17 Nisan 2020

Köy Enstitüleri Tarihi

Köy enstitülerinin gerek açılış koşulları, ana amacı, kapatılış koşulları ve sorunları; gerekse ana felsefesinin gelecek için eğitim vizyonu ve misyonu katkıları konusunda gerçekçi ve gerekirci düşünce yaklaşımları ile önemli noktalarının ortaya konulması yararlı ve gerekli görülmüştür. Çünkü bir ülkenin geçmişten bugüne, geleceğe yönelik isabetli uzun dönemli politikaları ve stratejik planları ile geleceğini kazanabileceği aksi halde kaybedeceği açıktır. 

Ülke olarak isabetli ve kararlı uzun dönemli politikalar ve stratejik planlar ile ülke geleceğinin kazanılması, yaratılması zorunlu görülmektedir. Türkiye Cumhuriyet'inin 1930 yıllarında toplam nüfusu 14-15 milyon, köy nüfusu 11-12 milyon dolayında idi. Türkiye Cumhuriyeti ekonomisinin ve nüfusunun yaklaşık % 80'i köye ve tarıma dayalı yaşamaktaydı. O yıllarda Türkiye'nin köylerin büyük bir çoğunluğunda yol, su, elektrik, sağlık ocağı, okul yoktu. 

Köylerin büyük bir çoğunluğuna bilimin, demokrasinin ve cumhuriyetin temel ilkeleri ve değerleri tam girmemişti; köylülerin büyük bir çoğunluğu okuma yazma bilmiyordu. Diğer yandan 1900 yıllara doğru realizme ve pragmatizme dayalı idealizm bakış açısı yönünde Amerika'da J. DEWEY'in "iş eğitimi, üretici ve faydacı eğitim, demokratik eğitim," Avrupa'da O. DECROLY'in "hayat ile hayat içinde eğitim," görüşleri önem kazanarak yaygınlaşmıştı, yaygınlaşmaktaydı. Bu bağlamda cumhuriyet'in ilk yıllarında "yaşamda bir iş yapacak, üretici ve kişilikli insan, iyi bir yurttaş yetiştirme," görüşleri önem kazanarak kuvvetlenmişti; dolayısı ile ekonomik ve kültürel kalkınmanın tarımdan, köyden başlatılması zorunlu görülmekteydi. 

Atatürk'ün "Köylü milletin efendisidir," veciz sözleri doğrultusunda 1930'lu yıllarda "köycülük, köylüyü kalkındırma projeleri" geliştirilmeye ve uygulanmaya başlandı. Köylerde tarım, hayvancılık, yapıcılık, demircilik işlerinin, sağlıklı konut ve yaşamın geliştirilmesi; köylünün cumhuriyetin ana amacı ve ilkeleri yönünde bilinçlendirilmesi, canlandırılması gerekmekteydi. Aynı yönde ayrıca daha etkin eğitim sistemi yaklaşımları, arayışları içinde eğitimde birlik çalışmaları sürdürülmekteydi. 

Büyük Atatürk'e, dönemin Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç'a göre eğitim yaşamın kendisi olmalıydı; eğitim sistemi, sistem çalışması ve ülkü birliği içinde geliştirilmeliydi, işe ve üretime dayanmalıydı. İş eğitimi kişinin kendisini gerçekleştirmesini, toplumsal sorunların çözümünü sağlamalıydı. Dolayısı ile öğretmenler köyün belirtilen sorunlarını çözecek biçimde yetiştirilmeliydi; aynı yönde temel bilgili, ilkeli ve koşullara dayalı serbest fikirli olmalıydı; serbest fikirli cumhuriyet gençleri yetiştirmeliydi. 

Köy enstitüleri fikri İkinci Meşrutiyet ile daha somut olarak ileri sürülmüştür. J. DEWEY ve diğer eğitimcileri de köy enstitüleri fikrini desteklemekteydi. Tarihi Süreci ve İncelme Bu yönde köy okullarında okuma yazma, matematik öğretimi için eğitici eleman yetiştirmek amacı ile 11.06.1937 Tarih ve 3238 tarih sayılı "Köy Eğitmenleri Yasası" çıkarılmıştır. Daha sonra 07.07.1939 Tarih ve 3704 sayılı "Köy Eğitmen Kursları ile Köy Öğretmen Okulları Yasası" çıkarılmıştır. 

