01 Nisan 2018

Milan Kundera "Duygulardan uzak cinsellik, insanın kederden öldüğü bir çöl gibi uzar."





İlhan İrem "Vicdan, sanat, insani değerler, her şey buharlaştı."

Aşk Sensin’ insanın her sabah aynaya bakarak kendine söylemesi gereken bir cümledir. Çünkü siz ve çevrenizdeki herkes ve her şey aşkla yaratıldı. Kâinat kendi aşkıyla kendini yarattı... Ve olan biten ne varsa aşktandır. Ulaşılması gereken, bizden kopuk bir duygu değildir aşk. Aşk biziz. Aşk sensin. İnsanlar özlerini unuttuğu için dünya kararıyor.

İnsanlar özlerini unuttuklarında aslında kendileri olan aşkı da kaybettiler. Böylece vicdan, sanat, insan değerleri ve her şey buharlaştı. İnsanlar kendilerini hatırladıklarında, dünyanın bu hastalıklı döneminden çıkar sağlayanlar gidecek ve güzellikler geri gelecek.

Aşk yanılsaması ile sonsuz aşk arasında bir nüans var. Aşk sanrısına tutulanlar, yanılsamanın getirdiği parlak ışık sönükleştiğinde aşkın bittiğini düşünürler. Oysa gerçek aşk sonsuzdur ve asla bitmez. Bu sözler, umudun içinde hüzünlü bir tebessüm gibiler. Çünkü aşk yalnızlığın doruk noktasıdır.

Her sabah yeniden doğan güneş gibi, bozulmadan değişiyorum ve gelişiyorum. Ama daha önce anlattığım nedenlerle dünya yerinde sayıyor hatta geri gidiyor. İzleyicilerim nerede olduğunu biliyorlar. Yerinde sayanlardan giderek uzaklaşmam ise doğal.



Abraham Maslow - İnsan Olmanın Psikolojisi

 Sağlık Psikolojisine Doğru

 İnsan sağlığı ve hastalığı üzerine yeni bir anlayış doğuyor. Bu anlayış öylesine heyecan verici ve olağanüstü olasılıklara ge­be ki, henüz sınanmamış ve onaylanmamış, yani bilimsel bilgi olarak benimsenmemiş de olsa kamuoyunun önüne bu konu ile çıkma isteğime karşı koyamıyorum.

Bu anlayışın temel varsayımları: 

1- Her birimizin biyolojik bir temele dayanan, bir dereceye kadar “doğal”, esas, verili ve sözcüğün dar anlamıyla değiştiri­lemez ya da değişmez bir içsel doğası vardır. 

2- Her birey, bir bölümü kendine özgü, bir bölümü de tüm in­sanlıkla ortak bir içsel doğaya sahiptir. 

3- İçsel doğanın bilimsel açıdan incelenmesi ve -yaratılması değil- keşfedilmesi mümkündür. 

4- Elimizdeki bilgilerin ışığında bu içsel doğanın temelde ya da zorunlu olarak kötü olmadığını söyleyebiliriz. Temel gerek­sinimler (yaşamaya; güvenliğe; ait olmaya ve şefkate; saygıya ve özsaygıya; kendini gerçekleştirmeye duyulan) ile temel insa­ni duygu ve yetenekler ilk bakışta ya nötr, “premoral” ya da ya­ pıcı nitelikleri ile “iyi”dirler. Yıkıcılık, sadizm, gaddarlık, kin, nefret, vb. insanın temel özellikleri olmayıp, gereksinim, duygu ve yeteneklerin engellenmesine karşı duyulan şiddet eğilimli tepkilerdir. Öfke kendi içinde kötü değildir; korku, tembellik hatta bilgisizlik de... Bunlar elbette kötü davranışlara yol açabi­lirler ama bu da zorunlu değildir. İnsan doğası asla düşünüldüğü kadar kötü değildir. Aslında insan doğasına ait olasılıklar tipik bir yaklaşımla küçümsenmiştir. 

5- İçsel doğamız kötü değil, tersine iyi ya da nötr olduğun­dan açığa çıkarılmasının desteklenmesi seçilecek en iyi yoldur. Kendi yaşamlarımızı yönetebilme şansına sahip olduğumuz tak­dirde daha sağlıklı, üretken ve mutlu oluruz. 

6- Bu temel yapısı reddedildiği ya da baskı altına alındığı za­man insan sağlığı görülür şekilde ya da gizliden gizliye, hemen ya da neden sonra bozulacaktır. 

