27 Aralık 2019

Tek Yol Atatürk Yolu


"Atatürk yolu tek kurtuluş yolumuz bizim. Aklı başında hiç bir Türk aydının şüphesi yok bundan. Ama yurdun hayrına olan bu çıkar yolu bırakıp birtakım birbirinden beter çıkmazlara saplananlarımız günden güne çoğalıyor. Atatürk'ün adını dillerinden düşürmeyen nice kişilerimiz de onlara çığırtkanlık etmeden, ters yollar göstermekten geri durmuyorlar. Küçük çıkarlar, çirkin politika oyunları yüzünden. Yaşar Nabi, Atatürk devrimleri konusunda yıllar süren savaşının bir özetini veriyor bu kitapta..."

Varlık yayınlarının geçen ay çıkan en son kitaplarından birinin arka kapağmda bu satırlar okunuyor.

Kitabın adı "Tek yol - Atatürk yolu".. Yaşar Nabi ki, Cumhuriyetin ilk yıllarında adını pek genç bir devrin şairi olarak tanıtmıştı. Sonra şiirden fikre geçti. Memleketimizin en uzun ömürlü sanat dergisini çıkarmakta devam ediyor. Bir kitap sağanağı halinde kültür çorağımıza, eser döküp duruyor.

Gerek kendi dergisinde, gerek başka dergi ve gazetelerde yillardır Atatürk devrimleri ve ilkeleri konusunda yazdıklarını bir araya getirmiş; umuyor ki "Bu uğurdaki savaşlara yeni bir destek olur"..

Böyle uyarıcı, aydınlatıcı eserlere bu sıralarda çok muhtacız.

Eserinin önsözünde “Atatürk ilkelerini belirtmek bakımından göze çarpacak tekrarların hoş görülmesini" istiyor. Bunlara tekrar değil, eskilerin deyimi ile "tekrîr" demeli: Tekrar'ın iyisi, değerlisi, gereklisi..

Bu eserle, Atatürk'le geleni, Atatürk'le gideni, Atatürk'ten kalanı ayrı ayrı, nokta nokta bir daha hatırlıyor ve anıyoruz. Anlıyoruz ki Atatürk'ü bulduğumuz için övünmek kadar, belki daha çok, şimdi Atatürk'süz kalmakla dövünecek durumdayız.

Kitabın baş cümlesi şu: "Atatürk'le bize gelenlerin en başında insan olmak haysiyeti vardır."

Bu söz, Atatürk'ün bütün söyleyişlerine ve davranışlarına tam uygun düşüyor ve bana Büyük Millet Meclisi'nin ilk giinlerindeki bir oturumda konuşulanları hatırlatıyor: Mustafa Kemal, başbakanlık kürsüsünde.. Konuşma kürsüsünde ise bir mebus hocaefendi dövünürcesine konuşuyor:

"Medreselerim kapanıyor, türbelerim kapanıyor, harflerim, takvimlerim elden gidiyor; şaşırdım kaldım, ben ne olacağım?.."

Mustafa Kemal, yukarı kürsüden orta kürsüye eğilip haykırıyor: "Adam olacaksın hocam, adam olacaksın!" Kitaptaki "Atatürk'ten önce de bu uğurda çalışanlar olmamış değildir. Ne var ki, bu çalışmaların sonuçları pek yarım, pek eksik kalmıştır. Çünkü hiç biri bu ereğe gerçekten varılabileceğine inanmak cesaretini gösterememiştir" cümlesini okuyup ta bu görüşün ışığında bazı parçaları tekrar tekrar gözden geçirdikten sonra hükmediyoruz ki bizde üç çeşit "Büyük adam" gelmiştir:

1 - Türkiyenin ayakta kalabilmesi için gereken koşulların düşünü görenler ve sayıklayanlar.

2 - Bu düşleri yorumlayanlar, uygulanma olanaklarına şöyle böyle dokunmuş olanlar.

3 - Bunları bir uçtan, ömrü boyunca uygulamış En Büyük...

Yaşar Nabi, Atatürkçülüğü şöyle tanımlıyor:

"Atatürk'ün sözleri ve devrimleriyle getirdiği yeni düşünce sistemi ve önümüzde açtığı yeni yoldur.. Ata'nın dediklerini ve yaptıklarını bir bütün halinde ele alıp inceleyince vardığımız sonuç ise şu oluyor: Bu düşünce sisteminin temeli laikleşme ve Batıya yönelme ilkelerine dayanır."

"Atatürk Yolu" kitabını okurken; 27 mayısın gerçek önderinin bedenden sıyrılmış ve gençliğimizle ordumuza yayılıp sinmiş Atatürk olduğunu bir daha farkediyoruz ve o günlerdeki coşkunluğun arkına sokulamadan çoraklara sızıp gittiğini, ortada kalan parçanın yine önemli bir şeyler verebildiğini saptamış oluyoruz. "Yeni bir Anayasa yapılmış ama o Anayasaya karşı olanların çoğunlukta göründüğü bir Meclis kurulmuştur." Şimdi bu tezadı gidermeye çabalayıp. dövünüp duyuyoruz!

Bu eser bize Atatürk Milliyetçiliğinin ne olduğunu, ne olmadığını çok güzel belirtiyor. İnsaniyetçi ve medeniyetçi çağdaş milliyetçiliğin Atatürk'le gelip nasıl kafamızda ve gönlümüzde yer ettiğini belirtiyor. Nice düşünce ve duygularımızı kendi gözlerimizle görebileceğimiz bir aydınlığa çıkarıyor.

Mustafa Kemal'i, o zamana kadar ümmetçilik karşısında milliyetçiliğin tutunabilecek bir tarifini arayıp duran Gökalp'larla Akçora'ların nasıl "Türkçülüğün yüzyıllardır beklediği ulusal önder olarak" selâmladıklarını hatırlayıp bu eserdeki kanıları bir daha benimsiyoruz; düşünüyoruz ki: Atatürkçülüğün milliyetçiliği, ulusu uyuşturan ve gerileten hurafelere, zararlı geleneklere karşıydı. Çünkü iki türlü gelenek vardı: Türk'ü Türk yapan özellikler, alışkanlıklar, benimseyişler yanında Türk'e şundan bundan bulaşmış, istenmeden ve belki farkında olunmadan yerleşip kalmış gelenekler de vardı. Ağacın gerçek meyvalarını daha iyi vermesi için, ilk bakışta bir çeşit meyva ya da çiçek gibi görünen sarmaşıklarla urlardan temizlenmesi gerekti; geç bile kalınmıştı!

Uluslar ilerleyip, değişip, oluşup gidiyorlardı. Koyduğumuz yerde otlayıp, geviş getirip duranları, "şuurlu ve sebatlı milliyetçi" diye övmek akla ve insafa sığmazdı ki artık..

Yaşar Nabi Nayır'ın bu güzel kitabı yalnız karamsar eleştirilerle dolu değil. Bütün kötü, geri ve çarpık davranış ve oluşların yanıbaşında Atatürk gençliğinin şahlanışlarından, başarılarından da izler ve izlemler var: Devlet tiyatrosu'nun 1961' de Atina'da Sophokles'i oynayışındaki büyük başarıyı ve derin anlamı belirtmek bize hatırlatıyor ki aziz Mehmet Akif gibi istilacılıkla medeniyetçiliği birbiriyle karıştırmamak, empeıyalizme söveceğim derken uygarlığa yüz çevirmemek sayesinde yeni Yunan sömürücülüğünü İzmir'den kovanların çocukları eski Yunan uygarlığını Atina'da beniınseyivermişlerdir.

Bu, bana, konuşmalarımda, çok kullandığım Antep örneğini hatırlattı:

Asya'da belki de, ilk tankı Fransızlar Gaziantep'te kullanmışlardı. Antepliler, o tankların üstüne çıplak ayakla atladılar, deliklerinden içindekileri öldürdüler. Bu savaşlar sırasında tutsak düşüp Fransızcayı öğrendiğini sandığım bir öğretmen o tankları saf dışı edenlerin çocuklarına Fransızca olarak Molire'in bir piyesini başarıyla temsil ettirdi. Sömürgeciliğin tankı dışarı; uygarlığın Moliere'i içeri!..

Kitap, sonsözünde, Yargıtay Başkanı, imrenilecek aydın, gerçek ve yiğit Atatürkçü İmran Oktem'in konuşmasından parçalar alıp inceleyerek bitiyor. Yaşar Nabi'nin yerden göğe hakkı var: Tek yol, tek çıkar yol, Atatürk yoludur.

Behçet Kemal Çağlar
Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi

Charlie Chaplin and prima ballerina Anna Pavlova


1922

Bize Bağlı - Melih Cevdet Anday

Bu akşam da gönlümüzce bitmediyse gün
Suçun yarısı bizim yarısı günün
Sanki yapının tuğlası bizsek harcı o
Onun da iyi olması lazım
Onun da aklı kalbi namusu
Ya masmavi aydınlık ferah
Ya dikenli huzursuz bir uykusu
Gününü gün etmekten korkması lazım.

Bu akşam da gönlümüzce bitmediyse gün
Demek tümü bizim omuzlarımızda yükün
Gelin buna bir çare bulalım
Bunca olduğumuz gayrı yetmiyor
Yarın daha iyi adam olalım
Yarın daha sağlam daha akıllı
Yarın daha sevdalı daha haklı
Günün bize bağlı olduğunu bilelim.

 

 

Türkiye Cumhuriyeti’nin Milli Marşı

Maarif Vekili Hamdullah Suphi’nin desteği ile İstiklal Marşı için açılan yarışmaya giren Mehmet Akif Ersoy, 724 şiir arasından yarışmayı kazandı. 18 Mart 1921’de kabul edilen şiir, 1924 yılında Osman Zeki Üngör tarafından bestelenerek “Türkiye Cumhuriyeti’nin Milli Marşı” olarak ilan edildi. Mehmet Akif Ersoy yarışmadan kazandığı 500 lirayı kabul etmeyerek Türk Ordusu’na armağan etti.

Carl Gustav Jung - Analitik Psikoloji


Psişik Enerji
 Ruhsal yapı, dinamik ve kendi kendini düzenleyebilen bir sistemdir. Bu sistemin enerji kaynağı da libidodur.

•Libidonun kaynağı, ruhsal yapı içindeki karşıt ögelerinyarattığı gerilim ve kişinin yaşantılarıdır. Besinlerin tüketilerek fiziksel enerjiye dönüştürülmesi gibi yaşantılar da ruhsal yapı tarafından tüketilerek psişik enerjiye dönüştürülür.
•Yaşam enerjisi ya da psişik enerji de denen libidonun öncelikli görevi, kişiliğin işleyişini sağlamaktır.
•Psişik enerji nicel olarak ölçülemez; kendini algılama, düşünme, arzulama, çaba gösterme gibi psikolojik etkinliklerde gösterir.
Belli bir psikolojik ögeyeaktarılan enerji miktarı, “değer” kavramı ile ifade edilir.
•Bir olay veya davranışa bağlanan değer ne kadar fazla ise o olay veya davranış o kadar çok istenir. •Güzellik, güç, anne, baba, vb. gibi bir olay, olgu veya kişiye bağlanan değer miktarı arttıkça kişinin hayatında onun yeri de önemli hale gelir.
•Psişik enerjinin değeri tam olarak ölçülemez ama göreceli olarak belirlenebilir. Örneğin insanların iki şeyden hangisini tercih ettikleri sorularak ya da harcadıkları zaman ölçülerek ya da engellere rağmen pes etmemeleri dikkate alınarak değerler ölçülebilir.

Kompleksler
• Ruhsal yapının önemli bir özelliği, içerdiği bileşenlerin belirli ana çekirdekler etrafında toplanma eğilimidir. Bu çekirdeklerin belli bir enerjileri vardır ve çok sayıda duyguyu, düşünceyi ve anıyı psikolojik bir mıknatıs gibi çekerler. Böylece ruhsal yapı içerisinde bir grup duygu, düşünce ve anıdan oluşan kompleksler oluşur. Kompleksler bilincin performansını olumlu ve olumsuz yönde
etkilerler. Komplekslerin varlığı, sözcük çağrışım testleri ile gösterilmeye çalışılmıştır.
• Komplekslerin bir kısmı bilinçli olabilir. Bu durumda kişi kendi komplekslerini bilir. Bazı kompleksler ise bilinçdışındadır. Her iki koşulda da davranışları etkilerler.
• Komplekslerin oluşmasında hem çocukluk travmaları etkilidir. Hem de kolektif bilinçdışının
içeriğini oluşturan arketipler etkilidir. Bir kompleksin gücü, sahip olduğu libido miktarına bağlıdır. Güçlü kompleksler (örneğin anne kompleksi ya da güç kompleksi gibi) insan hayatında dikkate değer bir kontrole sahiptir.
• Kompleksler her zaman için insanın uyumunu bozmaz; hatta bazen esin kaynağı ve motivasyon unsuru da olabilir. Orta düzeydeki kompleksler yaşamımıza renk ve yön verir.

Ruhsal yapının dinamikleri
• Ruhsal yapının işleyişi üç ilkeyle açıklanır:
1. Karşıtlar ilkesi: Yaşam, karşıtlıklardan (iyi-kötü, güzel-çirkin, güçlü-zayıf, siyah-beyaz, vb.) oluşur. Çatışma kaçınılmazdır; karşıtlık olmasaydı enerji de olmazdı çünkü gerilim enerjinin (libidonun) kaynağıdır. Yaşamın sürmesi bu enerjiye bağlıdır.
2. Eşdeğerlik ilkesi: Ruhsal yapı kapalı bir sistemdir.Bu sistem içinde enerji yok olmaz, bir yerde enerji azalırsa kişiliğin başka bir yönünde ortaya çıkar. Kişiliğin farklı bölümleri enerji için rekabet edince bazı bölümlere daha az enerji kalabilir. Bu durumda kişiliğin o yönü tam olarak gelişmeden kalır. Bu da kişiliğin bütünleşmesini engeller.
3. Entropi ilkesi: Karşıtlıkların orta noktada biraraya gelme eğilimi vardır. Entropi ilkesi, sistem içindeki enerji dağılımının, ruhsal yapının karşıt bölümleri arasında bir denge araması eğilimidir. Bu ilke gereğince, bilinç düzeyinde bulunan bir bileşenin bilinç dışındaki karşıtının zamanla ortaya çıkması eğilimine (enantiodromia) yol açabilir. (Sevginin nefrete dönüşmesi örnek olarak incelenebilir)

Aşkınlık (transcendence)
• Çok güçlü uç durumlar (içedönüklük, dışadönüklük, duygusallık, mantıksallık, vb gibi),
karşıtın kendini ifadesini zorlaştıracağı için kişiye zarar verebilir.
• Gençlik yıllarında kişiler karşıt uçlarda olma eğiliminde iken, yaş ilerledikçe ortada bir yerde
buluşurlar. Karşıtların birbirine yaklaşması ve kişiliğimizin karşıt uçlarının farkında olup bunları
kabul etmemiz aşkınlık olarak ifade edilmiştir.

