02 Temmuz 2023

Kucaklıyor beni Metin Altıok "Aldırma" diyor gülerek "Yaşamak görevdir bu yangın yerinde Yaşamak, insan kalarak"

Yaşamak bu yangın yerinde
Her gün yeniden ölerek

Zalimin elinde tutsak
Cahile kurban olarak

Yalanla kirli havada
Güçlükle soluk alarak

Savunmak gerçeği, çoğu kez
Yalnızlığını bilerek

Korkağı, döneği, suskunu
Görüp de öfkeyle dolarak

Toplanıyor ölü arkadaşlar
Her biri bir yerden gelerek

Kiminin boynunda ilmeği
Kimi kanını silerek

Kucaklıyor beni Metin Altıok
"Aldırma" diyor gülerek

"Yaşamak görevdir bu yangın yerinde
Yaşamak, insan kalarak"

 

Yusuf Atılgan’ın Şiirleri

Uyu

“Uzaklarda bir saat on ikiyi çalıyor,
Bulutlar bile yorgun yerlere alçalıyor
Ay, suda yıkanıyor, renkler yakıyor suyu
Rüzgâr seni okşuyor bırak artık uykuyu.

Hayaller titreşiyor, renk renk mavi, siyah, mor,
Titreşen su bağrında ay sevdayla yanıyor,
Işıklar su koynunda gümüşten birer kuyu
Bak mehtapta uyuyor, uyanma yavrum uyu.

Saat, ilerleme dur, bu an bu dakka dur,
Gece, mehtapla rüzgâr ve sevgilim uyuyor…”

Cellat

“Ne iç ağrısı durdu, ne de tükendi derdim,
Gizli gözyaşlarımdan her gün bir çiçek derdim,
Iztırabımı ona bir buket diye sundum
Yarap, neden kapanmaz yaralara dokundum?
Neden sunduğum meyin ezelî bir mestiyim,
Sevdanın müşrikiyim, aşkın putperestiyim,
Bence hicran, husrandır aşkın vefanın adı,
Niçin hakikat oldu tek hülyamın celladı?..”

Ayrılık

Doğu yeli esiyor karşıdan
kirpiklerim tozlu
Ergin başaklar geçiyor iki yanımdan
Sensiz

Bir serin denizde misin kumda mısın
Öyle mi omzunda kuruyan deniz tuzu
Bensiz

Çorak tarlada geçkin bir at çakalı
Bir telli kavak bir zeytin bir kuş
Sensiz

Evde misin masal söyleyenin var mı
Açık mı kapılar yataklar boş mu
Bensiz

Milliyet Sanat Dergisi, sayı 1, Şubat 1980.
 
 
 Yusuf Ziya Atılgan olarak imza attığı Huduttan başlıklı şiiri

“Anne! çiçek açtıysa
Bağda bensiz bu bahar,
Korkma gönlümde benim
Açan binbir çiçek var.

Huduttan yurt kokusu
Gelir, bana yasemin
Onlardan daha büyük
Yurda yaptığım yemin.

Bensiz yalınız ise
Tarlada çiftle, çubuk
Sınırı bekliyorum
Merak etme, bir şey yok.

Doğarken sen yapmıştın
Başımı yurda adak,
Şimdi yiğit oğluna
Vereceksin sen de hak.

Yolumu beklemesin
Kara gözlü Ayişem
Bugün yurt kaygusundan
Yoktur başka endişem.

Anne biliyorsun ki,
Dünya bize mal olmaz
Erlerden geri kalsam
Sütün de helâl olmaz.

Kanımda her bir Türkün
Kaynıyor asil kanı
Gece gündüz sınırda
Bekliyorum vatanı…

Anne büyük ordunun
Yaklaşıyor düğünü
İleri yürüyünce
Başlıyacak “İnönü”.

Anne belki oğlunun
Sana son selâmı bu
Ağlama almaz isen
Bir ikinci mektubu.”

 
Ölü Su

İçsin mi kansıcağı ikindilerde
İki ucu denizsiz çay suyundan
Dört boynuzlu yörük öküzü
Çıkamaz ininden yaz uykusunda çakıroğlan
duvarda çamursarısı sidikkızılı boynuzbozu bir ölüdoğa
sıvanın altında kim var
Susuz aç
kim gizliyor olumlu tarhanayı sevimli ifritlerden
as kendini çakıroğlan
bir türküde oturacaksın yapayalnız
sabah çayları bir türküde üzüm
Kısır tarlada gereksiz bir kaya
ya da İskender sininde bir kabartma taşdonuğu
(yaşadıydı Karacoğlan Kızı Yunus karıncası
kansıcağı ikindilerde harman kaşıntısı)
Kendir saplarıyla asılmış uzarken yarı yolda
Suçluyum sayın yargıç
bir zurnacı çingene ısmarlayın ipime
Ya siz sayın Yargıç?

Yazı Dergisi, Sayı 1, 1978.

Emma Goldman 'Benim İnandığım'

BENİM İNANDIĞIM

'Benim inandığım' , satılık kalemlerin birçok kez hedefi oldu. Benim hakkımda insanın kanını donduran saçma sapan hikayeler yazıldı. Emma Goldman adı her anıldığında ortalama insanın kalbinin hızla çarprnaya başladığına kuşku yok. Cadıların içlerindeki kötülüğü çıkarmak için kazığa bağlanıp yakıldığı zamanlarda yaşamamamız çok kötü.
Çünkü Emma G oldman bir cadı ! Küçük çocukları yemiyor ama daha beter şeyler yapıyor. Bomba yapıp kafa uçuruyor. Vuvv !
Benim ve fikirlerim hakkında toplumun görüşü budur.
Bu yazıysa, The World'ün en azından benim fikirlerimin gerçekten nasıl şeyler olduğunu öğrenmeleri için okuyucularına tanıdığı bir şanstır.

