mı çıkar. Sevgisizlik saygısızlık yüzünden İnsan insandan bıkar mı bıkar.

Darda kaldım diye umutsuz olma, Yok iken dünyayı var eden vardır.

İnsanın sevdigini kaybetmesi,Dişini kaybetmesi kadar ilginçtir.Acısını o an yaşar, yokluğunu ömür boyu.

Kalpten kalbe bir yol vardır…Görülmez.

Can yakıp da kalp kırma. Senin de gül benzin solacak bir gün. Her canlının kalbi Allah’a bağlı. Herkes ettiğini bulacak bir gün.

İsterim ki bu dünyada, Hiç kimse cahil kalmasın , Okusun ilmin kitabın, Cahilden akıl almasın.

Kusur görenindir.

Gurbette olanların hiç biri mutlu değil ben mutluyum diyene rastlayamassın. Neden?  Gurbet herkesin içinde taş gibidir.

Sevgi dünyasına yalan girmez.Gönülden sevmeyen hakka eremez.

Akordu bozuk sazdan , ağzı bozuk kızdan , Menfaati için seni silen dosttan hayır gelmez.

Ağaçtan düşen yaprak nasıl kurumaya mahkumsa, Gönülden düşen insan da unutulmaya mahkumdur.

Bir ulusun türkülerini yapanlar, yasalarını yapanlardan daha güçlüdür.

Sen beni gülünce, mutlu mu sandın, Yalandan yüzüme gülen dünyada.

Birisi var etti beni , birisi yar etti beni

Halden anlamayanı kendi haline bırak, Zaman ona halini anlatır kurban olduğum.

İnsana lazım olan iki sokum ekmek ve yatacak bir yer fazlası haramdır

23 Eylül 2020

Pablo Neruda - Uçuş

Siper edip elimi
yükseklerdeki uçuşu izliyorum :
gökyüzünün onuru, kuş
kat ediyor
saydamlığı, günü kirletmeden.

Yol alıyor batıya, yükselerek
yavaştan çıplak maviye doğru :
bütün gökyüzü kulesi onun
ve dünya onun devinimiyle temizleniyor.

Yabanıl kuş
kan arıyorsa da boşluğun gülünde,
bir oku andırıyor,
bir çiçeği uçup giden ,
kanatları ışıkta
havayla kaynaşıyor, saflıkla.

Ey tüyler, yönelmiş giden
ne ağaçlara, ne çimenliğe, ne dövüşe
ne gaddar toprağa
ne de terli işliklere,
ama fethetmeye
saydam meyveyi!

Selamlıyorum gök dansını
martıların, yağmurkuşlarının
kardan kostümlerini giymiş ,
sürekli davet almış gibi
katılıyorum
onların hızına, dinginliğine
karın durmasına ve telaşına.

Uçan ne varsa içimde, apaçık görünüyor
şu kanatların gezgin eşitliğinde.

Ey, eşlik eden rüzgâr
siyah akbabanın sisteki demir uçuşuna!
Islık çalan rüzgâr, kahramanı
ve onun ölümcül palasını yerinden eden:
bir zırh gibi korursun
haşin uçuşun dokunuşunu
yinelersin gökyüzünde gözdağını onun
her şey yeniden mavi oluncaya dek.

Bir okun uçuşu
her kırlangıcın görevi,
bülbülün sonatıyla uçuşu
papağanın ve gösterişli giysisinin!

Aynada uçuşan sinekkuşları,
karıştırıyor kırmızı zümrütleri
ve sarsıyor keklik
çiyler arasında uçarak
yeşil ruhunu nanenin.

Ben ki öğrendim uçmayı her uçuşuyla
o saf öğretmenlerin
ormanda, denizde, sarp geçitlerde,
kumdaki sırtımda,
rüyalarda,
kaldım burada, bağlanmış
köklere,
manyetik anaya, toprağa ,
aldatıp kendimi ve uçarak
yalnızca içimden,
tek başıma, karanlıkta.

Ölür bitki, gömülür yeniden,
toprağa döner insanın ayakları,
yalnızca kanatlar kaçar ölümden.

Kristal bir küredir dünya,
uçmazsa insan yitirir yolunu:
saydamlığı kavrayamaz.

Bu yüzden açıklıyorum
kuşatılmamış berraklığı,
ben ki kuşlardan öğrendim
tutkulu umudu
kesinliği ve gerçeğin uçuşunu.

Çeviri: Erdal Alova

 

22 Eylül 2020

Fikret Kızılok - Yalan

Yalandır hep yalan
Samanyolu geceler hep yalan
2 korku çiçeği açar gözlerimde
Oysa bakışların neden yalan?
Akşam olur demlenirim
Damla damla duman duman
Yaprağımın üstünde
Şebnem olursun kırağı çiğdem
Elimi uzatsam o da yalan
Bir gece örter üstümü
Anlamazlarki halimi
Yastığımdan kuşkulanırım
O da yalan o da yalan
Hırsız gibi düşlerimde
Gizli gizli sevdalanırım
Tutunurum kendime o da yalan o da yalan
Bir bildiğim kimi hala sevdiğim
Bir horoz öter susar içim
Sende sabah bende geceyarısı
Bir bildiğim kimi hala sevdiğim
Unutmuşum yalandır
Bir sen bilirsin birde ben..
Söylesem başkalarına o da yalan.

21 Eylül 2020

Tek tanrılı toplumlarda ateizm ya da tanrısızlık, ahlak yoksunluğu ile eş anlamlı olmuştur...Arthur Schopenhauer

Tek tanrılı toplumlarda ateizm ya da tanrısızlık, ahlak yoksunluğu ile eş anlamlı olmuştur...Arthur Schopenhauer

Soğuk bir kış sabahı çok sayıda kirpi donmamak için hep birlikte ısınmak üzere bir araya toplanır. Ama kısa süre sonra oklarının birbirleri üzerindeki etkilerini görüp yeniden ayrılırlar. Isınma gereksinimi onları bir kez daha bir araya getirdiğinde okları yine kendilerine engel olur ve iki kötü arasında gidip gelirler, ta ki birbirlerine katlanabilecekleri uygun mesafeyi bulana kadar. Bunun gibi, insanların hayatlarının boşluğundan ve tekdüzeliğinden kaynaklanan toplum gereksinimi onları bir araya getirir, ama nahoş ve tiksinti verici özellikleri onları bir kez daha birbirinden ayırır...Arthur Schopenhauer

Fakat iç ısısı yeterince fazla olanlar sıkıntı ve kızgınlık yaratmamak veya hissetmemek için toplumdan kaçacaktır...Arthur Schopenhauer

