"Atatürk yolu tek kurtuluş yolumuz bizim. Aklı başında hiç bir Türk aydının şüphesi yok bundan. Ama yurdun hayrına olan bu çıkar yolu bırakıp birtakım birbirinden beter çıkmazlara saplananlarımız günden güne çoğalıyor. Atatürk'ün adını dillerinden düşürmeyen nice kişilerimiz de onlara çığırtkanlık etmeden, ters yollar göstermekten geri durmuyorlar. Küçük çıkarlar, çirkin politika oyunları yüzünden. Yaşar Nabi, Atatürk devrimleri konusunda yıllar süren savaşının bir özetini veriyor bu kitapta..."
Varlık yayınlarının geçen ay çıkan en son kitaplarından birinin arka kapağmda bu satırlar okunuyor.
Kitabın adı "Tek yol - Atatürk yolu".. Yaşar Nabi ki, Cumhuriyetin ilk yıllarında adını pek genç bir devrin şairi olarak tanıtmıştı. Sonra şiirden fikre geçti. Memleketimizin en uzun ömürlü sanat dergisini çıkarmakta devam ediyor. Bir kitap sağanağı halinde kültür çorağımıza, eser döküp duruyor.
Gerek kendi dergisinde, gerek başka dergi ve gazetelerde yillardır Atatürk devrimleri ve ilkeleri konusunda yazdıklarını bir araya getirmiş; umuyor ki "Bu uğurdaki savaşlara yeni bir destek olur"..
Böyle uyarıcı, aydınlatıcı eserlere bu sıralarda çok muhtacız.
Eserinin önsözünde “Atatürk ilkelerini belirtmek bakımından göze çarpacak tekrarların hoş görülmesini" istiyor. Bunlara tekrar değil, eskilerin deyimi ile "tekrîr" demeli: Tekrar'ın iyisi, değerlisi, gereklisi..
Bu eserle, Atatürk'le geleni, Atatürk'le gideni, Atatürk'ten kalanı ayrı ayrı, nokta nokta bir daha hatırlıyor ve anıyoruz. Anlıyoruz ki Atatürk'ü bulduğumuz için övünmek kadar, belki daha çok, şimdi Atatürk'süz kalmakla dövünecek durumdayız.
Kitabın baş cümlesi şu: "Atatürk'le bize gelenlerin en başında insan olmak haysiyeti vardır."
Bu söz, Atatürk'ün bütün söyleyişlerine ve davranışlarına tam uygun düşüyor ve bana Büyük Millet Meclisi'nin ilk giinlerindeki bir oturumda konuşulanları hatırlatıyor: Mustafa Kemal, başbakanlık kürsüsünde.. Konuşma kürsüsünde ise bir mebus hocaefendi dövünürcesine konuşuyor:
"Medreselerim kapanıyor, türbelerim kapanıyor, harflerim, takvimlerim elden gidiyor; şaşırdım kaldım, ben ne olacağım?.."
Mustafa Kemal, yukarı kürsüden orta kürsüye eğilip haykırıyor: "Adam olacaksın hocam, adam olacaksın!" Kitaptaki "Atatürk'ten önce de bu uğurda çalışanlar olmamış değildir. Ne var ki, bu çalışmaların sonuçları pek yarım, pek eksik kalmıştır. Çünkü hiç biri bu ereğe gerçekten varılabileceğine inanmak cesaretini gösterememiştir" cümlesini okuyup ta bu görüşün ışığında bazı parçaları tekrar tekrar gözden geçirdikten sonra hükmediyoruz ki bizde üç çeşit "Büyük adam" gelmiştir:
1 - Türkiyenin ayakta kalabilmesi için gereken koşulların düşünü görenler ve sayıklayanlar.
2 - Bu düşleri yorumlayanlar, uygulanma olanaklarına şöyle böyle dokunmuş olanlar.
3 - Bunları bir uçtan, ömrü boyunca uygulamış En Büyük...