Kişiliğin Yapısı
• Kişilik, birbiriyle etkileşimde bulunan ve bilinç, kişisel bilinçdışı ve kolektif bilinçdışı olarak
adlandırılan üç farklı düzeyde işlevini sürdüren bir dizi sistemden oluşur.

Bilinç
• Okyanusun üzerinde küçük bir adanın görünen kısmı bilinç, diğer kısımları bilinçdışını temsil
ediyor.
• Ego; ruhsal yapının bilinçli duygular, düşünceler, anılar ve algılardan oluşan,kişiye kalıcı ve sürekli bir kimlik duygusu veren parçasıdır. Ego, bilincin kapısı işlevi görür. Yaşantıları seçerek kişiliğin sürekliliğini korur ve kişiye bir kimlik ve tutarlılık duygusu verir.

Persona (Maske)
• İnsanda toplumun kendisinden beklenenlere uygun davranma eğilimi vardır. Tutkulu, bencil ve saldırgan çocuk, büyüdükçe bunlardan kendini “kurtarır” ama bunlar asla yok olmazlar, kişinin içinde yaşamaya devam ederler.
• Bireyin dış dünya ile ilişkilerinde uyum sağlaması ya da başa çıkabilmesini sağlayan sisteme persona adı verilmektedir.
• Persona, çocukluk yıllarında ebeveynlerin beklentilerine uygun davranma ihtiyacından doğup gelişir. Persona aynı zamanda başkalarına nasıl görünmek istediğimizi de ifade eder.
• Persona geliştiremeyen kişiler kaba, huzursuz, vb. olarak dikkat çekerler. Ancak personanın aşırı gelişmesi de kişiyi kendine yabancılaştırır. Kişiliğin personayla özdeşleşmesi enflasyon olarak
adlandırılır.

Kişisel bilinçdışı
• Freud’un bilinç öncesi dediği yapıya Jung kişisel bilinç dışı adı vermektedir. Biraz çaba ile bilince getirilebilen zihinsel içerik (anılar, dürtüler, arzular, vb.) burada yer alır.

Gölge
•Kişiliğin karanlık, hayvansı yönü. Gölgenin bir kısmı kişisel bilinçdışında bir kısmı da kolektif bilinç dışındadır.
•Engellediğimiz her şeyi yapmak isteyen, toplumsal standartlara uymayan, utanç duyduğumuz ve kendimizle ilgili bilmek istemediğimiz her şey. Aynı zamanda yaratıcılığın da kaynağı.
•Gölge, hoşa gitmeyen özellikler, diğer insanlara yansıtılır.
•Kişinin ruhsal ve bedensel sağlığı, gölgesiyle barışık yaşamayı öğrenmesine bağlıdır.
•Gölgenin kolektif bilinçdışındaki kısmı genellikle şeytan, cadı, vb. gibi arketipler olarak karşımıza çıkar.

Arketip
•Arketipler, kolektif bilinçdışının içeriğini oluşturan ögelerdir.
•Arketip, belli yaşantılara belli yönde tepki verme eğilimi ya da potansiyelidir.
•Arketipler bir tepki tarzı değil, bir algı tarzı ve eğilimlerdir; bu yönüyle de içgüdülerden farklıdırlar.
•Arketipler evrenseldir.
•Arketip örnekleri: personave gölge, animave animus, ben, yaşlı bilge adam (aksakal), anne, çocuk, tanrı, doğum, ölüm, reenkarnasyon, cin, hilekar, büyü, kahraman, enerji, güç, canavar, şeytan.

Kişiliğin gelişimi
• Bireyleşme ve bütünleşme
• İlerleme ve gerileme

Yaşam boyu gelişim evreleri
• Çocukluk
• Gençlik
• Orta yaş
• Yaşlılık

Karakter tipolojisi
• Temel tutumlar: İçedönüklük ve dışadönüklük
• Temel işlevler: Düşünme, hissetme, duyum,
sezgi
• 2 X 4 = 8 farklı kişilik tipi

Jung’un iki boyutlu kişilik tipolojisi

İŞLEVLER               TUTUMLAR

                                   DIŞADÖNÜK                 İÇEDÖNÜK
DÜŞÜNME               Dışadönük Düşünen tip     İçedönük Düşünen tip

HİSSETME               Dışadönük Hisseden tip     İçedönük Hisseden tip

DUYUM                    Dışadönük Duyumsal tip   İçedönük Duyumsal tip

SEZGİ                       Dışadönük Sezgisel tip      İçedönük Sezgisel tip


Psikolojik Tipler (iki tutum ve dört işlevden geliştirilen)
•Dışadönük tipler:
•A) Düşünen: belirlenmiş kurallara göre yaşama eğilimi, duygularını bastırıp objektif olmaya çalışma, bazen dogmatik olabilirler
•B) Hisseden: Sosyaldirler, dünyada harmoni ararlar, geleneklere ve otoriteye saygı duyarlar, düşünce bastırıldığı için duygusaldırlar
•C) Duyumsayan: Hazzı ararlar, duyuşsal deneyimlerden hoşlanırlar, gerçeklik önemlidir, sezgileri bastırırlar
•D) Sezgisel: Yaratıcıdırlar, yeni, orijinal fikirleri çekici bulurlar, somut gerçekler yerine sezgilerine dayanarak karar verirler. Duyumlar bastırılmıştır.

Psikolojik Tipler (iki tutum ve dört işlevden geliştirilen)
•İçedönük tipler:
•A) Düşünen: mahremiyete önem verirler, kuramsal ve entellektüeldirler, pek pratik değildirler, duygularını bastırırlar, başkalarıyla pek iyi geçinemezler
•B) Hisseden: Sessiz, düşünceli ve aşırı hassastırlar, düşünce bastırılmıştır, gizemli gibi agılanırlar, herkese benzer davranma eğilimdedirler
•C) Duyumsayan: Pasif, sakin ve artistiktirler. Objektif duyusal deneyimler önemlidir, sezgiyi bastırırlar.
•D) Sezgisel: (Jung) gizemlidirler, yeni, orijinal fikirleri başkaları tarafından pek anlaşılmaz. Duyumlar bastırılmıştır.
•Bunlar saf formu ile nadiren bulunur; kişisel ve ortak bilinçdışı değiştiğinde tipler değişmese de aynı tip içinde değişiklik olabilir.Hiçbir tip diğerinden iyi ya da kötü değildir.

Kişiliğin –Psişe’nin-Yapısı ve Doğası
•4) Kişisel Bilinçdışı:Psişenin bilinçli boyutunu denizden çıkan bir adaya benzetir. Daha büyük olan blinçdışı suyun altındadır. Kişisel bilinçdışı her zaman suyla kaplanmamıştır. Burada, algılar, düşünceler, duygular ve anılar vardır ve bunlar kolaylıkla hatırlanabilir. Bastırılmış ya da unutulmuş anılar vardır (Freud’la benzer), zor olsa da bu malzemeler bilince çıkarılabilir.
•Deneyimler kümelenmiştir, bunlara karmaşa (kompleks ) adı verilir. Karmaşanın çekim gücü (mıknatıs gibi) vardır ve ilgili fikirleri çeker, kişilerarası ilişkilerde yorumlara kaynaklık eder. Örn; anne karmaşası, bir küme fikir, duygu ve anılardan oluşur (bizim yaptığımız ve bize yapılan annelik). Yeni her annelik bilgisi buraya alınır ve annelik karmaşamız tarafından yorumlanır. Bu karmaşa bazen kendi kişiliğimizden farklı gibi davranabilir (örn kanser olmadığımızı bilmemize rağmen kansermiş gibi inanma). Karmaşa, bilinçli, yarı-bilinçli ya da bilinçdışı olabilir. Kimi parçaları ortak bilinçdışına kayabilir. Kimi karmaşalar tüm kişiliği etkileyebilir (örn; napolyan güçlü olma)

Arketipler
•Persona:Toplumdaki sosyal rolümüz; toplumun taleplerine uyum sağlamak için taktığımız maske; herbirimiz kendi maskemizi seçer ya da giydiriliriz. Gerçek kimliğimiz ile toplumsal kimliğimiz arasındaki uzlaşma; personanın gelişimini reddetmek asosyal olmayı, aşırı izin vermek gerçek kimliği kaybetmeye ya da kişiliğin diğer boyutlarının gelişmesinin engellenmesine kaynaklık edebilir.
•Gölge: Sosyal olmayan düşünceler, duygular ve davranışları kapsar; sosyal standartlarla ideal kişilikle uyuşmayan arzu ve istekleri içerir; personanın karşıtı. Gölgeden kaçınılamaz ve onsuz kişi eksiktir. Sosyal-karşıtı arzular kabul edilebilir sonuçlara dönüşebilir (ödünleme gibi). Önyargı gibi başkalarına yansıtılabilir. Gölgeyi inkar etmek iki yüzlülük olur. Hayvansı dürtülerimizi kabul etmek kişiliğimize katkıda bulunur ve yaşamdan daha fazla zevk almamızı sağlar

Arketipler
•Anima ve Animus
•Belirgin cinsel özelliklerimizden ötürü her birimize kadın ya da erkek cinsiyetleri verilmiştir; ancak hiçbirimiz saf kadın ya da erkek değilizdir. Her birimiz biyolojik ya da psikolojik olarak karşıt cinsin özelliklerine sahibizdir. Erkek psişesinin kadın tarafı anima arketipi; kadın psişesininki animusdur. Karşı cinsi anlamamzı kolaylaştırır; tek yönlü bir kişilik olmaması için karşı cinsin özelliklerini ifade etmek önemlidir. Edilmez ise diğer yönümüz ilkel kalır. Kadının bilinci ilişki yönelimli, erkeğin bilinci rasyonel ve analitik düşünce yönelimlidir. Ideal gelişimde, kadının animusunun ifade edilmesi durumunda kadının feminenliği canlanacak, yenilenecektir.

Arketipler
•Ben(Benlik / kendi): Benin hedefi, kişiliğin tüm parçalarını birleştirmek. Psişeninorganize eden yönü, tüm arketipleri ve ifadelerini harmanlar. Psişik enerjinin uygun bir şekilde ifadesini düzenler; örneğin sınıfta sosyal (persona), arkadaş partisinde duygusal ya da çılgın (gölge) gibi. Kişiliğin merkezi ego değil ben’dir. Gerçek ben, bilinç-bilinçdışı; akıl-akılcı olmama sınırındadır. Yaşamın gerçek amacı benin gelişimidir; ancak kişiliğin diğer sistemleri gelişmeden ben gelişemez. (yetişkinlikte gelişir). Benin farkına varılması yaşamın hedefidir ancak nadiren erişilir.
•Benin sembolü mandala’dır; tüm kültürlerde ve rüyalarda tekrar tekrar ortaya çıkar. Mandala, benin bütünlük arzusunu temsil eder.
•Diğer arketipler: doğum, ölüm, yenidendoğum, güç, sihir, çocuk, kahraman, allah, şeytan, nine, bilge. Hiç kimse bu arketipleri inkar edemez ve yok edemez. Örneğin, batı toplumlarının nine arketipini reddetmesi ataerkil sosyal yapıyla sonuçlanmıştır.

Ego İşlevleri
•Düşünme
•Hissetme
•Duyu
•Sezgi

PsikolojikTipler
–İçe dönük
•Doğallığı ve enerjinin içe akışını ifade eder
•Dış gerçeklik içsel psikolojik süreçlere hizmet eder
•Sakin az sayıda ilişki tercih eder
–Dışa dönük
•Gerçeklikle teması dış dünya kanalıyla olur
•Kendini ve benliğini dış dünyaya uyuma yönelik bir şekilde konumlandırır
•İletişim becerileri yüksek, insanlara yakın
Bireysel ve Grup Özellikleri

Bilinç-Bilinç Dışı İlişkisi
İçe Dönük...Düşünme  Duyu
Dışa Dönük... Sezgi   Hissetme


Eşitsizliğin Bedeli - Joseph E. Stiglitz



Bugünün Bölünmüş Toplumu Geleceğimizi Nasıl Tehlikeye Atıyor?

Dünyanın en etkili birkaç iktisatçısı arasında gösterilen ve 2001'de Nobel İktisat Ödülü'nü kazanan Joseph Stiglitz, Eşitsizliğin Bedeli'nde gelir eşitsizliği konusuna önemli bir katkı yapıyor. ABD'de ortaya çıkan 2008 Krizi'ni ve dünya geneline hâkim olan Büyük Durgunluk'u sade bir dille ve derinlemesine açıklayan Stiglitz, kendi deyimiyle, yüzde 1'lik kesimin devleti, yargıyı ve demokratik süreci ele geçirerek yüzde 99'un üzerinde nasıl egemenlik kurduğunu kapsamlı şekilde ele alıyor.
 
 
* * *

“Siyaset ve ekonominin finansal elitler tarafından nasıl ele geçirildiğinin herkes tarafından anlaşılabilir bir açıklaması.”
Ian Pindar, Guardian

“Stiglitz… olayların iç yüzünü kavrama konusundaki karakteristik özelliğiyle geleceğin daha adil ve zengin olması için bir vizyon, plan öneriyor.”
Robert F. Kennedy Adalet ve İnsan Hakları Merkezi 2013 Kitap Ödülü

Dünyanın en etkili birkaç iktisatçısı arasında gösterilen ve 2001’de Nobel İktisat Ödülü’nü kazanan Joseph Stiglitz, Eşitsizliğin Bedeli’nde gelir eşitsizliği konusuna önemli bir katkı yapıyor. ABD’de ortaya çıkan 2008 Krizi’ni ve dünya geneline hâkim olan Büyük Durgunluk’u sade bir dille ve derinlemesine açıklayan Stiglitz, kendi deyimiyle, yüzde 1’lik kesimin devleti, yargıyı ve demokratik süreci ele geçirerek yüzde 99’un üzerinde nasıl egemenlik kurduğunu kapsamlı şekilde ele alıyor.