Balıklar için akvaryum ne ise, insanlar içinde toplum odur. Akvaryumdaki su toplumun kültürünü temsil eder. İnsanlar içinde yaşadığı toplumun kültürünün farkında değildir...Doğan Cüceloğlu

Toplumun bazı geleneklerine saygı duymam ve onları tercih etmem, yeni ve farklı şeylere düşman olduğum anlamına gelmez...Friedrich August von Hayek 

Bir toplum ne kadar özgür olursa güç kullanmak o kadar zorlaşır...Noam Chomsky 

Soramayan toplum cansızdır...Yalçın Küçük 

Toplumsal faaliyetin hedefi, hiçbir zaman insanları kandıran geçici mutluluk olmamalıdır. Aksine toplumun gerilemesine sebep olan yoksullukları ortadan kaldıracak yöntemlere sahip olunmalıdır...Adolf Hitler 

Toplum bir tek kuvvet karşısında eğilir. Yani zor kullanıldığında. Nasıl ki kadınlar zayıf olanlara baskı yaptığı halde, kuvvetli olanın karşısında diz çökerse; toplum da otoriteyi, her zaman zayıfa tercih etmiştir. Dolayısıyla toplum hoşgörü gösterildiğinde, buna saygı duymak yerine bunu istismara meyleder, ve bu her zaman böyle olmuştur...Adolf Hitler

Bedri Rahmi Eyüboğlu - Sitem

Önde zeytin ağaçları arkasında yâr
Sene 1946
Mevsim
Sonbahar
Önde zeytin ağaçları neyleyim neyleyim
Dalları neyleyim.
Yâr yoluna dökülmedik dilleri neyleyim.

Yâr yâr!..
Seni kara saplı bir bıçak gibi sineme sapladılar
Değirmen misali döner başım
Sevda değil bu bir hışım
Gel gör beni darmadağın
Tel tel çözülüp kalmışım.
Yâr yâr!..
Canımın çekirdiğinde diken
Gözümün bebeğinde sitem var...
 

20 Eylül 2020

Şiirler Türküler - Ruhi Su

Türkü söylemek benim için bir aşk halidir. En güzel aşklarımı türkü söylerken yaşadım. Ne onlar beni aldattı, ne de ben onları. Türkü söyledikçe yeşeriyor, çiçekleniyorum. Ben yalnız türkü söylemiyorum ki. Bu söylediğim türkülerle, aynı zamanda, çağdaş Türk toplumunun lied'lerini söylüyorum. Ben türkü söylerken sazım ne benimle yarışır, ne de türkülerle. Bize yalnızca eşlik eder, bizi tamamlar. Halkımızın büyük ustalarında da saz böyle saygılı bir uyum içindedir. Bu açıdan bakınca, türküleri bir besteci gibi ele aldığım daha iyi anlaşılır. Bundan önceki plaklarımda olduğu gibi, bu plağımda da halk ozanlarının yolunu izleyerek bazı sözleri bağlı oldukları ezgilerle söyledim. Bazı Mevlana'da, Nâzım'da, Melih Cevdet'te, Hasan Dağı'nda olduğu gibi bazı sözler içinde yeni ezgiler düşündüm. Kimileri icracı, kimileri de yorumcu diyor bana, sanatta yorumsuz icra olmaz ya, ikisinin de başımın üstünde yeri var. İcracıyı kalıcı ve yaratıcı saymamak bizim ülkemizin yarı-aydınına vergi.Oysa özellikle müzik, bestecisi ile icracısı ile bütünlük içinde olan bir sanat. Yaratmanın gerçekleşmesi ikisininde var olmasına bağlı. Kaldı ki, icracının yaptığı iş de kalıcı ve yaratıcı bir iştir. Paganini bestelerinden çok icracılığı ile kaldı dünyamızda, Şalyapin de öyle Oyştrah da, Münir Nurettin de. Zamanımızın belgeleyici teknik olanakları daha da çok kanıtlayacak bunun böyle olduğunu. Bir işi geliştiriyor, ileri götürüyorsa, ister besteci, ister icracı olsun, ikiside kalıcıdır. 
 
Burada bir şeye daha değinmek istiyorum. sanatçı da tıpkı bir çiftçi, bir demirci gibi işini anlatabilmelidir. Hem diliyle hem de hüneriyle. Bir başka deyişle, kendi toplumu içinde sanatı ile ekmek yiyebilmelidir. "Beni bu halk anlamaz" demek,en azından boş bir kendini beğenmişliktir. İnsan kendini beğenmede bile yalnız kalmamalı. Halkın sanatta anlamadığı bir yer bulunabilir,sanatçı bunu umursamazlık edemez. Çünkü tüketicisi olmayan bir üretim yaşamaz. Hani hükümet zoruyla da yaşayamaz demek istiyorum. Elli yıllık değil, yüzelli yıllık deney var önümüzde.Bazı sanat kurumlarının gittikçe yozlaşması, kuruyup gitmesi bundandır. Halktan kopuk hiçbir işten, hiçbir insandan hayır gelmez.
Ağıt 
Yaratan Bizleri İnsan Yarattı 
Üç Kız Bir Ana 
Üç Selvi 
Şeyh Bedreddin Destanı'ndan 
Ninni 
Kul Hüseyin'den Bir Türkü 
Bir Asker Türküsü 
Allı Turnam 
Mahsusmahal 
Hasan Dağı 
 

 

Ağaca Tüneyen Baron - Italo Calvino


Italo Calvino’nun en sevilen kitaplarından biri olan Ağaca Tüneyen Baron, daha sonra yazarın Atalarımız üçlemesinde bir araya getirdiği kitaplardan ikincisidir. Birinci kitap İkiye Bölünen Vikont, üçüncü kitap ise Varolmayan Şövalye’dir. Ağaca Tüneyen Baron, soylu bir aileden gelen, on iki yaşındayken babasına isyan edip ağaca çıkan Cosimo üstüne yazılmış bir ütopyadır… Bir daha yeryüzüne ayak basmayacağını söyleyip bütün ömrünü ağaçların üstünde geçiren, bütün ihtiyaçlarını orada gideren; ağaçların üstünde yemek yiyen, temizlenen, okuyan, öğrenen, hatta âşık olan Cosimo, toplumdışı yaşayışına rağmen insanlarla birlikte hareket etmekte, onların yapıp ettiklerine müdahil olmaktadır. O, dünyayı değiştiremese de tanımaya ve anlamaya çalışmaktadır. Cosimo’nun biraz komik, biraz hüzünlü ve pek tuhaf bir şekilde son bulan hikâyesi, aslında insanlık tarihinin kazanma ve kaybetmesi üstüne bir hikâyedir. 