Yaşar Nabi, Atatürkçülüğü şöyle tanımlıyor:
"Atatürk'ün sözleri ve devrimleriyle getirdiği yeni düşünce sistemi ve önümüzde açtığı yeni yoldur.. Ata'nın dediklerini ve yaptıklarını bir bütün halinde ele alıp inceleyince vardığımız sonuç ise şu oluyor: Bu düşünce sisteminin temeli laikleşme ve Batıya yönelme ilkelerine dayanır."
"Atatürk Yolu" kitabını okurken; 27 mayısın gerçek önderinin bedenden sıyrılmış ve gençliğimizle ordumuza yayılıp sinmiş Atatürk olduğunu bir daha farkediyoruz ve o günlerdeki coşkunluğun arkına sokulamadan çoraklara sızıp gittiğini, ortada kalan parçanın yine önemli bir şeyler verebildiğini saptamış oluyoruz. "Yeni bir Anayasa yapılmış ama o Anayasaya karşı olanların çoğunlukta göründüğü bir Meclis kurulmuştur." Şimdi bu tezadı gidermeye çabalayıp. dövünüp duyuyoruz!
Bu eser bize Atatürk Milliyetçiliğinin ne olduğunu, ne olmadığını çok güzel belirtiyor. İnsaniyetçi ve medeniyetçi çağdaş milliyetçiliğin Atatürk'le gelip nasıl kafamızda ve gönlümüzde yer ettiğini belirtiyor. Nice düşünce ve duygularımızı kendi gözlerimizle görebileceğimiz bir aydınlığa çıkarıyor.
Mustafa Kemal'i, o zamana kadar ümmetçilik karşısında milliyetçiliğin tutunabilecek bir tarifini arayıp duran Gökalp'larla Akçora'ların nasıl "Türkçülüğün yüzyıllardır beklediği ulusal önder olarak" selâmladıklarını hatırlayıp bu eserdeki kanıları bir daha benimsiyoruz; düşünüyoruz ki: Atatürkçülüğün milliyetçiliği, ulusu uyuşturan ve gerileten hurafelere, zararlı geleneklere karşıydı. Çünkü iki türlü gelenek vardı: Türk'ü Türk yapan özellikler, alışkanlıklar, benimseyişler yanında Türk'e şundan bundan bulaşmış, istenmeden ve belki farkında olunmadan yerleşip kalmış gelenekler de vardı. Ağacın gerçek meyvalarını daha iyi vermesi için, ilk bakışta bir çeşit meyva ya da çiçek gibi görünen sarmaşıklarla urlardan temizlenmesi gerekti; geç bile kalınmıştı!
Uluslar ilerleyip, değişip, oluşup gidiyorlardı. Koyduğumuz yerde otlayıp, geviş getirip duranları, "şuurlu ve sebatlı milliyetçi" diye övmek akla ve insafa sığmazdı ki artık..
Yaşar Nabi Nayır'ın bu güzel kitabı yalnız karamsar eleştirilerle dolu değil. Bütün kötü, geri ve çarpık davranış ve oluşların yanıbaşında Atatürk gençliğinin şahlanışlarından, başarılarından da izler ve izlemler var: Devlet tiyatrosu'nun 1961' de Atina'da Sophokles'i oynayışındaki büyük başarıyı ve derin anlamı belirtmek bize hatırlatıyor ki aziz Mehmet Akif gibi istilacılıkla medeniyetçiliği birbiriyle karıştırmamak, empeıyalizme söveceğim derken uygarlığa yüz çevirmemek sayesinde yeni Yunan sömürücülüğünü İzmir'den kovanların çocukları eski Yunan uygarlığını Atina'da beniınseyivermişlerdir.
Bu, bana, konuşmalarımda, çok kullandığım Antep örneğini hatırlattı:
Asya'da belki de, ilk tankı Fransızlar Gaziantep'te kullanmışlardı. Antepliler, o tankların üstüne çıplak ayakla atladılar, deliklerinden içindekileri öldürdüler. Bu savaşlar sırasında tutsak düşüp Fransızcayı öğrendiğini sandığım bir öğretmen o tankları saf dışı edenlerin çocuklarına Fransızca olarak Molire'in bir piyesini başarıyla temsil ettirdi. Sömürgeciliğin tankı dışarı; uygarlığın Moliere'i içeri!..
