02 Haziran 2016

Doğanın Öfkesi - Aslı Öksüz


Biz ruhun bütün yaratıklara verilmiş olduğuna, her canlının, kendisi bunun bilincinde olmasa bile, bir ruha sahip olduğuna inanırız. Ağaç, şelale, boz ayı, her biri cisimlenmiş bir ruhtur ve her biri saygıya layıktır...Charles Eastman (Ohiyesa)Sioux Kabilesi

Doğanın Öfkesi
Aslı Öksüz 
 
Michael Tobias, Öfke, Çeviri   Algan Sezgintüredi

Yaşamın farklılaşmamış, akılcılığın gölgesi düşmemiş, organik bütünlüğünün korunduğu biçiminin tasavvuru imkânsız değildir. İlkel topluluklarla –özellikle ritüel ve işbölümü ile kültürleşmenin başlangıcı sayılabilecek üst paleolitik öncesi dönemlerde– insan doğanın içinde ve onun bir parçası olarak, doğanın kendine sunduklarından sadece yaşamının idamesi için gerekli olan kadarını tüketerek, dolayısıyla üretmeye ihtiyaç duymadan yaşardı. Böylesi bir yaşam biçiminin varlığı, ilkel insanın muhtemelen düşünerek icat ettiği değil fakat bundan başka bir işleyişe ihtiyaç duymadığı, her şeyin olması gereken biçimde oluşundan kaynaklanıyordu. İlkel topluluklar ne insan olmayan varlıklarla ne de insanlar arası ilişkilerde tahakkümün üreyebileceği bir kaynak, hiyerarşik bir sistem yaratmadılar. Her şey sadece etkileşiyor ve yaşam süregidiyordu.

Paleolitik dönem sonlarında, alet kullanımı, ritüellerin ve sembollerin bulunuşu, işbölümü gibi insan yaşamına eklemlenen her olgunun bir diğerinin icadını zaruri kıldığı kümülatif kültürleşme süreci başlamış; dil, zaman ve nihayet tarım ile birlikte insanın hüküm sürdüğü uygarlık yaratılmıştır.

Kökeni uygarlık olan insanmerkezcilik hümanist ya da teolojik düşünce üzerine temellendirilmiş bir algı meselesidir. İnsanın doğanın bir unsuru olduğunu reddeder. Doğanın onun dışındaki her şey olduğu yanılgısını doğurur. İnsanmerkezci tasavvur, insanın diğer türlerden üstün olmanın ötesinde kutsal olduğu varsayımını doğurmuştur. Türler arası hiyerarşik ilişkileri yaratan ve tüm habitatı insanın fütursuz kullanımına maruz bırakan da insanın bu ‘biricik tür’ olma istencidir.

Doğayla aramızdaki her temas noktasını yalıtan bu ideolojik fanus, bize, gerçek yaşamın bir simülasyonu diyebileceğimiz uygarlığımızın dışında kalan her şeyle baş etme, kendi yaratılarımızın ötesini yok sayma eğilimleri kazandırmıştır. Hayatta kalabilmek için bu ideolojiye olan bağımlılığımızın, uygarlığın olmaksızın karşı karşıya kalacağımız çıplaklığın insanlığı ne kadar savunmasız kılacağının bilincindeyiz. Modern insanın diğer türlerle olan hiyerarşik ilişkisi de kaynağını korkudan alıp zorbalıkla son bulan bir tahakküm trajedisidir bu yüzden.

Ancak insan türü, modernliğin güvenlik, üstünlük, konfor gibi getirilerinin yanında kendisinden çaldığı özgürlüğü, doğaya gitgide yabancılaşmasını uzun süre görmezden gelemeyecekti. Böylece özellikle 1960’ların sonunda ortaya çıkan özgürlükçü akımların kendilerine bir biçimde ifade alanı yaratmış olmaları, özgürleşmenin yeni modellerinin tartışılmasına, kısmen de olsa pratiklerinin denenmesine ve alternatif yöntemlerin üretildiği bir sürece yol açtı. 

Bu zeminde, biçimi ve hedefi önemli olmaksızın her dayatmanın yarattığı bumerang etkisi fark edildi. Nihai özgürlüğün, yalnızca insanlar arasındaki görülür hiyerarşinin yok edilmesiyle değil, yaşamın tüm etkileşim biçimlerinde gizlenen otoritenin ortadan kaldırılmasıyla sağlanabileceği anlaşılmaya başlandı.
Hayvan özgürlüğü mücadelesi de bu farkedişin önemli bir boyutunu oluşturuyor. İnsanın doğaya ve diğer türlere uyguladığı, uygarlığın her evresinde dozu artan ezici tahakküm, endüstrileşme süreciyle birlikte soykırım boyutlarına ulaştı. Bu soykırımın, artık sadece “hayvanları sevelim, koruyalım” –kimden?– gibi söylemler ya da bilinçlendirme etkinlikleriyle durdurulması mümkün görünmüyor. Artık (çoğunluğun rızası olmasa bile) hayvanların, özerklik kazanmış endüstriyel sistem için birer hammadde haline geldiği gerçeğini kabul eden birçok kişi, legal ya da illegal yollardan bir şeyler yapma zorunluluğunu hissetmeye başladı. 

Bu, kendi türüne başkaldırma anlamını da barındıran, sistem karşıtı hareketin bir parçası olan Hayvan Özgürlük Cephesi (ALF: Animal Liberation Front), hayvan hakları ve özgürlüğü mücadelesinde yaklaşık 30 yıldır aktif olan, merkezsiz yapıya sahip bir örgütlenmedir. Her tür karar ve yetki sadece kendilerine ait olan birkaç bireysel aktivistin bir araya gelmesiyle oluşan gruplar, çoğunlukla şiddetten arınmışlığı ve doğrudan eylemi benimsemiş olsa da, hiyerarşik bir yapı söz konusu olmadığı için, tarzını ya da etiğini yine sadece kendilerinin belirledikleri eylemler gerçekleştiriyorlar. ALF bugün ABD’de illegal bir örgüt olarak kabul edilmektedir ve eylemleri dolayısıyla –şiddet unsuru içermiyor olsalar da– birçok aktivist yargılanmış ve hüküm giymiştir.

Michael Tobias, Öfke’de, iki ALF aktivisti üzerinden hayvan haklarının, çoğumuzun yaşamından ötelediği ayrıntılarını, irdelemeye, hatta modern insan davranışını sorgulamaya itiyor. 

Tobias, romanında retoriğin ya da edebi niteliğin, konunun çarpıcılığını gölgelemesine izin vermediği yalın ve doğrudan bir anlatım kullanmış. Ayrıca seçtiği karakterlerin sıradan yaşamları, anlatılan olayların gündelik yaşamın olağan kesitleri oluşu, romanı trajik ve ütopik bir öyküyü okuyuşumuzdan ya da bir aksiyon filmini izleyişimizden çok daha fazla ciddiye almamızı, içselleştirmemizi sağlıyor. 

Michael Tobias’ın dolaysız anlatımıyla romanın ana karakterlerinden Felham’ın gözleri bizim merceğimiz haline geliyor. Özellikle laboratuvar, mezbaha, barınak gibi aslında kapalı kapılar ardında olmayan, ancak görmezden gelerek sorumluluğunu üzerimizden attığımız, hayvanların gördüğü işkenceyi tüm çıplaklığıyla ve gözkapaklarımız tutturulmuşçasına izlemek zorunda kalıyoruz bu kez. Böylece masum olduğunu düşünen bizler, yazarın bizden istediği, ertelenmiş sorgulama sürecine çoktan girmiş buluyoruz kendimizi…

İnsanın, yaşam süresini uzatmak ya da lüksünü arttırmak adına öngördüğü en küçük fikirler için bile, laboratuvarlarda milyonlarca canlıyı katletmesi; evcilleştirmek suretiyle hayvanların yaşam alanlarının kısıtlanıp üremelerine ve ölümlerine müdahale ederek onu canlı yapan her şeyi zapt etmesi; şehirlerde kurduğu barınakların asıl amacının hayvanların barınması değil, şehirlerden hayvanların “arındırılması” olması; hayvanların kendisine daha “faydalı” olabilmeleri için, genetik kodlarını değiştirerek, onları mutantlara dönüştürmesi; kültürünün eğlencelik bir parçası haline gelmiş, av sezonu adı altında yapılan keyfi hayvan katliamları; “ihtiyacı” olduğu için, her yıl 50 milyardan fazla hayvanı öldürmesi gibi, kendimizi karşısında tüm haklı çıkarma çabalarımızın boşuna olduğu gerçekler çarpıyor yüzümüze romanın sayfaları arasından. Modern insanın şiddeti hor gören etiği ya da duyguları ve aklı olduğu için üstün olduğu görüşü, hayvanlar söz konusu olduğunda nasıl böyle içi boşalmış kavramlar haline gelebiliyor? Yoksa tüm bu ahlaki değerler, insanın kendi türünü eğitmek için uydurduğu yalanlar mı?

Bu soy eleştiriyi uzun süre önce yapmış ve hayvanların hak etmedikleri muamelelerden kesinlikle kurtarılması kararını vermiş olan Felham ve Muppet üzerinden akıyor kitabın kurgusu. Tüm yaşamlarını hayvan özgürlüğü mücadelesi etrafında örmüş olan iki aktivistin, eylemlerini gizlilikle planlayıp ve gereğinde şiddeti çekinmeden uygulaması, federallerin aradığı suçlular haline gelmelerine sebep oluyor. Böylece Michael Tobias’ın bizden istediği diğer soruyu da soruyoruz kendimize: Hayvanların özgürlüğü adına illegal eylemlerle, insanların hayatına kast etmenin etik açıdan doğru kabul edilir yanları olabilir mi? Yazar bu soruya olumlu ya da olumsuz herhangi bir yanıt vermeden, kararı inisiyatifimize bırakıyor. Bu noktada Felham’ın, hayvanları korumak için yasalar olduğunu söyleyen kız arkadaşı Jessie’ye yaptığı savunma, eylemlerinin altyapısı olan düşünceyi açıkça ortaya koyuyor: “Bilim adamlarını korumak için yasalar var. Lokanta zincirlerini korumak için yasalar ve vergi boşlukları var. Hayvanat bahçelerini, sirkleri, kürk ve kozmetik sanayilerini korumak için yasalar var. ‘… ‘Haftanın yedi gecesi masaya et veya tavuk koymayı, şükran günü hindilerini, ev hayvanı edinmeyi garanti eden yasalar… Hayvanları korumaya yönelik yasa falan yok. Ve hiç olmayacak. ‘…’ Şu anda, şu dakikada balinalar katledilirken oturup yasaları tartışamazsın.”

Hayvan hakları konusunda tutumunuz ne olursa olsun, en azından sadece insan olduğunuz için, deney öncesi kürarla kasları felç edilmiş veya “uyutulmak” üzere bedenine pentobarbital enjekte edilmiş, krampların acısıyla ölüme giden bir köpeğin yaşlı gözleri sizinkilerle buluşursa, size soracağı o soruya vereceğiniz bir cevabınız olmalı:
“Neden?”