Bir Daha Aşağı İnmeyeceğim 

 15 Haziran 1767, ağabeyim Cosimo Piovasco di Rondò’nun, aramızda oturduğu son gün oldu. Dün gibi hatırlıyorum. Ombrosa’daki villamızın yemek odasındaydık, pencereler korudaki büyük pırnalın sık dallarını çerçeveliyordu. Tam öğle vaktiydi, eski bir geleneği sürdüren ailemiz o saatte sofraya otururdu. Rüzgârın denizden estiğini hatırlıyorum, yapraklar kımıldıyordu. Cosimo, “İstemiyorum dedim, istemiyorum!” diyerek salyangoz yemeği tabağını itti. Böylesi bir itaatsizlik hiç görülmemişti. Babamız Baron Arminio Piovasco di Rondò, pek çok şeyi gibi modası geçmiş, kulaklarına dek inen perukası kafasında, başköşedeydi. Ağabeyimle benim aramda, ailemizin rahibi, bizim öğretmenimiz Rahip Fauchelafleur oturuyordu. Karşımızda da annemiz, Bayan General Corradina di Rondò ve üstünde rahibe giysisiyle ablamız Battista vardı. Masanın diğer ucunda, babamızın karşısında, çiftliklerimizin yöneticisi ve su işlerine bakan, Türk usulü giyinmiş Şövalye Avukat Enea Silvio Carrega yer alıyordu. Cosimo on iki, bense sekiz yaşını henüz tamamlamıştık, aile büyüklerimizin topluca yemek yediği masaya birkaç aydır kabul ediliyorduk; zamanından önce, ağabeyimle aynı terfiden yararlanmıştım, çünkü tek başıma yemek yememe gönülleri razı olmamıştı. Yararlanmayı lafın gelişi söylüyorum: Aslında Cosimo ile benim için keyif çatılan günlerin sonu gelmişti, Rahip Fauchelafleur’le baş başa geçirdiğimiz öğünlerin yokluğunu hissediyorduk. Rahip, kabuğunda kurumuş, buruş buruş bir ihtiyarcıktı, hoş gençliğinde de böyle olsa gerekti; artık ihtiyarlamıştı, yorgundu, küçücük de olsa her zorlukta bile karşı koymanın gerek olmadığı bir kadercilik görürdü.

Orhan Kemal: Yazmak için yaşamak, duymak, halkı algılamak gerekir

 
ORHAN KEMAL SOKAĞI - K A D İ R Y Ü KS E L
 
 
Gözlediği, dinlediği, söyleştiği, soluk alıp verdiği, yaşadığı sokakları yazar Orhan Kemal. “Ben çok iyi bildiğimi yazmak isterim... Yazmak için, görmeliyim, yaşamalıyım... Ve içimdeki o hız beni itmeli...” 

Orhan Kemal’de sokak hem yazdırandır, hem de yazılan. “Ben, masa başından çok, fazlaca gezer dolaşırım. Yani iş, masa başına geçip yazmaya kaldığı zaman, mesele çoktan hallolmuştur. Gezer dolaşırım. Gezip dolaşırken kafam boyuna çalışır. Ya, yıllarca önce beni şiddetle ilgilendirmiş bir konuyu düşünmekteyimdir, ya da hemen o gün kafama bir şey takılmıştır. (...) Öz ve biçim çözümlenmişse, hele bir de nasıl başlayacağım kafamda satırlaşıvermişse, değme keyfime. Bir kol çengi, sırasına göre canımın o an çektiği İstanbul’un artık hangi lokanta, ya da meyhanesiyse, atarım kapağı. (...) Bir iki duble içilirken, konu kendini yazar da yazar.”

Babasının milletvekilliği sırasında çocukluğunun bir bölümünün geçtiği Ankara denince “...yanık, çürük, paslı tahtalar ve kerpiç kalabalığı içinden alt alta, üst üste evleri, bozuk, dar sokaklarda vizyersiz kalpaklarıyla askerleri, kalpaklı subayları, Hakimiyet-i Milliye gazetesi satan çocukları” hatırlar.

Hastalandığı yıllarda bile kendini sokaklara at-madan duramaz: “Düştüm yine İstanbul sokakla-rına ağır aksak... Cebimde başta trinitrine, çeşitli ilaçlar... Hiç acele etmeden, sağı solu kollayarak yürüyorum.(...) hastalıktan sonra nekahetimi kısa kesip, yollara düşmek, kapılar çalmak, merdivenler inip, merdivenler çıkmak zorundayım."

Sokaklar da bu iflah olmaz sokak tutkununa ardı-na dek açar kapılarını. “Beni çoğunlukla gündüzleri sokakta görürler. Ben devamlı bir yerlere giderim. Bir yerlere uğrar, bir yerlerden bir yerlere göçer dururum. Yıllardır her sabah, yaz demez, kış demez sabahın dördünde kal-karım yataktan. Ve sabah dokuza kadar yazımı yazarım. Sonra sokağa çıkarım. İkbal’e uğrar kahvemi içerim... Yazmak için yaşamak, duymak, halkı algılamak gerekir... Bir yazı için çok gereklidir halkın içinde kalabilmek ve halkın değişimini algılamak. Eskimemek için... Hatta değişimi yakalamak, bu değişimin dışına düşmemek gerekmektedir. Her gün çalışmak, her gün yazmak, her gün boğuşmak gerekir ekmekle. Bu ara halktan yana olduğum için de çok güç bir fatura ödetirler...”

Öykü kitaplarından birine Arka Sokak adını verecektir. Kentin kenar mahallelerinin, gecekondu mahallelerinin sokaklarıdır buralar. Büyük caddelerden söz etse bile, öyküsünü, o büyük caddelere bağlanan ara sokaklara ya da o büyük caddelerin arka sokaklarına taşıyacaktır. “Yıkıldım yıkılacak evlerin karanlık pencereleri kor-kuyla bakıyorlardı bozuk parkeli, dar sokaklara.”(Üçüncü) “Ağır, eski taşlarla örülü, karanlık bir sokakta, yan yana kayboldular.” (Parkta)“Çıktı sokağa. Sokak güneş dolu. Güneş göz alıcı, güneş sımsıcak, güneş patlamamış yeşil yaprakların kokusuyla yüklü. (...) Ahşap evlerin tahtaları kara kara ama gülüyorlar gene de, bozuk parkeler gülüyor, kuru ağaç dalları...” (Ürok Ninile)“Ahşap evlerin arasındaki bozuk parkeli, daracık sokağa gölgeler inmişti.” (Kenar Mahalle)“Dar, eğri, çamurlu sokaklardan ağır ağır dönüyor u m .” (Pırıl Pırıl)Sadece üç öyküsünde “asfalt cadde”den söz ediyor. (Telefon, Yerli Turist, Hemşerim)“Doğduğum memleketteki işim elimden alınmış, çaresiz, büyük şehre itilmiştim. Büyük şehrin beton, asfalt ihtişamını gözlerim görmüyor, tabanları delik pabuçlarımla her gün kilometreler tepiyordum. Ama ne dünyadan, ne de insanlardan ümidimi kesmemiştim, kesemiyordum.” (Hemşerim) “Abidin Paşa Caddesi üzerindeki küçük apartmanlardan birisinin duvarına sırtını dayamıştı. Başında asaletini kaybetmiş, yer yer havı dökülmüş, kepaze bir melon şapka, kaldırımdan gelip geçenleri aşağıdan yukarıya, bir tilki gibi kolluyor, gözüne kestirdiğine gür ve tertemiz sesiyle: “Allah rızası için” diye başlıyordu.” (Propagandacı)