Kitap, sonsözünde, Yargıtay Başkanı, imrenilecek aydın, gerçek ve yiğit Atatürkçü İmran Oktem'in konuşmasından parçalar alıp inceleyerek bitiyor. Yaşar Nabi'nin yerden göğe hakkı var: Tek yol, tek çıkar yol, Atatürk yoludur.
Behçet Kemal Çağlar
Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi
Varlık yayınlarının geçen ay çıkan en son kitaplarından birinin arka kapağmda bu satırlar okunuyor.
Kitabın adı "Tek yol - Atatürk yolu".. Yaşar Nabi ki, Cumhuriyetin ilk yıllarında adını pek genç bir devrin şairi olarak tanıtmıştı. Sonra şiirden fikre geçti. Memleketimizin en uzun ömürlü sanat dergisini çıkarmakta devam ediyor. Bir kitap sağanağı halinde kültür çorağımıza, eser döküp duruyor.
Gerek kendi dergisinde, gerek başka dergi ve gazetelerde yillardır Atatürk devrimleri ve ilkeleri konusunda yazdıklarını bir araya getirmiş; umuyor ki "Bu uğurdaki savaşlara yeni bir destek olur"..
Böyle uyarıcı, aydınlatıcı eserlere bu sıralarda çok muhtacız.
Eserinin önsözünde “Atatürk ilkelerini belirtmek bakımından göze çarpacak tekrarların hoş görülmesini" istiyor. Bunlara tekrar değil, eskilerin deyimi ile "tekrîr" demeli: Tekrar'ın iyisi, değerlisi, gereklisi..
Bu eserle, Atatürk'le geleni, Atatürk'le gideni, Atatürk'ten kalanı ayrı ayrı, nokta nokta bir daha hatırlıyor ve anıyoruz. Anlıyoruz ki Atatürk'ü bulduğumuz için övünmek kadar, belki daha çok, şimdi Atatürk'süz kalmakla dövünecek durumdayız.
Kitabın baş cümlesi şu: "Atatürk'le bize gelenlerin en başında insan olmak haysiyeti vardır."
Bu söz, Atatürk'ün bütün söyleyişlerine ve davranışlarına tam uygun düşüyor ve bana Büyük Millet Meclisi'nin ilk giinlerindeki bir oturumda konuşulanları hatırlatıyor: Mustafa Kemal, başbakanlık kürsüsünde.. Konuşma kürsüsünde ise bir mebus hocaefendi dövünürcesine konuşuyor:
"Medreselerim kapanıyor, türbelerim kapanıyor, harflerim, takvimlerim elden gidiyor; şaşırdım kaldım, ben ne olacağım?.."
Mustafa Kemal, yukarı kürsüden orta kürsüye eğilip haykırıyor: "Adam olacaksın hocam, adam olacaksın!" Kitaptaki "Atatürk'ten önce de bu uğurda çalışanlar olmamış değildir. Ne var ki, bu çalışmaların sonuçları pek yarım, pek eksik kalmıştır. Çünkü hiç biri bu ereğe gerçekten varılabileceğine inanmak cesaretini gösterememiştir" cümlesini okuyup ta bu görüşün ışığında bazı parçaları tekrar tekrar gözden geçirdikten sonra hükmediyoruz ki bizde üç çeşit "Büyük adam" gelmiştir:
1 - Türkiyenin ayakta kalabilmesi için gereken koşulların düşünü görenler ve sayıklayanlar.
2 - Bu düşleri yorumlayanlar, uygulanma olanaklarına şöyle böyle dokunmuş olanlar.
3 - Bunları bir uçtan, ömrü boyunca uygulamış En Büyük...
Yaşar Nabi, Atatürkçülüğü şöyle tanımlıyor:
"Atatürk'ün sözleri ve devrimleriyle getirdiği yeni düşünce sistemi ve önümüzde açtığı yeni yoldur.. Ata'nın dediklerini ve yaptıklarını bir bütün halinde ele alıp inceleyince vardığımız sonuç ise şu oluyor: Bu düşünce sisteminin temeli laikleşme ve Batıya yönelme ilkelerine dayanır."