ABD’de 1980 sonrasında artan eşitsizliği ve bunların yarattığı sorunları inceleyen kitap, Türkiye için de geçerli olacak önemli saptamalarda bulunuyor, ipuçları sunuyor: Sermaye, toplumsal kutuplaşma, rant arayışları, algı mühendisliği, ortaya çıkan büyük güven problemi, demokrasilerde paranın nasıl bu kadar güçlü hale gelebildiği, bir CEO’nun aylık kazancıyla ortalama bir işçinin kazancı arasındaki inanılmaz uçurum, artan yoksulluk, fırsat eşitliğinin kaybolması, isyanlar…

Finans piyasalarının işleyişine, aşırı kâr arzusunun doğurduğu büyük toplumsal yarılmaya, gelecekte artacak sorunlara dikkat çeken Eşitsizliğin Bedeli kapitalizm, siyaset, sermaye ve eşitsizlik ilişkisini anlamak için önemli bir kaynak.
 
 

Kemal Tahir




 
Kemal Tahir’in Mütareke dönemi aydınlarını anlattığı “Esir Şehir” üçlemesinin ilk kitabı olan Esir Şehrin İnsanları’nda Birinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul’daki sivil aydınların durumu ele alınır. İmparatorluk ordularının yenilgiyi kabullenip silahlarını teslim ettikleri bir dönemde aydınların en umutsuz koşullar altında savaşı üstlenişleri anlatılır.

Dostoyevski - Dünyayı Güzellik Kurtaracak



İnsan olmanın sırrı kişinin yaşamasında değil, uğruna yaşayacağı bir şeyi olmasındadır.

İnsanın mutluluğu keşfetmesi için tek bir gün yeterlidir.

Muhtemelen tüm hayatım boyunca hiçbir şeye başlamamış ya da hiçbir şeyi bitirememiş olduğum için kendimi zeki biri olarak görüyorum.

İnsanlar dertlerini saymaya bayılırlar, çok azımız mutluluklarını hesap eder. 

Aforizmalar

Dalai Lama “Yaşlılığında hatıralarıyla keyif alacağın iyi ve onurlu bir yaşam sür.”

“Eğer başınıza bir trajedi gelirse, umudunuzu yitirmeyin. Bunu hayatınızdaki kötü şeyleri daha iyi yapacak bir fırsata dönüştürün.” 
 
“İyimser olmayı seç, daha iyi hissedersin.”

“İster pozitif olsun ister negatif, eylemlerimizin kalitesi motivasyonumuza bağlıdır. Bundan dolayıdır ki zihnimizi dönüştürmek zorundayız.”

“Üç kurala uy: Kendine saygı duy, başkalarına saygı duy ve tüm eylemlerinin sorumluluğunu üstlen.”

“Sevgi ile dolu bir kɑlp, dingin bir zihin için gerekli olɑn kendine güveni ve içsel gücü ɑrttırır.”

“Her şeyin yanlış gittiğini düşündüğünüz bir anda, hayatınızda harika bir şey meydana gelir.”

“Gençlerimizin zihinlerini eğitirken, onların kalplerini de eğitmemiz gerektiğini unutmamalıyız.”

“Uyku, en iyi meditasyondur.” 

“Eğer her 8 yaşındaki çocuğa meditasyon yapması öğretilirse, sadece 1 jenerasyonda dünya üzerindeki tüm şiddeti ortadan kaldırırız.” 

“Kendi içindeki tek bir eksikliğin bilincinde olmak, bir başkasının bin kusurunun farkında olmaktan çok daha faydalıdır.” 

“Başarınızın değerini, onu elde etmek için neleri feda ettiğinizle ölçün.” 

“Unutma ki, büyük aşklar ve büyük başarılar, büyük riskler barındırırlar.” 

“Bu dünyanın daha fazla başarılı insana ihtiyacı yok. Aksine bu dünyanın acilen ve her türden barışçı, iyileştirici, onarıcı, öykücü ve sevgi dolu insanlara ihtiyacı var.”

“İster bir gün, ister bir yüzyıl yaşayalım, asıl soru hep var olur: Hayatımızın amacı nedir, hayatınızı anlamlı kılan nedir?”

“Mümkün olduğunca nazik olun. Ki bu, her zaman mümkündür.”

“Acı karşısında takındığımız temel tavır, acıyı yaşama biçimimizde büyük farklılık oluşturur.”

“Eşzamanlılığın rehberliğine açığım ve beklentilerin beni engellemesine izin vermiyorum.” 

“Mutluluk hazır bulunan bir şey değildir. Kendi eylemleriniz sonucu ortaya çıkar.” 
 
 “Aslında herkes mutlu olmayı ister, kimse acı çekmek istemez. Ve mutluluk dış etkenlerden değil, kendi alışkanlıklarımızdan gelir. Eğer kendi zihinsel tutumlarınız doğru ise, düşmanca bir atmosferde olsanız bile kendinizi mutlu hissedersiniz.”

Dostoyevski - Karamazov Kardeşler

Kendine yalan söyleyip, söylediği yalana inanan kimse sonunda işi, kendi içindeki, çevresindeki gerçekleri tanımamaya, bunun sonucu kendi içindeki, çevresindeki gerçekleri tanımamaya, bunun sonucu olarak da kendisine ve çevresindekilere saygı duymamaya dek vardırır.   kendi kendine olan saygısını yitirince içinde sevgi diye bir şey de kalmaz insanın. içinde sevgi olmayınca oyalanmak, eğlenmek için kötü tutkulara, iğrenç şehvete bırakır kendisini, hayvanca yaşamaya başlar. bütün bunların tek nedeni insanın, çevresindekilere ve kendi kendine yalan söylemesidir.   kendine yalan söyleyen kimse herkesten çabuk da gücenebilir. gelgelelim, gücenmek bazen hoş bir şeydir, ne dersiniz? onu hiç kimsenin incitmediğini, hakaret etmediğini bile bile, hiç yoktan hakaret yaratmak, iş olsun diye kendi kendine yalan söylemek, olayları büyütmek, bir sözcüğü diline dolamak, pireyi deve yapmak bazen insana zevk verir. bunun böyle olduğunu bilir, bilir ya, gene de önce kendisi gücenir, zevk duyarak, büyük bir zevk duyarak gücenir, zevk duyarak, büyük bir zevk duyarak gücenir, sonra da yürekten bir kin beslemeye başlar kendine hakaret eden insana... 


Vincent van Gogh "Yıldızları ve göklerdeki sonsuzluğu farkedin. O zaman hayat neredeyse büyülü gözüküyor."

Doğanın güzelliklerini duymak, hatta çok derinden duymak bile, dinsel duygu ile aynı şey değil, ama bu ikisinin birbirlerine çok yakın olduklarına inanıyorum.

       Ölümüne yakın zamanda yazdığı mektuplardan birinde insanlığa Ah, asıl imansızlar, bu gördüğümüz güneşe inanmayanlardır.” diyerek isyan eder.


Bu Şiir Kederlidir - Haydar Ergülen


Gözlerin üstüme eğilince yüreğim taşabilir
sesinle batık aşklar çekilir kıyılarıma
ne bahçesi kalır gecenin ne suların feneri
dağlar küsebilir bize denizler terk edebilir
sonumu yitiririm senin karanlık ormanında
 
Gözlerindeki telaş kimin bakışlarını dindirebilir
gözlerin kimsenin bakmadığı bir çocuk gibi
ıssız ve öyle kırılmış ki hiç susmayabilir
gün gelir kötü bir şiir bile dokunur insana
çünkü bazı sözcükler anılardan da kederlidir

Bu şiir kederlidir çünkü gözlerin kederlidir
bu şiir kederlidir çünkü… ağlama şimdi
gözlerin gözyaşlarından da kederlidir!


Gitmek mi Yitmektir, Kalmak mı? - Birhan Keskin

“Gitmek mi yitmektir, kalmak mı?” artık bilmiyorum…
Yerini yadırgayan eşyalar gibiydim ya ben hep!
Ve inançlı, gitmenin bir şeyi değiştirmediğine.
Bilemem, belki bu yüzden
Ben sana yanlış bir yerden edilmiş,
Bir büyük yemin gibiydim…
Beni hep aynı yerimden yaralayan o eve
Yine de döneyim, döneyim istedim.
Ah benim sesimle;
Söylesem de, inanmazlar
Benzemiyor çünkü bir dile.
Döndüğüm, döndüğüm ama döndüğüm
Döndüğüm bu sema sensin, döndüğüm.
Sen benim kara ömrüme vuran
Suyumu harelendiren  sevincimdin…


Onu sevebileceğinin en yücesiyle sevdin.
Titreme daha fazla kalbim!
Bağışla kendini artık onu da…
Bırak gitsin, bırak gitsin.
O senin en ezel gününden kaderin.
Sen onu nasılsa bin kere daha…
Seveceksin.


Murathan Mungan Seçme şiirler

Adres
Çok sonra yazılır
İçinde yaşadığın günlerin şiiri
Belleği vardır yaraların
Kapandıktan sonra da işleyen
Hatta aynı kalmayan kişileri
Sökülmüş zamana gönderen
Zarfı açar ya da kaparken
Adres yanıltmasın sizi
Kendinden bile taşınır insan
Ne sokağın kalbi, ne kalbin evi
Yalnızca şiir kendini seyrediyor şimdi

Diyalektik Mutsuzluklar
bir uzak sabah denizidir gittiğin kapı
ellerinde rüzgarın taşınmaz çamurları var
köpürmüş soylarımı toplarken çürüyen yanlarımdan
inan batmış şehirler gibi onarılmaz anılar
gözlerinde unuttuğum o eski aciz miras
almaya gelsem soluğumda dalgın yosun kokusu
biliyorum artık hiçbir gemi beni taşımaz
ve yeniden büyür içimde mağrur bir zakkum gibi terkedilmek korkusu

susarsın bir silahsızlanma akşamı
susarsın dudaklarında ıslıklar kanar
öpülmez dudakların ıslık yarası
mavzerdir dokunmalarım kirvem bilirsin
öpemem, öpersem tekmil bir aşiret tragedyası

hüznünü ver bana yeter, gizli hüznünü
kolları bağlı hüzün olsun dört yanım
ırağına vurma beni kirvem, ağlarım, delirirsin
sonra derler haklıdır sevdası
geç olur ki artık onarmaz rakılar
geç olur bir yaraya rakının dağılması

sen şehre sırtını dönen uykusuz dağlı
gemiler nerde (ki çoğu hüviyetidir melankolinin)
nerde aykırı mavzerler (onlara sığdıramazsın ki öfkelerini)
barut esmeri tenine sevdalarımı sürdüğüm
nasıl taşıdın bunca yıl delirmiş saçlarında o eski şark yelini
biliyorum dokunsam parmaklarım kırılır
dokunmasam eşkıya uykusuzluğu çetin silahlar gibi
İçimizden Eksildi
Artık heyecanlandırmıyor beni
garlar, peronlar, benzin istasyonları,
uykulu mola yerleri, yabancılıklar,
bilmediğin dağ rüzgarlarıyla ürpererek uyanmak
bir gece vakti, dalgın bakışmalar
sonra uykusuz sabahlarda indiğin sahil kasabası
daha gövdene uyanmadan serin tuz, kıştan kalma dalgalar

bir yerlerde beklediğini sandığımız büyük rüyalar
galiba artık heyecanlandırmıyor kimseyi
nicedir eksildi içimizden o çekip gitme duygusu
eski neşesine bir türlü kavuşamayan kalbim
saçıp savurdu buraya gelene kadar
içindeki şarkıları
şimdi gündelik hayatın sade gürültüsü, kuru düzeni kuşatırken
sessizliğimi
ardına saklandığım kelimeler
kadar bir hayat
ölmeden önce okunacak, yazılacak birkaç kitap.
Göçebe
Birbirinde arınan iki nehir gibi
Birbirimizden geçerek
Çıktığımız açıklık
Ruhlarımızı yeniden bölüştürüyordu bedenlerimize
Uçurum içini çekiyordu
Orman fısıldıyordu
Kumlarını silkeleyen göçebe bedenin
Yeniden düşüyordu yola
Görünmezin atlarıyla uzaklaşıyordun
Erkekliğin sütunu bıraktığın
Tuzlu dudaklarım
Ardından bi şiiri mırıldanıyordu sana

Uçurum, orman, ay ve bedenindeki birkaç işaretle
Zamana geçirilen dayanıklı söz, o gece
Ardından mırıldandığım şiir
Şimdi başkalarının dudaklarında göçebe
İdare Lambası
Bağbozumuydu hiç unutmam
Lambanın ışığı vuruyordu yüzüne
üzümlere vurur gibi
sonra sesin, ışıkla aynı renkteydi
nedense bal demek geliyor içimden
ikisini birden düşündüğümde
‘kendi içiyle ilişkisi kopmuş biri
başkalarına gerek duymaz bir daha’
demiştin. Susup seni dinlemiştik.

O yılın şarabı bambaşkaydı.