Bu yasa çerçevesinde Eskişehir, İzmir, Kırklareli, Kastamonu, Samsun illerinde köy öğretmen okulları açılmıştır. Aynı yönde Köy öğretmeni yetiştirme çalışmaları hızlandırılmış ve 17-29 Temmuz 1939 Milli Eğitim Şurası'nda alınan karar doğrultusunda 17.04.1940 Tarih ve 3803 sayılı ile "Köy Enstitüleri Yasası" çıkarılmıştır. Köy Enstitüleri Yasası ile daha önce açılmış ve eğitim öğretim yapmakta olan köy öğretmen okullarını da köy enstitüleri statüsü altında toplanmış; köyde üretim ve kalkınma ön plana alınmıştır. 

Köy Enstitülerinin çoğu ilk üç-dört yılda kuruldu; Türkiye genelinde sayısı zamanla 21'e çıkartıldı. Köy enstitüleri temel misyonunu iş, zanaat ve sanat deneyimli, yetenekli köy koşulları ile barışık köy öğretmenleri, teknik ve sağlık elemanları yetiştirmekti. Köyü kalkındırma çalışmalarını büyük bir coşku içinde temel, eğitim ve kültür bilgilerine önem vererek sağlamaktı. 

Köy enstitüleri öğrencileri ilk yıllarda eğitim öğretim süreci içinde önce kendi okullarını, atölyelerini, iş yerlerini bizzat kendileri yapmışlardı. Günlük gıda temini, yiyecek, içecek, temizlik temini işlerini kendileri yaparlardı. Aynı yönde çağdaş ve demokratik iş eğitimi, yaratıcı üretim ve verimlilik eğitimi görüşü ve yaklaşımları izlenirdi. Eğitim öğretim, uygulama ve iş süreçlerinde çevreye görelik, doğa uygunluk, kendi kendini yönetme, kendi kendine çalışma ilkeleri ve yöntemleri izlenmişti. 

Köy Enstitüleri bu doğrultuda eğitim öğretim çalışmalarını kalitelerini artırarak 14 yıl başarı ile devam ettirmiştir. Bu dönemde 17 341 öğretmen, 8 675 eğitmen, 1 248 sağlık memuru olmak üzere toplam 27 264 eleman yetiştirmiştir. Bu gelişim süreçlerinde diğer yandan 1950'li yıllarda ABD ve Avrupa ülkelerinde şehir nüfusu % 70'ı aşmışken Türkiye'nin nüfusu 21 milyona, şehir nüfusu ancak 5-6 milyona yaklaşmıştı. 

Yine İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra dünyadaki yeni ekonomik oluşumlara, bloklaşmalara bağlı olarak Türkiye'de de öncelikler değişmeye; kişisel özgürlük, özel girişimcilik beklentileri de gelişmeye başladı. Türkiye'de şehirleşme, sanayileşme, özel sektör politikaları gelişmeye, bu politikaların gerektirdiği sosyal yaşam ve yatırım öncelikleri; şehirlilik, seçkinlik, kalite ve moda kültürü önem kazanmaya, milli eğitim öncelikleri değişmeye başladı. Aynı yönde çağdaş yaşama, dini inanca ve bilime dayalı idealistlik ve seçkinlik önem kazanırken gerçekçilik, üretkenlik, verimlilik ve faydacılık biraz ihmal edilmeye başlandı. 

Köy enstitülerinde de bu bağlamda temel ve teorik bilgilere, eğitim ve kültür bilgilerine önem veren bakış açıları gelişmekteydi. Öğretmen yetiştirme bakış açılarında beliren bu yeni yaklaşımlar doğrultusunda 5-14 Şubat 1953 Tarihli Beşinci Milli Eğitim Şurası'nın köy öğretmen okulları ile köy enstitülerini birleştirme kararları doğrultusunda 04.02.1954 Tarih ve 6234 sayılı "İlk Öğretmen Okulu Yasası" çıkarıldı. Köy enstitüleri belirli kesimlerin ileri sürdüğü biçimde gerçekten erken kapatılmıştı.

mebb.deu.edu.tr

Halikarnas Balıkçısı Ege Kıyılarından " Knidos Afroditi "


"İnsanlar arasındaki ayrılık, gelinle senin arana giren duvaktır. İnsan birliğini ayıran ince, bir başka­lık duvağı, duvağın ardında sezilen yüzün bir güzelli­ği, bir gülümsemesi vardır. Ben işte, o hayal meyal gördüğün güzelliğin ta kendisiyim! Gelinler sanıldık­ları gibi olmasalar bile, gelinde hayal ettiğin, aradı­ğın güzellik ve gerçek benim! Sen beni Bizans'ın Losus Sarayında yandı kül oldu, bitti sanma. Kadın er­kek, çoluk çocuk milyonlarca insanda yaşayan, yü­rüyen, bakan, seven ve sevilen yine benim. Gözleri ışıktan kamaşan kara baykuşlar gibi, öteye beriye çöken felaketler, ancak burada masmavi bir gedik, bir aralık bıraktıkları için ben buraya her gece ay ve yıldız ışığıyla gelir, eski yerimde gezerim.