"Atatürk Yolu" kitabını okurken; 27 mayısın gerçek önderinin bedenden sıyrılmış ve gençliğimizle ordumuza yayılıp sinmiş Atatürk olduğunu bir daha farkediyoruz ve o günlerdeki coşkunluğun arkına sokulamadan çoraklara sızıp gittiğini, ortada kalan parçanın yine önemli bir şeyler verebildiğini saptamış oluyoruz. "Yeni bir Anayasa yapılmış ama o Anayasaya karşı olanların çoğunlukta göründüğü bir Meclis kurulmuştur." Şimdi bu tezadı gidermeye çabalayıp. dövünüp duyuyoruz!
Bu eser bize Atatürk Milliyetçiliğinin ne olduğunu, ne olmadığını çok güzel belirtiyor. İnsaniyetçi ve medeniyetçi çağdaş milliyetçiliğin Atatürk'le gelip nasıl kafamızda ve gönlümüzde yer ettiğini belirtiyor. Nice düşünce ve duygularımızı kendi gözlerimizle görebileceğimiz bir aydınlığa çıkarıyor.
Mustafa Kemal'i, o zamana kadar ümmetçilik karşısında milliyetçiliğin tutunabilecek bir tarifini arayıp duran Gökalp'larla Akçora'ların nasıl "Türkçülüğün yüzyıllardır beklediği ulusal önder olarak" selâmladıklarını hatırlayıp bu eserdeki kanıları bir daha benimsiyoruz; düşünüyoruz ki: Atatürkçülüğün milliyetçiliği, ulusu uyuşturan ve gerileten hurafelere, zararlı geleneklere karşıydı. Çünkü iki türlü gelenek vardı: Türk'ü Türk yapan özellikler, alışkanlıklar, benimseyişler yanında Türk'e şundan bundan bulaşmış, istenmeden ve belki farkında olunmadan yerleşip kalmış gelenekler de vardı. Ağacın gerçek meyvalarını daha iyi vermesi için, ilk bakışta bir çeşit meyva ya da çiçek gibi görünen sarmaşıklarla urlardan temizlenmesi gerekti; geç bile kalınmıştı!
Uluslar ilerleyip, değişip, oluşup gidiyorlardı. Koyduğumuz yerde otlayıp, geviş getirip duranları, "şuurlu ve sebatlı milliyetçi" diye övmek akla ve insafa sığmazdı ki artık..
Yaşar Nabi Nayır'ın bu güzel kitabı yalnız karamsar eleştirilerle dolu değil. Bütün kötü, geri ve çarpık davranış ve oluşların yanıbaşında Atatürk gençliğinin şahlanışlarından, başarılarından da izler ve izlemler var: Devlet tiyatrosu'nun 1961' de Atina'da Sophokles'i oynayışındaki büyük başarıyı ve derin anlamı belirtmek bize hatırlatıyor ki aziz Mehmet Akif gibi istilacılıkla medeniyetçiliği birbiriyle karıştırmamak, empeıyalizme söveceğim derken uygarlığa yüz çevirmemek sayesinde yeni Yunan sömürücülüğünü İzmir'den kovanların çocukları eski Yunan uygarlığını Atina'da beniınseyivermişlerdir.
Bu, bana, konuşmalarımda, çok kullandığım Antep örneğini hatırlattı:
Asya'da belki de, ilk tankı Fransızlar Gaziantep'te kullanmışlardı. Antepliler, o tankların üstüne çıplak ayakla atladılar, deliklerinden içindekileri öldürdüler. Bu savaşlar sırasında tutsak düşüp Fransızcayı öğrendiğini sandığım bir öğretmen o tankları saf dışı edenlerin çocuklarına Fransızca olarak Molire'in bir piyesini başarıyla temsil ettirdi. Sömürgeciliğin tankı dışarı; uygarlığın Moliere'i içeri!..
Kitap, sonsözünde, Yargıtay Başkanı, imrenilecek aydın, gerçek ve yiğit Atatürkçü İmran Oktem'in konuşmasından parçalar alıp inceleyerek bitiyor. Yaşar Nabi'nin yerden göğe hakkı var: Tek yol, tek çıkar yol, Atatürk yoludur.
Behçet Kemal Çağlar
Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi