29 Ekim 2014

Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.


Cumhuriyet yeniden dirilişin destanıdır.. Büyük Önder Mustafa Kemal ATATÜRK ‘ün liderliğinde gerçekleşen bu büyük destanın 91. yılı hepimize kutlu olsun.
 

28 Ekim 2014

Efendiler! Yarın CUMHURİYET'i İlan Edeceğiz!

Gece olmuştu Çankaya'ya gitmek üzere Meclis binasından ayrılırken, koridorlarda beni beklemekte olan Kemâlettin Sami ve Hâlit Paşa'lara rastladım. Ali Fuat Paşa Ankara'dan hareket ederken bunların Ankara'ya geldiklerini o günkü gazetede "Bir uğurlama ve bir karşılama" başlığı altında okumuştum. Daha kendileriyle görüşmemiştim. Benimle konuşmak üzere geç vakte kadar orada beklediklerini anlayınca, akşam yemeğine gelmelerini, Millî Savunma Bakanı Kâzım Paşa vasıtasıyla kendilerine bildirdim. İsmet Paşa ile Kâzım Paşa'ya ve Fethi Bey'e de Çankaya'ya benimle birlikte gelmelerini söyledim. Çankaya'ya gittiğim zaman, orada, beni görmek üzere gelmiş bulunan Rize Milletvekili Fuat, Afyonkarahisar Milletvekili Ruşen Eşref Bey'lerle karşılaştım. Onları da yemeğe alıkoydum. Yemek sırasında : "Yarın Cumhuriyet ilân edeceğiz" dedim. Orada bulunan arkadaşlar, derhal düşünceme katıldılar. Yemeği bıraktık. O dakikadan itibaren, nasıl hareket edileceği konusunda kısa bir program yaparak arkadaşları görevlendirdim.

Yaptığım programın ve verdiğim talimatın uygulanışını göreceksiniz!

Efendiler, görüyorsunuz ki, Cumhuriyet ilânına karar vermek için Ankara'da bulunan bütün arkadaşlarımı davet ederek onlarla görüşüp tartışmaya asla lüzum ve ihtiyaç görmedim. Çünkü, onların da aslında ve tabiî olarak benim gibi düşündüklerinden şüphe etmiyordum. Halbuki, o sırada Ankara'da bulunmayan bazı kişiler, yetkileri olmadığı halde, kendilerine haber verilmeden, düşünce ve rızaları alınmadan Cumhuriyetin ilân edilmiş olmasını bize gücenme ve bizden ayrılma sebebi saydılar.
Cumhuriyet için anayasa değişikliği önerisi

O gece birlikte olduğumuz arkadaşlar erkenden ayrıldılar. Yalnız İsmet Paşa Çankaya'da misafirdi. Onunla yalnız kaldıktan sonra, bir kanun tasarısı müsveddesi hazırladık. Bu müsveddede 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilât-ı Esasiye Kanunu (Anayasa)'nun devlet şeklini tespit eden maddelerini şu şekilde değiştirmiştim:

    Birinci maddenin sonuna "Türkiye Devleti'nin hükûmet şekli Cumhuriyettir" cümlesini ekledim.

    Üçüncü maddeyi şu yolda değiştirdim : "Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur. Meclis, hükûmetin ayrıldığı idare kollarını Bakanlar vasıtasıyla yönetir."

Bundan başka Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nun temel maddelerinden olan sekizinci ve dokuzuncu maddelerle de değiştirilerek ve açıklığa kavuşturularak şu maddeler yazıldı :

    "Madde - Türkiye Cumhurbaşkanı Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu tarafından ve kendi üyeleri arasından bir seçim dönemi için seçilir. Cumhurbaşkanlığı görevi yeni Cumhurbaşkanının seçilmesine kadar devam eder. Görev süresi biten Cumhurbaşkanı yeniden seçilebilir."

    "Madde - Türkiye Cumhurbaşkanı devletin başkanıdır. Bu sıfatla lüzum gördükçe Meclis'e ve Bakanlar Kurulu'na başkanlık eder."

    "Madde - Başbakan, Cumhurbaşkanı tarafından ve Meclis üyeleri arasından seçilir. Diğer bakanlar, Başbakan tarafından ve yine Meclis üyeleri arasından seçildikten sonra Cumhurbaşkanı tarafından hepsi birden Meclis'in onayına sunulur. Meclis, toplantı halinde değilse, onaylama, Meclis'in toplantısına bırakılır."

Bu maddelere, komisyonda ve Meclis'te din ve dil ile ilgili bildiğiniz bir madde de eklenmiştir.

29 Ekim 1923, 20:30: Cumhuriyet ilan ediliyor

Efendiler, Parti Grubu toplantısına son verildi ve hemen Meclis toplantısı açıldı. Saat 18.00 idi [29 Ekim]. Kanun teklifi, Kanun-ı Esasî Encümeni tarafından usulen incelenip tutanağı hazırlanırken, Meclis diğer bazı işlerle meşgul oldu. Sonunda, Başkanlık kürsüsünde oturan Başkan Vekili İsmet Bey (Paşa) Meclis'e şu bilgiyi verdi :

    "Kanun-ı Esasî Encümeni, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nda değişiklikler yapılması ile ilgili tasarının öncelikle ve derhal görüşülmesini teklif ediyor.