7- İnsanın içsel doğası hayvanların içgüdülerinin tersine güç­lü, egemen ve yanılmaz değildir. Zayıf ve hassastır. Alışkanlık­lara, kültürel baskıya ve olumsuz tavırlara kolaylıkla boyun eğer. 

8- Zayıf olmasına karşın bu doğa, normal bir insanda -hatta hasta bir kişilikte bile- ender olarak tamamıyla yok olur. Redde­dilmesine karşın kendini gerçekleştirmek üzere içten içe direnir. 

9- Bu yargılar disiplin, yoksunluk, engellenme, acı ve traje­dinin gerekliliği içinde açıkça tartışılmalıdır. Bunlar içsel doğa­mızı açığa çıkaran, besleyen ve gerçekleştiren; yaşamak isteni­len deneyimlerdir. Bu deneyimlerin başarı ve ben gücü, dolayı­sıyla özsaygı ve özgüven ile yakından bağlantılı oldukları gittik­çe daha iyi anlaşılmaktadır. Utkular kazanmayan, direnmeyen ve üstesinden gelmeyen insan bunu yapabileceğinden kuşkulan­maktan da kurtulamaz. Bu yalnızca dış tehlikeler için geçerli de­ğildir. Kişinin kendi itkilerini kontrol edebilme ve erteleyebil­mesi, yani korkusunu yenebilmesiyle de ilişkilidir. 

Bu varsayımların doğruluğunun kanıtlanması, bilimsel bir etik, doğal bir değerler sistemi, iyi ve kötünün, doğru ve yanlı­şın belirleneceği son bir karar düzeneği oluşturacaktır. İnsanın doğal eğilimleri hakkında daha çok bilgi sahibi oldukça nasıl iyi, mutlu, üretken olacağını; özsaygısını nasıl geliştirebileceği­ni ve yeteneklerini nasıl en iyi şekilde kullanabileceğini söyle­mek de kolaylaşacaktır. Bu, gelecekte birçok kişilik sorununun kendiliğinden çözülecek olması anlamına geliyor. Asıl sorun, kişinin insanlık ailesinin bir üyesi ve aynı zamanda tekil bir bi­rey olarak gerçekte nasıl birisi olduğunu ortaya çıkartabilmekte.

Kendisini gerçekleştirebilmiş insanları incelemek bize kendi yanlışlarımızı, eksiklerimizi ve ne yöne doğru geliştiğimizi gör­me olanağı verecektir. Bizim çağımız dışında her çağın kendi idealleri vardı. Tüm bu idealler, azizler, kahramanlar, beyefendi­ler, şövalyeler ve gizemciler kültürümüz tarafından saf dışı bıra­kıldı. Geride ise sadece iyi ayarlanmış, sorunsuz, olabildiğince silik ve belirsiz bir insanlık kaldı. Buna karşın belki de pek ya­kında tam anlamı ile gelişen, gizilgüçlerini değerlendiren ve kendini gerçekleştiren; içsel doğasına kendisini dile getirme öz­gürlüğü veren, onu kısıtlamayan, bastırmayan, yadsımayan in­san örneğini tanıyabiliriz.

Her birimizin kavraması gereken yaşamsal ve dokunaklı bir gerçek var: Türümüze özgü erdemlerden her uzak düşüşümüz, kişinin kendi doğasına karşı işlediği her suç, ayrıcalıksız herkes bilinçaltımızda bir iz bırakır ve kendimizi küçük görmemize ne­den olur. Karen Horney bu bilinçdışı algılama ve anımsama ey­lemini çok yerinde bir anlatım ile “kaydetme” olarak tanımlar. Bizi utandıran bir davranışımız hanemize kara bir leke olarak “kaydedilir”; dürüst, güzel ve iyi davranışlarımız ise olumlu bi­rer puan olarak. Sonuçta terazinin kefesi bir tarafı gösterir. Ya özsaygımız artar ve kendimizi benimseriz ya da küçük görür, aşağı, değersiz ve sevgiden yoksun hissederiz. Tanrı bilimciler insanın gücü yetmesine karşın bir şeyi bile bile boşlaması güna­hına “m iskinlik” adını vermişlerdi.

Bu bakış açısı Freudcu anlayışı yadsımaz. Kısa ve öz bir şe­kilde açıklamak gerekirse, Freud bize psikolojinin sayrıl (hasta­lıklı) yönünü gösterdi ama artık sağlıklı yanını da açığa çıkar­mamız gerekiyor. Belki de bu sağlık psikolojisi yaşamlarımızı denetleme ve geliştirmemizde, daha iyi insanlar olmamızda bizlere daha çok yardımcı olacaktır. Bu yöntem belki de, “hastalık­tan nasıl kurtuluruz” diye sormaktan çok daha fazla yarar sağla­yacaktır bizlere.

Özgür gelişimi nasıl özendirebiliriz? Bunun için en uygun eğitim koşulları nelerdir? Cinsel mi? Ekonom ik mi? Politik mi? Bu tip insanların yaşamlarına uygun bir dünya nasıl olabilir? Bu tip insanlar nasıl bir dünya yaratacaklardır? Hasta insanlar, hasta bir kültürün ürünleridir. Sağlıklı insanlar ise ancak sağlık­lı bir kültürde yetişebilir. Bununla birlikte, hasta insanların ya­şadıkları kültürü daha da bozduğu, sağlıklı insanların ise daha sağlıklı bir kültür yarattığı da bir gerçektir. Birey sağlığını ge­liştirmek daha iyi bir dünya yaratmanın yollarından biridir. Di­ğer bir deyişle, kişisel gelişimin özendirilme olasılığı yüksektir; var olan nevrotik belirtilerin yardım olmadan sağaltılabilme olasılığı ise daha düşüktür. Bir insanın daha dürüst olmayı seçmesi, kendi takıntı ve saplantılarım sağaltmaya çalışmasından çok daha kolaydır. 

Alışılagelmiş bakış açısı ile kişilik sorunları istenmeyen so­runlar olarak değerlendirilmişlerdir. Çatışma, kargaşa, vicdan azabı, kaygı, depresyon, düş kırıklığı, gerilim, utanç; kendini ce­zalandırma, aşağılık ya da değersiz duyumsama her durumda ruhsal acılara neden olurlar. Eylemlerin verimliliğini düşürürler. Denetlenemezler. Bu durumda da kendiliğinden hastalıklı ve kö­tü olarak algılanır ve olabildiğince çabuk “ iyileştirilirler”.Gel gör ki tüm bu belirtilere sağlıklı ya da sağlıklı olma yo­lunda ilerleyen insanlarda da rastlanır. Acaba suçluluk duygu­muzu yenmemiz gerekiyor mu? Varsayalım ki güçlerinizi den­gelediniz ve artık uyumlusunuz. Evet denge ve uyumluluk acıyı azalttığı için iyi olabilir; ama belki de daha yüce bir ideale doğ­ru ilerlemenizi engellediği için kötüdür.

Erich Fromm önemli bir kitabında {Man for Himself) klasik Freudcu üstben (süper-ego) kavramını otoriter ve göreceli içeri­ği nedeniyle yerer. Freud üstben ya da vicdanı, anne babanın di­lek, istek ve ideallerinin içselleştirilmesi olarak düşünmüştü. Bu bakış açısı anne babanın kişiliklerini göz ardı ediyor. Peki anne babanız kanun kaçağı ise ne tür bir vicdana sahip olursunuz? Belki de babanız eğlenceden nefret eden katı ahlak anlayışına sahip birisidir. Ya da bir psikopat. Freud, bir vicdana sahip oldu­ğumuz konusunda haklıydı. İdeallerimizi hayatımızın erken dö­nemlerindeki figürler belirler, sonradan okuduğumuz “Hafta So­nunda Kendinizi Geliştirin” kitapları değil. Ama, vicdanın ki­minde daha etkili kiminde daha zayıf şekilde varlığını sürdüren değişik bir yanı, başka bir deyişle değişik türde bir vicdan var­dır. Bu, “temel vicdan”dır. Bu vicdan kendi doğamızın, yazgı­mızın, kapasitemizin; kendi yaşam “çağrı”mızın bilinçdışı ve bi­linç ötesi algılanışından kaynaklanır. Bu vicdan kendi içsel do­ğamıza karşı dürüst olmamızı; onu kendi zayıflıklarımız, çıkar­larımız ya da diğer nedenlerle yadsımamamızı ister bizden. Ye­teneklerini körelten, doğuştan ressam olup da hisse senetleriyle boğuşan, akıllı olan ama aptalca bir yaşam sürdüren, doğruyu görüp de ağzını açmayan, yürekliliğini öldürüp korkaklaşan tüm insanlar içten içe kendilerini aldattıklarını ve bu nedenle de ken­dilerini aşağı gördüklerini hissederler. Sonuçta, yaşanan kendini cezalandırma durumu yalnızca nevroza da yol açabilir; doğru olanı yapmaya başlamanın sonucunda yenilenmiş bir yüreklili­ğe, haklı bir öfke ve artan bir özsaygıya da. Kısacası, gelişim ve ilerleme acı ve çatışma ile sağlanabilir. 

Geçerli olan sağlıklı ya da hasta olma ayrımına, en azından yüzeysel belirtiler göz önüne alındığında, kesinlikle karşı çıkı­yorum. Hastalık, belirtilerin varolması mı demektir? Ben hasta­lığın, var olması gereken belirtilerin ortaya çıkmaması durumu olduğunu savunuyorum. Sağlıklı olmak hiçbir belirti taşımamak mı demektir? Sanmıyorum. Auschvvitz ya da Dachau’daki Naziler arasında hangileri sağlıklıydı? Vicdan azabı çekenler mi yok­sa vicdanı rahat, temiz, mutlu olanlar mı? Tam anlamıyla insan olan bir kişinin o durumda çatışma, azap, depresyon, öfke yaşa­maması mümkün müdür? 

Doğrusunu isterseniz bana gelip kişilik problemleriniz oldu­ğunu söyleseniz, sizi daha iyi tanımadan ne yanıt vereceğime karar vermezdim: “İyi!” mi, yoksa “Geçmiş olsun!” mu? Ne­denlerini bilmem gerekir önce. Bu durumun istenmeyen neden­lerden kaynaklanabileceği gibi olumlu nedenlerden de kaynak­lanabildiği görülüyor.

Bunun bir örneği de psikologların benimsenme, uyum, hatta suç işleme konularına olan yaklaşımlarındaki değişikliktir. Ki­min tarafından benimsenmek? Belki de bir genç için züppe tanı­dıklar, demekler tarafından kabul edilmemek daha iyidir. Neye uyum göstermek? Kokuşmuş bir kültüre mi? Baskın bir anne ba­baya mı? Olabildiğine uyumlu çalışan bir köle için ne söylene­bilir ki? Ya da uyumlu davranan bir tutsak için? Davranış sorun­ları yaşayan çocuklara bile yeni bir gözle bakılmaya başlandı. Neden yaramazdır? Bu durumun patolojik nedenleri olabilir. Ama genellikle bunun için gayet iyi nedenleri vardır çocuğun; sömürülmeye, baskıya, hoşlanmaya, aşağılanmaya, ezilmeye karşı direnmektedir.

Aslında, neyin kişilik sorunu olarak adlandırılacağı bu adlan­dırmayı kimin yaptığına bağlıdır. Kölenin efendisi mi? Bir dik­tatör mü? Ataerkil bir baba mı? Karısının çocuk kalmasını iste­yen bir koca mı? Açıkça görülmektedir ki kişilik sorunları çoğu zaman insanın aldığı psikolojik yaralara, gerçek içsel doğasının uğradığı saldırılara karşı bir başkaldırıdır. Bu durumda hastalık­lı olan, böylesi bir saldırıya başkaldırmamaktır. Ne yazık ki in­sanların çoğunun karşılaştıkları kötü davranışlara tepki verme­diği kanısındayım. Kendilerine yapılanı sineye çeker, tepki ver­meye yıllar sonra başlarlar. Bu tepki de nevroz ya da psikoz ola­rak kendini gösterir. Bazı durumlarda kişi hasta olduğunu, ger­çek mutluluğu, doyumu, zengin bir duygusal yaşamı ve huzur­lu, üretken bir yaşlılığı kaçırdığını fark edemez bile. Yaşamı he­yecan verici bulmanın, yaratıcı olmanın ve estetik tepkiler ver­m enin güzelliğini hiçbir zaman tadamazlar.

Olumlu üzüntü ve acı sorusu ya da bunun gerekliliği konusu ile yüzleşmek kaçınılmazdır. Gelişim ve kendini gerçekleştirme acı, üzüntü, keder ve kargaşa olmadan olabilir mi? Tüm bunlar bir noktaya kadar kaçınılmaz ve engellenemez ise sınırlan çizen nedir? Üzüntü ve acı insanların gelişimi için gerekli ise insanla­rı acı ve üzüntüden sürekli olarak korumaya çalışmaktan kaçın­malıyız. Acı ve üzüntü bazen yapıcı olabilir ve nihai olumlu sonuçları göz önüne alınırsa arzu edilebilir. İnsanları acılarını ya­şamaktan alıkoymak sonuçta aşın korumaya dayanan bir ilişki yaratabilir. Bu da kişinin kendi içsel doğasının bütünlüğüne olan saygısının azalması ve gelişiminin engellenmesi anlamına gelir.