02 Haziran 2016

Sosyalizm ve İnsan - Che Guevara

Ondokuzuncu yüzyılın insanına karşı tepkimiz bizim yirminci yüzyılın kokuşmuşluğu içine saplanıp kalmamıza sebep oldu; bu düzeltilemeyecek bir yanlış değildir, fakat revizyonizme açık kapı bırakmamak için bunun üstesinden gelmemiz gereklidir.

Büyük kitleler gelişmelerini sürdürüyorlar; yeni düşünceler toplum içinde güç kazanmaya devam ediyor; toplumun tüm üyelerinin tam olarak gelişimi için maddi olanaklar bulunması, görevimizi daha da verimli kılıyor. Şimdi mücadele zamanıdır; gelecek bizimdir.

Özetleyecek olursak, sanatçılarımızın ve aydınlarımızın yanlışı onların en başta gelen kusurlarından doğar; bunlar gerçek devrimciler değillerdir. Kara-ağaçları armut verecek şekilde aşılayabiliriz, fakat aynı zamanda armut ağaçları da yetiştirmeliyiz. Bu büyük kusuru taşımayacak olan yeni nesiller gelecektir. Kültür alanının ve kendini ifade etme olanaklarının genişlediği ölçüde, büyük sanatçıların ortaya çıkması olasılığı da büyük olacaktır.

Görevimiz şimdiki kuşağı, kendi çelişkileri yüzünden birbirinden kopup yozlaşmaktan ve yeni kuşakları da yozlaştırmaktan korumaktır. Ne “özgürlük”ten yararlanan fakat resmi görüşleri körükörüne kabul eden hizmetkârlar ne de devlet hesabına yaşayan okul öğrencileri yetiştirmeliyiz. Şimdiden, halkın gerçek sesiyle yeni insanın türküsünü söyleyecek olan devrimciler yaratılıyor. Fakat bu zaman alacak bir süreçtir.

Gençlik özellikle önemlidir çünkü eski yanlışların hiçbirini taşımayan yeni insanın oluşturulacağı, işlenmesi kolay bir kildir. Gençlik bizim isteklerimize uygun olarak yetiştirilir. Eğitimi giderek daha tam yapılır, başlangıçtan beri gençliğin işgücüne katılmasını da unutmayız. Okul öğrencilerimiz, eğitimleri sırasında ya da tatillerinde bedeni çalışmalar yaparlar. Çalışma bazı hallerde bir ödül, diğer bazı hallerde ise bir eğitim aracıdır, fakat hiçbir zaman ceza değildir. Yeni bir kuşak doğmaktadır.

Çalışmalarımız sürekli olarak bu eğitimi amaçlar. Parti canlı bir örnektir; kadroları sıkı çalışmanın ve fedakârlığın öğreticileri olmalıdır. Kadrolar, eylemleriyle, kitlelere sosyalizmin kuruluşunun güçlüklerine, sınıf düşmanlarına, geçmişin hastalıklarına ve emperyalizme karşı yıllar süren amansız bir mücadele gerektiren devrimci görevin tamamlanmasında öncülük etmelidirler.

Şimdi, tarihi yapan kitlelerin bireysel lideri olarak insanın, insan kişiliğinin oynadığı rolü açıklamak istiyorum.

Burada anlattığım bizim deneyimizdir; yoksa izlenmesini önerdiğimiz bir yol değildir.

Fidel ilk yıllarda devrime itici gücünü kazandırdı, devrimin liderliğini yaptı. Şimdi de devrimi güçlendirmeyi sürdürüyor; fakat aynı yolda seçkin önderler olacak şekilde gelişen iyi bir grup da var, yine liderlerini izleyen büyük bir kitle de var, çünkü liderlerine inanırlar, inanmalarının nedeni liderlerinin onların isteklerini dile getirebilmesidir.

Sorun bir kişinin kaç kilo et yiyebileceği, yılda kaç kez plaja gidebileceği ya da aldığı ücretle dışarıdan ne kadar süs eşyası getirtebileceği değildir. Gerçekte gerekli olan, bireyin kendini daha mükemmel hissetmesi, daha büyük bir iç zenginliğine sahip olması ve daha büyük bir sorumluluk taşımasıdır.

Ülkede, önderlik öncü rolünü de yüklenmelidir ve kişinin kendini tümüyle adadığı ve hiçbir maddi ödül beklemediği gerçek bir devrimde, devrimci öncülük görevinin, aynı zamanda hem şerefli hem de kahredici olduğu büyük bir içtenlikle söylenebilir.

Okuyucuya acayip gelse de, gerçek devrimciyi harekete getirenin büyük bir aşk olduğunu söyleyebilirim. Bu nitelikten yoksun büyük bir devrimci düşünülemez. Bir önderin karşılaştığı en karmaşık durumlardan biri, tutkularıyla soğukkanlılığını birleştirmek zorunda oluşu ve kılı kıpırdamaksızın en zor kararları alabilmesidir. Öncü devrimcilerimiz, bu halk sevgisini yüceltmeli ve bu en kutsal davayı tek ve bölünmez hale getirmelidirler. Onlar, günlük duyguların ufak kırpıntılarıyla sıradan insanların sevgilerinin düzeyine inemezler.

Devrimin önderlerinin yeni yürümeye başlayan, babalarının adlarını bile öğrenemeyen çocukları, devrimin tamamlanması için hayatlarındaki genel fedakârlıkların bir parçası olarak ayrı kalmak zorunda oldukları kanları vardır; arkadaş çevreleri kesinlikle devrimci yoldaşlarının sayısıyla sınırlıdır. Onlar için devrimin dışında başka bir hayat yoktur.

Bu koşullarda, kişi, büyük bir insanlık sevgisine ve aşırı dogmatizm ve soğuk bir skolastisizme düşmemek, kitlelerden kopmamak için güçlü bir adalet ve gerçekçilik duygusuna sahip olmalıdır. Bu insanlık sevgisinin günlük bir işe, örnek olacak eylemlere, harekete geçirici bir güce dönüşmesi için hergün çaba göstermeliyiz.

Bizim durumumuzda ortalama insanın çocuğunun sahibolduğu şeylere bizim çocuğumuzun da sahibolmasıyla ve ortalama insanın çocuğunun yoksun olduğu şeylerden bizim çocuğumuzun da yoksun olmasıyla yetiniriz, ailelerimiz de bunu anlamak ve bu düzeyde kalmaya çalışmak zorundadır. Devrimi insanlar yapar, fakat insan devrimci ruhunu günden güne çelikleştirmelidir.

Bu büyük kalabalık örgütleniyor; programının açıklığı örgütlenme ihtiyacının bilincinde olduğunu gösteriyor. Artık bu kitle dağınık, elbombası parçaları gibi uzayda binlerce parçaya bölünmüş, ne pahasına olursa olsun belirsiz bir geleceğe karşı korunmaya çabalayan, yoldaşlarıyla birlikte umutsuz bir mücadele içinde çırpman bir güç değildir.

Önümüzde fedakârlıklar bulunduğunu ve öncü ulus olarak kahramanca eylemimizin bedelini ödememiz gerektiğini biliyoruz. Biz önderler, Amerika’nın başı olan bir halkın başında olduğumuzu söylemeyi haketmenin bedelini ödemek zorunda olduğumuzu biliyoruz. Her birimiz, karşılığında görevini yapmış olmanın hazzına ulaşacağımızın, ufukta güçlükle seçilen yeni insanın görüntüsüne doğru birlikte ilerleyeceğimizin bilincinde olarak fedakârlık payımızı yerine getirmek zorunda olduğumuzu biliyoruz.

Sonuç olarak şunları söyleyebilirim:

Biz sosyalistler daha mükemmel olduğumuz için daha özgürüz, daha özgür olduğumuz için daha mükemmeliz.

Tam özgürlüğümüzün iskeleti şimdiden kurulmuştur. Eksik olan eti ve elbiseleridir. Onları da yaratacağız.

Özgürlüğümüz ve onun günü gününe sürdürülmesi kanla ve fedakârlıklarla ödenmiştir.


Yoldaş
Özgürlüğünüz ve onun günü gününe sürdürülmesi kanla ve fedakarlıklarla ödenmiştir. Fedakarlığımız bilinçlidir; yarattığımız özgürlüğün bedelidir. Yol uzundur ve bir kısmı hiç bilinmemektedir. Gücümüzün sınırını biliyoruz. Biz, kendimiz, yirmi birinci yüzyılın insanını yaratacağız. Günlük eylem içinde, yeni bir teknolojiye sahip yeni insanı yaratırken kendimizi çelikleştireceğiz. Kişilik, halkın en yüksek erdemlerini ve istediklerini temsil ettiği ve yoldan ayrılmadığı sürece, kitlelerin harekete geçirilmesinde ve yönetilmesinde rol oynar. yolu açan öncü grup, iyilerin en iyisi olan partidir. İşlediğimiz temel ham madde gençliktir. Umudumuzu gençliğe bağlıyor ve onu elimizden bayrağı almaya hazırlıyoruz. Ya özgür vatan ya ölüm!
 
Fedakârlığımız bilinçlidir; yarattığımız özgürlüğün bedelidir.

Yol uzundur ve bir kısmı hiç bilinmemektedir. Gücümüzün sınırım biliyoruz. Biz, kendimiz, yirmibirinci yüzyılın insanını yaratacağız.

*

Eğer bu anlaşılmaz mektup, bir şeyleri açıklayabiliyorsa amacına erişmiş demektir. Sözlerime el sıkışma kadar alışılmış olan selamımızla son veriyorum: Ya özgür vatan, ya ölüm.

“Bizim savaşçılarımızın davranışlarında geleceğin insanını sezmek mümkündür.”

— Che GUEVARA

Yunus Emre - İncitme Gönül

Çiçeklerle hoş geçin, balı incitme gönül. 
Bir küçük meyve için, dalı incitme gönül...

Başın olsada yüksek, gözün enginde gerek,
Kibirle yürüyerek, yolu incitme gönül...


Mevla verince azma, geri alınca kızma,
Tüten ocağı bozma, külü incitme gönül...


Dokunur gayretine, karışma hikmetine
Sahibi hürmetine, kulu incitme gönül...


Sevmekten geri kalma, yapan ol, yıkan olma
Sevene diken olma, gülü incitme gönül...


Konuşmak bize mahsus, olsada bir güzel süs,
Ya hayır de, ya da sus, dili incitme gönül...



Buket Uzuner - Uzun Beyaz Bulut Gelibolu


Çanakkale 2000 Çanakkale Savaşları’nda ölen büyük dedesinin kayıp mezarını aramak için Gelibolu’ya gelen Yeni Zelandalı genç bir kadın ve Çanakkale Milli Parkı’nda bastonuyla dolaşan Türk Nine’nin akıllara durgunluk veren seksen beş yıllık sırrı...

Çanakkale 1915 Osmanlı teğmeni Ali Osman Bey ile Anzak Er Alistair John Taylor’ın birlikte insanlığa verdiği dehşetengiz ders...

Tarih kitaplarında yer almasına henüz hiçbir milletin izin vermeye hazır olmadığı büyük insanlık sınavı: Aynı adam aynı savaşta iki düşman ülkede savaş kahramanı olur mu? Ya da: Tarih düz okunacak bir metin midir? Ve tarih yeniden yazılmalı mıdır?

Buket Uzuner, romancılığının doruklarında bir başyapıta daha imza atıyor.
 
 🌼
 
Benim arzum, bu milletin çektiği çilelerin, Çanakkale´de pek çetin şartlar altında geçen bu muharebelerin gelecekteki Türk gençliğine ibret olmasıdır. Yoksa yazık olur! Çok yazık olur...
*
Bilinç ki, farkına vardırır; bilinç ki, anımsatır; bilinç ki, acıtır...
*
Özgürlük temiz hava gibidir. Herkese, her zaman gereklidir...


Orhan Veli "Tarihin beğenerek andığı insanlar, daima dönüm noktalarında bulunanlardır. Onlar bir ananeyi yıkıp yeni bir anane kurarlar."

 
Ukde" adlı ilk şiiri 1936 yılında Varlık Dergisi’nde yayımlanan Anday, adını ilk olarak 1941’de, Orhan Veli’nin "Garip" adlı kitabında yer alan şiirleriyle, bu akımın üç öncü şairinden biri olarak duyurdu. (Tam kadro: Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday) Garipler, iki savaş arasında yetişen ve dünyanın değişimine tanık olan bir şair demetiydi. 1920 - 40 arasında Batı şiirinde yaşanan çağdaş ve devrimci şiir akımlarının etkisi, Türk şiirine onların bilgi birikimi ve kalemi sayesinde yansıdı.  1940 ve Garip, şiirde burjuva duyarlılığının ve aşırı duygusallık dar çemberinin yıkıldığı bir dönüm noktasıydı. Gelenekçiler tarafından hiç de hoş karşılanmadılar. Ki bu hoşnutsuzluğu bugün bile sürdürenler var. Orhan Veli, durumu şöyle yorumluyor: "Tarihin beğenerek andığı insanlar, daima dönüm noktalarında bulunanlardır. Onlar bir ananeyi yıkıp yeni bir anane kurarlar." 


Melih Cevdet Anday "Geri bırakılmış halkın beğeni düzeyine seslenmek halkçılık değil, yeteneksizliğin örtbas edilmesidir."

Melih Cevdet Anday, saraylı bir babanın oğluydu fakat orta halli bir ailede, tahmin edilen sıkıntıları çekerek büyüdü. Babasını ‘sevmiyor’, onunla hayat duyumu ve ideolojisi uyuşmuyordu. Ankara Taş Mektep’ten Orhan Veli ve Oktay Rifat’ın sınıf arkadaşıydı. Bir süre Belçika’da sosyoloji okudu ancak eğitimi II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle kesintiye uğradı. O da yurda dönüp bir memuriyet edindi.
"Ukde" adlı ilk şiiri 1936 yılında Varlık Dergisi’nde yayımlanan Anday, adını ilk olarak 1941’de, Orhan Veli’nin "Garip" adlı kitabında yer alan şiirleriyle, bu akımın üç öncü şairinden biri olarak duyurdu. (Tam kadro: Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday) Garipler, iki savaş arasında yetişen ve dünyanın değişimine tanık olan bir şair demetiydi. 1920 - 40 arasında Batı şiirinde yaşanan çağdaş ve devrimci şiir akımlarının etkisi, Türk şiirine onların bilgi birikimi ve kalemi sayesinde yansıdı. 1940 ve Garip, şiirde burjuva duyarlılığının ve aşırı duygusallık dar çemberinin yıkıldığı bir dönüm noktasıydı. Gelenekçiler tarafından hiç de hoş karşılanmadılar. Ki bu hoşnutsuzluğu bugün bile sürdürenler var. Orhan Veli, durumu şöyle yorumluyor: "Tarihin beğenerek andığı insanlar, daima dönüm noktalarında bulunanlardır. Onlar bir ananeyi yıkıp yeni bir anane kurarlar."
Veli’nin ölümünün ardından Oktay Rifat ile şiir yolunu ayıran Anday, ironi sanatını konuşturduğu toplumcu şiir anlayışını bir süre devam ettirdi. 1956’da yayımlanan "Yanyana"nın ("Toplu Şiirler 1"in içinde var) üslubu kavgacı bulununca Türk Ceza Kanunu’nun 142. maddesi uyarınca toplatıldı. Anday ve eser, yapılan kovuşturma sonucunda aklandı. Anday, Rosenbergler’in idam edilecekleri gece yazdığı "Anı" ve "Tohum" gibi meşhur şiirlerini toplumcu ağırlıklı ürünler verdiği bu dönemde yazdı. Lirizme karşı tavrı netti. Aşağılıyordu. Oysa derdi lirizmle değil yozlaştırılmış sanatlaydı.
1962 sonunda yayımlanan "Kolları Bağlı Odysseus", Anday şiirinin döndüğü en karakteristik kavşak oldu. Yazar bundan böyle felsefeye ağırlık vererek, anlamı yüzeyden derine çekerek yazıyordu. Mitolojik öyküler anlatan, çok daha kapalı bir tarzı vardı artık. Memet Fuat, Melih Cevdet’in ‘halkın beğenisi’ni ölçü olarak almayı kesinlikle doğru bulmadığını söylüyor. Zira Anday, sanat ve edebiyatın halkın bilincini yükseltmek, halkı eğitmek gibi bir misyonu olması gerektiğine inanıyordu: "Geri bırakılmış halkın beğeni düzeyine seslenmek halkçılık değil, yeteneksizliğin örtbas edilmesidir."
Melih Cevdet Anday, yazdığı denemelerle bağnazlığı besleyen kaynaklara karşı mücadele eden biriydi. Türkiye törelerini ve geleneksel ahlakı yıllar boyunca eleştirdi. Dil meselesine de takılmıştı. Ona göre Türk dili özleştirilerek kullanılmalıydı. Deneme kitapları ve Cumhuriyet’teki köşe yazıları, ‘Anday meseleleri’nde gerçekten de etkili oldu. Bu yazılar da "Sevişmenin Güdüklüğü ve Yüceliği" (1990 - 94) adıyla kitaplaştırıldı.
İki romanı, "Aylaklar" (1965) ve "Gizli Emir" (1970) de olumlu eleştiriler aldı. Tefrika edilen iki roman, "Meryem Gibi" ve "Yağmurlu Sokak" ise 90’lı yıllarda kitap olarak yayımlandı. Melih Cevdet Anday’ın yazdığı tiyatro oyunları ise çorak bir ortama çim misali düştü. Absürdden etkilenmişti. Yazarın tüm oyunları "Toplu Oyunlar I - II" adıyla bir araya getirilerek yayımlandı. Türkiye’de tiyatro metni deyince ilk akla gelen eser olan "Mikado’nun Çöpleri"nin (1967) de Anday’a ait olduğunu söyleyelim yeter.
Adam Yayınları, son olarak 2002 Ekim’inde "Bir Sis Çanı Gecenin İçinde" adıyla Melih Cevdet Anday şiir derlemesi yayımladı.

Doğanın Öfkesi - Aslı Öksüz


Biz ruhun bütün yaratıklara verilmiş olduğuna, her canlının, kendisi bunun bilincinde olmasa bile, bir ruha sahip olduğuna inanırız. Ağaç, şelale, boz ayı, her biri cisimlenmiş bir ruhtur ve her biri saygıya layıktır...Charles Eastman (Ohiyesa)Sioux Kabilesi

Doğanın Öfkesi
Aslı Öksüz 
 
Michael Tobias, Öfke, Çeviri   Algan Sezgintüredi

Yaşamın farklılaşmamış, akılcılığın gölgesi düşmemiş, organik bütünlüğünün korunduğu biçiminin tasavvuru imkânsız değildir. İlkel topluluklarla –özellikle ritüel ve işbölümü ile kültürleşmenin başlangıcı sayılabilecek üst paleolitik öncesi dönemlerde– insan doğanın içinde ve onun bir parçası olarak, doğanın kendine sunduklarından sadece yaşamının idamesi için gerekli olan kadarını tüketerek, dolayısıyla üretmeye ihtiyaç duymadan yaşardı. Böylesi bir yaşam biçiminin varlığı, ilkel insanın muhtemelen düşünerek icat ettiği değil fakat bundan başka bir işleyişe ihtiyaç duymadığı, her şeyin olması gereken biçimde oluşundan kaynaklanıyordu. İlkel topluluklar ne insan olmayan varlıklarla ne de insanlar arası ilişkilerde tahakkümün üreyebileceği bir kaynak, hiyerarşik bir sistem yaratmadılar. Her şey sadece etkileşiyor ve yaşam süregidiyordu.

Paleolitik dönem sonlarında, alet kullanımı, ritüellerin ve sembollerin bulunuşu, işbölümü gibi insan yaşamına eklemlenen her olgunun bir diğerinin icadını zaruri kıldığı kümülatif kültürleşme süreci başlamış; dil, zaman ve nihayet tarım ile birlikte insanın hüküm sürdüğü uygarlık yaratılmıştır.

Kökeni uygarlık olan insanmerkezcilik hümanist ya da teolojik düşünce üzerine temellendirilmiş bir algı meselesidir. İnsanın doğanın bir unsuru olduğunu reddeder. Doğanın onun dışındaki her şey olduğu yanılgısını doğurur. İnsanmerkezci tasavvur, insanın diğer türlerden üstün olmanın ötesinde kutsal olduğu varsayımını doğurmuştur. Türler arası hiyerarşik ilişkileri yaratan ve tüm habitatı insanın fütursuz kullanımına maruz bırakan da insanın bu ‘biricik tür’ olma istencidir.

Doğayla aramızdaki her temas noktasını yalıtan bu ideolojik fanus, bize, gerçek yaşamın bir simülasyonu diyebileceğimiz uygarlığımızın dışında kalan her şeyle baş etme, kendi yaratılarımızın ötesini yok sayma eğilimleri kazandırmıştır. Hayatta kalabilmek için bu ideolojiye olan bağımlılığımızın, uygarlığın olmaksızın karşı karşıya kalacağımız çıplaklığın insanlığı ne kadar savunmasız kılacağının bilincindeyiz. Modern insanın diğer türlerle olan hiyerarşik ilişkisi de kaynağını korkudan alıp zorbalıkla son bulan bir tahakküm trajedisidir bu yüzden.

Ancak insan türü, modernliğin güvenlik, üstünlük, konfor gibi getirilerinin yanında kendisinden çaldığı özgürlüğü, doğaya gitgide yabancılaşmasını uzun süre görmezden gelemeyecekti. Böylece özellikle 1960’ların sonunda ortaya çıkan özgürlükçü akımların kendilerine bir biçimde ifade alanı yaratmış olmaları, özgürleşmenin yeni modellerinin tartışılmasına, kısmen de olsa pratiklerinin denenmesine ve alternatif yöntemlerin üretildiği bir sürece yol açtı. 

Bu zeminde, biçimi ve hedefi önemli olmaksızın her dayatmanın yarattığı bumerang etkisi fark edildi. Nihai özgürlüğün, yalnızca insanlar arasındaki görülür hiyerarşinin yok edilmesiyle değil, yaşamın tüm etkileşim biçimlerinde gizlenen otoritenin ortadan kaldırılmasıyla sağlanabileceği anlaşılmaya başlandı.
Hayvan özgürlüğü mücadelesi de bu farkedişin önemli bir boyutunu oluşturuyor. İnsanın doğaya ve diğer türlere uyguladığı, uygarlığın her evresinde dozu artan ezici tahakküm, endüstrileşme süreciyle birlikte soykırım boyutlarına ulaştı. Bu soykırımın, artık sadece “hayvanları sevelim, koruyalım” –kimden?– gibi söylemler ya da bilinçlendirme etkinlikleriyle durdurulması mümkün görünmüyor. Artık (çoğunluğun rızası olmasa bile) hayvanların, özerklik kazanmış endüstriyel sistem için birer hammadde haline geldiği gerçeğini kabul eden birçok kişi, legal ya da illegal yollardan bir şeyler yapma zorunluluğunu hissetmeye başladı. 

Bu, kendi türüne başkaldırma anlamını da barındıran, sistem karşıtı hareketin bir parçası olan Hayvan Özgürlük Cephesi (ALF: Animal Liberation Front), hayvan hakları ve özgürlüğü mücadelesinde yaklaşık 30 yıldır aktif olan, merkezsiz yapıya sahip bir örgütlenmedir. Her tür karar ve yetki sadece kendilerine ait olan birkaç bireysel aktivistin bir araya gelmesiyle oluşan gruplar, çoğunlukla şiddetten arınmışlığı ve doğrudan eylemi benimsemiş olsa da, hiyerarşik bir yapı söz konusu olmadığı için, tarzını ya da etiğini yine sadece kendilerinin belirledikleri eylemler gerçekleştiriyorlar. ALF bugün ABD’de illegal bir örgüt olarak kabul edilmektedir ve eylemleri dolayısıyla –şiddet unsuru içermiyor olsalar da– birçok aktivist yargılanmış ve hüküm giymiştir.

Michael Tobias, Öfke’de, iki ALF aktivisti üzerinden hayvan haklarının, çoğumuzun yaşamından ötelediği ayrıntılarını, irdelemeye, hatta modern insan davranışını sorgulamaya itiyor. 

Tobias, romanında retoriğin ya da edebi niteliğin, konunun çarpıcılığını gölgelemesine izin vermediği yalın ve doğrudan bir anlatım kullanmış. Ayrıca seçtiği karakterlerin sıradan yaşamları, anlatılan olayların gündelik yaşamın olağan kesitleri oluşu, romanı trajik ve ütopik bir öyküyü okuyuşumuzdan ya da bir aksiyon filmini izleyişimizden çok daha fazla ciddiye almamızı, içselleştirmemizi sağlıyor. 

Michael Tobias’ın dolaysız anlatımıyla romanın ana karakterlerinden Felham’ın gözleri bizim merceğimiz haline geliyor. Özellikle laboratuvar, mezbaha, barınak gibi aslında kapalı kapılar ardında olmayan, ancak görmezden gelerek sorumluluğunu üzerimizden attığımız, hayvanların gördüğü işkenceyi tüm çıplaklığıyla ve gözkapaklarımız tutturulmuşçasına izlemek zorunda kalıyoruz bu kez. Böylece masum olduğunu düşünen bizler, yazarın bizden istediği, ertelenmiş sorgulama sürecine çoktan girmiş buluyoruz kendimizi…

İnsanın, yaşam süresini uzatmak ya da lüksünü arttırmak adına öngördüğü en küçük fikirler için bile, laboratuvarlarda milyonlarca canlıyı katletmesi; evcilleştirmek suretiyle hayvanların yaşam alanlarının kısıtlanıp üremelerine ve ölümlerine müdahale ederek onu canlı yapan her şeyi zapt etmesi; şehirlerde kurduğu barınakların asıl amacının hayvanların barınması değil, şehirlerden hayvanların “arındırılması” olması; hayvanların kendisine daha “faydalı” olabilmeleri için, genetik kodlarını değiştirerek, onları mutantlara dönüştürmesi; kültürünün eğlencelik bir parçası haline gelmiş, av sezonu adı altında yapılan keyfi hayvan katliamları; “ihtiyacı” olduğu için, her yıl 50 milyardan fazla hayvanı öldürmesi gibi, kendimizi karşısında tüm haklı çıkarma çabalarımızın boşuna olduğu gerçekler çarpıyor yüzümüze romanın sayfaları arasından. Modern insanın şiddeti hor gören etiği ya da duyguları ve aklı olduğu için üstün olduğu görüşü, hayvanlar söz konusu olduğunda nasıl böyle içi boşalmış kavramlar haline gelebiliyor? Yoksa tüm bu ahlaki değerler, insanın kendi türünü eğitmek için uydurduğu yalanlar mı?

Bu soy eleştiriyi uzun süre önce yapmış ve hayvanların hak etmedikleri muamelelerden kesinlikle kurtarılması kararını vermiş olan Felham ve Muppet üzerinden akıyor kitabın kurgusu. Tüm yaşamlarını hayvan özgürlüğü mücadelesi etrafında örmüş olan iki aktivistin, eylemlerini gizlilikle planlayıp ve gereğinde şiddeti çekinmeden uygulaması, federallerin aradığı suçlular haline gelmelerine sebep oluyor. Böylece Michael Tobias’ın bizden istediği diğer soruyu da soruyoruz kendimize: Hayvanların özgürlüğü adına illegal eylemlerle, insanların hayatına kast etmenin etik açıdan doğru kabul edilir yanları olabilir mi? Yazar bu soruya olumlu ya da olumsuz herhangi bir yanıt vermeden, kararı inisiyatifimize bırakıyor. Bu noktada Felham’ın, hayvanları korumak için yasalar olduğunu söyleyen kız arkadaşı Jessie’ye yaptığı savunma, eylemlerinin altyapısı olan düşünceyi açıkça ortaya koyuyor: “Bilim adamlarını korumak için yasalar var. Lokanta zincirlerini korumak için yasalar ve vergi boşlukları var. Hayvanat bahçelerini, sirkleri, kürk ve kozmetik sanayilerini korumak için yasalar var. ‘… ‘Haftanın yedi gecesi masaya et veya tavuk koymayı, şükran günü hindilerini, ev hayvanı edinmeyi garanti eden yasalar… Hayvanları korumaya yönelik yasa falan yok. Ve hiç olmayacak. ‘…’ Şu anda, şu dakikada balinalar katledilirken oturup yasaları tartışamazsın.”

Hayvan hakları konusunda tutumunuz ne olursa olsun, en azından sadece insan olduğunuz için, deney öncesi kürarla kasları felç edilmiş veya “uyutulmak” üzere bedenine pentobarbital enjekte edilmiş, krampların acısıyla ölüme giden bir köpeğin yaşlı gözleri sizinkilerle buluşursa, size soracağı o soruya vereceğiniz bir cevabınız olmalı:
“Neden?”

Charles Darwin "Bilim ve sanat bir kuşun kanadı gibidir. Bu iki kanadı kullanabilen toplumlar uçar ve özgür olurlar. Uçamayanlar ise tavuk olur. Tavuk toplum, önüne atılan bir avuç yemi gagalarken, arkadan yumurtalarının alındığının farkında bile olmaz”