"Kabul!" sesleri üzerine, tutanak okundu. Teklif edildiği gibi öncelikle görüşüldü. Nihayet, kanun, birçok konuşmacının "Yaşasın Cumhuriyet!" sesleriyle alkışlanan konuşmalarıyla kabul edildi.Ondan sonra Cumhurbaşkanı seçilmesi için Meclis'te oylamaya geçildi. Toplanan oyların sonucunu Başkanlık kürsüsünde oturan İsmet Bey (Paşa) Genel Kurul'a şu şekilde bildirdi :

    "Türkiye Cumhurbaşkanlığı için yapılan oylamaya yüz elli sekiz kişi katılmış ve Cumhurbaşkanlığına yüz elli sekiz üye, oybirliği ile Ankara Milletvekili Mustafa Kemal Paşa Hazretleri'ni seçmişlerdir."

Efendiler, seçimin hemen arkasından Meclis'te yaptığım konuşmayı tutanaklarda okumuşsunuzdur. Ancak, tarihî bir hatıranın canlandırılması için, müsaade ederseniz, o konuşmamı burada aynen tekrar edeyim :

    "Saygıdeğer arkadaşlar, dünya çapıııda önemli ve olağanüstü olaylar karşısında, saygıdeğer milletimizin gerçek uyanıklığına ve şuurluluğuna değerli bir belge olan Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nun bazı maddelerini açıklığa kavuşturmak için kurulmuş olan özel komisyon tarafından yüksek hey'etinize teklif edilen kanun tasarısının kabûlü dolayısıyla, Türkiye Devleti'nin zaten bütün dünyaca bilinen, bilinmesi gereken mahiyeti milletlerarası adıyla adlandırıldı. Bunun tabiî bir gereği olmak üzere bugüne kadar doğrudan doğruya Meclis Başkanlığı'nda bulundurduğunuz arkadaşınıza, yaptırdığınız bu görevi, Cumhurbaşkanı ünvanıyla yine aynı arkadaşınız, bu âciz arkadaşınıza tevcih ediyorsunıız. Bu müinasebetle şimdiye kadar hakkımda gösterdiğiniz sevgi, samimiyet ve güveni bir defa daha göstermekle, yüıksek değerbilirliğinizi ispat etmiş oluyorsunuz. Bundan dolayı yüce hey'etinize gönlüm'ıin bütün saınimiyeti ile teşekkürlerini arz ederim."

    "Efendiler, asırlardan beri Doğuda haksızlığa ve zulme uğramış olan milletimiz, Türk milleti, gerçekte soydan sahip bulunduğu yüksek kabiliyetlerden yoksun zannediliyordu.

    "Son yıllarda milletimizin fiilî olarak gösterdiği kabiliyet, istidat ve kavrayış kendi hakkırıda kötü düşünenlerin ne kadar gafil ve ne kadar gerçeği görmekten uzak, görünüşe aldanan insanlar oldugunu pek güzel ispat etti. Milletimiz kendisinde var olan vasıfları ve değeri, hükumetin yeni adıyla, medeniyet dünyasına çok daha kolaylıkla gösterebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti, dünya devletleri arasında tuttuğu yere lâyık olduğunu eserleriyle ispat edecektir."

    "Arkadaşlar, bu yüksek rejimi yaratan Türk milletinin son dört yıl içinde kazandığı zafer, bundan sonra da birkaç misli olmak üzere kendini gösterecektır. Bendeniz, kazandığım çok önemli gördüğüm bir noktadaki ihtiyacı arz etmek mecburiyetindeyim. O ihtiyaç, yüce hey'etinizin şahsıma karşı gösterdiği sevgi, güven ve desteğin devamıdır. Ancak bu sayede ve Tanrı'nın yardımıyla, bana verdiğiniz ve vereceğiniz görevleri en iyi şekilde yapabileceğimi ümit ediyorum."

    "Daima sayın arkadaşlarımın ellerine çok samimî ve sıkı bir şekilde yapışarak, kendimi onların şahıslarından bir an bile uzak görmeyerek çalışacağım. Daima milletin sevgi ve güvenine dayanarak hep birlikte ileri gideceğiz. Türkiye Cumhuriyeti mes'ut, muvaffak ve muzaffer olacaktır."

Efendiler, Meclis'çe Cumhuriyet kararı 29/30 Ekim 1923 gecesi saat 20.30'da verildi. On beş dakika sonra, yani 20.45'te Cumhurbaşkanı seçildi. Durum, aynı gece bütün memlekete bildirildi ve her tarafta gece yarısından sonra yüz bir pâre top atılarak ilân edildi. (EK)


Jonas Salk Çocuk felci aşısı

1914 yılında New York’ta dünyaya geldi. Göçmen bir Yahudi ailenin çocuğu idi. 
New York Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde tıp öğrenimi gördü. 1939’da sosyal hizmet görevlisi Donna Lindsay ile evlendi, bu evlilikten üç çocuk sahibi oldu.

Tıp tahsilini yaptıktan sonra kendisini virüs araştırma çalışmalarına verdi. Önce Michigan Üniversitesi’nde, ardından Pittsburgh Üniversitesi’nde Virüs Araştırma Laboratuvarı’nda çalıştı. Çocuk felci dahil bir çok konuda bilimsel makaleler yazdı.  1947 senesinde bakteriyoloji profesörü oldu. Aynı sene Virüs Araştırma Merkezi'nin Başkanlığı görevi de verildi.