Ilerici öğreti tarihinin öğrencileri, her yeni ülkünün, erken evrelerinde yanlış tanıtıldığını ve onu savunanların kötülenip zulme uğramış olduğunu bilirler. Zamanda iki bin yıl öncesine gidip lsa'ya inananların arenalarda avianmalarına veya zindanlara atılmalarına bakmak, büyük fikirlerin ve hakiki inananların ne kadar az anlaşıldıklarını görmeye yeter. Ilerleme tarihi, halkın benimsemediği fikirleri kabullenme cesaretini gösteren kadınlarla erkeklerin (örneğin, siyah insanların bedenleri, kadınların ruhları uğruna verdikleri hak mücadeleleri, vb . ) kanlarıyla yazılmıştır. Ezelden beri , yeni olan her şey itiraz ve suçlamayla karşılanmışken, benim fikirlerim neden bu dikenli taçtan muaf tutulsun?

'Benim inandığım' , nihai hedeften ziyade bir süreçtir. Kesin olan şeyler, insan zekasından ziyade, tannlara ve hükümetlere göredir. Herbert Spencer'ın özgürlüğü , toplumun siyasal temelinde formüle edişi doğru olabilir; yine de hayat, formüllerden ibaret değildir. Henrik Ibsen'in çok güzel saptadığı üzere, özgürlük mücadelesi, sadece özgürlüğe ulaşmak değildir; bu mücadele, insan karakterinin en güçlü, en kararlı ve en mükemmelini geliştiren bir kurtuluş mücadelesidir.

Anarşizm, 'karanlık adımlar'la yürüyen değil, organik gelişim içerisinde yararlı ve yapıcı olanı renklendiren bir süreçtir. Anarşizm, en militan bilinçlerin çarpıcı protestosudur. Anarşizm, en sert saldınlara göğüs geren, çürümekte olan bir çağın çığırtkanlığını yapanlara direnen öyle bir güçtür ki, kesinlikle taviz vermez, eğilip bükülmez. Anarşistler katiyen toplumsal gelişimin pasif seyircileri olmamışlardır; aksine, onların amaçları ve yöntemleri her zaman için son derece belirgindir. Şimdi, fazla yer kaplamadan, kendimi mümkün olduğunca açıkça anlatabilmek için 'benim inandığım' şeyleri madde madde sıralamak istiyorum:

MÜLKİYETE DAİR - HÜKÜMETLERE DAİR - MİLİTARİZME DAİR - İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ VE BASINA DAİR - KİLİSE'YE DAİR - EVLİLİĞE VE AŞKA DAİR - ŞİDDET EYLEMLERiNE DAİR 

Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir

Emma Goldman, ya da herkesin bildiği adıyla ‘Kızıl‘ Emma: Evlilik insan doğasına aykırıdır, esas olarak kadınları baskı altında tutmaya yarar ve bir kurum olarak kadınların cinselliklerini özgürce yaşamalarını engeller...Kadın ile erkek arasında aşkla kutsanmamış, doğal olmayan her türlü birlik fuhuştur. Kıskançlık ise, aşkın meyvesi olmaktan ziyade, erkeklere seks tekeli kurmayı sağlayan bir bahanedir...Teizm insan zihnine bir hakaret, ateizm ise hayatın, güzelliğin ve insan bilincinin en güçlü biçimde ve ebediyen onanmasıdır. Vatanseverlik, dünyamızın her biri demir parmaklıklarla çevrili, küçük parçalara bölünmüş olduğunu ve bazı özel parçalarda doğma şansına sahip olanların, üstünlüklerini başka parçalarda yaşayanlara göstermek için onlara savaş açma ve onları öldürme hakları olduğunu öngörür. Anarşizm insanın ufkunu açıp onu özgürleştiren bir güçtür; insanlara kendi yeteneklerine güvenmeyi, herkesin eşit ve güvenlikte olacağı bir hayat uğruna mücadele etmeyi, tek birimiz bile tutsaksak hiçbirimizin özgür olamayacağını öğretir.

 

Max Stirner " Gazetelerimiz politikayla dolup taşmakta, çünkü insanın politikanın bir mahluku olması için yaratıldığı kuruntusuyla büyülenmiştir onlar."

Hiçbir şey benden üstün değildir!

    Tanrı'nın da insanlığın da işi kendilerine dayanmaktadır, kendileridir. Benim meselem de benim. Tanrı gibi her şey ve hiçim, biriciğim.
    Gerçeğin kriteri benim, ben ise bir düşünce değilim, düşüncenin üstündeyim yani söylenemez bir şeyim.
    Erk ve şiddet sadece bendedir yani güçlü ve şiddetli olandadır.
    Hakikat, sevgili Pilatus, Tanrı’dır ve hakikati arayan herkes Tanrı’yı arar ve över. Tanrı nerede yaşar? Kafanda; başka nerede yaşayabilir ki?
    Devlet, kendi şiddetine hukuk; bireyinkine ise suç adını verir
    Haklı ya da haksız olduğumu yargılayan benim, benden başka bir yargıç yoktur. Başkaları sadece benim hakkımı onaylayıp onaylamadıklarını ve bunun onlarca da haklı olup olmadığını yargılayabilirler.
    Ben kimseden hak talep etmiyorum. Bu yüzden kimsenin hakkını kabul etmem gerekmez.
    Ego tek yasadır ve onun dışındaki, herhangi bir kanuna, inanca ya da anlayışa karşı hiçbir yükümlülüğüm yoktur.
    Kendisine sahip olmak için başkalarındaki irade eksikliğine bel bağlayan, başkalarının yarattığı bir şeydir. Efendi kölenin yarattığı bir şeydir. İtaat sona ererse, efendilikte sona erer.
    Büyükler neden büyüktür, bilir misiniz? Biz, dizlerimizin üstüne çökmüşüz de ondan. Artık kalkalım!
    Tanrı'nın işi, insanlığın işi, gerçeğin işi, iyinin işi, doğrunun işi, özgürlüğün işi ve daha niceleri. Bunların hiçbiri benim işim değildir, benim işim sadece benim olandır ve o genel değil, biriciktir, benim gibi.
    Sen kaçıksın be adam! Kafasında büyük şeyler ve tanrılar dünyası kuran ve kurduklarına da inanan sen, hayaletler ülkesi kurup kendini onlara karşı vazifelendiriyorsun, oysa o, sana el sallayan bir idealdir. Senin saplantın var!
    Tüm alçaklıklar Tanrı adına yapılmadı mı, tüm kanlı idam sehpaları Tanrı adına kurulmadı mı, insanlar yakılmadı mı, zındıkları öldürmek için mahkemeler ve engizisyon onun adına kurulmadı mı, bütün aptallaştırma çalışmaları onun adına yapılmadı mı ve günümüzde bile çocukların hassas ruhları dinsel eğitimle Tanrı adına zedelenmiyor mu [kelepçelenmiyor mu?] Kutsal yeminler onun adına bozulmadı mı ve her gün misyonerler ve karabaşlar diyar diyar dolaşıp Yahudileri, Paganları, Protestanları ya da Katolikleri (vb) kendi atalarının dinine ihanet etmeye teşvik etmiyorlar mı – Tanrı adına?
    Sahip olma hırsı bir insana hükmediyorsa, o insan, bu efendinin emirlerine itaat etmek zorundadır ve günün birinde iyi yürekliliğe kapılınca bu ona bir istisna gibi görünmez mi tıpkı dindar inançlıların bazen Tanrı'nın yönetiminden çıkıp “şeytanın” hünerlerine aldanmaları gibi? Demek ki sahip olma hırsı taşıyan ve açgözlü insan Kendine-Sahip-Olan değildir, hırsının esiridir ve efendisi için yapmadan kendisi için yapamaz, - tıpkı Tanrı'dan korkan gibi.
    Hıristiyan, hakikatin geçiciliğini kanıtlamış da olsa, bu dünyada varlığını sürdüren nesneler gibi hakikat de yaşamaktadır; ama hakikat geçicidir, çünkü onun değeri kendi içinde değildir, Bendedir.
    Gerçeğin kriteri benim, ben ise bir düşünce değilim, düşüncenin üstündeyim yani söylenemez bir şeyim.
    Ben, halklar ve insanlık ölünce doğarım. (...) Sen ey çilekeş Alman halkım – nedir acın, ıstırabın? Canlanamayan bir düşüncenin acısıdır seninkisi. Daha horoz ötmeden kaybolan hayaletin acısıdır. Yine de kurtuluşun ve mutluluğun hasretini çeker bu hayalet. (...) Kal selametle milyonların rüyası, çocuklarının binyıllık despotu, kal selametle! Yarın seni mezara taşıyacaklar; ve çok yakında kardeşlerin, diğer halklar, ardından gelecek. İşte o zaman insan alemi gömülmüş olacaktır. Ve ben, kendimin sahibi ben, onun gülen kalıtçısıyım!" (Max Stirner: Der EinzigeundseinEigentum. Reclam, 1981, s.238, 239. Çev: HİT).
    Bilginin istem olarak doğabilmesi ve özgür kişi olarak kendisini her gün yenilemesi için ölmesi gerekiyor.
    Belki şu sıralar Hess’in penceresinin önünden çocuklar bir arkadaşlık oyunu için bir araya koşuyorlardır; Hess, onlara baktığında eğlenceli egoist birlikler görecektir. Belki Hess’in bir arkadaşı ya da sevgilisi vardır; o zaman bir kalbin diğer bir kalbi nasıl bulacağını bilebilir ve karşılıklı zevk almak için ikisinin de nasıl egoistçe birleştiğini ve her ikisinin de doya doya zevk alacaklarını bilebilir. Belki de sokakta bir-iki arkadaşıyla karşılaşacak ve şarap içmeye çağrılacaktır; sevgiye hizmet etmek için mi onlarla gidecek yoksa zevk alacağını düşündüğü için mi onlarla birleşecek ?
    İşte Tanrı'nın sözlerini “evirip, çevirip” zırvalayan bu kişiler [Antik filozoflar] teologdur; peki, Tanrı'nın “mevcut” sözleri olmasaydı, neyi evirip çevireceklerdi? İşte liberaller de “mevcut olanı” sadece evirip çevirirler.
    Şimdi artık o denli dinselleşmişiz ki, “mahkeme jürisi” Bizi ölümle yargılıyor ve her hizmetçi polis iyi bir Hıristiyan olarak “görevine başlama yeminiyle” Bizi deliğe tıkıyor
    Dünya benim mülkiyetimdir.
    Hiçbir şey beni ifade edemez.
    Benim Hiç’im gözle görünen, elle tutulan bir Varlıktır. Üstelik kırıcı olan bu Hiç, vakumu dolduracak kadar da yapıcıdır. Dünya benim dünyamdır, gerisi yalan. Hiçbir amacım yok benim, neredeyse bir bitki kadar yalın ve yaşam doluyum. Ancak benim bir mülkiyet düşkünü olduğumu sanmayın -bunu da ısrarla söylüyorum. Her düşkünlük beni tiksindirir. Meselemi Hiç’e bıraktığım için, hiçbir tutku umurumda değil. Ben tutkuların kölesi değil, efendisiyim. Beni var eden benim, çünkü benim nedenim benim. Kimse benden sorumlu değil ve kimseden de ben sorumlu değilim. Bununla özgür olduğumu söylemiyorum, özgürlük kölelerin bir arzu ve tutkusudur, ben özgürlüğün nesnesi olacak kadar nesneci değilim. Özgürlük benimle birlikte doğdu ama ben başkaları gibi özgür olmaya mahkum değilim. Ben özgürlükten de arındım. Ben Biricik’im.
    Dünyaya gelmek bir şans meselesidir, bu şans herkesin yüzüne gülmez. Çok çekici, büyüleyici, kazanmadan elde edilen bu şans neredeyse hoş bir mucize kadar caziptir. Bu şans benim mülkiyetimdir. »Hiçbir şey benden üstün değildir«, çünkü her şey benim mülkiyetimdir. En az şu kâğıt kadar yer ve gök de benim olandır. Şu kadın, şu erkek, herkes benim hazzımın nesnesidir. Ne yazık ki, tüm hazlar gibi her şey geçicidir. Mülkiyetimde olmayan tek şey ölümdür. Bir boşluk olan şu evreni ancak kendimle doldururum, çünkü ben, Hiç’im derken boş olduğumu asla söylemedim -bunda ısrarlıyım.
    Hazmet kutsal ekmeği ve kurtul.
    Biricik bir sözcüktür ve bir sözcüğün altında düşünülecek bir şey olmalıdır, bir sözcük düşünce içermelidir. Oysa biricik düşüncesiz bir sözcüktür, düşünce içermez.
    Hakikat bir - yaratıktır.
    Hiçbir şey beni aşacak yücelikte değildir!
    Hiçbir şey, önünde, kendimi alçaltmamı gerektirecek bir yücelikte değildir!
    Beni hiçbir şey aşamaz!
    Hiçbir şey özgünlüğümü aşamaz!
    Tahakkümsüzlük, olsa olsa, özgürlük gibi bir saplantıdır.
    Sen hakikati ararken, kalbin neyi özlemekteydi ki? Efendini!
    Benim eylemlerimi komuta etmek, nasıl davranmam gerektiğini söylemek ve bunu yönlendirecek bir yasa oluşturmak hiç kimsenin üstüne vazife değildir.
    Ben hiçbir hak istemiyorum, bu nedenle de hiçbir hak tanımaya mecbur değilim. Elde etmeye muktedir olduğu elde ederim. Elde edemediğim benim hak alanımın dışındadır.
    Kendime sahibimdir, dolayısıyla kendimi kullanırım ve kendi kendimden yararlanırım. Buna karşılık, gerçek Ben’imi bulmam gerektiğini, Ben’de gerçek Ben’in değil de İsa’nın ya da başka tinsel, yani düşsel Ben’in, örneğin gerçek insanın, insanın özünün vb. yaşadığını düşündüğüm sürece, Ben’imden hiçbir zaman zevk alamam.
    Sen ey çilekeş Alman halkım – nedir acın, ıstırabın? Canlanamayan bir düşüncenin acısıdır seninkisi. Daha horoz ötmeden kaybolan hayaletin acısıdır. Yine de kurtuluşun ve mutluluğun hasretini çeker bu hayalet. (...) Kal selametle milyonların rüyası, çocuklarının binyıllık despotu, kal selametle! Yarın seni mezara taşıyacaklar; ve çok yakında kardeşlerin, diğer halklar, ardından gelecek. İşte o zaman insan alemi gömülmüş olacaktır. Ve ben, kendimin sahibi ben, onun gülen kalıtçısıyım!
    Benim soyum benim, Ben normsuz, yasasız ve örneksizim.
    Gazetelerimiz politikayla dolup taşmakta, çünkü insanın politikanın bir mahluku olması için yaratıldığı kuruntusuyla büyülenmiştir onlar.
    Eğer Tanrı ve insanlık, sizlerin de doğruladığı gibi, bir bütünlük iseler, benim de onlardan eksik bir yanım yok ve "boş" olduğuma dair bir şikayetim de yok. Ben hiçim derken, boş olduğumu söylemiyorum, bizzat yaratıcı bir hiçim, bir yaratıcı olarak her şeyi yaratan bir hiç.
    Ben düşüncesizim.