Duyguları çektik kıyıya
hiçbir fırtınaya gücü kalmamış
yorgun tekneler tekliyor
gün günden çürüyen
bir iç denizde kirleniyoruz
son büyük dalgayı kaptırmamak için
serseri bir vurguna
bütün güvencemiz bu liman
yatıştırılmış bir denizin çalkantısını
idare ediyoruz
idare lambası altında

O yılın şarabını hiç unutmam!
Vazoda Tozlu Güller
yanılmayan iki el
kapandı birbirinin üzerine
gözleri sisli kır, ad kavmi
kırık mühürler
yılların derin kalıntısından
bağışlamasız bir duruş seçti kendine
sanki artık hiç bir şey kımıldatamaz
içinde küllenen o beyaz pişmanlığı
her şeyi sessizliğiyle bütünleyerek
geçiyor kullanmadığı günlerin içinden
başka ellerin kurduğu bütün saatleri
bırakmış tozlu ayrıntıların zulmüne
akşamsefaları gibi dalgındı geçen yaz sonu
onu görmeye gittiğimde
benden öteye bakıyordu benden çoktan geçmiş bakışları
bir tek yağmurun sesiyle tanıdık
bir şeyler geçiyordu yüzünden bir ölünün anısı
kadar belirsiz bir aydınlık
nasıl birikmiş içinde bunca süzülmüş acı,
nasıl ulaşmış içindeki tedirgin erince
kopkoyu bir kötülüğe dönüşmüş onca hayal kırıklığı
kayıp kıtalar gibi baktık birbirimize.
Tamamen silinmiş aklımdan
eski fotoğraflarda buluştuğumuz yer
Oraya nereden gidilir şimdi?
Oysa karşımda oturuyor
O opal lambanın gölgesinde
iyi eğitilmiş kötülüğün bütün incelikleriyle
Bir de vazoda tozlu güller…
Ödünç Hançer Beni Öldürmez
ödünç hançer öldürmez beni
bir küfür gibi kara
kayış dilini ver
binlerce kez açıklasam da
dilini çözemediğim ihanet
gel bir daha bende dene kendini
ne sen öldürebiliyorsun beni bu cenkte
ne ben yenebiliyorum seni
yazıldığın mevsime çok su ver kendi izinden
giden yolları suçlarından arındır
arkanda kaldı seni ilerde bekleyenler
unutkan şiirler, kopmuş alıntılar
hiçbir zaman kullanamadığın hatıralarla
kendine yazdığın yaşam öyküsü!
ah, bu kadar aşk herkesi yanıltır
gelme üstüme
boşalmış yeminlerin bileği
ben sandığın sözcüklere vuran aksimdir
ödünç hançer öldürmez beni
ya başka bir silah seç kendine
ya bırak başkasının ellerine
ölüm aşkın işidir
kork benden sevgilim
ahretin olurum senin
bu kadar çok seven öldürmesini de bilir
ben seni
çok yanılmış kalplerin sağlamlığıyla sevdim
gücümdü güçsüzlüğüm
ey, izini sürdüğüm ruhumdaki kara gölge,
büyüttüğüm oğullarımı bir bir elimden alan hayat
yanıltma beni, beni bana yakıştır
son darbeden önce ilk sözü söyleyemeyen!
kolay değil ödenmiş hayatın katili olmak
kör eder hançerini içimin gücü
ölümü göze alan yaşamasını da bilir
Aynanın Önüne Bırakılmış
neden ağladığımı bilmiyorum, diyorsun.
çünkü birşeyler değişiyor içinde
kendini ikna etmiyor düştüğün boşluk
bildiklerin başkalaşıyor gözlerinin önünde
yabancılığı öğreniyorsun

gece söndürür hayalet olmaya yetmeyenlerin ışığını
güçlü olmaya benden daha çok ihtiyacın var
çünkü haksız olduğunu
kalbinin bir yerinde biliyorsun
gündüzün kepenklerinde duyduğun güven,
çelimsiz gölgelerin fısıldadığı
küçük sırlarla büyüyorsun

zamanın ve
aynanın önüne bırakılmış
kısa bir mekup bu
belki çok sonra anlayacaksın içindekileri

ama şimdi okuyorsun
Aşkın Karanlık Metali
karanlıkta duruyorum aşk vurmasın yüzüme
dokunmasın bana kimse
kimse ulaşamasın artık
tenimin incinen yerlerine
uyanmasın bir daha etimdeki yaralı hayvan
zamanın siyah deltasında çürümek istiyorum
biliyorum artık kimse yok kimsesizliğime

biliyorum aşka kimse yok
aşkın karanlık metali
soğuyor yüreğimin derinliklerinde
aşklarım, arkadaşlarım, dostlarım
dağılıp gitti herkes
içimi sızlatacak kimse kalmadı içimde
Pasevenin Günlükleri
I.
bir ölüm yalınlığı durulturken
piomente imgelerini
her suskunluk
bir iç kanamasıdır ilişkilerde

her duygu bir sürgüne dönüşür
bir kadın kimliğinde
aşk yeniden çoğaltır yenilgilerini
pavese, yani o bilenmiş uçurum duygusu
bulur son hüviyetini sıkılgan katilinde.
II.
aşkın ve cinayetin, buzul kimsesizliğinin
sessizliklerle yaşanan zıpkın gerginliği
ve kalemin öteki yüzü, tutkunun siyah şiirleri
bir hiçliğin düşmanca felsefesinde
ya da Pavese'den sonra yaşanan
Pavese günlüklerinde.
...
ölüm kendini ararken
ve görüntülerken kendini her gün
bir şiirin apansız tetiğinde.
III.
çoğul bir siyahtır artık
kalemin değdiği her kör nokta
her çizgi daha çizilirken kendine
uçurumlar kazan
bir intihardır şiir adında.
IV.
bir ölüm denemecisi
yazar, unutulmuş kentleri, batık denizleri, sevgilileri
delilik gözleri gibi
sözcüklerden yontulmuş bir sessizlik ve
sonsuz bir yalnızlık gibidir yazmak eylemi.
V.
bir anı (zehir tadında),
bir görüntü (kimsenin görmediği
gizlenmiş, duyarlığa),
bir sözcüğün yer değiştirmesi
(belli belirsiz paslanarak),
ve sonra apansız bir akşam gezintisi
yeni bir düşünce verebilir insana
birkaç zamanlık yaşama inadı
biraz tebessüm
-kırık dökük de olsa-
'yeni bir hayat' kurmacalarına
dokunma isteğinin yonttuğu tutunma çabalarına
...
sonra çözülür zıpkın
kendini bırakır
gölgesini düşüren takıntılarına.
VI.
sözcükler, ah sözcükler kimsesizliğim benim
nefret, bütün duyarlıklar adına tek mülkiyetim
...
nerden gelsem ben
nereye gitsem pavese
...
içimde hep bir konuk duyarlığı
ben hep bir konuk gezdiririm
yakamda bir çiçek kabarıklığı
...
nereden gelsem ben
nereye gitsem paseve
...
kimsenin ağırlamadığı.
VII.
yinelenmekten eprimiş nesneler
Piomente'de yine şiddet ikindileri
tedirgin sayfaların dizgini şiir
huzursuz bir tay gibi silkeler dizeleri
silkeler gururun ve şehvetin yurtsaydığı
izlenimci Piomente harabeleri
sevdaydı, şiirdi, öfkeydi, aşktı
bunların hepsi usul usul intihar evrimleri.
VIII.
günden güne eksiliyor tekil kalabalığım
artık sabahı da kaplıyor acı.
tiksiniyorum bütün bunlardan
Sözler değil. Eylem. Artık yazmayacağım.
Hey Joe !
biliyorsun sen bunu
en son duyulan ayak sesi ve üzrine kapanan demir kapı
çıkıyor musun bu sefer, yeniden mi giriyorsun içeri
anlaşılmıyor şarkıdan
anlaşılmıyor joe

gençliğimizin polisiye günleri
kendi romanlarımız içinde uydurduğumuz adlar
sanki o romanlar sahi de yaşadıklarımız yalan

unuttuğum adların gece parklarında kaç kez aldattım seni
ben ihanetle öğrendim sadakati
kaç kez korkunun gözleriyle bakıştım bıçağının yüzünde
artık kimse öldüremez beni

çok zaman geçti herşeyin, herkesin üstünden
hayat ödünç tenha uzak biz birbirimizin şarkılarının mirasıyız joe
şimdi kaç kişi kaldık
göğe bakma durağında el ele tutuştuğumuz gençlikten
ben yine de bir yola çağırıyorum seni
ister inanç de buna ister çaresizlikten
dudaklarımı kanatırdı ıslığın
hiç unutmadım hiç unutmadım
ne zaman karanlığa düşsem senin ıslığını çalarım

ben seni en çok dizlerin titrerken sevdim joe

çık saklandığın yerden joe
nerdeysen çık, ölmek değilse bu, bak kayboluyorum
yoruldum seni beklerken vakit geçirdiğim dublörlerinden
sana yazdığım
hikayeyi yanlış okuyorlar her seferinde
ah şimdi joe burda olsaydı diyorum
joe şimdi burda olacaktı ki diyorum
bazen sarhoşken kalabalığın içinde yüksek sesle söylüyorum adını ya da birinin kollarındayken, bazen pencereyi açıp sokaktan geçiyormuşsun gibi ardından sesleniyorum, hep başkaları bakıyor yukarıya. ben gülümseyerek, gitti, diyorum, yakalayamadım, gitti. sahi gittin mi joe? yoksa hiç mi olmadın?

çık ortaya saklandığın yerden
yoruldum, azaldım beklemekten
bazen düşünüyorum da
var mıydın sahiden, yoksa bir şarkının anısı mı uydurdu seni
hiç bir şey benzemiyor değil mi, şimdi geçmişten daha çok bizim olan gençliğimize
bilmem ki, karşılaşsak bile birbirimizi hatırlayabilir miyiz yeniden
ikimiz de artık bir başkasıyken

gene de sen bilirsin joe, sen bilirsin
öyle iyiydik, bir düşün istersen.
Aynanın Önüne Bırakılmış
Neden ağladığımı bilmiyorum, diyorsun
çünkü bir şeyler değişiyor içinde
kendini ikna etmiyor düştüğün boşluk
bildiklerin başkalaşıyor gözlerinin önünde
yabancılığı öğreniyorsun
gece söndürür hayalet olmaya yetmeyenlerin ışığını
güçlü olmaya benden daha çok ihtiyacın var
çünkü haksız olduğunu
kalbinin bir yerinde biliyorsun

gündüzün kepenklerinde duyduğun güven,
çelimsiz gölgelerin fısıldadığı
küçük sırlarla büyüyorsun
zamanın ve
aynanın önüne bırakılmış
kısa bir mektup bu
belki çok sonra anlayacaksın içindekileri
ama şimdi okuyorsun.
Kimse
zamanı yıllarla tartanlar
yanılırlar
hiçbir şey tartılmaz başka bir şeyle
hatta çoğu zaman kendiyle bile
yaşanır, içini tohuma bırakır
geçer gider
geçmez sandıkların bile


hiçbir geçen tartılmaz kalanla
neyin kaldığını çoğu kez kendi de bilmezken insan
kimse kimse kimse
sahi kimse
ya da hiç kimse
söylediklerimden çok
sustuklarım
seçtiklerimden çok
reddedilmek için
ne kadar varsam
o kadar kimseyim kendime

güç kötü bir şey
kaderken de
kaldıramazken de
güç kötü bir şey
güçlüyken de
güçsüzken de
kaldığın yerden devam etmenin karanlığı
benzemiyor hiçbir çaresizliğe
kimin kaldığı yer var ki dünyada
kaldım sandığın yer
bizden geçendir çoğunlukla
içimizi parçalaya çoğalta
hâlâ gittiğim sona aceleci adımlarla
bütün iş birinin dediği gibi,
yavaşça acele etmek aslında

ölene kadar yavaşla işte
ölene kadar yavaşla
ne başkalaştırırsan o kadarsın
başkalarının imtihanlarından büyük gelecekler umma

çaresizlik bile bizden bir başkası yapmaya yetmez
bize biçilmiş döngüye katlanırız yalnızca
bir bakıma hiçbir yerdeyiz
bir bakıma yalnızca buradayız
var oluşumuzun ağırlığı altında ezilirken yapayalnız
ait olduğunu sandığın bütün grupların içinde yapayalnız
reddin imkânları sayım kayıpları yoklama kaçakları
sanma ki hayat bizi bekler başka kıyılarda
oysa biz buradayız
halsiz, kanıtsız
yılların neyi tarttığını bile bilmeden
kendi gücümüzün altında azala azala

kollarımız kadar kulaç kalplerimiz kadar sahil
hiçbir adanın almadığı yalnızlarız,
tamamlanmamış haritasında
define ve varlık
geleceğin tarihe dağıttığı kayıplar
bir gün birbirini bulmanın umuduyla

gölgemizle barışmanın uzun yolculuğu: büyümek
kendiyle tanışmayı erteler insan çoğu zaman
hayat yanlışlarla kısalır
başka biri olarak girdiğimiz bir kapıdan
bir diğeri olarak çıkarız
gündeliğe katlanmak için başkalarını kandırırken kendimizi yanıltırız
içimizi denerken yüzeriz farklı yüzlerle kendi içimizde bile
bu yüzden aşk yalnızca bir fikirdir
bu sefer gerçekleştirdiğini sandığın bir fikir
hep öyle oldu bende
hep saklı kaldı içimdeki anahtar
ve hep aynı kilitte kırıldı

fikirler de zamanla değişir
kırıldıkları yerde
kırıldıkları yer her şeyi değiştirir

zamanla bir şey söylemez artık kırılmak bile
sonra başka bir başlangıcın kapısında
aynı korkularla kalakalırız
daha önce de söylemiştim:
kimse yoktur kimsenin kimsesizliğine
her şiirin gizi başka bir şiirle
açıklar kendini
demiştim ya, hep öyle oldu bende
böyle katlandım kimsesizliğe
o birini ararken bile biliyordum
hiç kimse hiç kimse hiç kimse


Viktor Emil Frankl’dan Seçme sözler

- Acılar, sadece gelişiyorsan bir anlam taşır.

-Yaşanmış olan güzel şeyler artık var olmasalar bile sonsuza kadar sizindir, o yaşanmışlığı kimse sizden alamaz.

-İnsan kendisi için karar verir. Bu yüzden eğitimin amacı karar verme yeteneğini geliştirmek olmalıdır.

-İnsanı en çok yaralayan şey fiziksel acı değil, haksızlığın, mantıksızlığın verdiği ruhsal ıstıraptır.

-Sevgi, sevilen insanın fiziksel varlığının çok ötesine geçer. Sevgi en derin anlamını, kişinin tinsel varlığında, iç benliğinde bulur. Sevilen kişinin gerçekte orada olup olmaması, yaşayıp yaşamaması, bir anlamda önemli olmaktan çıkar.”

-Yaşamak acı çekmektir. Yaşamı sürdürmek, çekilen bu acıda bir anlam bulmaktır. Eğer yaşamda bir amaç varsa, acıda ve ölümde de bir amaç olmalıdır. Ama hiç kimse bir başkasına bu amacın ne olduğunu söyleyemez. Herkes bunu kendi başına bulmak ve bulduğu yanıtın öngördüğü sorumluluğu üstlenmek zorundadır.

-Mizah duygusu geliştirme ve olayları mizahi bir ışık altında görme çabası, yaşama sanatında ustalaşırken öğrenilen bir hiledir.

-Hiçbir insan ve hiçbir kader, bir başka insanla ya da kaderle kıyaslanamaz. Hiçbir durum kendini tekrarlamaz ve her bir durum farklı bir tepki gerektirir.

-İnsanın temel uğraşı haz almak ya da acıdan kaçınmak değil, yaşamında bir anlam bulmaktır.