Dr. J. Salk buradaki çalışmaları sırasında maymun böbreği dokularında polyo (çocuk felci) virüslerini üretmeyi başardı. 1952 yılında ABD, tarihinde görülen en korkutucu çocuk felci salgını ile karşı karşıya kalmıştı: 57.628 çocuk felci vakası yaşandı. Salk, salgından iki yıl sonra formaldehitle öldürülmüş virüsten aşı elde etmeyi başardı. İlk olarak kendi karısı ve üç çocuğunu medya önünde aşıladı. Ardından 1954 ve 1955 yıllarında yapılan geniş çapta tecrübeler, aşının çocuk felcine etkili olduğunu kesin olarak gösterdi. Dr. Salk, ülke çapında kahraman ilan edildi. 1957 yılına gelindiğinde, Salk’ın aşısı sayesinde ABD’de görülen çocuk felci vakaları %80-90 oranında azaltılmıştı. Salk, bulduğu çocuk felci aşısı için patent çıkarmamıştır. Eğer patent çıkarsaydı 7 milyar dolar kazanç sağlayabilirdi fakat o insanları kurtarmayı seçti.

Salk, 1957’de deneysel tıp alanında profesör oldu. 1960’ta La Jolla, Kaliforniya’da Salk Biyolojik Çalışmalar Enstitüsü’nü kurdu; kendisini multiple sclerosis ve kanser araştırmaların a verdi. 1968’de sonlanan ilk evliliğinin ardından 1970’de Françoise Gilot (ressam Picasso’nun ilk eşi ve iki çocuğunun annesi) ile ikinci evliliğini yaptı.  1970’lerde bilim ve bilimin sosyal rolü hakkında kitaplar yazdı. 1977’de Başkan Özgürlük Madalyası ile ödüllendirildi.
 
23 Haziran 1995’de San Diego’da kalp rahatsızlığı nedeniyle hayatını kaybetti.

Dr. Salk’ın ne kadar para kazandığı konusunda soru işaretleri yaratmış olacak ki, kendisine bir TV programında aşının patentinin kimde olduğu sorulduğunda, Dr. Salk’ın verdiği cevap tarihe geçecekti:
“Ne patenti? Güneşi patentleyebilir misiniz?”

26 Ekim 2014

Gülsen Varol - Cehennem Deresi

Herkese tavsiye ediyorum lütfen okuyun içeriği çok zengin her şey var, aşk sevgi ve hüzün.Sevgili Gülsen Varol,kocaman yüreğinize çok teşekkür ediyorum verdiğiniz zamana, emeğe, kaleminize sağlık.

Gülsen Varol, emekli müzik ve İngilizce Öğretmeni. Kültür Bakanlığı ve TDK tarafından ödül verilen şiirleri var. "Hasret Senfonileri" -  " Bende Kalanlar" - "Velhasıl"  adında üç şiir kitabı olan yazarın, "Cehennem Deresi",  "Albümdekiler" den sonra yazdığı ikinci romanı. 

24 Ekim 2014

Eğer söz konusu olan hayat, insan hayatı ise müzik mutlaka vardır...Atatürk

 
Hayatta müzik lazım değildir. 
Çünkü hayat müziktir.
Müzik ile ilgisi olmayan varlıklar insan değildirler. 
Eğer söz konusu olan hayat, insan hayatı ise müzik mutlaka vardır. 
Müziksiz hayat zaten mevcut olamaz. 
Müzik hayatın neşesi, ruhu, sevinci ve her şeyidir.

20 Ekim 2014

Bir ülke için kıstas aradığınız zaman o ülkenin en büyük liderini gözden geçirin.

Hala onun devrimlerine ve bize emanet etmiş olduğu en büyük eserim dediği Türkiye Cumhuriyetine kızgınlığı olan anlamamış kesimin dikkatine sunmak isterim.

ATATÜRK KİMDİR
Yıl 1976 UNESCO, üyelerine bir öneriyle gelir. Öneri paketindeki bir cümleyi sizlere okumak istiyorum.

Diyor ki "Bu gün UNESCO'nun üzerinde çalıştığı bütün projelerin isim babası Mustafa Kemal'dir."
Öneri nedir?
Öneri ise onun doğumunun yüzüncü yılında, 152 üyesi vardı, UNESCO'nun 152 ülkenin devletleri aynı anda kutlasın önerisidir.
Birden İsveç delegesi ayağa kalkar ve şöyle söyler:

"Ne yani dünyada bu kadar devlet adamı var hepsinin doğum gününü böyle kutlayacak mıyız?" şeklindeki kinayeli sözlerine, Rus delegesi ayağa fırlar yumruğunu masaya vurur, ve 152 ülkenin delegelerine aynen şöyle söyler; "Genç delege arkadasım hatırlatmak isterim ki ATATÜRK öyle dünyadaki herhangi bir lider değildir, bırakın onu bir yıl anmayi her ülke her
problemimizde çare olarak aramaliyiz" sözlerini döktürtebilen bir Mustafa Kemal.

Sonra ne mi olur? UNESCO tarihinde ilk ve tektir hiç negatif oy yok, hiç çekimser oy yok 152 ülke şu metne imza atar; hani İsveç delegesi demişti ya "ne yani" diye. O İsveç delegesi bu imzanın atıldığı gün mikrofona gelir ve aynen şunları söyler;

"Ben ATATÜRK'ü inceledim bütün ülkelerden özür diliyor ilk imzayı ben atıyorum" diyecektir.
İşte o muhteşem belge diyor ki;