Özellikle Çukurova’nın “kanlı topraklarını”anlattığı romanlarında karşımıza çıkan konakları, çiftlik evlerini öykülerinde pek göremeyiz. Sadece 8 öyküsünde zengin evi, konak anlatılır. Öyküsünün o kendine özgü küçük alanının, bozuk parkeli, çamurlu, dar Orhan Kemal Sokağı’nın içerisinde konakların yeri olmaz, konaklar daha geniş ve katmanlı hikâyelerin mekânları olacaktır. “Ev, tek gözden ibaretti, damı saz örtülüydü, kerpiç duvarları da kambur kambur.” (Teber Çelik’in Karısı)     “İstanbul’un çok büyük, çok süslü yapılarla ünlü semtlerinden birinin kıyısındaydı gittiğim ev. Eski İstanbul ahşap evleri biçiminde, şahnisli, cumbalı, kiremitli, saçakları dantela gibi oymalı. (...) alt katta daracık bir dehliz. Loş, dört beş metre uzunluğunda. Sonda, sağlı sollu ufacık ufacık iki oda. Herhalde o mutlu uşaklar otururdu bu odalarda.”(Yandan Çarklı)

En çok vapurla (10 öykü) yolculuk ediyor Orhan Kemal’in öykü kişileri. Sonra otobüs (8 öykü) ve ardından dolmuş (6 öykü) geliyor. Taksi, tramvay, kamyon ve tren birer ikişer öyküde yer alıyor. “Haliç vapurlarından birinin en alt aynalı salonundayım. Önümde kocaman ayna. Sağımda, Haliç kıyılarını, hırçın denizi gören geniş pencere. Salon kalabalıktı. Bütün sıralar omuz omuza. Bir an, can sıkıntısıyla önümdeki aynaya gözlerimi tam çevirmiştim ki, iri, simsiyah bir çift göz!” (O Kadın)

Öykücülüğünün en nitelikli öyküleri ara-sında yer alacaktır bu tür öyküler. (Çocuk, Aslan Tomson, Tarzan, Sevinç, Delibozuk, Uyku, Harika Çocuk, Kahya, Fırlama)“Ayağında babasının kocaman postalları, başında kulaklarına geçmiş kasketi, boynuna kınnapla asılı işportasıyle evden çıktı. Çoluğu çocuğu etrafını almış, gaileli bir ev erkeği hesaplılığıyle sokağı geçti. Caddedeki tütüncünün bulunduğu köşeye işportasını her zamanki gibi yerleştirdi.” (Aslan Tomson)

Sokakta oynayan çocukların anlatıldığı öykülerin nerdeyse tamamında futbol oynanır. Bazen Orhan Kemal de futbol oynayan çocukların topuna vuracaktır.“Bir arsadan geçerken, top oynayan çocuklara rastlıyorum. Onlar gibi, onlardan biri gibiyim. Ceket-lerden yaptıkları kaleye penaltı atıyorlar. Pervasızca sokuluyorum. (...) Topu on sekize dikerek geriniyorum ve sol açıyı gösterip sağ açıya müthiş bir dış, gol!” (Kırk Yaş)

 Orhan Kemal Sokağı, kendine özgü bir öykü damarı kurabilmiş, öykücülüğümüzün köşe taşlarından biri olan Orhan Kemal’in yazın dünyasına ve kendinden sonra öykü yazacak olanlara bıraktığı en büyük mirastır. Sokağı temizleyip çıkmayalım dolaşmaya, o parkesiz, çamurlu sokakların bugün nasıl bir sokağa dönüştüklerini, o sokağın insanlarının bugün hangi yoksulluklarla boğuşup ekmek kavgası verdiklerini görüp öyle dolaşalım. Orhan Kemal Sokağının hepimize söyleyeceği, öğreteceği çok şey var.yenie.net 

14 Eylül 2020

Dante Alighieri - Araf

Birinci Kanto…

70- Özgürlüğünü arıyor o, özgürlüğün bedelini uğrunda can verenler bilir en iyi…
103- Yapraklı bitki, gövdeli bitki de burada yaşayamaz, çünkü dalgalara karşı koyamaz…

İkinci Kanto…
64- Az önce bir başka yoldan buraya vardık, öyle çetin öyle sarptı ki, yokuş çıkmka bizim için çocuk oyuncağı artık…
79- İçi boştu gölgenin!..
121-Bu ne aymazlık, bu ne umursamazlık?.. Hemen dağa çıkın, Tanrı’nın size görünmesine engel olan kabuğunuzu bırakın!…

Üçüncü Kanto…
133- Umut çiçeği açtığı sürece, onların ahı yok etmez sonsuz sevgiyi, geri dönmeyecek bir biçimde…


Dördüncü Kanto…
1- Duyularımızdan birine acı ve zevk egemen olursa, öyle kaptırır ki ruhumuz kendine bu duyguya
4- artık öteki duyuları tanımaz bile ve bu olgu, birden çok ruhumuz olduğuna inananların görünüşünü çürütür…
7- Ruhu büyük bir güçle kendine çeken bir şey görülürse duyularsa, zaman bir çırpıda akıp gider,
10- çünkü zamanı algılayan yeti başka, ruhu içeren yeti başkadır, biri bağımsız, öteki bağımlıdır…
22- Üzümler olgunlaşınca asmaların dibine bağcının çatalla açtığı delik bile, daha geniş olurdu bu geçitten…
52- Yüzümüzü geldiğimiz doğu yönüne döndük, aştığımız yola bakmak güç kaynağı oldu bize…
85- Ama ne olur, bana söyle, daha ne kadar yolumuz kaldı geriye, çünkü dağın yüksekliğine gözlerim erişemiyor…
88- Dedi ki : Bu dağ öyle bir dağdır ki, başlangıcı çok sarptır, ama yükseklik arttıkça zorluk azalır…
91- Bu nedenle, dağa tırmanış, akıntıya kapılmış bir gemi gibi kolayladığında,
94- yolun sonuna varmış olacaksın; bekle yorgunluğunu orada çıkartırsın…
127- Kardeş yukarı çıkmak neye yarar ki? Tanrı’nın kapıda duran meleği, cezamı çekmeme izin vermez ki…

Beşinci Kanto…
16- Düşüncesinin üstüne düşünce yeşerten, uzaklaşmış olur ereğinden, ikinci düşünce güçsüz kılar ilkini…
82- Bataklığa doğru koştum oysa, sazlar, çamurlar engel oldu kaçmama, yere düştüm; damarlarımdaki kan göl oldu toprakta…

Altıncı Kanto…

1- Zar oyunu sona erince yenilenin içine sıkıntı düşer, zarlara sarılır yeniden, bilensin diye;
4- herkes yenenin peşinden gider; kimi önde yürür, kimi onu arkasından çeker, kimi varlığını yanında belli eder;
7- yenen, durmayıp yürürken herkesi dinler, elini uzattığı, çekilip gider; böylece kurtarmış olur kendini…
136- Doğruyu söyleyip söylemediğimi olaylar göstermekte…

Yedinci kanto…
25-Senin peşinde koştuğun, benim ne yazık ki çok geç tanıdığım yüce Güneş’i yaptıklarım için değil, yapmadıklarım için yitirdim…
28- Aşağıda, acı çekenlerin değil, yalnızca karanlığın hüzünlü kıldığı bir yer var, orada çığlık değil, iç çekişidir yakınmalar…
49- Gece çıkmak isteyeni biri mi engeller, yoksa gece çıkmayı beceremez mi?
52- İyi yürekli Sordello parmağıyla bir çizgi çizdi yere ve “dinliyor musun?” dedi, “güneş batınca bu çizgiyi bile geçemezsin…”
55- gecenin karanlığından başka bir şey engellemez yukarı gitmeni; ama karanlık yok eder insanın yukarı tırmanma isteğini…
88- Bu yükseltiden daha iyi seçerseniz her birinin yüzünü, yaptığını ettiğini, vadiye indiğinizde böyle görmezsiniz…
121- İnsanların erdemlerinin çocuklarına geçmesi az rastlanır…

Sekizinci Kanto…
34- Aşırı ışık köreltmişti gözlerimi…

Dokuzuncu Kanto…
85- Dikkat edin, yukarı çıkmak üzebilir sizi…
94- İlk basamak mermerdi, temiz mi temiz, kaygan mı kaygandı, bir aynada gibi gördüm onda kendimi..
97- İkinci basamak karaya çalıyordu, enine boyuna çatlaklarla dolu kireçli sert bir taştan oluşmuştu.
100- En üstte yükselen üçüncü basamak, sanki tutuşmuş somakiydi, damardan fışkıran kan gibiydi..
112- İçeri girince bu yaraları temizlemeyi sakın unutma…
121- Anahtarlardan biri yerine oturmayıp da, kilidin içinde dönmezse gerektiği gibi, kapı açılmaz…
124- Biri daha değerlidir; ama öteki açmadan önce çok bilgi beceri ister, çünkü düğümü asıl o çözer…
127- Kapıyı kapayıp da yanılmaktansa, açıp da yanılmayı yeğle…
130- Dönüp de arkasına bakan, dışarıda bulur kendini…

Onuncu Kanto…
127- Niye yükseklerde uçuyor ruhunuz, gelişmesi bitmemiş tırtıllar gibi kusurlu böcekler olduğunuzu bilmiyor musunuz?..

On Birinci Kanto…
82- Artık onurun çoğu onun, azı benim…
91- Ey insan yeteneğinin gelgeç başarısı!..Ne kısa süreli doruklarınızın yeşili, peşinden gelmezse eğer fırtınalı günler!..
100 – Dünyada ün denilen, tıpkı bir esinti, bir o yandan eser, bir bu yandan gelir, yönü değiştikçe adı da değişir…
106- Bin yıl dediğin, sonsuzluk ölçeğinde, eşittir gökyüzünün en ağır dairesine göz açıp kapayıncaya dek geçen süreye…
115- Sizin ününüzün rengi tıpkı ot rengi, bir koyulaşır, bir açılır, topraktan çıkaran kişi soldurur yine bu rengi…

On İkinci Kanto…
4- Bırak onu ilerle, çünkü yelkenleriyle, kürekleriyle, herkesin elinden geldiğince kayığını yürütmesi gerekir bu yerde…
13- Aşağıya çevir gözlerini, görürsen ayaklarının nerede gittiğini, güvencede bilirsin kendini…
94- Ey gökyüzüne uçmak için yaratılan insan, niçin düşüyorsun en ufak bir rüzgarda?..
124- Ayakların yenik düşecek iyi niyetine artık yorulmamakla yetinmeyip keyif de alacaksın tırmanmaktan…

On Üçüncü Kanto…
73- Beni görmeyenleri görerek yürümek, bence onları aşağılamak demekti…
76- Konuş ama az söyle, öz söyle…

On Dördüncü Kanto…
52- Daha derin boğazlara indiğinde kurnaz mı kurnaz tilkiler bulur önünde, olanaksızdır bunları faka bastırmak…
76- Senin bana yapmak istemediğin şeyi, benim sana yapmamı istiyorsun demek ki…
85- Ne ektimse onu biçiyorum şimdi; ey insan soyu, niçin bağlıyorsun yüreğini başkalarının dışlandığı yere?..
94- Zehirli bitkiler sardı her yanı, toprağı işlemek için artık çok kalındı…
142- Bu sesler birer dizgindi, amacı insanı sınırları içerisine çekmekti…
145- Ama zokayı yemişsiniz, kendine sürüklemekte sizi eski düşmanınızın oltası; bu nedenle dizginin de, uyarının da olmuyor yararı…

On Beşinci Kanto…
49- Bölüştükçe azalan şeylere yöneldiği için isteklerinizin ereği çekememezlik kabartmakta yüreklerinizi…
52- Ama en yüce dairenin sevgisi yukarıya doğru yöneltseydi isteklerinizi içinizde bu tasadan eser bile kalmazdı…
55- Çünkü ‘bizim’ diyenlerin sayısı ne denli çok olursa, o denli zengin kılar her şeyi…
61- Birkaç kişinin bölüştüğü bir değeri, çok sayıda kişi bölüşürse, o kişilerin daha varsıl olmaları düşünülebilir mi?..
64- Dedi ki: “Aklın hala dünya işlerinde senin, bu nedenle olmalı, gerçek ışıktan karanlıklar derlemektesin…”
70- Ateş ne denli çoksa, o denli çok verir kendini, böylece ne denli yayılırsa sevgi o denli çoğalır sonsuz erdem, üzerinde…
73- Ne denli çok yürek tutuşursa yukarıda, o denli çok olur sevginin ereği, bir ayna gibi yansır erdemler karşıdaki ruha…
103- Ceza verirsek iyiliğimizi isteyenlere, ne yaparız kötülüğümüzü isteyenlere?..
115- Ruhum esrimeden silkinip de, çevresindeki gerçek nesneleri görünce, hatamın beni yanıltmadığını anladım…
127- Yüz maske bile taksan yüzüne, aklından geçen en küçük düşünce bile bilgim dışında kalmaz benim…
136- Uyku sersemliğini atmada tembellik edenleri, zaman zaman böyle dürtmeli…

On Altıncı Kanto…
34- Duman engellerse görmemizi, kulaklarımız birleştirir bize..
58- Seninde dediğin gibi dünya da erdemin zerresi kalmadı, kötülükler sardı her yeri,
61-ne olur bunun nedenini söyle, öğrenip başkalarına söylerim ben de, kimisi yıldızlara, kimisi buraya bağlıyor nedeni.
64- İlkin derin bir iç çekti “Of!” dedi inler gibi, sonra Kardeş diye söze girdi, dünya kördür, seninde oradan geldiğin belli.
67- Gökte buluyorsunuz her şeyin nedenini siz canlılar, her şey sanki onunla sürükleniyormuş gibi.
70- Böyle olsaydı, hiçbir şey elinizde olmazdı, iyiliğe sevinmenin, kötülüğe üzülmenin bir anlamı kalmazdı.
73- Evet, gök başlatır davranışlarınızı, ama her davranışı değil, öyle bile olsa, iyi ile kötüyü ayırt edin diye
76- ışıkla istenç verildi size, gökle ilk çatışması zor gelse de istence, sonunda hep üstün gelir, eğer iyi beslenirse.
79- Özgürsünüz, daha yüce, daha değerli bir güce bağlı olsanız bile; aklınızı bu güç verir size, gökler karışmaz aklın işine…
109- Kılıç asayla birleşince, zoraki birleşme yalnızca kötülük getirdi…
112- Başağa bak iyice, çünkü tohumundan belli eder kendini bitki…

On Yedinci Kanto…
22- Aklım öyle kapandı ki, kendi içine, dıştan gelen hiçbir nesne giremez oldu içine…
58- Bir gereksinimi görüp de yardım işareti bekleyen, yardım etmeyecek demektir…
94- Doğal sevgi hep hatadan arınmıştır, ama öteki hata edebilir, değersiz bir nesne seçerek, gereğinden fazla ya da gereğinden az severek…
103- Sevginin, içimizdeki her erdemin ve ceza gerektiren her eylemin tohumu olduğunu anlamalısın sende…
106- sevgi içinde doğup yeşerdiği güzellikten çevirmeyeceği için gözlerini, her nesne korunmuş olur kendi kininden.
109- Öte yandan hiçbir varlık kökeninden bağımsız ve ayrı olmadığına göre kin beslemez kendisine can verene.
112- Öyleyse, yaptığım ayrım yanlış değilse, yanı başımızdakine yönelir kötülük sevgisi; ve bu sevgi üç biçimde doğar sizin balçığınızda.
115- Kimisi, komşusunun alçalmasında görür yükselmenin yolunu, işte bu nedenle onun büyüklüğünü yitirmekten ürker,
118- Bir başkası yükselirse, gücünü, saygınlığını, şanını, onurunu yitirmekten ürker, kimisi de öyle üzülür ki, bunların karşıtını sever,
121- aşağılanan biri de öyle utanç duyar ki ,öç doldurur yüreğini, önlenemez başkalarına kötülük etmesi.
127- Ruhunun dinleneceği bir iyilik tasarlar her insan ve onun peşinde koşar; ona erişmek için çaba harcar.
130- Onu öğrenmeye ya da elde etmeye sizi dürten sevgi gevşek bir sevgiyse, pişmanlığın ardından bu daire sizi cezalandırır…
133- Mutluluk getirmeyen bir iyilik daha vardır; ne mutluluktur o, ne de her iyiliğin meyvesi ve kökü olan özün kendisi…
136- Buna kendini aşıran kaptıran sevgi üstümüzdeki üç dairede gözyaşı dökmekte; söylemeyeceğim nasıl bölündüğünü üçe,
139- kendin arayıp bulasın diye…

On Sekizinci Kanto…
13- Senden bu nedenle, her iyi eylemle tersinin kaynağı olarak değerlendirdiğin sevginin ne olduğunu açıklamanı istiyorum sevgili babam.
16- Aklının keskin gözlerini bana çevirirsen dedi o, yol göstermeye kalkan körlerin düştükleri hatayı görürsün hemen.
19- Ruh sevmek için yaratılmıştır, hoşlandığı şey onu dürtünce, hoşuna giden her şeye yaklaşır.
22- Algınız bir görüntü yaratır gerçek bir nesneden, bunu içinize yansıtır ruhunuz böylece yüzünü çevirir o yöne;
25- O yöne dönen ruh nesneye eğilirse sevgi denilir bu çekime, bu doğal sevgi keyif verip bağlar sizi kendine.
28- Ve ateş havada nasıl yükselirse özünün daha uzun sürdüğü yere, doğarken aldığı biçim gereği,
31- işte sevgiye kapılan ruhta böyle bir istek duyar ve ruhsal bir eylem olan bu istek, dinmez sevdiği şeyi elde etmedikçe.
34- Her sevginin özünde saygın olduğunu düşünenlere gerçeğin ne denli uzak olduğunu görmüş olmalısın şimdi.
37- Her zaman iyi olabilir belki de nesne; ne var ki mum ne denli iyi olsa bile her zaman iyi çıkmaz mührün izi..
40- Sözlerini dinleyince, dikkatle seni izleyince diye yanıt verdim. Sevgiyi öğrendim, öğrenmesine, kuşkularım çoğaldı ne var ki;
43- Sevgi bize dışımızdan geldiğine, ruh da onun etkisine girdiğine göre, eğri de gitse, doğru da gitse, ruhun bir seçimi olmuyor bu işte…
46- Dedi ki : “Ben sana aklımın erdiğini söyleyebilirim ancak; bunun ötesini Beatrice anlatacak; çünkü inanç eylemi bunun ötesi…
49- Maddeden ayrı ama onunla iç içe her özsel biçim kendine özgü bir erdem içerir, bu erdem ancak eylemiyle sezilebilir,
52- ancak etkisiyle görülebilir, tıpkı bitkilerdeki yaşamı yeşil yaprakların belli etmesi gibi.
55- Bu nedenle insan ilk bilgileri ve hoşlandığı nesnelere duyduğu sevgiyi nasıl edindiği bilmez,
58- Arı nasıl içgüdüsüyle bal yaparsa bunlar da içgüdüseldir insanda; bu ilk istek ne övgü hak eder, ne de yergi.
61- Ötekilerin de eklenmesi için ilk isteğe, doğuştan gelen, akıl öğreten, kapıyı bekleyen bir erdem vardır hepinizde.
64- Bu erdemin iyi sevgilere, kötü sevgilere kucak açışına göre övgü kazanmanızın nedeni bu ilke de yatar işte.
67- Sorunun derinine inenler, bu doğuştan özgürlüğü belirlediler ve dünyayı ahlakı getirdiler.
70- Demek ki, içinizde doğan bir sevgiyi bir gereksinimin ateşlediğini kabul etsek bile, dizginleri sizin elinizdedir yine de…

Yirminci Kanto…
1- Bir arzu karşı koyamaz kendinden güçlü arzuya…
82- Ey cimrilik, öyle tutsak ettin ki soyumu kendine, sevmez oldular kendi çocuklarını bile, elinden daha ne kötülük gelir ki?..

Yirmi Birinci Kanto…
61- Arınan ruh özgür bulunca kendini, yer değiştirmek ister kendi isteğiyle, bu istektir arınmanın tek belirtisi…
106- Kahkaha ile gözyaşı öyle yakından izler ki ikisinin de kaynaklandığı duyguyu dürüst bir kişi kullanamaz istencini…


Yirmi İkinci Kanto…
10- Erdemle tutuşan bir sevgi, tutuşturur hep başka bir sevgiyi, yeter ki dışarı vursun alevi…
28- Gerçekten de, kimi kez insan haksız yere kuşkuya düşer gördüklerinden, bunun nedeni saklı kalmasıdır asıl gerçeklerin…
49- Bil ki, bir günahın tam tersi bir günah, onunla bir arada kendi kökünü de kurutur burada…
124- Alışkanlık yol gösterdi adımlarımıza, daha az kuşkuyla koyulduk yola, bu seçkin ruhun da onayıyla…

Yirmi Üçüncü Kanto…
13- Borçlarını ödeye ödeye giden gölgeler olmalı…
58- Merak içinde konuşturma beni, kişi düzgün konuşamaz aklı başka yerdeyse…
115- Eğer gözlerinin önüne getirirsen benim sana, senin bana yaptıklarımızı daha da duyumsarız anılarımızın ağırlığını…

Yirmi Dördüncü Kanto…
7- Bu ruhun yavaş tırmanmasının nedeni, yanında yürüyen öteki;
16- Öyle tanımaz kıldı ki açlık yüzlerimizi, adlarımızı söylemek yasak sayılmamalı…
61- Sorunu derinlemesine inceleyen biri, iki biçim arasında bir başka ayrım göremez…

Yirmi Beşinci Kanto…

16- Sözlerinin okunu tutma yayda gerili, bırak gitsin ileri…
67- Dölüt beyni eksiği olmayan bir beyindir…

Yirmi Altıncı Kanto…
106- Söylediğin bu sözlerle öyle parlak bir iz bırakıyorsun ki bende, Lethe bile silip karartamaz bu izi…

Yirmi Yedinci Kanto…
10- Ey kutsal ruhlar, alevlerden geçmedikçe ileri gidemezsiniz: girin alevlerin içine…
49- Ateşin içine girdiğimde, öyle ölçüsüzdü ki alevlerin sıcaklığı, serinleyeyim diye erimiş camın içine bile atabilirdim kendimi…
73- Her birimiz bir basamağı yatak yaptık kendimize; çünkü dağın yapısı hiç birimizde bırakmamıştı tırmanma gücü, tırmanma isteği.
91- Uyku bastırdı birden, o uyku ki daha olmadan önce bilir çok şeyi.
127- Buraya akılla sanatla getirdim seni; bundan böyle, kendi isteğin rehber olacak kendine; sarp çetin yolların dışındasın artık…
139- Benden tek söz, tek işaret bekleme; aklın özgür şimdi, doğru ve sağlıkla da, hata edersin uymazsan ona:
142- artık tacını da, külahını da bırakıyorum sana…

Yirmi Dokuzuncu Kanto…
46- Duyuları yanlışa sürükleyen toplu algılamanın, uzaklığın etkisinden kurtulacağı denli yaklaşınca onlara,
49- aklı besleyen erdem bunların şamdan olduğunu öğretti bana…
61- Parlak ışıkları görmeye can atıyorsun da, arkalarından gelene niçin bakmıyorsun?..

Otuzuncu Kanto…
118- Toprak iyi, iyi ekilmez de bakımsız kalırsa, daha kötü, daha yabani olur, güçlü olduğu ölçüde…

Otuz Birinci Kanto…
40- Suçlunun kendi ağzından çıkarsa günah suçlaması, bileği taşı törpülemeye başlar keskin ucu, bizim mahkememizde…
85- Pişmanlık ısırganı öyle dalamıştı ki içimi, beni onun sevgisinden ayıran her şeye düşman kesildim birden…

Otuz İkinci Kanto...
67- Modelin resmini çizen bir ressam gibi, nasıl uyuyakaldığımın resmini çizerdim; ama bu resmi kim çizebilir ki?..

Otuz Üçüncü Kanto...
31- Korkudan da, utançtan da artık kurtulmalısın; düş gören biri gibi konuşmamalısın…
34- Bil ki, yılanın kırdığı araba eskiden vardı, artık yok; suçlu da bilsin ki, Tanrı’nın öcü çorbadan korkmaz..
37- Önce canavar, sonra av olan arabada tüylerini bırakan kartal hep mirasçısız kalmaz..
124- Belki de çoğu kez olduğu gibi, daha önemli bir şeye duyduğu ilgi gözlerine dek bulandırmıştır belleğini…

11 Eylül 2020

Theodor W. Adorno "Düşünen insan, saldırgan olamaz"

Felsefesi ve etkisi

Adorno, aklın nesnel olmadığını, insanın da bu anlamda kendi özneli olamadığını savunur ve bugüne kadarki felsefenin foyasını ortaya çıkarmaya çalışır. Aklın nesnel olamamasının sebebi de insanın kendi hayatının öznesi olamamasıdır. Toplum üzerine teorileri genel bir karamsarlığı yansıtır. Ona göre bürokrasi, idare ve teknokrasinin kuşattığı toplumda bireyin kendisi bizzat geçmişte kalmıştır. Yoğunlaşmış sermaye, planlama ve kitle kültürü bireysel özgürlükleri büyük oranda tahrip etmiş ve eleştirel düşünme yeteneği yerini tümüyle şeyleşmiş bir toplum bilincine bırakmıştır.

"Düşünen insan saldırgan olamaz" şeklinde kışkırtıcı tarzıyla ideolojilerin etkisini kırmayı, aforizmalar biçiminde yazılmış metinleriyle kapalı düşünce sistemlerinin temellerini yıkmayı düşünür. Bu geleneksel olmayan tavrı toplumun eleştirel olmayan bir olumlamasını engellemeye çalışır. Böylece okurun sadece düşünmesini değil, düşüncelerini eleştirel bir biçimde yeniden kurmasını hedefler.

Adorno'nun kişisel çalışması, okulun genel yönelimlerinin çok ötesine gider bir bakıma, çünkü Adorno bir anlamda eleştirel teorinin kendi sınırlarına ulaştığı noktada çalışmasını sürdürür ve kendine özgü yöntemini bu çalışmalarla geliştirir. Horkheimer ile birlikte yaptığı çalışmaların yanı sıra, kendi kişisel çalışmalarının derinliği ve içeriğinden söylem yapısına kadar taşıdığı özgüllüğü dikkat çekicidir. Onun kişisel başyapıtı olan Minima Moralia bu bakımdan özel bir yere sahiptir. Kendi yöntemini ve anlayışını derinlikli ve ilginç bir şekilde ortaya koyar bu kitap. Adorno, her zaman, düşüncenin kendi içine kapanma eğilimine karşı ısrarla direnir. O, bir anlamda her tür despotizmin ve tahakküm ilişkisinin kaynağını ve kökenini düşünme imkânının sınırlandırıldığı ve ketlendiği yerlerde görür.

10 Eylül 2020

Tezer Özlü 77 yaşında!


Tanımlamalar uzuyor, geçmiş zamanın, anın, gelecek zamanın zamansızlığında yitiyor.

Çok büyük sözcükler. Çok büyük olguları çağrıştırıyor.

Bugün, hem insan sıcaklığını, hem de sevgiyi yalnız kendi içimde taşıyorum. Yani sevgisizim. Ve soğuk.

Soyut, genel, duygusal, yaz bulutları gibi bir sevgi. Birdenbire sağnakla da boşalabilir. Hafif bir esintiyle de yitebilir. Sağnak da benim. Esintiler de.

Bomboş var olacağım. Kendi doluluğumun boşluğunda. Ve bir başıma. Ve bağımsız. Ovadaki yalnız ağaç gibi. Yaşlı ve büyük.

Hangi yolculuğumun hangi anındayım. Oysa hiç yolculuğa çıkmam.Her an ve her yerde, daha önceleri ve şimdi hep sürekli bir yolculukta değil miyim. Böyle yaşamadım mı. Böyle yaşamıyor muyum. Böyle yaşamayacak mıyım.

Belli bir sarhoşluk içinde yeryüzüne dayanmak daha kolay.

Sonsuz sevmek isteğimi her zaman tüm insanlara, her insana dağıtma çabası gösterdim. Zaman zaman da herkesten nefret ettim. Kendi dışımda.

Sanki duygularımı kilometrelerle uzatıyorum, duygularımı yolların bitmezliğine dönüştürüyorum. Oysa sözcüklere dönüştürmem gereken duygular bunlar.

Her an, bu dünyanın her anı ne denli yoğun. Bakmasını bilince.
Yaşamın Ucuna Yolculuk
 

09 Eylül 2020

Laikliğin yıkılmayan son kalenin simgesi olan güzel İzmir'imizin düşman işgalinden kurtuluşunun 98. yılı kutlu olsun.


Türkiye'nin güvenini amaç edinen, hiçbir başka ulusun aleyhinde olmayan bir barış yolu, her zaman bizim ilkemiz olacaktır.

İzmir, kırk yüzyıllık bir ata yurdudur. İzmir, bu kadar derin bir tarihe sahip olmakla beraber coğrafî durumu sebebiyle ekonomik ve siyasî çok büyük bir öneme sahiptir. İşte bunun içindir ki, Türkiye'yi mahvetmek isteyen düşmanların, her şeyden evvel gözleri bu tarihî, bu önemli beldeye döner. Nitekim düşmanlarımız en evvel burasını işgal etmişler, ondan sonra daha doğuya ilerlemişlerdir. İzmir'in işgali, bütün milletin kalbinde derin bir yara oluşturmuştur. Herkes İzmir için feryat ediyordu. İzmir, halkın elemlerini, feryatlarını, kararlılık ve imanını ifade etmek için bir parola olmuştu. Çeşitli görüş noktalarından çok değerli olan İzmir, elbette düşmanların elinde bırakılamazdı ve nitekim bırakılmadı. 1923 (Atatürk'ün S.D.II, s.84)

04 Eylül 2020

İlhan Arsele Mektuplar - Turan Dursun

 Din Bu-1: Tanrı ve Kur'an İncelemeleri - 1000Kitapİlhan Arsel - Biyografya
Turan Dursun'un Prof. Dr. İlhan Arsel'le tanışması 1977 yılına rastlar. Arsel'in Amerika'ya gitmesiyle iki dost arasındaki ilişki kesintiye uğrar. Arsel ve Dursun'un yazışmaları 1987 sonunda başlar ve Turan Dursun'un öldürüldüğü 4 Eylül 1990'a kadar sürer. Öyle ki, kara haberden birkaç gün sonra, Turan Dursun'un 30 Ağustos 1990 tarihli mektubu ulaşır İlhan Arsel'e…
 
İki kitap olarak hazırladığımız mektuplarda, aydınlanma mücadelesinin iki bayrağı arasındaki sarsılmaz dostluğu, şeriatın karanlığına karşı mücadele azmini okuyacaksınız. Arsel ve Dursun'un mektupları, iki yazarın günlük yaşamlarından kısa ve uzun vadeli programlarına, sevinçlerinden hüzünlerine, "din" ve "Tanrı" konusundaki görüşlerine kadar, birçok konuyu içeriyor. 
 
Bu kitap, Turan Dursun'un İlhan Arsel'e yazdığı 40 mektubu ve ek olarak bir yazıyı içeriyor. İlhan Arsel'in Turan Dursun'a Mektupları'nda ise, 51 mektup ve ek olarak dokuz yazı yer alıyor.