-Başarıyı amaçlamayın. Bunu ne kadar amaç haline getirip bir hedefe dönüştürürseniz, kaçırma olasılığınız da o kadar artar. Çünkü mutluluk gibi başarının da peşinden koşamazsınız; kendisi ortaya çıkmalı, kendisi oluşmalı.

-İkinci kez yaşıyormuşsun ve ilkinde yanlış davranmışsın gibi yaşa.

-Eğer yaşamda gerçekten bir anlam varsa, acıda da bir anlam olmalıdır. Acı da yaşamın kader ve ölüm kadar silinmez bir parçasıdır. Acı ve ölüm olmaksızın, insan yaşamı tamamlanmış olmaz.

-Varoluşsal boşluk temel olarak kendini can sıkıntısı durumunda dışa vurur. İnsanlığın, bunaltı ve can sıkıntısından oluşan iki uç arasında sonsuza kadar mekik dokumaya mahkûm olduğunu söyleyen Schopenhauer’i anlayabiliriz.

-Kişi hizmet edeceği bir davaya ya da seveceği bir insana kendini adayarak ne kadar çok kendini unutursa, o kadar çok insan olur ve kendini de o kadar gerçekleştirir. Kendini gerçekleştirme denilen şey, hiç de ulaşılabilir bir şey değildir. Bunun da basit bir nedeni vardır: Kişi buna ulaşmak için ne kadar çok uğraşırsa, bunu o kadar çok kaçıracaktır. Başka bir deyişle, kendini gerçekleştirme, sadece kendini aşmanın bir yan ürünü olarak olasıdır.


Wilhelm Reich - Dinle Küçük Adam



 Giriş

DİNLE KÜÇÜK ADAM, bilimsel bir belge değil, konusu insan olan bir çalışmadır. 1954 yılı yazında, yayınlanma amacı güdülmeden, Orgone Enstitüsü Belgelikleri için yazılmıştır. Bu kitap, birkaç on yıl boyunca sokaktaki Küçük Adamın kendine neler yaptığını önce çocuksu bir saflıkla, daha sonra büyük bir şaşkınlık ve nihayet dehşet içinde izleyen bir doğa-bilimci ve tıp doktorunun içindeki fırtına ve çatışkıların ürünüdür: Sokaktaki Küçük Adam, nelere katlanmak durumunda kalmakta, nasıl isyan etmektedir? Düşmanlarını el üstünde tutmasının, dostlarınıysa öldürmesinin nedenleri nelerdir? Bu Küçük Adam, “halkın bir temsilcisi” olarak belli bir gücü ele geçirdiği durumlarda bu yetkisini nasıl boşa harcamakta, ziyan etmekte, yanlış kullanmaktadır? Neden, aynı gücü daha önce elinde bulunduran ve onu, Küçük Adamı ezmede kullanan üst sınıfların sadist bireyleri gibi davranmakta, eline geçirdiği o yönetme gücünü nasıl olup da acımasız bir baskı aracı haline getirmektedir?…

İnsanların içinde bulunan “yaşamı temsil eden şey”, toplumsal ve insansal karşılıklı ilişkiler içinde son derece doğal ve saftır; bu yüzden, koşulların insana egemen olduğu durumlarda tehlikeye düşer. İnsanın içindeki “yaşayan şey”, kendi türünden olan bir insanın da, yaşamın yasalarına kendisi gibi uyduğunu, doğal, yardımsever ve özverili olduğunu varsayar. Sağlıklı çocuklara ya da ilkel insanlara özgü olan bu doğal temel davranış, coşkusal veba varolduğu sürece, insanın akılcı bir yaşam düzeni sağlama savaşımında en büyük tehlike olarak boygösterecektir. Çünkü vebalı birey de kendi türünden olan canlıların, kendi düşünme ve davranış biçiminin özelliklerini taşıdığını varsayacaktır. Doğal ve bozulmamış birey, bütün insanların doğal olduğuna inanır ve ona göre davranır. Vebalı insansa, bütün insanların yalan söylediğine, çalıp çırptığına, başkalarını dolandırdığına ve üstünlüğü ele geçirme çabası içinde çırpındığına inanır. Açıkça görülüyor ki, insanın içindeki “yaşayan şey” zayıf ve tehlikelere karşı dayanıksız durumdadır. Vebalı bireye elini uzatsa, kolu kapılacak, varı-yoğu alınacak sonra da kendisiyle alay edilecek ya da ihanete uğrayacaktır; güvendiği herkes onu aldatacaktır.

Bu böyle gelmiştir; ancak böyle gitmemelidir. İnsanın içindeki “yaşamı temsil eden şey”in korunma ve gelişmesi savaşımında, katılık gerektiği durumlarda katı olunmasının zamanı gelmiştir; insan, hakikatlere korkmadan tutunduğu sürece katı davranmakla doğallığını yitirecek değildir. Kitle içinde yaşayan bireyin zırhlarla kaplı yapısında bulunan karanlık ve tehlikeli dürtüleri harekete geçirip, onları örgütlü siyasal cinayetler işlemeye götürerek öldürücü kötülüklere neden olan ölümcül vebalı bireyler, verimli, çalışkan, aklıbaşında milyonlarca insan arasında her zaman için çok küçük bir azınlığı oluşturmaktadır; bu olgu umut vericidir. Kitlenin bir parçası haline gelen bireyde bulunan coşkusal vebanın mikroplarına karşı yalnızca tek bir panzehir vardır: bireyin, kendi içinde bulunan “yaşamı temsil eden şey”in canlılığını duyması. Bu “yaşamı temsil eden şey” güç elde etmeyi değil, gücün insan yaşamında oynaması gereken rolü üstlenmesini ister. İnsan yaşamı, sevgi, çalışma ve bilgiden oluşan üç temel direk üzerine kurulmuştur.

DİNLE, KÜÇÜK ADAM!

Sana “Küçük Adam”, “Sıradan İnsan” diyorlar; yeni bir çağ, “Sıradan İnsan Çağı” başladı diyorlar. Bunu söyleyen sen değilsin Küçük Adam. Onlar söylüyor bunu, büyük ulusların Başbakanları, koltuklanmış işçi liderleri, burjuva ailelerinin tövbekar evlatları, devlet adamları söylüyor, filozoflar söylüyor sana bunu. Geleceğini eline veriyor, geçmişinden hiç sual etmiyorlar.

Korkunç bir geçmişin mirasçısısın sen Küçük Adam. Mirasın, avucunun içinde alev alev yanan bir elmastır. Bunu sana söyleyen, benim; beni dinle.

Her doktor, her ayakkabıcı, teknisyen ya da eğitimci, işini doğru dürüst yapmak ve yaşamını kazanmak için, eksiklerini bilmek zorundadır. Birkaç on yıldır, şu yeryüzünde yönetici rolünü oynamaya başlamış bulunuyorsun. İnsanlığın geleceği, senin düşüncelerine ve senin yapacağın şeylere bağlıdır. Ama öğretmenlerin ve efendilerin, aslında nasıl düşündüğünü ve gerçekte ne olduğunu söylemiyorlar sana; seni kendi geleceğine egemen olma yetisi verebilecek yönde eleştiren ve bu eleştiriyi dile getirme yürekliliğini gösteren tek kişi yok. yalnız bir anlamda “özgürlüğe sahip”sin sen: kendi yaşamını yönetmeyi öğrenmeme, kendini bu yönde eğitmeme ve kendini eleştirmeme özgürlüğüne sahipsin.

Şöyle bir yakınmayı hiç duymadın senin ağzından: “Gelecekte kendimin ve dünyamın efendisi olmak yolunda yürütüyorsunuz beni, peki ama, insanın nasıl kendi kendisinin efendisi olacağını anlatmıyorsunuz hiç, düşünce ve davranışlarımdaki yanlışları bana söylemiyorsunuz?”

Yönetimi elinde tutan kişilerin, “Küçük Adamı” yönetmelerine izin veriyorsun. Ama sen, hiç sesini çıkarmıyorsun. İktidardaki adamlara, yönetimi elinde tutan güçlülere, ya da kötü niyetli güçsüz adamlara seni temsil etme yetkisini veriyorsun. Her seferinde aldatıldığını anlıyorsun, ancak bunu anladığında, iş işten geçmiş oluyor.

Seni çok iyi anlıyorum. Çünkü seni binlerce kez çıplak gördüm; hem ruhsal, hem bedensel çıplaklığın içinde, maskesiz, etiketsiz, elinde bir partinin üyelik kartı bile olmaksızın bir “tanınmışlık” kılıfına bürünmemiş halinle gördüm seni. Yeni doğmuş bir bebek gibi, anadan doğma çıplak, don-gömlekle kalmış bir mareşal kadar çıplak halini gördüm. Benim karşımda hiç yakınmadın, ağlamadın, özlemlerini hiç dile getirmedin, sevgini ve acılarını bir kez olsun açmadın bana. Seni iyi tanıyorum ve anlıyorum. Sana nasıl olduğunu anlatacağım Küçük Adam, çünkü büyük bir geleceğin olduğuna içtenlikle inanıyorum. Gelecek, senindir, buna hiç kuşku yoktur. Öyleyse gel, herşeyden önce kendine bak bir. Gerçekte olduğu gibi gör kendini. Führer’lerinin ve seni temsil eden “vekil”lerinin sana utanmadan söylediği şu sözlere aldırma:

Sen, “küçük, sıradan bir insan”sın. Bu sözcüklerin çifte anlamını kavrıyorsun, değil mi: “küçük” ve “sıradan”.

Kaçma. Kendine bakma yürekliliğini göster!
“Bana bunları söylemeye ne hakkın var?”

Kuşkulu ve kavrayışlı bakışlarında bu soruyu okuyorum. Münasebetsiz ağzından bu sözcüklerin döküldüğünü duyuyorum, Küçük Adam. Kendine bakmaktan korkuyorsun, Küçük Adam; sana vereceklerini vaat ettikleri yetkiden korktuğun gibi korkuyorsun. Bu yetkiyi nasıl kullanacağını bilemezsin. Başka bir biçimde yaşayabileceğini düşünmeye cesaret edemiyorsun: Koyun gibi güdülmek yerine özgür yaşamak, taktikler uygulamak yerine açık davranmak, bir hırsız gibi gecenin karanlığında sevmek yerine açık açık sevebilme düşüncelerine yer vermiyorsun kafanda. Kendini küçümsüyorsun, Küçük Adam. “Ben kim oluyorum da kendi görüşüm olacakmış, kendi yaşamımı kendim saptayacak ve dünyanın benim olduğunu açıklayacakmışım,” diyorsun. Haklısın: Sen kim oluyorsun da kendi yaşamın üzerinde hak sahibi olmak isteyeceksin? Kim olduğunu şimdi söyleyeceğim sana:

Gerçekten büyük olan insandan seni ayıran tek bir nokta var: Büyük adam da bir zamanlar çok küçük bir adamdı; ama bir tek önemli yetenek geliştirdi: düşünce ve davranışlarında küçük olduğu noktaları görmeyi öğrendi. Kendisi için çok değerli olan bazı şeyleri yitirmeyi göze alarak kendi küçüklüğünün ve önemsizliğinin taşıdığı tehlikeyi giderek daha iyi sezmeyi öğrendi. Demek ki, büyük adam, ne zaman ve hangi alanda küçük adam olduğunu bilir. Küçük Adam, küçük olduğunu bilmez ve bunu bilmekten korkar. Kendi küçüklüğünü ve yetersizliğini, başkalarının gücü ve büyüklüğünün kendisinde uyandırdığı güç ve büyüklük görüntüleriyle örter. Büyük generalleriyle övünmektedir, ama kendisiyle övünmez. Kendisinde var olan düşünceye değil, kendi aklına gelmeyen düşünceye hayrandır. En az anladığı şeylere en çok inanır ve kolayca anladığı fikirlerin doğru olduğunu kabul etmez.

Aklım bana şunu söylüyor: “Her ne pahasına olursa olsun hakikati söyle.” İçimdeki Küçük Adamsa şöyle diyor: “Küçük Adama gerçek yüzünü göstermek, ona açılmak ve acımasına başvurmak aptallıktır. Küçük Adam kendisiyle ilgili hakikati duymak istemiyor ki?, O, bir Küçük Adam olarak kalmak, ya da küçük bir büyük adam olmak istiyor. zengin olmak ya da bir parti lideri, bir bölük kumandanı ya da kötülükleri ortadan kaldırma derneğinin sekreteri olmak istiyor Küçük Adam. İşinin sorumluluklarını yerine getirmek, yiyecek sağlamak, konut yapımı, trafik, eğitim, araştırma, yönetim ya da herhangi bir başka alanda üstüne düşen sorumluluğu üstlenmek istemiyor.”

Çok uzun bir süredir seninle yakın bir ilişki içindeyim, çünkü senin yaşamını kendi deneylerimden biliyorum ve çünkü, sana yardım etmek istiyorum. Seninle olan ilişkimi sürdürdüm, çünkü sana gerçekten yardım edebildiğimi ve genellikle gözlerin yaşararak benden yardım istediğini gördüm. Ve yavaş, yavaş benim yardımımı almaya hazır, ama verdiklerimi savunma yetisinden yoksun olduğunu gördüm. Ben, senin yerine savundum onu, senin adına savaştım.

Bendeki kendini, ve kendindeki beni keşfedebilir, sonra da korkup benim içimdeki kendini öldürebilirdin. Bu nedenle senin, herhangi biri ya da herkesin kölesi olma özgürlüğün uğruna ölme gönüllülüğünden vazgeçtim.

Bu söylediğimi anlayamayacağını biliyorum: “Herhangi bir kimsenin kölesi olma özgürlüğü” öyle kolay anlaşılır bir şey değil.

Artık tek bir efendinin kölesi olmaktan kurtulmak, herhangi bir kimsenin kölesi olmak için, insan önce bu tek bir sömürüyü, diyelim, Çar’ı ortadan kaldırmak zorundadır. İnsanda özgürlük emelleri ve devrimci itilimler yoksa, böyle bir siyasal cinayet işleyemez. Bu durumda kişi, hakikaten büyük bir adamın, diyelim İsa, Marks, Lincoln ya da Lenin’in önderliğinde bir devrimci özgürlük partisi kurar. Hakikaten büyük olan adam, senin özgürlüğünü son derece ciddiye alır. İşlerini kolaylaştırmak için çevresinde küçük adamlar, yardımcılar getir-götürcüler toplamak zorundadır, çünkü bu büyük işi tek başına yürütemez. Üstelik, çevresine küçük büyük adamlar toplamasa, sen onu anlamaz, bir kenara iter, adam yerine koymazsın. Bir sürü küçük büyük adamla çevrilmiş olarak, senin adına güçler ve yetkiler ele geçirir, ya da bir parça hakikat, ya da yeni, daha iyi bir inanç bulur sana. Sayfalar dolusu söylevler yazar, özgürlük yasaları, vb. şeyler yazar; kendisini ayakta tutacak olan senin yardımın ve ciddiliğindir. İçinde bulunduğun toplumsal bataklıktan çıkarır seni. Birçok küçük büyük adamı birarada tutabilmek, senin güvenini yitirmemek için hakikaten büyük olan bir adam, derin bir aydın yalnızlığı içinde, senden ve gürültü patırtıdan uzak ama aynı zamanda senin yaşamınla yakın bir ilişki içinde elde edebildiği büyüklüğünden hergün bir parça vermek, özveride bulunmak zorundadır. Sana öncülük edebilmek için, senin onu erişilmez bir tanrıya dönüştürmene gözyummak zorundadır. Olduğu gibi sade bir insan olarak kalsa, diyelim, elinde evlenme cüzdanı olmadığı halde bir kadını sevebilen bir adam olsa, ona güvenmezsin çünkü; onu olağandışı bir insan olarak görmek istersin. Böylece, sen kendi ellerinle, yeni efendini ortaya çıkarmış olursun. Kendisine yeni efendi rolü verilmiş olan büyük adam büyüklüğünü yitirir, çünkü bu büyüklük, onun sözünü sakınmazlığından, sadeliğinden, yürekliliğinden ve yaşamla arasındaki gerçek ilişkiden gelmekteydi. Büyüklüklerini büyük adamdan sağlamış olan küçük büyük adamlar, maliye, dış-işleri, hükümet, bilim ve sanat alanlarında büyük görevlere atanırken sen olduğun yerde, yani bataklıkta kalırsın.

Eski ulusların küçük adamları, sendeki bu herhangi bir kimsenin kölesi olma itkisini büyük çabalarla inceledi ve böylece, insanın, kafasını birazcık kullanarak nasıl küçük bir büyük adam olabileceğini saptadı. Bu küçük büyük adamlar, saraylardan, malikanelerden değil, senin saflarından gelmektedirler. Onlar da senin gibi açlık ve acı çektiler. Efendi değiştirme süreçlerini kısalttı bu adamlar. Senin özgürlüğünü nasıl sağlayacağın yolunda yüzyıl kafa yormanın, senin mutluluğun için özveride bulunmanın, hattâ yaşamlarını feda etmenin, zahmete değmeyeceğini, bu bedelin, senin yeni köleliğini satın almak için çok yüksek olduğunu öğrendiler. Özgürlük elde etme yolunda çalışmalar yapan ve gerçekten büyük adamlar olan düşünürlerin yüzyıl içinde ortaya koydukları şeyler ve çektikleri acılar, beş yıldan az bir zaman içinde ortadan kaldırılabilirdi. Bunun üzerine, senin saflarından gelen küçük adamlar, bu süreci kısalttılar: Bunu açık açık ve daha büyük bir acımasızlık içinde yaptılar. Üstelik, sana bir yığın söz söyleyerek, senin ve yaşamının, ailenin ve çocuklarının birer hiç olduğunu anlatıyorlar; aptal, köleliğe elverişli ve başkalarının kullanacağı birer insan olduğunuzu söylüyorlar, insanın size dilediği işlemi uygulayacağını haykırıyorlar. Size kişisel özgürlük değil ulusal özgürlük vaat ediyorlar. Size özgüven değil, devlete saygı, kişisel büyüklük değil, ulusal büyüklük vaat ediyorlar. Sana göre “kişisel özgürlük” ve “kişisel büyüklük”, soyut birer kavramdan başka bir şey değildir; “ulusal özgürlük” ve “^devletin çıkarları” sözcükleriyse, bir kemiğin köpeğin ağzını sulandırdığı gibi seni zevkten dört köşe etmekte; bu yüzden hemen bu sözcüklere sarılıyorsun. Bu küçük adamlardan hiçbiri İsa’nın yaptığı gibi, Karl Marks ya da Lincoln’un yaptığı gibi gerçek özgürlüğün fiyatını ödemezler. Onlar seni sevmiyorlar, sen kendini horgördüğün için, horgörüyorlar seni, Küçük Adam. Bir Rockefeller ya da Torilerin tanıdığından çok daha iyi tanıyorlar seni. Senin en kötü yanlarını, en büyük zayıflıklarını, senin bilmen gerektiği gibi, ama senden çok daha iyi biliyorlar. Küçük büyük adamlar, seni bir simgeye feda ettiler, sense onları seni yönetecek yerlere getirip koydun. Efendileri, sen kendin getirdin bulundukları yere; bütün maskelerini indirmiş olmalarına karşın – ya da daha doğrusu maskelerini indirmeleri nedeniyle onları besleyen sensin. Yalan mı, sana kaçkez söylediler: “Hiçbir sorumluluğu olmayan önemsiz, aşağılık bir varlıksın sen, ve böyle kalacaksın,” demediler mi? Sense onlara “Kurtarıcılar” diyorsun, “Yeni kurtarıcılar” ve bağırıyorsun: “Heil, Heil”, “Viva, viva!”

İşte bu yüzden senden korkuyorum, Küçük Adam, çok korkuyorum. Çünkü insanlığın geleceği senin elinde. Senden korkuyorum, çünkü kendinden kaçtığın gibi dünyada hiçbir şeyden kaçmıyorsun. Evet, sen, kendinden kaçıyorsun Küçük Adam. Hastasın sen, çok hastasın Küçük Adam. Bu senin suçun değil. Ama paçanı bu hastalıktan kurtarmak senin görevin, senin sorumluluğun. Baskıya göz yummasaydın ve birkaç kez de etkin bir biçimde baskıyı desteklemeseydin seni ezenleri çoktan silkip atardın.

Kendi küçük adamlarını seni sömürenler haline getirdiğini anlamalısın artık; aç gözünü ve hakikaten büyük olan adamlarını kurban ettiğini gör; onları çarmıha gerdiğini, canlarını aldığını, açlıktan öldürdüğünü anla artık; onları bir an bile düşünmediğini, senin için çalıştıklarını aklından geçirmediğini kabul et; yaşamın boyunca yaptıklarını kime borçlu olduğun konusunda hiçbir fikrin yok, bunu anla artık.

Akla uygun olduğu sürece bütün yasalara uyarım, ama katı ya da anlamsız kural ve yasalarla savaşırım. (Savcı koşma hemen Küçük Adam çünkü kendini bilen biriyse o da aynı şeyi yapıyordur.)

Sözcüğün gerçek ve doğru anlamıyla dindar olabilmek için, insanın sevgi yaşamını yoketmesi, bedensel ve ruhsal bir yoksulluğa gömülmesi, bedenini sürekli olarak kasılı ve gergin tutması gerektiğine inanmıyorum.

Senin “Tanrı” dediğin şeyin gerçekten var olduğunu biliyorum, ama senin düşündüğün gibi değil: Tanrıyı, evrendeki ilk acunsal enerji olarak, senin gövdendeki sevgi, yüreğindeki içtenlik olarak, içindeki ve çevrendeki doğayı benliğinde duyabilmek olarak görüyorum ben.

Kendime göre görüşlerim var benim, yalanla hakikati birbirinden ayırmasını bilirim; hakikati, günün her saatinde bir alet gibi kullanır, kullandıktan sonra da aynı bir alet gibi temizler, korurum.

Senden çok korkuyorum Küçük Adam. Eskinden böyle değildi, böyle korkmazdım önceleri. Milyonlarca Küçük Adam arasına karışmış bir Küçük Adamdım ben de çünkü. Sonra doğa bilimci ve bir tıp doktoru oldum, senin ne kadar ağır bir hasta olduğunu ve hastalıklı halinle ne kadar tehlikeli olduğunu görmeyi öğrendim. Bunun, senin kendi öz coşkusal hastalığın olduğunu, bir dışsal güçten kaynaklanmadığını biliyorum; herhangi bir dışsal baskı sözkonusu olmaksızın günün her saatinde ve de saatlerin her dakikasında bu hastalığın seni ezdiğini biliyorum. Özünde canlı ve sağlıklı olsaydın seni ezen şeyleri çoktan yenerdin. Seni ezenler, geçmişte nasıl toplumun üst katmanlarından geldiyse şimdi de senin öz saflarından gelmektedir. Onlar, senden bile küçüktür, Küçük Adam. Çünkü senin perişanlığını deneylerle öğrenmek, sonra da bu bilgiyi seni daha iyi, daha çok ezmek için kullanmak bir hayli küçüklük gerektirir.

Gerçekten büyük bir adamı algılayacak duyu organı yok sende. Büyük adamın nasıl olduğu, nasıl acı çektiği, ne özlemler duyduğu, öfkeden nasıl kudurduğu ve senin için yaptığı savaş, sana yabancı. Bu dünyada seni ezmek ya da sömürmek yetisinden yoksun, senin özgür olmanı gerçekten isteyen, içinde gerçek ve içtenlikli bir istek duyan kadınların ve erkeklerin de yaşadığını anlayamazsın. Bu kadın ve erkeklerden hoşlanmazsın, çünkü onlar sana yabancıdır. Onlar yalın ve dolaysız insanlardır; sana göre taktik neyse, onlara göre hakikat odur. Sana küçümsemeyle değil, insanların yazgısı karşısında duydukları acıyla bakarlar; bakar ve içini görürler. İçinin görüldüğünü sezer, bir tehlikenin geldiğini anlarsın. Sen ancak onlara şöyle sahip çıkarsın Küçük Adam: Öteki Küçük Adamlar, bu büyük adamların gerçekten büyük olduğunu sana söylediği zaman.

Büyük adamlardan korkarsın, onun yaşama olan yakınlığından, yaşama karşı duyduğu sevgiden korkarsın sen. Büyük adam seni, düpedüz yaşayan bir hayvan olarak, yaşayan bir canlı olarak sever. Binlerce yıl acı çektiğin yetmiyormuş gibi durmadan acı içinde kıvranmanı istemez. Binlerce yıl dırdır ettiğin yetmiyormuş gibi durmadan dırdır etmeni istemez. Seni bir yük hayvanı olarak istemez, çünkü yaşamı sevmektedir büyük adam, senin acılardan, alçaklık ve rezilliklerden arınmanı ister.

Gerçekten büyük olan adamları, seni küçümseyecek hale getiriyorsun, içinde bulunduğun durumun ve beş para etmezliğinin verdiği acıyla bir kenara çekiliyorlar, senden uzaklaşıyor ve en kötüsü, sana acımaya başlıyorlar. Sen Küçük Adam bir ruhbilimci, diyelim bir Lombroso olsaydın, büyük adama bir çeşit suçlu damgası vururdun; ya işlemek istediği suçu gerçekleştirememiş bir suçlu, ya da “psikozlu” derdin ona. Çünkü büyük adam sana benzemez; yaşamını amacı yığın yığın para biriktirmek, ya da kızlarını toplumsal konumu iyi birileriyle doğru dürüst evlendirmek, ya da bir siyasal göreve atanmak, adının başına bir yığın büyük sözcükler eklemek ya da Nobel Ödülü almak değildir. Bu nedenle, büyük adam sana benzemediğinden ona bir “dâhi” ya da “garip” dersin. Oysa o, bir dâhi olmadığını, yalnızca bir yaşayan canlı olduğunu söyleyecektir. Ona “toplumdışı”, insandan kaçan biri gözüyle bakarsın, çünkü büyük adam, senin bomboş, gevezeliklerle dolu “parti”lerine gitmektense çalışma odasına kapanıp düşünceleriyle başbaşa kalmayı, ya da laboratuarına kapanıp çalışmayı yeğlemiştir. Parasını senin gibi hisse senedine yatırmayıp bilimsel araştırmalarına harcadığı için deli dersin ona. Sen, o karanlık ve dipsiz yozlaşmışlığın içinde, Küçük Adam, yalın, dolaysız bir insanı, “normalliğin” bir basamak aşağısında bulunan kendinle, “homo normalis”le kıyaslayarak “anormal” sayıyorsun. Onu kendi beş para etmez terazine koyuyorsun, senin normallik ölçülerine uymadığını görüyorsun. Sana karşı büyük bir sevgi besleyen, sana yardım etmeye hazır olan büyük adamı toplumsal yaşamdan çıkaranın kendin olduğunu göremiyorsun Küçük Adam. İster bir han odasında ister sarayda olsun yaşadığı yaşamı çekilmez kılan sensin.

Onu, onlarca yıl gücendirdikten, acı çektirdikten sonra bu duruma sokan kim? Sensin Küçük Adam. İster sorumsuzluğun ister dargörüşlülüğün nedeniyle olsun, ister yapay düşüncelerin, ister on yıllık bir toplumsal gelişme boyunca bile yaşayamayan “sarsılmaz aksiyomların” yüzünden olsun, onu bu hale koyan sensin. Yalnızca Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasında geçen birkaç yıllık süre içinde doğru olduğuna ant içtiğin şeyleri düşün. Bunların kaç tanesinin yanlış olduğunu içtenlikle kabul ettin, kaç sözünü geri aldın? Hiçbirini, Küçük Adam. Gerçekten büyük olan bir adam, dikkatle, sakına sakına düşünür, ama önemli bir fikir elde etti mi de, uzun-vadeli düşünür. Kendi düşüncelerin önemsiz ve geçici olduğu halde, düşünceleri doğru ve uzun ömürlü olan büyük adamı bir parya yapan sensin, Küçük Adam. Onu parya yapmakla, içine o korkunç yalnızlık tohumunu dikmiş oluyorsun. Büyük işler üreten bir yalnızlık tohumu değil, senin tarafından yanlış anlaşılmaktan ve kötü işlem görmekten korkma tohumudur bu. Çünkü sen “halk”, “kamuoyu” ve “toplumsal bilinç”sin. Bunların sana yüklediği dev sorumluluğun ne olduğunu içtenlikle, dürüst olarak düşündün mü hiç Küçük Adam?