Ben doğulu bir Tanrıçayım. Asurlular bana 'İş- tar’ dediler. Fenikeliler bana 'Astoret! Astoret!' diye yalvarırlardı. Suriye'de adım Atargatis'ti. Babilliler bana 'Belit' (Melitta!) diye taparlardı. İnsan olalı ve daha önceleri hep vardım. Ben Astarte'yim. En derin hücrenizde, her atomda kaynayan hayat kaynağı­yım. Heptim, hepim ve hep olacağım. Bunun için ölümsüzüm. Benim geçmediğim yer yoktur. Tapınak olsun, duvar olsun; insan, hayvan, zindan, kule, sa­ray, ordu; kısacası bana yol vermeyen her şeyi mut­laka ölüm çiğner ve bana yol açar.

Seni ben doğurdum. Elverir ki seni doğurayım, yeryüzüne yeni bir kafa getireyim; doğururken ölme­ ye razıyım. Hem de güle güle. Praksiteles bana ka­nat takmadı. Çünkü ben, düş dünyasından melek ya da gılman değil, ama bu dünyanın taşından, topra­ğından, maddesinden yapılma bir kadınım. Ve yer­ yüzüne, acı beyin doğuran anayım. Gökteki düşsel melekler gerçek olsalar bile, onlar hiç yeni bir şey doğuramazlar. Gözlerim doğum işkencesiyle çukurlaşırken kemiklerim açılır, etlerim parça parça olur. Eğer cennet varsa ve o cennette de kanatlı melekler varsa, onlar kanatlarından utansınlar. İşte sana ilk önce ana biçiminde göründüm. Bu dünyaya gözleri­ni açtığın zaman ilk önce ben sana gülümsedim. İş­te ben bu güzelliğimle seni bağrımda, kendimle, ka­nımla besledim. Sonra da sana koynumun sütünü emzirdim. Üzerine sevgiyle titreyen, sana sütünü ve­ren, üzerine eğilip sana gülümseyen ölümsüz güzel­lik benim. 

İnsanlar önce beni bir ay tanrıçası diye tanırlar­dı. Onun için burada sana eski ışığımla parlıyorum. Tarih başlamadan bile beni doğu; otlar, ağaçlara can verici, hayat ve hareket bağışlayıcı diye severdi. Ama o zaman bile denizle, enginlerle birliğim vardı. Deniz dünyanın en büyük yaratıcısıdır. Doğurgandır. Engin bağrında sever, sevdirir, çoğaltır ve var eder. Onun için aynı zamanda bir engin tanrıçasıydım. Doğuda çok öncelerden beri hayat hep su gibi akıcı, yürüyücü, ileri atılıcı bir şey olarak sezilirdi. Madem­ ki ışıktım, aydım, denizdim; elbette tanyerinin ufuk­tan ağarması gibi Helenler beni 'Afrodit' diye enginin köpüklerinden yarattılar. Helenler, kendi yıldızım olan Venüs’ün şafak ağarırken Ege Denizinin doğu­sundan doğduğunu görmemişler miydi? Onun için beni doğudan, ufkun köpüklerinden yarattılar. İlk önce bana, yeşil derinliklerin Tanrısı olan Poseydon taptı. 

Doğudan geldiğim için bana ilk önce Kitera'da tapınaklar kurdular. Sonra Fenikeliler, Ege'de uçu­şan yelkenleriyle beni Girit'e getirdiler. Yunanistan'a vardığım zaman hayatı hayat eden ne varsa, o ben­ dim. 

Onun için sevgi ve güzellik Tanrıçasıydım. Bir gün geldi, bütün güzelliğimle Praksiteles'in beyninde parlayan hayal oldum. Işıklı bir duman gibi döne döne buraya geldim durdum. Bembeyaz bir heykel olarak buraya dikildim. Yaradılışın birbirlerine karşı çekici yarattığı varlıklar gelip önümde birleşir­ lerdi. Bu iki ayrı cisim, benim ruhumda biribirlerine kavuşurlardı. 

Bana apak güvercinler getirirlerdi. Yaşamanın çılgın isteği, yaşamayı özleminin derin şarkısı, mavi göklerde yüz binlerce güvercinimin uğultusuna karı­şırdı. Bu yerler şimdi bir yıkımdır. Ama sen o türkü­ nün denizde sayısız renkle çakan ve fısıltıyla söyle­ nen uyumunu burada duyuyorsun a...

Bir an geldi ki; sevdiğin kadının gözlerinde par­ladım. Dudaklarından sana gülümsedim. Elbette ba­ kışımı, gülüşümü görünce beni aya, yıldıza, denizle­re benzettin. Çünkü bakışım ve gülüşüm, sana bakan yıldızlardı. Sana gülen, bakan varlıktı. Eğer o an bir avuç toz olsaydım, beni göklere savurur, Samanyolları yaratırdın. Çünkü ben senin gözünde bütün insanlığı temsil ediyordum. Bütün insanlığı bir göv­dede sana veriyordum. Bana doğru uzattığın kolları­na bütün güzellikleri, evreni seriyordum. Yüce dağla­rın kuvvetini bağışlıyordum. Gönlünün bana doğru atılışına bütün okyanusların sonsuz genişliğini veri­yordum. Bir an için sana cennet kapılarını açtım. Göklerin milyarlarca yıldızını kulaklarında çınlattım. Aylar, güneşler, beyninde fırıl fırıl dönerken sana göksel müzikler dinlettim. Esginler seni sonsuz yük­sekliklere çıkardı. Çünkü bir an içinde, sana sonsuz­luklar yaşattım. Gövdemle ölüme set çektim. İşte bu nedenle, Afrodit'im.. 

Yaşam öyledir ki; birlikte yaratılan, yaşayan ve büyüyenler birbirlerini seveceklerdir. Çünkü birbirle­rini sevmekten başka her ne yaparlarsa, birbirlerinin celladı olarak birbirlerini öldüreceklerdi. 

Sevgi ve sevincim öyledir ki; cefa ve üzüncü omuzlara bölerek onu hiç ederim; sevgimi yüreklere bölüştürmekle onu ’hep’ ederim. Ben Astarte'yim. İn­sanın işkenceyi hiç etmekteki inancı ve umuduyum. Ben o umudum ki; yıkıntı içindeki dünyayı çalışmay­la cennete çevirtmeye gücüm yeter. Mademki varım; hayat değil miyim, umut değil miyim ve öteyi göste­ren değil miyim? insan, güçlüklerini benimle çözüm­ler ve onları ortadan kaldırır. Sultanlar ve köleler, tanyeri ağarırken geceden artakalan gölgeler gibi önümden kaçarlar. Ben Afrodit'im. Enginin en yük­sek dalgasının üstündeki köpüğüm. Maddenin özü, sütün kaymağı ve yaradılışın son ürünüyüm. Çünkü, bilince varmış maddeyim. Dalgadan dalgaya yürüye­rek köpürür ve bütün güzelliğimle sonsuza dek çırıl­ çıplak parlarım. Bütün toplumları saran ölüm çem­berlerini çözen ve daha engin, daha öte, daha güzel dünyalara insanı doğurur ve vardırırım. 

Bazen bana 'Havva' dediler. Bazen de 'Mer­ yem' dediler. En eski Mısır'da bile insanoğlu Horus ve doğuran İsis değil miydim? Bin bir adla anıldım. Kitera dediler, beni Kıbrıs’ diye çağırdılar. Her za­ man genç ve güzel olan ve her zaman yeni yeni do­ğan Brahma, yine bendim. Öldürücü Azrail'e karşı­ lık, hep müjdeler getiren Cebrail ben değildim de kimdi? 

Ama Uzakdoğuda beni tulum göbekli ve ağzım­dan ateş püskürür yapıyorlardı. Ben asıl Knidos'ta, insanlığın ve kadının dosdoğru ve tertemiz enstektti (içgüdüsü) olduğumu gösterdim ve bu enstenkt bü­tün insanların bekası (kalımı) sırasında öylesine gü­zel bir dengede duruyordu ki... Bir ticaret malıymı­şım gibi, alım satım piyasasında, bana da paraca değer biçtiler. Durduğum yerden devrilmeseydim, varlığın en güzel ve en temiz şeyi olarak kalırdım. 

Baloda ve salonda henüz çocukluktan çıkmış dekolteli kıza, seksenlik milyonerin elleri, kolları, si­ nek kapmağa hazırlanan örümceğin .yaşlı bacakları gibi titremeseydi, sulanan ağzından, sarkan altdudağının yoluyla, salyası frakının beyaz plastronuna, öküz salyası gibi sünüp de akmasaydı, kendimden ve gövdemden utanacak neyim vardı?

Doğan çocuklar bile, benimle ilgili bilgiyi mutla­ ka gizli olarak mezbelelerden öğrenmek ve aşh pan- domimasını, lağımlarına denk akan sokaklarda, aç­lık haçına çakılmış olan kendi öz kardeşleriyle meşketmek zorundadırlar. Gemi azıya alan o görünüm­leri büyük kentlerin eğlence yerlerinde gören gençli­ğin başından, hangi eğitim, hangi öğretim o yakıcı izlenimi silebilir? 

Şimdi çöplükte öğrenilen gizi, ben insanlara gü­zellikle, ışıkla ve sevgiyle anlattım. İnsanlara güzel­lik ve temizlik duygusunu verdim. Bu sıralarda bana bir de 'seksapel' niteliği taktılar. Yaratılış boşluğu sevmez. İnsanlar yalnız parayla uğraşan boş kafaları elbette seksapel ile doldurdular. Bu yolda propa­ ganda ile epeyce para da topladılar, insanların bur­nunun biçimini, dudağının rengini, kirpiklerinin duru­munu; üst baş ve yüz gözlerin nasıl olması gerektiği­ni, şimdi ancak, gözü kaparozda (yolsuz gelirde) olan ticaret kurumlan saptıyorlar. Oysa benim güzel­liğimi, gözü hiç de parada değil, ama güzellikte olan bir sanatçı yarattı. 'Güzel insan böyle olacaktır. Ma­dem ben böylesine güzel insanı düşünebildim; bu güzel insana ulaşıldı...’ dedi. Ben, güzelliğin Afroditiyim... Parayla satılan seksapelin Afroditi değil... 

Ben, hangi şeyin üzerinde parlarsam onu güzel kılan Astarte'yim. Gençliğin şafağında, titreyen  du­daklarla insan, öpüşler sayıklarken, ona düşlerinde gülümseyen benim. Peri adalarında, fışıltılı kıyılar­ da, büyülü dağ ve yamaçlarda ona gülümseyen Me­litta benim. Denizde, ırmak kıyılarında ona seslenen ¡sis benim. Açık dudaklarından kokular soluyan çi­çeklerde, yağmurlarda, renkte, türküde, insanı çağı­ran benim. Varolanı parça parça edip geçmişin üze­rine yıkan fırtınanın sesinde çığlık salan Astarte be­nim. Hatta dünyada varolmak zorunluğunu bile, yo­lunda can verilir, sevinçli bir çile durumuna getiren, insana kendisini sevdiren yine benim. Her yabancı­nın yüzüne bir kardeş tatlılığı veren benim. İnsan her yüzde, her bakışta beni arar. Çünkü herkesin başkalığı, ancak yüzüme geçen bir maskedir. Ben Astarte'yim. Her gözden ben bakarım. Bütün beyin­lerde bilincim. Bütün bilinçlerde bir umudum. Çünkü ben hayatım..."

Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek(Öyküler)
Derleyen:Şadan Gökovalı 

Gabriel García Márquez & Johnny Welch "Kukla"



Tanrı, bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup
can vererek beni ödüllendirse, aklımdan geçen
her şeyi dile getiremeyebilirdim ama en azından dile
getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm.
Eşyaların maddi yönlerine değil, anlamlarına değer verirdim.
Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada,
60 saniye boyunca ışığı yitirdiğimi düşünürdüm.
İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır…

Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim.
Başkaları uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim.
Başkaları konuşurken dinler,
çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım.
Eğer, Tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir,

yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil,
ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım.
Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı nefretimi
buzun üzerine kazır ve güneşin göstermesini beklerdim.
Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca
Van Gogh resimleri çizer,
Benedetti şiirleri okur ve serenatlar söylerdim.
Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan
dikenlerinin acısını hissederek
dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim.
Tanrım bir yudumluk yaşamım olsaydı…
Gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara
onları sevdiğimi söylemeyeyim.
Tüm kadın ve erkekleri,
en sevdiğim insanlar oldukları konusunda
birer birer ikna ederdim ve aşk içinde yaşardım.
Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının
ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü;
insan aşkı bırakınca yaşlanır.
Çocuklara kanat verirdim. Ama uçmayı
kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım.
Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil
unutma ile geldiğini öğretirdim.

Ey insanlar! Sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim.
Tüm insanların, mutluluğun
gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden,
dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim.
Yeni doğan küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken
aslında onu kendisine sonsuza dek
kelepçeyle mahkûm ettiğini öğrendim.
Sizlerden çok şey öğrendim.

Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak.

Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim.
Mutsuz bir şekilde… Artık ölebilir miyim?

Johnny Welch


Original   GABRIEL GARCÍA MÁRQUEZ vs JOHNNY WELCH – THE