Vikisöz

Kazım Koyuncu " Dünyada Bir Yerdeyim"

 



Michel Foucault: Sosyolojinin Aykırı İsmi

Michel Foucault: Sosyolojinin Aykırı İsmi 

Michel Foucault… İktidar, sanat, politika, psikoloji, sosyoloji ve cinsellik. İnsana ve topluma dair herhangi bir konuda karşınıza çıkmış olabilecek olan muhalif bir isim. “Normal insan kurgudur” diyen Foucault, sözünün hakkını verircesine kurgudan uzak yaşadığı hayatıyla “Beyond Good and Evil” belgeseline konu oluyor.

Fransız düşünür, sosyal teorist, tarihçi, edebiyat eleştirmeni, sanat yorumlarına farklı bir boyut getiren isim, antropolog, sosyolog… 1926’da Poitiers’de, burjuva bir ailede dünyaya gelen bu dahi adam, 20 yaşında adını tarihe yazdırabilmiş neredeyse tüm aydınların yolunun geçtiği ENS-Paris’e girdi. Psikoloji, felsefe ve psikopatoloji diplomalarını alan Foucault, öğrencilik yıllarında eşcinsel kimliğiyle tanıştı. Felsefe ve sanat dünyasının yakından tanıdığı birçok önemli isimle birlikte çalıştı. Savaş sonrası Fransız düşünürlerin özellikle dil hakkındaki fikirlerinin şekillenmesine yardımcı oldu. Toplumdaki daimi doğruları kökten reddeden Foucault, toplumun daimi doğrularını reddeden deliler üzerine araştırmalar yaptı.

Bu reddedişini kendi çalışmalarına da yansıtarak, genel geçer doğrular olmadıkları kanısıyla çalışmalarının kullanıldıktan sonra atılmasını önerdi. Ancak “Kliniğin Doğuşu”, “Kelimeler ve Şeyler”, “Hapishanenin Doğuşu”, “Bilginin Arkeolojisi”, “Cinselliğin Tarihi”, “Deliliğin Tarihi”, “Öznellik ve Hakikat” gibi, bilim dünyasına ve toplumun, düzenin geçmişine ışık tutan eserlerin atılması ne derece doğrudur, tartışılır. Bu ve bunun gibi eserlerin yanı sıra Manet ve Velazquez gibi sanatçıların tablolarına farklı bir bakış açısı getirdiği konferansları bugün hala sanat meraklılarının incelediği yapıtlar arasında. Magritte’in ünlü tablosu “Ceci n’est pas une pipe” (Bu bir pipo değildir) tablosunu bilmeyen yoktur. Kelimeler ve imgelerin dünyasına bu eser üzerinden bakan Foucault’nun sanat dünyasındaki önemi tartışılmaz.

Foucault için ele aldığı temalar bilimsel araştırmaların yanı sıra kişisel deneyimler yoluyla da araştırılmalıydı, bu yüzden en az fikirleri kadar zorlu ve deneysel olan yaşam öyküsü de özel bir anlam kazanıyor.

Beyond Good and Evil Belgeseli

Bu biyografik belgesel, iktidarla fikir tarihi arasındaki teorilerin tarihsel bilgisine nasıl erişileceğine dair yeni bir bakış açısı getirmeye yardımcı olan Fransız filozof Michel Foucault’un yaşamına göz atıyor. Foucault, bilgi arkeolojisi dediği şeye katılarak ve tarih boyunca kazarak, modern deneyimle ilgili temel varsayımları, iyi ve kötü, akıl ve delilik, normallik ve cinsel sapkınlık arasındaki ayrımın temelini oluşturan varsayımları sorguladı.

Foucault’nun çalışmaları, kültürün nasıl “normal” davranış kalıplarını şekillendirdiğini ve sınırladığını araştırmanın bir yolu olarak delilik, cinsel sapkınlık, uyuşturucu kullanımı ve diğer aşırı davranış biçimlerine odaklanıyor. Bu yapıtlar üzerinden medeniyetin gerçekten insanları daha uygar yapıp yapmadığı sorusunun ise başrolde olduğunu söyleyebiliriz. Belgeselde, Foucault’un sosyal yaşamının akademik kariyerindeki izlerini de kronolojik bir şekilde gözlemlemek mümkün. Zaman içinde değişen anlatımını ise “Değişik bir şeyler söylemeyeceksem bu kadar çalışmamın ne anlamı kalırdı ki?” sözüyle özetlemiş durumda.

Belgesel süresince farklı bilim insanlarından Foucault’yu dinliyoruz ve onun dünyasına doğru bir yolculuğa çıkıyoruz. Aslında eserlerini okumadan ve üzerine düşünmeden Foucault’nun dünyasını anlamak çok da kolay değil. Hatta her okuyuşunuzda ona dair farklı bir gizemi keşfetmek ve önceki okumanızda aslında ne kadar da yanıldığınızı fark etmeniz kaçınılmaz. Ancak kaçınılmaz olan başka bir şey daha var ki, o da insan olmanın ne demek olduğunun derinine inen ve günlük hayatımızın yönlerini detaylarıyla araştıran Foucault’nun; hayatımızı, vücudumuzu şekillendirme ve birbirimizi yönetme şeklimize kadar yaptığımız her şeyi sorgulayarak aslında gerçekten olmak istediğimiz kişi miyiz sorusu üzerine düşündüğü ve bizi de düşünmeye yönelttiği. İnsanın bireysel keşif yolculuğuna destek olmak… Bir bilim insanı bundan daha yüce ne yapabilir ki?

Varlığımızın bir amacı olmalı ve amaçlarımız başkaları tarafından şekillendiren hayatlarımızda ne kadar bize ait, bence her şeyden önce bunu sorgulamalıyız. Foucault gibi isimlerin söylediklerini duymamız aslında daha iyi, yani “gerçek” bir hayat yaşabilmemiz için oldukça önemli. İyi ve kötü, doğru ve yanlış gibi karşıt kelimelerin altı bu açıdan doldurulmalı diye düşünüyorum. İyinin ve kötünün ötesinde gerçek, öznel ve özgül bir hayat yaşayabilmek asıl mesele.

1984 yılında AIDS sebebiyle ölümü gerçekleştiğinde Foucault, dünyanın en ünlü aydınlarından biriydi ve bugün hala iktidar eleştirisi, eşitsizlik, cinsellik ve insan hakları üzerine modern düşünceyi etkilemeye devam ediyor. Düşüncenin kendisi üzerine düşünen Foucault’yu anlamak aşılması zor ve önemli bir eşik. Bu derin dehanın, eserleri üzerine konuşabilmenin ise sonu yok.

 

George Orwell 120 yaşında

"Büyük birader sizi izliyor!" roman (1984) sayfalarını aşıp günlük dile giren bu cümlenin yazarı George Orwell, 120 yıl önce, 25 Haziran 1903’te dünyaya gözlerini açtı.

İngiliz yazar Orwell’in gerçek adı Eric Arthur Blair. Mahlasının esin kaynağı ise İngiltere’deki Orwell nehri. 

Memur çocuğu olarak, o dönem İngiliz sömürgesi olan Hindistan’da doğan Orwell, İngiltere’ye döndükten sonra ünlü Eton Kolej’de okudu.

20 yaşındayken gittiği bir diğer İngiliz sömürgesi Burma’da polis teşkilatında görev yaptı. Ancak bu süreçte şahit olduğu haksız uygulamalar, anti-sömürgeci bir tavır geliştirmesine ve görevinden istifa etmesine neden oldu.

 İngiltere ve Fransa’da yaşadı. Bulaşıkçılıktan öğretmenliğe farklı işlerde çalışarak zar zor geçindi. 

Nihayet 1933’te ilk romanı 'Paris ve Londra'da Beş Parasız’ı yayımlayabildi. Bir yıl sonra da daha politik olan Burma Günleri basıldı.

1936 yılında Franco’ya karşı mücadele etmek için İspanya’nın yolunu tuttu. İsabet eden bir kurşunla yaralanınca bir yıl sonra İngiltere’ye döndü.

2. Dünya Savaşı sorasında BBC’de çalıştı, Tribune dergisinin genel yayın yönetmenliğini üstlendi.

1945’te en önemli eserlerinden biri olan distopik romanı 'Hayvan Çiftliği' okuyucuyla buluştu.

Yine bir distopik roman olan son eseri 1984, ölümünden bir yıl önce yayımlandı.

George Orwell, Haziran 1950’de hayata veda etti.

Eğitime Adanmış Bir Yaşam: İsmail Hakkı Tonguç

İsmail Hakkı Tonguç 

Türk eğitim dünyasına adını “Tonguç Baba” olarak yazdıracak İsmail Hakkı Tonguç, 1893 yılında Bulgaristan’ın Tatar Atmaca köyünde dünyaya gözlerini açtı. Babası Kırım göçmenlerinden Hacı Velioğlu İdris, annesi ise Dobruca Türklerinden Vesile Hanım’dı. Biri kız olmak üzere 8 çocuklu çiftçi bir ailenin en büyük çocuğu olan Tonguç ilkokul eğitimini kendi köyünde, rüştiye eğitimini ise Silistre’de tamamladı.

Silistre’deki eğitimin ardından babasının karşı çıkmasına rağmen Tonguç İstanbul’da eğitimine devam etmek istedi. 1914 yılında tek başına İstanbul’a gelen Tonguç uzun uğraşların ardından Maarif Bakanı Şükrü Bey ile görüşerek okuma arzusunu ona da anlattı. Şükrü Bey ona kendisini Kastamonu Öğretmen Okulu’na parasız yatılı olarak kaydettirebileceğini, okuldan memnun kalması durumunda ise İstanbul’daki en iyi okullardan birine kayıt ettirebileceğini söyler. Son derece mutlu olan Tonguç ertesi gün İnebolu’ya gidecek gemiye binmek için Galata rıhtımına gider. Fakat Tonguç’un Kastamonu’ya hareket için seçtiği tarih 30 Ekim 1914’tü ve Osmanlı İmparatorluğu 1. Dünya Savaşı’na girdiğinden Tonguç Kastamonu’ya karayolu ile gitmek zorundaydı.

Kastamonu Öğretmen Okulu’ndaki eğitim yaşamı 1,5 yıl süren Tonguç Maarif Nazır’ı Şükrü Bey’e mektup yazarak sözünü anımsattı ve eğitimini İstanbul’da sürdürmek arzusunu belirtti. Tonguç için sıkıntıyla geçen birkaç haftanın sonunda mektuba nihayet olumlu yanıt geldi ve 1916 Mayıs’ında Tonguç Moda’da bulunan İstanbul Öğretmen Lisesi’nde eğitim görmek üzere yola çıktı.

Mezuniyetin ardından okulu başarıyla bitiren 20 öğrenciyle birlikte 1918-1919 yıllarında Almanya’nın Karlsruhe kentindeki Ettlingen Öğretmen Okulu’nda sekiz aylık bir programa devam etti.  1919 Nisan ayında resmi bir yazı ile yurda dönülmesi bildirilince Tonguç zorunlu olarak ülkesine dönmek zorunda kaldı.

Yurda döndükten sonra, 62 sicil numarası ile 11 Eylül 1919 tarihinde Eskişehir Erkek Öğretmen Okulu Resim-Elişleri ve Beden Eğitimi öğretmeni olarak meslek yaşamına ilk adımını attı. Fakat Eskişehir’in Yunan saldırısına uğraması nedeniyle Milli Eğitim Bakanlığı aralarında Tonguç’un da bulunduğu bazı öğretmenleri yarım kalan eğitimlerini tamamlamaları için tekrar Almanya’ya yolladı. Tonguç 1921–1922 yılları arasında Karlsruhe Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nda eğitim gördü.

 Dönüşünden sonra 1922-25 yılları arasında Konya, Ankara, Adana gibi yurdun çeşitli illerinde öğretmenlik yaptı. Ankara Erkek Öğretmen Okulu’ndaki müdür yardımcılığı görevi ise Tonguç’un ilk yöneticilik deneyimi oldu. 1925’te beş aylığına mesleki eğitim kurumlarında incelemeler yapmak üzere yeniden Almanya’ya gitti. Almanya yanında İngiltere ve Fransa’da da incelemeler yaptı.

10 Temmuz 1926 ile 26 Ağustos 1926 tarihleri arasında, ilköğretim müfettişleri ve ilkokul öğret-menleri için Ankara’da açılan “İş İlkesine Dayalı Öğretim Kursu”nda, yabancı öğretim üyeleri ile birlikte çalışarak, daha sonra Köy Enstitülerinin temel ilkesi, sloganı durumuna gelecek “iş için, iş içinde, işle eğitim” anlayışını geliştirdi.

26 Ocak 1927’de ilkokul öğretmeni Nafia Kamil ile dünya evine giren Tonguç’un 1928’de ilk çocuğu Engin Tonguç, 1936 yılında da ikinci çocuğu Yalım Tonguç dünyaya geldi.

1935’te dönemin Kültür Bakanı Saffet Arıkan’a “Köy Enstitüleri”nin temelini oluşturacak bir rapor sundu. 1936 da Eskişehir, Mahmudiye’de Köy Enstitülerinin önceli sayılan “Eğitmen Kursu”nu açtı. 1938’de ilköğretim kurumlarını incelemek üzere Bulgaristan’da, Macaristan’da ve Almanya’da bulundu.

Çok partili döneme geçiş ile birlikte İsmail Hakkı Tonguç için de sıkıntılı günler başladı. Köy Enstitüleri ile adının özdeşleşmesi yüzünden hakkında birçok dedikodu çıkarılan ve iftiralara maruz kalan Tonguç, seçimleri kaybetmek istemeyen İsmet İnönü tarafından gözden çıkarıldı ve bir zamanlar en yakın arkadaşlarından biri olan Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer tarafından faal görevden alınarak Talim ve Terbiye Kurulu üyeliğine getirildi. Sonraki Milli Eğitim Bakanı Tahsin Banguoğlu ise bunu bile fazla bularak ömrünü eğitime adamış böyle bir eğitimciyi Ankara Atatürk Lisesi’nde Resim-İş öğretmeni olarak görevlendirdi.  11 Eylül 1950 tarihinde ise yeni Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri, Tonguç’u Bakanlık emrine aldı. 1953 yılında emekliliğini isteyen Tonguç, 1956 yılında işlemlerinin tamamlanması ile emekliye ayrıldı. 1958 yılında hastalanan Tonguç, 1960 yılında dünyaya gözlerini yumdu.

Tonguç’ta Eğitim Anlayışı

Hayatından anlaşılacağı üzere İ. Hakkı Tonguç bir eğitim bilimci olabilmek için eğitim kurumlarında gerekli eğitimi alarak “bilimsel bilgiye” sahip olmuş, eğitimle yoğrulmuş, işini severek yapan bir kişi. Klasik tabiriyle “alaylı” değil “mektepli” olarak alanında “aydın” sayılabilmek için ilk önkoşul olan “bilimsel bilgiye” ulaşmış. Ancak Tonguç, bilimsel bilgiye ulaşmakla kalmamış bir başka çaba içinde daha olmuş: Sahip olduğu bilginin aydın olmanın diğer bir koşulu olan çağdaş, evrensel bilgi olabilmesi için yabancı ülkelere gitmiş, yabancı uzmanlarla çalışmış. Yani sadece bilimsel bilgiye değil, çağdaş bilgiye sahip olmak için de çaba harcamış.

Eğitim devrimcisi Tonguç için bu da yeterli olmuş mu? Hayır. Sahip olduğu çağdaş ve bilimsel bilginin gerçeklerden kopuk bir bilgi olmamasına özen göstermiş. Ülkesinin gerçeklerinden yola çıkarak sahip olduğu bilgiyi yerel koşullarla zenginleştirerek uygulanabilir, ülke gerçekleriyle uyumlu bütünsel bir bilgi haline getirmiş. Dünya görüşünü, yerel ve evrensel bilgilerim bir araya getirerek çağdaş, bilimsel ve bütünsel bir bilgiyle oluşturmuş.

Böyle bir birikime sahip eğitimci olarak İsmail Hakkı Tonguç, tüm yaşamı boyunca eğitimi sadece dar bir eğitim faaliyeti olarak görmedi. Eğitimle ilgili bilgisini bir yandan ülkemizin birçok yerinde çalışarak ülke gerçeklerini ve gereksinimlerini diğer yandan da yabancı ülkelerdeki gelişmeleri ve bilgileri dikkate alarak zenginleştirdi. Bu çalışmalarının sonucunda da ülkesinin gerçeklerini görerek, gereksinimlere uygun evrensel bilgiler ve deneyimlerle uyumlu bir eğitim modeli yarattı.

Kısacası, İsmail Hakkı Tonguç tüm yaşamında gerçek bir aydın örneği oldu. Çağdaş, bilimsel ve bütünsel bir bilgiyle elde edilmiş dünya görüşüyle uyumlu davranışlar geliştiren tutarlı bir kişi olarak yaşadı.

İ. Hakkı Tonguç’un vurgulamamız gereken bir başka önemli özelliği ise oluşturduğu eğitim modelinin çıktısı ile ilgilidir. Sayın Tonguç’un ilk Kültür Bakanlarından Saffet Arıkan’a sunduğu ve sonrasında da sürekli geliştirerek uygulamaya soktuğu Köy Enstitüleri, başlı başına bir aydınlanma hareketi ve aydın yetiştirme projesiydi. Bu eğitim modeli ile Tonguç kendi edindiği aydın özelliklerinin bu okullardan yetişecek öğrencilerde de bulunmasına çaba harcadı. Köy Enstitülerinde çağdaş ve ülke gerçekleri ve gereksinimleriyle bütünleşmiş bilimsel bilgiye sahip öğrenciler yetiştirmek ana amacı oldu. Bir diğer deyişle yaşamında da sadece eğitimli kişiler değil davranışları tutarlı gerçek aydınlar yetiştiren yolu açtı. Köy Enstitülerinden yetişen binlerce kişi tüm yaşamlarında üretim ve tutarlı davranışlarıyla ülkemizin gerçek aydınlar ordusunu oluşturdu.

Türkiye’nin kalkınma hamlesinin altında, çağdaşlık adına yapılan ne varsa İsmail Hakkı Tonguç’un Köy Enstitülerinden yetişen bu gerçek aydınların emeği, bilgisi ve üretimleri vardır.

Tonguç Nasıl Bir Çaba İçindeydi?

Tonguç’un eğitim alanında yaptıklarını biraz daha ayrıntılı incelemek istersek karşımıza ciddi bir arayış çıkar. Yaptığı bir arayıştır. Neyi aramıştır? Öncelikle İsmail Hakkı Tonguç hayatı boyunca Türkiye’nin eğitim alanında temel gereksiniminin ne olduğunu araştırmıştır. Kolaya kaçmadan, bir takım bilgileri aktaran bir eğitim sistemi yerine ülkemizin gereksindiği adamı yetiştirecek bir eğitim sisteminin arayışı içinde olmuştur.

Arayışının özünü “Türkiye’nin o yokluk yıllarında nasıl bir insana, adama gereksinimi olduğu ” oluşturmuştur. Bir diğer deyişle; ülkenin kalkınabilmesi, aydınlanma hareketinin başarıya ulaşabilmesi için “nasıl bir insan yetiştirmeliyiz?” sorusuna yanıt araştırmıştır.

Arayışının ikinci aşamasını “ülkenin gereksindiği insanı yetiştirecek eğitim sisteminin arayışı oluşturmuştur. Bu özelliği ile de Tonguç sadece çağdaş bilgi aktaran bir eğitimci ve eğitim sistemi kuran birisi olmamış, araştıran ve bulduğunu uygulayan bir eğitimci olmuştur.

İsmail Hakkı Tonguç’un bu arayışının altında bir başka önemli özelliği yatmaktadır: Gerçek bir aydın olarak Tonguç demokrasiye inanan, halk yönetimine inanan bir demokrat, bir devrimcidir. Bu özelliğini “Köy Eğitim ve Öğretiminin Amaçları” başlıklı 1944 yılında Ankara Maarif Matbaası’nda basılan “Köy Enstitüleri II” isimli yapıtta yayınlanan yazısındaki aşağıdaki cümleleri net bir şekilde ortaya koymaktadır:

Halka medeni bir insan topluluğu halinde yaşamanın ilk bilgilerini öğretme ve bir memlekette halk idaresini gerçekleştirme şartlarının en önemlisi, geniş anlamlı ilköğrenimi parasız ve mecburi kılmaktır. Bireyleri bu çarktan tamamen geçirilememiş milletlerde halkın kendi kendisi idare etmesi mümkün olamamıştır. Bir ulus halk idaresini kuramadığı takdirde onun mukadderatı tek insanın veya küçük bir insan kümesinin eline geçer.

Bu sözlerden de anlaşılacağı üzere o sadece bilgi aktarmayı amaçlayan bir eğitimci değil aynı zamanda demokrat, halka inanan ve güvenen ilerici bir eğitimcidir.

Yine Tonguç eğitimi bir ülkenin temel harcı olarak görmüş ve bu nedenle çok ciddiye almıştır. Bu noktada da yukarıda belirttiğimiz yazısındaki şu sözleri önemlidir: “Osmanlı İmparatorluğunun süratle çöküşü bazı sebeplere dayanır. Bunlar arasında ilköğrenimi tahakkuk ettirmek yolunun tutulmamış olması önemli bir yer alır. ”

Tonguç’un kâğıda döktüğü bu düşünceleri onun sadece bir eğitim çabası içinde olmadığını, aydınlanma hareketinin bir önemli kişisi olarak halkın çağdaş değerlerle eğitilerek demokratik bir halk idaresinin kurulabilmesi için de yoğun bir çaba içinde olduğunu göstermektedir.

Demokratik bir halk idaresinin kurulabilmesi için ortaya koyduğu yoğun çaba kapsamında önce toplumsal yapıyı incelemiş, ülke gerçeklerine bakmıştır. Nüfusunun % 80’inin köyde yaşadığı ülkemizde ilköğrenim çağında okula giden çocuklarımızın sadece % 19’unun köylerde bulunduğunu, buna karşılık ilköğretim eğitimi alanların % 81’inin kentler ve kasabalarda bulunduğunu saptamış ve ülkemizde doğru olanın bu yapının gereksinimini karşılayan bir eğitim sistemi kurmak olduğunu görmüştür.

Dolayısıyla eğitimin ana alanının köy olduğunu ve ülkenin o dönemde köylerden yetişecek aydın köy adamlarına gereksinimi olduğunu keşfetmiştir. Yani “nasıl bir insan” sorusuna yanıtı “aydın köy adamı, üreten, öğreten, uygulayan, seven, köy adamı” olarak vermiştir.

Bu adamı yetiştirecek sistemin nasıl olacağı sorusuna yanıtı ise kendi ifadesiyle “bilimsizliğin en çok yayıldığı köylerimize öğretmen ve lüzumlu diğer mesleklerin erbabını yetiştirecek” Köy Enstitüleri Sistemi diyerek vermiştir. Sistemi oluştururken toplumun % 80’ini oluşturan köyü tanımak, köylünün temel gereksinimlerini ve sorunlarını saptamak en önemli öncelik olmuştur.

Tonguç’un Kazandırdıkları

Çalışmalarını “Köylüye bir şey öğretebilmek için ondan birçok şey öğrenmeli” ilkesine göre gerçekleştirmiş ve köy kültürü kaynağından yararlanmıştır. Bir eğitim devrimcisi olarak köyden öğrendiğini köye aktaran İsmail Hakkı Tonguç’un çalışmaları esas olarak köy yaşamının fiziki koşullarının iyileşmesine büyük katkıda bulunmuştur. Tonguç’un çalışmalarının bir diğer önemli sonucu ise Türk köylüsünün düşünsel olarak gelişimine katkıda bulunarak kendine güvenmesini sağlamak ve kişilik kazandırmaktır. Bu noktayı Köy Enstitülerinden yetişerek Türk edebiyatının saygın ve unutulmaz isimleri arasına giren Mahmut Makal, İvriz Köy Enstitüsü’nde eğitimine devam ederken İ. Hakkı Tonguç ziyarete gelir. Öğrenciler arasından Mahmut Makal’ı konuşturmak amacıyla seçerek bir soru sorar. Heyecandan konuşamaması üzerine “600 yıldır baskı altında yaşamış bu halk elbette bir gün düşünmeye ve konuşmaya da başlayacak. Konuşturun bunları: Konuşturun ve düşünmeye, düşündüklerini rahatça söylemeye alıştırın.” diyerek eğitim çabalarının bir önemli amacının da köylerde düşünsel gelişmeyi sağlamak olduğunu belirtir. Dolayısıyla İ. Hakkı Tonguç’un çalışmaları aydınlanma hareketine ve köy yaşamının ve Türkiye’nin genel gelişimine büyük katkılarda bulunmuştur.

Kuşkusuz Cumhuriyetin kurulması sürecinde gerçekleşen aydınlanma hareketinin eğitim alanındaki tek mimarı İsmail Hakkı Tonguç değildir. İsmail Hakkı Tonguç’un kişiliğinde ve yaptıklarında somutlaşan “gerçek aydın” özelliği o dönemlerde daha birçok Cumhuriyet kurucusunda da bulunmaktaydı. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Kültür ve Milli Eğitim Bakanlarından Mustafa Necati, Saffet Arıkan, Hasan Ali Yücel gibi isimler ilk anda akla gelebilenlerdir. Bu değerli aydınlanmacıları da burada saygı ile anmak onlara olan borcumuzdur. Onların özverili, aydınlık ve yurtsever çalışmalarının ürünleri bugün bile ülkemize ışık tutmaktadır.

Tonguç’un Köy Enstitüleri 1954 yılında kapatılana kadar öncülü olan Köy Eğitmenleri Kursları ile birlikte 27 bin eğitimci yetiştirdi. Bu eğitim kurumlarının kapatılmasından sonra ne yazık ki Türk Milli Eğitimi her geçen gün çağdaş ve laik eğitimden uzaklaştı. Bugün ülke olarak yaşadığımız tüm ekonomik, sosyal ve siyasal sorunların altında bilimsel ve laik çağdaş eğitimden uzaklaşarak din eksenli eğitimin arttırılma çabaları ve bu yüzden eğitim sistemimizde farklı uygulamaların ve yaklaşımların egemen olması yatmaktadır. Birleştirilmiş eğitim yok edilmiş durumdadır. Oysa ne demişti Atatürk? “Farklı mektepler, farklı insanlar yetiştirir.” Bunun için eğitim birleştirilmiş ve “Kuvvetli cumhuriyetçi, milliyetçi ve laik vatandaşlar yetiştirmek eğitimin her derecesi için mecburi özen noktasıdır’’ ilkesi eğitimin temeli haline getirilmişti.

Bugün Türkiye yine bu eğitimcileri arıyor. İçine düştüğümüz girdaptan çıkmak için o 27 bin eğitimci gibi aydın adama gereksinim her geçen gün daha da artıyor. İ. Hakkı Tonguç’un mimarlarından olduğu aydınlanma devriminin eğitim anlayışının ve kurumlarının ülke koşullarına ne denli uygun ve yararlı olduğu her geçen gün daha iyi anlaşılıyor. Bilimden yana, laik ve çağdaş eğitimin yeniden tesisi her geçen gün kaçınılmaz bir zorunluluk haline geliyor.

Not: Bu yazı Prof. Dr. Mehmet Tomanbay’ın 50. Ölüm Yıldönümünde İsmail Hakkı Tonguç başlıklı yazısının biyografi bölümüne eklemeler yapılarak hazırlanmıştır.

 http://www.serenti.org/egitime-adanmis-bir-yasam-ismail-hakki-tonguc