Hayır, düşüncelerinin yanlış olup olmadığını sormadın kendine hiç. Bunu yapmak yerine, komşunun düşüncelerin üzerine ne söyleyeceğini, ya da dürüstlüğün sana çok paraya patlayıp patlamayacağını sordun. İşte Küçük Adam, sen kendine yalnızca bunu sordun, başka hiçbir şeyi değil, yalnızca bunu.

Böylece büyük adamı yalnızlığa ittikten sonra, ona yaptıklarını unuttun gitti. Kalktın, bir başka saçmalık yumurtladın, bir başka küçük bayağılık yaptın, bir başka derin yara açtın. Sen, unutursun Küçük Adam. Ama büyük adam doğası gereği unutmaz. Sanma ki, kin besler büyük adam, sanma ki, öç alır, yalnızca neden böylesine bayağı davranışlarda bulunduğunu anlamaya çalışır. Bu söylediklerim senin duygu ve düşüncelerine yabancıdır, biliyorum. Ama inan ki: Yüz kez, bin kez, milyon kez acı versen, -yaptığını bir an sonra unutsan da- kapanamayacak yaralar bile açsan, büyük adam, yaptığın yanlışlardan ötürü senin yerine acı çeker; bu yanlışların büyük olmasından değil, küçük ve değersiz olmalarından dolayı acı çeker. Seni bu gibi şeyleri yapmaya iten nedenleri bilmek ister.

Büyük Adam, senin hoşuna gitmek için, senin o beş para etmez dostluğunu kazanmak için, kendini senin düzeyine indirmek, senin gibi konuşmak zorundadır, Küçük Adam; senin özelliklerine bürünmek zorundadır. Ama senin özelliklerine sahip olsa, senin dilini kullansa, dostluğunu kazansa, artık büyük, hakiki ve sade olmayacaktır. Kanıt mı istersin: Senin dilediğin gibi konuşan dostların asla birer büyük adam olmadılar.

Senin bir dostunun büyük bir başarı sağlayacağını sanmaz, buna inanmazsın. Aslında içinden kendini küçük görüyorsun; hattâ -ya da özellikle- değerli, onurlu olduğunu gösteren şeylerle böbürlenirken bile küçük görüyorsun kendini; kendini küçük gördüğün içindir ki senin dostun olan birine saygı duyamazsın. Seninle aynı masaya oturan ya da seninle aynı evde yaşayan birinin herhangi bir büyük iş başaracağına inanamazsın. Senin yakın çevrende, Küçük Adam, düşünmek çok güçtür. İnsan ancak sana değğin düşünür, seninle birlikte değil. Çünkü büyük düşünceleri, geniş kapsamlı düşünceleri gırtlaklarsın sen. Dünyasını keşfetmekte olan çocuğuna bir ana olarak şunu söylersin: “O çocuklara göre bir şey değil.” Bir biyoloji profesörü olarak şunu söylersin: “Aklı başında bir öğrenciye yakışır mı bu, havadaki mikropların varlığına inanmamak olur mu?” Ve bir öğretmen olarak, “Çocuklara gözle bakılır ama söylediklerine kulak verilmez,” dersin. Bir kadın-eş olarak şöyle dersin: “Hıh! Bulguymuş! Bıktım senin bulgularından! Herkes gibi gidip bir yerde çalışsan da doğru dürüst para kazansan olmaz mı!”Kendi görüşünü böylece dile getirmekten sakınmazsın, kocana inanmazsın, ama gazetelerde yazanlara, anlasan da anlamasan da olduğu gibi inanırsın.

Yaşamdan mutluluk istiyorsun, ama güvenlik çok daha önemli sana göre. Güvenliğin uğruna belini kırmaya, canını vermeye hazırsındır. Mutluluk yaratmayı, onun tadını çıkarmayı ve korumayı hiçbir zaman öğrenmemiş olduğundan, başı dik bir bireyin yürekliliği nedir, bilemezsin.

Bir büyük adam, senin iktisadî kurtuluşunu bilimsel temeller üzerine oturtmayı kendine görev edindi; sen, onu ölüm açlığına bıraktın. Böylece karşına çıkan ilk hakikat yolunu tıkayarak yaşamın yasalarından koptun, başka yola saptın. Bu hakikat yolunu gösterenin ilk girişimi başarılı oldu, sen, kalkıp onun yönetimini devraldın ve böylece onu ikinci kez öldürdün. İlkin, büyük adam senin örgütünü dağıttı. İkincisindeyse hakikat yolunu gösteren büyük adam artık ölmüştü, bu yüzden sana karşı koyacak durumda değildi. Bu adam, değerler yaratan yaşama gücünün senin çalışmanda bulunduğunu gözler önüne serdi; ama senin gözün, bunu göremedi. Onun toplumbilimi senin toplumunu, senin devletinden korumak amacını güdüyordu; sen bunu da anlamadın. Hiç ama hiçbir şey anlamadın sen!

Senin o sözünü ettiğin “iktisadî etkenler”inle bile bir şey beceremiyorsun. Yaşamdan zevk almak için iktisadî koşulları iyileştirmen gerektiğini sana anlatabilmek için büyük, bilge bir insan canla başla çalıştı, bu yolda canını verdi. Karnı aç bireylerdin kültürü geliştiremeyeceğini anlatmaya çabaladı o; ayrıksız bütün yaşam koşullarının iktisadî duruma bağlı olduğunu, kendini ve toplumunu her türlü baskı yönetimlerinden bağımsız kılman, kurtarman gerektiğini anlattı sana. Evet, bu büyük adam, seni aydınlatmaya çabalarken yalnızca birtek yanlış yaptı: senin, kendini kurtarma yeteneğine sahip olduğuna inandı. Özgürlüğünü, bir kez ele geçirdikten sonra bırakmayacağına, onu koruyabileceğine inandı. Bir yanlış daha yaptı bu adam: Senin, yani proleterin, “diktatör” olmasına izin verdi.

Bu büyük adamın sunduğu engin bilgi ve fikir hazinesini sen nasıl kullandın peki, Küçük Adam? Bütün söylenenlerden yalnızca tek bir sözcük kaldı kulaklarında: diktatörlük! O büyük zekânın ve koca sıcak yüreğin önüne boca ettiği şeylerden tek bir sözcük kaldı ortada: diktatörlük. Geri kalan herşeyi denize döktün, özgürlük denen şey gitti, açıklık ve hakikat, iktisadî kölelik sorunlarının çözülmesi, ileriyi görme yöntemleri… herşey, ama herşey alaşağı edildi. Yerinde olmakla birlikte istenmeyerek seçilmiş tek bir sözcük kaldı elinde: diktatörlük!

Büyük adamın bu küçük ihmalinden dev bir yalanlar dizgesi oluşturdun. Yalanlardan, suçlamalardan, işkencelerden, copçulardan, cellatlardan, gizli polislerden, ispiyonculuk ve ihbarcılıktan, üniformalardan, mareşallardan ve madalyalardan oluşan bir yalanlar düzeni kurdun – bunların dışındaki herşeyi fırlatıp attın. Şimdi, nasıl olduğunu biraz daha anlamaya başlıyor musun, Küçük Adam?

Kendi mutluluğunu yiyip bitiren sensin. Tam bir özgürlük içinde mutluluğun tadını çıkardığın olmadı hiç. Bu yüzden büyük bir oburluk içinde kendi mutluluğunu yiyorsun ve mutluluk sağlama onu koruma sorumluluğunu hiç üstlenmiyorsun. Mutluluğunu korumayı, onu, bir bahçıvanın çiçeklerini, bir çiftçinin ürünlerini yetiştirdiği, onlara gereken besini verdiği gibi beslemeyi öğrenmekten yoksun bıraktılar seni. Büyük araştırmacılar, ozan ve bilgeler kendi mutluluklarını korumak için senden kaçtılar. Senin çevrende, senin yörende mutluluğu yiyip bitirmek kolay ama onu korumak çok güçtür Küçük Adam.

Neden söz ettiğimi bilmiyorsun, değil mi Küçük Adam? Bak dinle: Bir araştırmacı kendi bilim dalı ya da makinası ya da toplumsal fikri üzerinde on yıl, yirmi yıl ya da otuz yıl, hiç durmadan çalışır. Yeni bulguların ağır yükünü tek başına taşımak zorundadır. Senin aptallıklarının, yanlışlarla dolu küçük fikir ve ideallerinin doğurduğu sonuçlara katlanmak, bu yanlışları anlayıp çözümlemek ve sonunda, onların yerine kendi vargı ve bulgularını koymak zorundadır. O bunları yaparken sen ona hiç yardımcı olmazsın Küçük Adam. Hiç, ama hiç işini kolaylaştırmaz, tersine güçleştirirsin. Örneğin şunları söyleyemezsin: “Bak dostum durumları düzeltmek için ne kadar çok çalıştığını görüyorum. Benim makinam, benim çocuğum, benim karım, benim dostum, benim evim, benim tarlalarım konusunda çalıştığını da anlıyorum. Uzun yıllardır şundan bundan yakınıyorum, ama bu dertlerden kurtulmayı başaramadım. Bana yardımcı olmana bir katkıda bulunabilir miyim?” Hayır, Küçük Adam, yardımcına yardım etmeye kalkmadın hiçbir zaman. İskambil oynarsın sen ancak, ya da bir horoz dövüşünde avazın çıktığınca bağırırsın, yada bir büro ya da maden ocağında aptal aptal köleliğini sürdürürsün. Ama yardımcına yardıma koşmazsın hiçbir zaman. Neden biliyor musun? Çünkü, herşeyden önce, bir araştırmacının sana düşüncelerinden başka verecek hiçbir şeyi yoktur. Kâr dağıtmaz, ücret yükseltmez, toplu sözleşme yapmaz, yılbaşı ikramiyesi vermez ve bir elin yağda bir elin balda yaşamanı sağlayamaz. Yalnızca kaygı verebilir bir araştırmacı, sense kaygı istemiyorsun, yeterinden çok kaygı ve tasa duyuyorsun çünkü.

Ne var ki yalnızca uzak durmakla, yardım elini uzatmamak ya da yardım etmemekle kalsan, araştırmacı senin bu tavrından dolayı mutsuz olmayacaktır. Ne de olsa o senin için düşünüyor, tasalanıyor ve araştırmalarını “senin için” yapıyor değildir. Onun yaşamsal işlevleri onu bunu yapmaya ittiği için bu yolda çalışmaktadır. Senin için tasalanmayı ve sana acımayı parti önderlerine ve din adamlarına bırakmıştır. Onun istediği tek şey, senin sonunda kendi kendine bakabilme, kendini düşünebilme, kendin için tasalanma yetisini geliştirdiğini görmektir.

Sana göre meslek onuru ya da bankadaki hesabın ya da radyum sanayisi ile olan ilişkin, hakikatten ve öğrenmekten çok daha önemlidir. İşte bu yüzden çok küçük ve sefilsin, Küçük Adam.

Yani demek istiyorum ki, yardım etmemekle kalmıyorsun, senin adına ya da senin yerine yapılan işi çirkince bozuyorsun. Şimdi anlıyor musun, mutluluk neden senden kaçıyor? Mutluluk, uğrunda çalışılmasını gerektirir; mutluluk gökten yağmaz, kazanılır. Oysa sen mutluluğu yalnızca yalayıp yutmak istiyorsun; bu yüzden senden kaçıyor o da; senin kendisini kemirmeni, yutmanı istemiyor.

İşte sen böylesin, Küçük Adam. Kaşık atmayı, kepçe daldırmayı iyi beceriyorsun ama yaratma yetisinden yoksun. Zaten bu yüzden böylesin, bu yüzdendir ki, yaşamın boyunca sıkıcı bir büroya ya da bir resim masasının başına kapanıyorsun, sırtına deli gömleği geçirir gibi parmağına evlilik yüzüğünü geçiriyorsun. Ve bu yüzdendir ki çocuklardan nefret eden bir öğretmensin. Gelişme yok sende, yeni bir düşünce geliştirmene olanak yok çünkü sen yalnızca aldın bugüne dek, bir başkasının gümüş tepside sunduğu şeyi kaşıkladın yalnızca.

Bunun neden böyle olduğunu anlayamıyorum diyorsun öyle mi? Ama başka türlü olamaz ki? Bunun nedenini ben söyleyebilirim sana, Küçük Adam, çünkü sen, bir hayvan gibi huşsu bir halde bana geldiğinde tanıdım seni; seni o halinle gördüm. Büyük bir boşluk ya da güçsüzlük duyduğum, ya da ruhsal-akılsal sağlığının en bozuk olduğu anda geldin bana. Böylece, seni tanıdım. Sen yalnızca çorbaya kepçe daldırmasını bilirsin, yalnız almasını bilirsin sen. Bir şey yaratamaz, veremezsin. Çünkü temel bedensel davranışın sürekli olarak kendini tutmanı ve kin gütmeni gerektiriyor; çünkü içinde gerek ve doğal sevgi ve verme duygusu uyandığında birden paniğe kapılıyorsun. Sendeki alma eyleminin temelde yalnızca bir anlamı var: Kendini büyük bir oburluk içinde parayla, mutlulukla, bilgiyle doldurmak istiyorsun, çünkü kendini boş, aç, mutsuz hissediyorsun Küçük Adam: İçinde bulunan sevgi, tepkisini salıverir diye kaçıyorsun ondan. Hakikat, kaçınılmaz olarak, burada sana benim göstermek istediğim, anlatmakta yetersiz kaldığım şeyleri gösterecektir çünkü. Sense bunu istemiyorsun Küçük Adam. Yalnızca bir tüketici ve yurtsever olmak istiyorsun, o kadar.

Sevgiye hasretsin, işini seviyor ve emek paranı ondan kazanıyorsun; senin işin, benim bilgimle, ve başkalarının bilgisiyle beslenmektedir. Sevgi, çalışma ve bilginin anayurdu yoktur, gümrük denetiminden geçmez bunlar, üniforma tanımaz. Onlar evrenseldir ve bütün insanlığı kapsar. Ne var ki, sen küçük bir yurtsever olmak istiyorsun, hakiki sevgiden korkuyorsun çünkü, işine karşı olan sorumluluğundan, bilgiden korkuyorsun. Bu yüzdendir ki sen yalnızca başkalarının sevgi, çalışma ve bilgisini sömürmekten başka bir şey yapamazsın, bunları kendin asla yaratamazsın. Bu yüzdendir ki, kendi mutluluğunu aydınlıktan ürken bir gece hırsızı gibi çalıyorsun; ve bu yüzdendir ki, başkalarının mutlu olduğunu gördüğünde kıskançlıktan çatlarsın.

Geleceğinden kaygı duyduğum için, mutsuzluğunun nedenini anlamayı ve bunu ortadan kaldırmayı öğrenmeni sağlayabilecek örgütler kurdum. Sen ve dostların, bu toplantılara oluk oluk akın ettiniz. Bunun sebebi neydi acaba Küçük Adam? Başlangıçta bunun içtenlikli bir davranış olduğunu sandım, yaşantını iyileştirmek için büyük bir istek duyduğunu, toplantılara bu yüzden geldiğini sandım. Seni harekete geçiren dürtünün ne olduğunu ancak bir hayli zaman sonra anladım. Buranın değişik türden yeni bir genelev olduğunu sandın, kendine kolay yoldan bir kız bulacağını, üstelik beş para bile vermeden gününü gün edeceğini umdun. Bunu anlayınca aslında senin yaşantını iyileştirmene yardımcı olmak için kurulmuş olan bu örgütleri dağıttım. Böyle bir örgütün toplantısında bir kızla tanışmakta bir kötülük gördüğümden değil, bu örgütlere böylesi iğrenç düşüncelerle yaklaştığın için dağıttım hepsini. İşte bu yüzden kalktı bu örgütler ve sen, bir kez daha bataklığın içindeki yerini korudun… Ne o, bir şey mi dedin?

Bir kartal, tavuk yumurtaları üzerine kuluçkaya yatsa ne olur, biliyor musun Küçük Adam? Başlangıçta kartal yumurtalardan kartal yavruları çıkacağını, bunları büyütüp büyük kartallar yetiştireceğini sanır. Bir bakar ki, yumurtalardan civciv çıkıyor. Çaresizlik içinde bulunan kartal, civcivlerin büyüyüp kartal olacağını umar gene de. Bir kez daha kuluçkaya yatar, sonuç aynı. Kartal bu durumda, gıdaklayan tavuklarla civcivleri yeme itkisini bastırmak için çok uğraşmıştır. Onu yemekten alıkoyan tek şey küçük bir umuttur. Yani bu civcivlerden birinin, bir gün küçük bir kartal olabileceği, büyüyüp kendisi gibi yetenekli, kendisi gibi çook yükseklerdeki yuvasından bakıp uzakları görebilecek, böylece yeni dünyalar, yeni düşünceler ve yeni yaşama biçimleri bulunduğunu anlayıp bunları arayabilecek büyük bir kartal olabileceği umudu. Üzgün ve yalnız kartalı yumurtalardan çıkan tavuk ve civcivleri yemekten alıkoyan şey yalnızca bu küçücük umuttur. Tavuklara ve yavrulara gelince, onlar bir kartalın kuluçkaya yatması sonucu dünyaya geldiklerinden habersizdirler. Nemli, karanlık vadilerde çook çok yükseklerde sarp kayaların üzerinde yaşadıklarından habersizdirler. Tek başına kalmış kartal gibi uzaklara bakmazlar. Kartalın kendilerine getirdiği yiyecekleri tıkınıp durmaktadırlar boyuna, durmadan gagalamakta, karınlarını doyurmaktadırlar. Yağmur yağdığı ya da fırtına koptuğunda onun güçlü kanatları altında ısınmakta, korunmaktadırlar. Kartalsa kendi gövdesini fırtınaya siper etmekte, herhangi bir korumadan yoksun bulunmaktadır.

Daha da kötüsü, bu tavuklar ona tuzaklar kurmakta, siperler ardına gizlenerek ona ucu sivri kaya parçaları, taşlar atmaktadırlar. Onların kendisine kötülük yaptığını anlayan kartal ilkin bu tavukları parçalama isteği duyar. Ama düşünür, onlara acımaya başlar. Belki, diye umar, gün gelir, bu yalnız önünü gören ve gıdaklamaktan, yalayıp yutmaktan başka bir şey bilmeyen civcivler arasında kendisi gibi olma yetisine sahip bir kartal çıkar.

Yalnız kartal, bugün bile umudunu yitirmiş değildir. Bu yüzden kuluçkaya yatmayı, civcivler çıkarmayı sürdürmektedir.

Sen bir kartal olmak istemiyorsun, Küçük Adam, bu yüzden de akbabalara yem oluyorsun. Kartallardan korkuyorsun, bu yüzden sürüler halinde yaşıyor, senden kalabalık olan sürüler tarafından da yutuluyorsun. Çünkü senin tavuklarından bazıları da akbaba yumurtaları üzerine kuluçkaya yattı. Ve akbabalar, kartallara, seni daha ileriye daha iyi geleceklere götürmek isteyen kartallara karşı olan Führerler haline geldi. Akbabalar sana leş yemeyi ve birkaç buğday tanesiyle yetinmeyi öğretti. Sana bir de “Heil, Heil, Büyük Akbaba!” diye haykırmayı öğrettiler. Şimdi büyük kitleler halinde açlıktan kıvranıyor ve ölüyorsun, ama gene de senin yumurtalarına kuluçka yatan kartallardan korkuyorsun.

Düşünürken de korkak davranıyorsun, Küçük Adam, çünkü gerçek düşünme eylemi, bedensel duygularla birarada gerçekleşir, sense bedeninden korkarsın. Pek çok büyük adam söyledi sana: “Aslına dön -içinden gelen sesi dinle- hakiki duygularının buyruğuna uy- sevgiyi yeşert, sev.” Ama onların sözlerine kulak tıkadın, sağırdın sen, çünkü kulakların bu sözlerden sağır olmuştu. Söylenenler uçsuz bucaksız çöllerde yitti; hakikati söyleyen yalnızların sesiyse, senin korkunç boşluğun içinde, senin çöllerinde yokoluyor Küçük Adam.

Marks’ın, nesnelerin değerini üreten tek şey olan sendeki yaşayan işgücünün üretkenliğini sağlama fikri ile devlet fikri arasında bir seçme yapmak durumunda kaldın; kendi içindeki “yaşayan şey”i tümüyle bir kenara atarak devlet fikrini seçtin.

Acımasız Engizisyonla Galileo’nun hakikati arasında seçme yaptın. Bulgularından yararlanmakta olduğun büyük Galileo’yu, onur kırıcı sözler söylemeye zorlayarak işkence içinde öldürdün. Şu yirminci yüzyılda, Engizisyon yöntemlerini bir kez daha dirilttin.

Yüzyıllar boyunca yolunu sapıtacaksın, sonunda sen ve senin gibiler, genel bir toplumsal sefalet sonucu kitle halinde öleceksiniz, sonunda, ilk kez kendi içine baktığında, varlığının korkunçluğu ve çirkinliği, ince, zayıf bir kıvılcım halinde belirecek. Bu senin içinde yaşanan ilk kıvılcım olacak. Sonra, yavaş yavaş, giderek ve karanlıkta el yordamıyla yolunu bulan biri gibi, dostunu – yaşamın sevgi, çalışma ve bilgi üzerine kurulduğuna inanan adamı aramayı öğreneceksin, onu anlamayı ve ona saygı duymayı öğreneceksin. Bundan sonra yaşamın için kitaplığın boks maçından daha önemli olduğunu anlamaya başlayacaksın; ormanda düşüne düşüne yürümenin, sokaklarda tören yürüyüşü yapmaktan daha önemli olduğunu, iyileştirmenin öldürmeden, sağlıklı bir özgüvenin, ulusal bilinçlilikten daha önemli olduğunu ve alçakgönüllülüğün, yurtsever ya da daha başka naralardan daha iyi olduğunu anlamaya başlayacaksın.

Belli bir ereğe varmak için her türlü aracın, aşağılık ve alçaklıkların, çirkin yöntemlerin bile geçerli olduğunu sanıyorsun. Yanılıyorsun: Amaç, ona varmak için yürüdüğün yoldadır. Bugün attığın her adım, senin yarın ki yaşamındır. Hiçbir büyük ereğe, kötü ve aşağılık yöntemlerle varılmaz. Yaptığın her toplumsal devrim bunun doğruluğunu gösterdi. Ereğe giden yolun kötülüğü, iğrençliği ya da insanlıktan uzak oluşu, seni de kötü ya da insanlık-dışı yapmakta, ereğe varmanı da olanaksız kılmaktadır.

Kapitalist çağın getirdiği sömürüler karşısında kolları sıvayıp bu sömürüye son vermek, insan yaşamının horgörülmesini, insanın aşağılanmasını önlemek ve haklarını savunmak için kavgaya durdun. Yüzyıl önce sömürü vardı evet, insan yaşamına değer verilmez, insanlar horgörülürdü; iyilikbilmezlik vardı evet, ama aynı zamanda, elde edilen büyük başarılara saygı gösterilir, büyük şeyler veren, büyük şeyler ortaya koyan kimseye sahip çıkılır, büyük yetenekler kabul edilirdi. Savaşa durdun da ne oldu, Küçük Adam?

Kendi küçük Führer’lerini nerede başa getirdinse, orada senin gücün otuz yıl öncekinden daha ağır biçimde sömürüldü, kendi yaşamını daha da acımasızca horgörmeye başladın, haklarınsa hiç mi hiç tanınmıyor. Kendi Führer’lerini iş başına getirmeye hâlâ çabaladığın durumlarda, başarıya saygı denen şey tümüyle ortadan kalktı, bunun yerine, büyük dostlarının yaptığı yorucu çalışmaların meyvalarını çalma olgusu baş gösterdi. Bir yeteneğin tanınması ne demek bilmezsin sen, çünkü bu gibi şeylere saygı göstermen, onları tanıman halinde, artık özgür bir Amerikalı, ya da Rus ya da Çinli olamayacağını sanıyorsun. Ortadan kaldırmak amacıyla uğrunda kavgaya durduğun şey, her zamankinden daha hırslı bir biçimde yeşermekte; buna karşılık, kendi öz yaşamın gibi korumak ve savunmak durumunda olduğun şeyi ortadan kaldırdın. Bağlılığı “duygusallık” ya da “küçük-burjuva alışkanlığı” olarak nitelendiriyorsun; başarılara karşı saygılı olmayıysa kölece bir el-etek öpme sayıyorsun. Saygısızlık göstermen gereken yerde nankörlük ettiğinden haberin bile yok. Tepetaklak duruyorsun, böyle durmakta, özgürlük türküsünün eşliğinde dans ettiğini sanıyorsun. Gördüğün bu karabasandan uyanacaksın Küçük Adam, ve göreceksin ki, yatağından yuvarlanmış, çaresizlik içinde yerde yatmaktasın. Çünkü sana bir şey verenden çalıyor, seni soyana bir şeyler veriyorsun. Konuşma ve eleştirme özgürlüğüyle sorumsuz gevezelik ve adî şakaları birbirine karıştırıyorsun. Eleştirmeye her an hazırsın, ama eleştirilmek istemiyorsun ve bu nedenle de başkalarından kopuyorsun. Başkasına saldırmaya bayılıyorsun, ama saldırı karşısında kalmaya dayanamazsın. Bu yüzdendir ki, her zaman gizli bir siperden saldırıyorsun.

Kes sesini Sevgili Küçük Adam. Yaşamın çok sefil, çok perişan, sesini çıkaracak halin yok. Seni kurtarmak istiyor değilim, ama sırtında beyaz bir gecelik, suratında maske, acımasız kanlı elinde bir iple beni asmaya bile gelsen, sana söyleyeceklerimi, bu konuşmamı tamamlayacağım. Kendi boynunu ipe dolamadan beni asamazsın sen Küçük Adam. Çünkü ben, senin yaşamını, dünyayı içinde duymanı, senin insanlığını, sevgini ve yaşama sevincini temsil ediyorum. Yok, hayır, beni öldüremezsin, Küçük Adam. Bir zamanlar sana gereğinden çok inanıyordum ya hani, o vakit senden korkuyordum da. Şimdi seni aştım ama; binlerce yılın bakış açısından görebiliyorum seni, binlerce yıl geçmişten ve binlerce yıl gelecekten bakıyorum sana. Kendinden-korkma duygundan kurtulmanı istiyorum. Daha mutlu ve daha insana yaraşır bir yaşam sürmeni istiyorum.

Kendi kendinin efendisi olabilmen için, kendini ve değersizliğini yüzyıllar boyunca çeke çeke sürüklemen gerekecek. Senin geleceğine daha iyi hizmet edebilmek için kendimi senden ayırıyorum. Çünkü uzağında olursam, beni öldüremezsin, ve uzağında olursam benim çalışmalarıma daha çok saygı gösterirsin. Sana yakın olan şeyi aşağılıyorsun. General ya da Mareşallerine saygı gösterebilmek için, aşağılık biri olmasına karşın, onu bir kaide üzerine, yerden yükseğe koyuyorsun. Dünya tarihini yazmaya başlayalı beri, büyük adamların senden uzak durmasının nedeni budur.

Dediğim gibi, seni bırakıyorum. Bunu yapabilmek, yıllarımı aldı, sayısız uykusuz ve acılı gece yaşadım. Senin tüm proleterlerin Führeri olacak nitelikteki adamların böylesine karmaşık değillerdir. Bugün Führerlerin olanlar, yarın, para için, beş para etmez gazetelere yazı yazarlar. Gömlek değiştirir gibi karar değiştirirler. Ben böyle değilim. Senin geleceğini düşünmeyi sürdüreceğim eskisi gibi. Ama sen, kendine yakın olan birine saygı gösterme yetisinden yoksun olduğundan aramıza belli bir uzaklık koydum. Senin torunlarının torunları benim çalışmalarımın mirasçısı olacak.

Ben, umudumu yitirmedim, yenilik duygusuna kapılmadım, çünkü bu arada, senin hastalığını daha iyi ve derinlemesine anlamayı öğrenmiş bulunuyordum. Şimdi, daha doğru düşünmene ve o zaman yaptığından daha doğru davranmana olanak bulunmadığını çok iyi anlıyorum. Kendi içindeki “yaşayan şey”den ölesiye korktuğunu öğrendim çünkü; bu korku senin, her seferinde bir işe doğru başlamana ve onu yanlış sonuçlandırmana neden oluyor. Bilginin umut’a yol açtığını anlamıyorsun. Umudu yalnızca kendi içine pompalıyorsun, içinden dışarıya değil. Bu yüzden de, kendi dünyan tümüyle yıkıldığı içindir ki, bana “iyimser” diyorsun, Küçük Adam. Evet, iyimserim ben ve yüreğim, her şeyim gelecekle dolu.

 Çev: Şemsa Yeğin