"ATATÜRK KİMDİR; ATATÜRK ULUSLARARASI ANLAYIŞ, İŞBİRLİĞİ, BARIS YOLUNDA ÇABA GÖSTERMİŞ ÜSTÜN KİŞİ, OLAĞANÜSTÜ DEVRİMLER GERÇEKLEŞTİRMİŞ BİR İNKİLAPÇI, SÖMÜRGECİLİK VE YAYILMACILIĞA KARŞI SAVAŞAN İLK ÖNDER, İNSAN HAKLARINA SAYGILI, DÜNYA BARIŞININ ÖNCÜSÜ, BÜTÜN YAŞAMI BOYUNCA İNSANLAR ARASINDA RENK, DİL, DİN, IRK AYIRIMI GÖSTERMEYEN, EŞİ OLMAYAN DEVLET ADAMI, TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN KURUCUSU"

Var mı ? böyle bir metin! Bir filozof der ki "bir ülke için kıstas aradığınız zaman o ülkenin en buyuk liderini gözden geçirin." şu anda kıstas arayan ülkelere sanıyorum bundan daha iyi bir metin gösteremeyiz. İşte bu metin 152 ülke tarafından imzalanmıstır. Eşi olmayan devlet adamı metni.

Prof. Dr. İlnur Güntürkün KALIPÇI

Mesnevi - Mevlana Celaleddin-i Rumi

 Mesnevi


Mevlânâ'dan kendini tanıma ve hayatı anlama kılavuzu. 800 yaşında bir kültür hazinesi. Bu değerli eseri Mevlânâ'nın torunu Veled Çelebi İzbudak orijinal elyazmalarından çevirdi, büyük usta Abdülbaki Gölpınarlı yayıma hazırladı. İlk baskısı Hasan Âli Yücel'in Milli Eğitim Bakanlığı himayesinde yaptırılmış ve bugüne kadar sayısız basımı gerçekleştirilmiştir. 

Her gün bir yerden göçmek ne iyi
Her gün bir yere konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş.
Dünle beraber gitti cancağızım
Ne kadar söz varsa düne ait,
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.

(Tanıtım Bülteninden)

18 Ekim 2014

Albert Camus "Kışın ortasında yenilmez bir yaz buldum."

Zihnimizi stres ve kalbimizi acıyla dolduran bazı zorluklarla karşılaşmadan, ne kadar güçlü ve dayanıklı olduğumuzu gerçekten keşfedemeyiz. İşte o zamanlarda hayatın yolumuza çıkardığı engellerin üstesinden gelebilecek güç ve cesaretin içimizde bulunduğunu keşfederiz. Zor zamanlar bizi daha güçlü kılar...Robin Sharma

Üç hayatımız var:
Hayal ettiğimiz, hak ettiğimiz ve elde ettiğimiz.
Hayalimizdeki hayat, isteklerimizin yansımasıdır.
Hak ettiğimiz hayat, bedeli ödenmiş isteklerin karşılığıdır.
Yaşadığımız hayat ise, istekler ile bedeller, umutlar ve gerçekler, şans ve
hatanın etkileşiminden geriye kalandır...Mümin Sekman

İnsanın derdi ne kadar büyük olursa gülüşü o kadar sıcak olurmuş, o dert güzelleştirirmiş onun yüreğini. Öyle derler, bizim buralarda. O derdin büyüklüğü neye göre ölçülür biçilir bilmem ben. Fakat birinin gülüşünün sıcaklığını hissettim mi, anlıyorum ki derdi çok. Güzelleşmiş derdiyle...Neşet Ertaş

Hayat okulunun iki sınıfı vardır: Kafa odası ve kalp odası. Kafamızı kullanmadığımız için öğrenemediğimiz şeyleri,kalbimiz kırıldıkça öğreniriz. Can öğrenmediği yerden acır,acıdığı yerden öğrenir...Mümin Sekman

14 Ekim 2014

Osho "Eğer çile çekiyorsan sebebi sensin.Senden başka hiç kimse bu durumdan sorumlu değildir.Sen, kendi kendinin cenneti ya da cehennemisin."

 
Yaratıcılık...İnsanlar sana hakaret ettiklerinde, onlara yanıt vermezsen bu da zorlarına gider. Sen sadece, “teşekkür ederim” diyerek yoluna devam edersin. Bunu hazmetmek zordur…Çünkü, o kişinin egosunu derinden incitir. O seni aşağı, çamurun içine çekmeye çalıştığı halde sen bunu reddettin; o, şimdi orda tek başına kalmış oldu…Yani bazen bazı insanları umursamamak en yerinde cevaptır.

İlhan Berk - Seni ilk görüyordum

Seni ilk görüyordum. 
Deli otlar gibiydin. 
Gövdeni daha tanımıyordum. 
Öğrenilecek bir ders gibi olan gövdeni. 
Dünyamıza düşmüştün. 
Bir suyu çevirmiş, bir yarı düzeltmiş gelmiştin. 
İtmiştin bunluğu, ezinci. 
Kulluğu sürmüştün. 
Yakın, yabanıl bir aşk koymuştun. 
Kalmıştın. 
Bir taşlıktın yürünen, keçiyollarıydın bizim bu ıssız bu yalnız dünyamızda. 
Daha duvarlarını çıkmamıştın. 
Koymamıştın sınırlarını. 
Göğünü buruşturmamıştın. 
Buraların taşlı, kusursuz 
Girit evleri gibi beyazdın. 
Sendin. 
Seni ilk görüyordum. 
Pruvamıza vuruyordu deniz. 
Yüzün düşmüştü. 
Geçmişti çaylaklar. 
Yunuslar köpürtmüştü suları. 
Bir yalazdı gövden. 
En eski cumhuriyetlerdi. 
Açık kapıları. 
Böyle sürdü durdu beyazlığın gecemde. 
Çıktı isli sokaklara. 
Kapalı evleri açtı. 
Karıştı dünyanın kalabalığına. 
Tanyerinin tuttu elinden.

Yeni bir aşk adınaydı gövden.


Güzel Irmak

Dünyanın En Kısa Anayasası

    Bir zamanlar üç bilge bir araya gelip dünyanın en kısa anayasasını yazmaya koyuldular. İnsanın hareketlerine ve davranışlarına hükmeden kanunu gösterebilen kişi, dünyanın en bilge kişisi seçilecekti.
    “Allah suçluları cezalandırır.” diye teklif etti bilgelerden birisi. 
Tek cümleydi; kısa ve özdü.
    Fakat diğerleri bunun bir kanun değil bir tehdit olduğunu söyleyerek itiraz ettiler. 
Birinci bilgenin bu teklifi kabul edilmedi.
    “Allah sevgidir.” dedi 
ikinci bilge.
    Ama bu teklif de kabul görmedi, çünkü insanın görevlerini tam anlamıyla açıklamıyordu.
    Sonra bilge tane tane şu teklifte bulundu:
    “kendinize yapılmasını istemediğiniz şeyi, başkalarına yapmayın.” Ve ilave etti:
    “Kanun budur; gerisi sadece yoruma kalmıştır.”
    Diğer bilgelerde bu teklifi kabul ettiler. Ve o bilge zamanın en bilge kişisi seçildi.

Bakış açısı

Veliefendi Hipodrumuna giden Temel atlara start alır almaz favorisi olan atı elinde dürbinle takip ederek bir yandan da
-Ulanım benum ya bak nasıl da yel gibi gidey diyerek atını teşci eder.
Gerçekten de Temel in atı en öndedir. Etraftakiler gıpta ile Temel e bakarlar,Temel dört köşedir.
Fakat bir süre sonra atlar teker teker Temel in atına yetişip geçmeye başlarlar.
Derken Temel in atı en sonuncu duruma düşer.
Temel etrafın alaylı bakışlarına aldırış etmeden tezahürata devam eder
-Uy aslanım benum ya bak nasılda hepsini önine katti getiriy.


13 Ekim 2014

Halikarnas Balıkçısı - Denize Bırakılmış Bir Çiçek "Cennet Gemisi"

 Gangava (Sünger Gemisi) Bozburun'a doğru yol alıyordu. Gökyüzü yıldız pırıltısından ibaretti. Tayfa küme küme güverteye toplanmıştı. Deli Memiş adlı süngerci de ordaydı. Aklını birkaç yıl önce oynatmıştı. Anadolu'nun kıyı köylerindendi. Sefer dönüşü evine varınca, karısının ve dört çocuğunun, bir gece önceki depremde ezilmiş olduklarını gör­müş ve çıldırmıştı. Süngerciler on beş gün önce se­fere çıkarlarken onlara, "Beni de alın," diye yalvar­mıştı. Ona acımışlar, "Hayde gel," demişlerdi. 

Deli Memiş, çevresine halka olmuş denizcilere, "Cennet Gemisi"ni anlatıyordu:"Ölen denizciler elbette cehenneme gitmezler, ama cennete de gitmezler; çünkü cennette deniz yok, yalnız kara var. Tuba ağacı var fakat, onun ke­restesinden bir tirandil teknesi yapsan bile onu yüz­dürecek deniz olmayınca kaç para eder?" Gemiye manevra yaptırırken direkten güverte­ ye düşüp ölen ya da denize düşüp boğulan denizci­ler için ulu Tanrı bir Cennet Gemisi yaptırmışmış. Öyle ya, denizsiz cenneti denizciler neylesinler? Orası onlara cehennem olur. Onlar yani denizciler bir kez öldüler mi, yara­ları görünmezmiş. Sözgelimi, başı ya da ayağı ezil­miş bir denizci, Cennet Gemisinde yine başlı ve ba­caklı olurmuş. Sonra, hepsi de sanki yirmi yaşında imişler gibi, gençleşirlermiş. 

Bunların arasında Geli­bolu'dan, İzmir'den eski leventler varmış. Fakat en çok Berberiye'den korsanlar bulunurmuş. Yeni ter­leyen bıyıkları ve gülümsedikleri zaman apak parlayan dişleriyle görülecek delikanlılarmış. Armaya tır­manmakta onlardan daha çeviği ve atiği bulunamaz­mış. Çünkü, gövdelerinin ağırlığı yokmuş. Değil yet­miş seksen okka, en boylu poslusunun bile ağırlığı, bir dirhem değilmiş. Bir sıçrayışta güverteden papafingonun ucuna konarlarmış; direkten direğe de hoplarlarmış...Bu Cennet Gemisi küçük bir gemi değilmiş. Pruvasından dümenine kadar, yani gemiyi boylu  bo­yunca yürürtıek için bir ay gerekirmiş. Direkleri öyle­sine yüksekmiş ki, geceleri Samanyolunu süpürür­müş. O denizlerin içi sevinçler ve mutluluklarla dopduluymuş. Denizciler de sevinçlerinden, kendilerin­ den geçip boyuna deniz ve su türküleri ve manileri söylerlermiş. Hatta geceleri yalnız olarak nöbet bek­lerken denizden tatlı bir fısıltı gelir a! İşte o, ölmüş denizcilerin uzaktan duyulan türküleriymiş...O gemi­nin direk ucuna biz diri denizciler bir çıkarsak, ancak saçımız sakalımız ağarınca inebilirmişiz...Direk, ta o kadar yüksekmiş...Bazen hani, göğün bir yerinde yağmur yağar, öteki yanında günlük güneşlik olun­ca, yedi renk gelin kuşağı mı gökkuşağı mı ne olur a? İşte o, denizcilerin Cennet Gemisinin direğinden uzanan fors sancağıymış . O gemide vardiyalar da varmış, fakat ikide bir­ de düüt!.. düüt!.. diye düdük çalmazlarmış. O gemi­nin reisi Nuh Aleyhisselam, ikinci kaptanı Yunus Aleyhisselammış. Öteki peygamberler de sık sık ge­miye konuk gelirlermiş. Geminin kerestesi, Marma­ris'in buhur ağacındanmış. Demiri, çiviler, hep altın ve gümüştenmiş. Gemide bir çakaloz topu varmış. Onu patlattıkları zaman, takalübeladan beri cehen­nemde yanmaya alışkın şeytan bile, "Aman yan­dım!" diye bağırır, kaçarmış... 

Melekler gelirlermiş, hepsi de gelin giysileriyle gelirlermiş; denizcilerin ranzalarına otururlarmış. Bunların esmer, kara gözlüleri, bizim güneyin Menteşeli kızlarına, çakır gözlü sırma saçlıları da Rumeli kızlarına benzerlermiş. Yemeklerde öyle bayat galeta değil; her gün ta­vuk kızartması, hindi ve kuzu dolması, onların ya­nında akik gibi, yakut gibi kırmızı; bir de güneş ışığı gibi altın sarısı beyaz şarap sunarlarmış. Korsanlar içerlermiş ve hep yelken gölgesinde şekerleme kes­tirirlermiş. İnsan yalnız çubuğunu tütünle doldurmak için uyanırmış. Olur a, denizciler dünyada bıraktıkla­rı çoluk çocuklarının ne olduklarını merak edip dü­şüncelere dalarlarsa, hemen çubuk yakarlarmış. Tam grandi direğinin dibinde içi tütün dolu kocaman bir fıçı bulunurmuş. İnsan ondan ne kadar tütün al­sa, fıçı gene dolu bulunurmuş. .Bu tütünün dumanı açık mavi olurmuş. Bazı akşamlar ufukta mavimi di­yeyim, pembemi diyeyim, ince hafif bir buğu olur a, işte dünyadaki çoluk çocukları için düşünceye dalan ve onları göresi gelen şehitlerin dudaklarından telle­nen dumanlarmış onlar. 
 
Ben bu söylediklerimin hepsine inanıyorum. Hani, Koca Hamza vardı ya? Hani dört yıl önce Mondros Savaşında şehit olmuştu? Onunla birlikte savaşıyorduk. İkimiz de Mesudiye Zırhlısının kıç ta- retindeydik. Hamza'nın göğsüne, üç karış uzunlu­ ğunda sivri bir demir saplandı. Bir düşman güllesi ta­retin içinde patlamıştı. Hamza böğrünün üstüne düş­tü; kanlar içinde debelenirken yanına koştum, ona yardım etmek için üzerine eğildim. Nah! O koca göz­ lerini faltaşı gibi açmıştı. Bana bakmıyordu. Sanki ötenin de daha ötesinde, uzağın uzağındaki bir yere bakıyordu. Denizin üzerinde bir yerdi orası. Sonra bana işaret etti. Daha da eğildim, kulağımı ağzına dayadım. Kulak zarını patlatırcasına gürlemekte olan top seslerini bastırmak zorundaydı. Bana, "Allahaısmarladık Memiş, ben gidiyorum. Bir gün Cennet Gemisinde kavuşuruz," dedi. Allah için söyleyin, Koca Hamza hiç yalan söyleyecek adam mıydı? Demek ki, son soluğunu verir­ ken, Cennet Gemisini görüyordu. Kim bilir, belki onu gemiye almak için gökten bir filika indirilmekte oldu­ ğunu görmüştü. Az kalsın aşağıya koşup fıkaranın sandığını da getirecektim. Ama "Hamza o Cennet Gemisinde pırtılarını ne yapar?" diye düşündüm de, caydım. 
 
Koca deniz uşağına Cennet Gemisinde yepyeni denizci giysileri giydirmişlerdir...A kardeşlerim, ben artık deli değilim a! Tam Hamza son soluğunu verirken, Cennet Gemisindeki denizci arkadaşlar üç kez "Allah var!" diye bağırdı­ lar... Biliyorum, şimdi çocuklar Cennet Gemisindedir. Arkadaş denizciler mutlaka çocuklara, kendi çocuk­ larıymış gibi bakarlar. Ölen çoluk çocuğun Cennet Gemisine alınmaları Tanrının bir bağışıydı. Çocuklar karada ne yapsınlar? Bütün kıyı çocukları deniz ve kayık meraklısıdırlar. Çocukları çok göresim geldi. O kara gün köyden ayrılırken kızım küçük Emine ba­na, "Baba, erken gel," demişti. Hâlâ sesi kulağımda. Erken döndüm. Ancak, ölülerini görmek için dönmüşüm... "Ah! Bende şans yok ki! Şu gövdeden kurtulsam da, Cennet Gemisinde çocuklara kavuşsam..." Gözleri özlem yaşlarıyla doluydu. Bütün Akdeniz nur içindeydi. O apaydın gümüş­sü ay ışığında, geminin iki feneri kıpkırmızıydı. Denizcilerden birisi bir türkü tutturdu. Aranağmesini denizciler hep bir ağızdan söylediler. Sesleri denizin hışıltısına karıştı... 

12 Ekim 2014

Oğuz Atay - Oyunlarla Yaşayanlar

Tanzimat'tan bu yana sürekli değişen politik ve toplumsal değerler, hedefler, ölçütler Türk aydınını kronik bir bunalıma sürükledi. Oğuz Atay'ın tiyatro eseri, varoluş sorunlarıyla boğuşan ve 'tutunmaya' çabalayan ve bunu pek başaramayan okur-yazarımızın kara güldürüsü. Eylemsizlikle geçmiş bir hayatın doğal ürünü beceriksizlik ve gülünç olma korkusundan Atay sürükleyici bir oyun çıkarmış. 

 
"Büyük kalpler nedense çok zayıf oluyor."

Olay büyük şehirde geçer.

Sahne iki parçaya ayrılmıştır. Sahnenin, seyirciye göre, sol tarafında Coşkun Ermiş’in evi yer alır. Sahnenin sağ tarafı boştur; Coşkun’un evinde yer alan olaylar sırasında bu bölüm karanlıktır. Evin dışında geçen sahneler, bu boş bölümde oynanır; bu sırada da Coşkun’un evi karanlıktır. Bazı paralel oyunlarda iki bölüm de aydınlatılır.

Coşkun Ermiş’in evi çok renkli ve ayrıntılıdır; evin dışındaki sahnelerse, son derece sade ve şematik dekorlar içinde yer alır; bu sahnelerde ışık da oldukça azdır, böylece ev dışındaki olayların gerçekten yaşanıp yaşanmadığı ya da Coşkun’un evinin dışında kesin olarak yaşayıp yaşamadığı konusunda bir kuşku vardır.

 KİŞİLER
COŞKUN ERMİŞ, emekli tarih öğretmeni
(45-50 yaşlarında)
CEMİLE, karısı (aynı yaşta)
ÜMİT, oğlu (16 yaşında)
SAFFET SÖYLEMEZOĞLU, tiyatro oyuncusu
(30 yaşlarında)
SERVET DUYGULU, tiyatro sahibi ve oyuncusu
(50 yaşlarında)
EMEL SEVİNİR, tiyatro oyuncusu (25 yaşında)
SAADET NİNE, Cemile’nin annesi
Komşu Kadın, garsonlar, müzik Hocası, komiser, icra Memuru.

BİRİNCİ PERDE
Büyük şehrin küçük bir mahallesinde Coşkun Ermiş’in ahşap evi, oturma, yemek ve çalışma odası olarak kullanılan ve dış kapıdan doğrudan doğruya girilen büyük oda, ortada yuvarlak bir yemek masası, sağda –yönler seyirciye göredir– küçük bir çalışma masası, solda bir kitaplık. İki koltuk, bir kanape, birkaç sandalye ve sehpa. Eşya genellikle eskidir, arasında bir iki yeni mobilya görünür. Her şey biraz üst üste. Duvarlar resimlerle dolu: büyükannelerin, büyükbabaların kahverengi fotoğrafları, büyük adamların resimleri: Napolyon, İskender, Hindenburg (ya da onun gibi bir alman), Nelson (ya da sarışın bir batılı kumandan), Fatih Sultan Mehmet, Kanuni, bir arap ileri geleni, bir hint şairi, bir çin filozofu... bir iki minyatür, birkaç tablo: Osman Hamdi Bey, Namık İsmail, Rembrandt, Van Gogh. Dürer... Duvarlara tutturulmuş küçük raflarda bir termometre, biblolar, çanaklar... duvarlara asılı süslü yazılmış atasözleri. Çalışma masası kâğıt ve eski kitaplarla doludur; yalnız bunlar karma karışık bir biçimdedir ve masanın üzerinde uzun süredir çalışılmadığı belli olur. Sokak kapısının yanında bir portmanto, üst kısmında eski başlıklar: fötr şapka, kalpak, kasket ve kısa kenarlı spor şapkalar... Portmantonun çivilerinden birine asılmış bir keman kutusu, ayakkabılığın üstüne bırakılmış bir bağlama, çalışma masasının yanında bir nota sehpası; masanın üstünde notalar... Koridora yakın bir kömür sobası; uzun baca koridorda kaybolur. Sokak kapısına yakın, duvara dayalı bir boy aynası. Çalışma masasının karşısındaki duvarda bir pencere.

Coşkun kanapede oturur ve elindeki kitabı biraz sıkıntıyla okur. Yanında Saadet Nine bir albüme bakmaktadır. Yemek masasının üzerinde bulunan kâğıtları okuyan Saffet ellerini çenesine dayamış, kâğıtlara iyice eğilmiş. Çevresiyle ilgisi kesilmiş gibidir; arada bir başını sallar, tavana bakar. Karşısında Ümit ciddi bir tavırla bir şeyler yazmaktadır. Boy aynasının önünde Cemile, komşu kadının elbisesinin üstüne iğnelerle tutturmuş olduğu elbiseyi prova eder.

Coşkun elindeki kitabı bırakır, yerinden kalkar ve kitaplığın önüne giderek kitapları gözleriyle inceler, başını sallar, çevresine bakar; gözü çalışma masasına takılır, masanın yanına gider ve kâğıtların altında ortasından açık duran bir kitabı seçer ve kâğıtları devirmeden onu almaya çalışır.


ÜMİT (babasına bakmadan): Fransız Büyük Devriminin tarihi kaçtı?
COŞKUN (Aradığı kitabı masadan kurtarmayı başarmıştır. Bu arada bazı kâğıtlar yere düşer. Coşkun, bulduğu kitabın açık sayfasına sevinçle bakar): Üç yüz yirmi iki!
ÜMİT: Baba, sen manyak mısın?
COŞKUN (Birden kızar): Manyak sensin. (Başını kaldırır) Bu kitaptan tam üç yüz yirmi iki sayfa okumuşum diyorum sana. (Kendine gelir) Sen ne diyordun?
ÜMİT: Fransız Devrimi’nin telefon numarası kaçtı diyordum?

11 Ekim 2014

Attila İlhan - Mustafa Kemal


dağ başını efkâr almış
gümüş dere durmaz ağlar
gözyaşından kana kesmiş gözlerim
ben ağlarım çayır ağlar çimen ağlar
ağlar ağlar cihan ağlar
mızıkalar iniler ırlam ırlam dövülür
altmış üç ilimiz altmış üç yetim
yıllar gelir geçer kuşlar gelir geçer
her geçen seni bizden parça parça götürür
mustafa'm mustafa kemal'im

diz dövdüm
gözlerim şavkı aktı sakarya'nın suyuna
sakarya'nın suları nâmın söyleşir
hemşehrim sakarya öksüz sakarya
ankara'dan uçan kuşlar
kemal'im der günler günü çağrışır
kahrolur bulutlara karışır
gök bulut yaşmak bulut
uca dağlar dev boyunlu morca dağlar
divan durmuş bekleşir
mustafa'm mustafa kemal'im

nasıl böyle varıp geldin hoşgeldin
çıngı kaymış yalazlanmış gözlerin
şol yüzünde güneş südü sıcaklık
ellerinden öperim mustafa kemal
senin dalın yaprağın biz senin fidanların
biz bunları yapmadık
sen elbette bilirsin bilirsin mustafa kemal
elsiz ayaksız bir yeşil yılan
yaptıklarını yıkıyorlar mustafa kemal
hani bir vakitler kubilay'ı kestiler
çün buyurdun kesenleri astılar
sen uyudun asılanlar dirildi
mustafa'm mustafa kemal'im

karalar kuşanmış karadeniz akmam diyor
dokunmayın ağlamaktan bıkmam diyor
bu gece kıyamet gecesi bu vapur bandırma vapuru
yattığı yer nur olsun mustafa kemal
ben ölümden korkmam diyor
korkmam diyen dilleri toz oldu toprak oldu
değirmen döndü dolandı yıllar oldu
bir kusur işledik bağışlar mı kimbilir
o bize öğretmedi kazan kaldırmasını
günahı vebali öğretenin boynuna
erdirip oldurana ana avrat sövmesini
yüreğim kırıldı kanım kurudu
var git karadeniz var git başımdan
mızıka çalındı düğün mü sandın
bir yol koyup gideni gelir mi sandın
mustafa'm mustafa kemal'im

ankara'nın taşına bak
tut ki baktım uzar gider efkârım
çayır ağlar çimen ağlar ben ağlarım
gözlerimin yaşına bak
ankara kalesi'nde rasattepe'de
bir akça şahan gezer dolanır
yaşın yaşın mezarını aranır
şu dünyanın işine bak
mustafa'm mustafa  kemal'im
 

07 Ekim 2014

Milletler üzüntü ve keder bilmemelidir. Önderlerin (Liderlerin) vazifesi, hayatı neşe ve şevkle karşılamak hususunda milletlerine yol göstermektir."

Milletler üzüntü ve keder bilmemelidir. Önderlerin (Liderlerin) vazifesi, hayatı neşe ve şevkle karşılamak hususunda milletlerine yol göstermektir. (1937)
 
Takip edilen amaçlar hiçbir zaman kişisel olmamalıdır. Geçmiş sistemlere bağlı kalanlar ve geleneklerden sıyrılamayanlar hiçbir zaman modern bir devlet meydana getiremezler. (1938)

Medeniyet yolunda yürümek ve muvaffak olmak hayatın şartıdır. Bu yol üzerinde ileri değil, geriye bakmak bilgisizliği ve ihtiyatsızlığı gösterenler, umumi medeniyetin coşkun seli altında boğulmağa mahkumdurlar.

İstilacı, mütecaviz, saldırgan olan emperyalist devletler;  yerküreyi kendilerinin malikânesi kabul etmekte ve insanlığı,  kendi hırslarını tatmin için çalışmaya mahkûm esirler olarak görmektedir...  Sadece meşru savunmalarını yapan milletleri kendi yurtlarında  tutsaklığa düşürmek istiyorlar, zulüm yapıyor, baskılar uyguluyorlar. 
 
Efendiler! Eğer bu millet, bu memleket parçalanacak olursa genel şerefsizliğin enkazı altında şunun bunun şahsi şerefi de parça parça olurdu. Biz o genel şerefi kurtarabilmek için harekete geçen millete ruhumuzla katıldık. Katılmamıza mani olabilecek şahsi rütbeleri, mevkileri de genel şerefi kurtarmaya yönelik bir gaye uğrunda feda ettik. Bunu anlamayıp da milleti hala kendi kafalarının keyfine göre idare etmeye kalkışan kuvvetler birer beladır. Bela çekmeye de bu milletin artık tahammülü kalmamıştır.
(1919)

Efendiler, sırası gelmişken, aziz milletime şunu tavsiye ederim ki, bağrında yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki öz cevheri çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an geri kalmasın!
 
 Dünyada, ulusun bağrında özgür bir birey olmak kadar büyük bir mutluluk var mıdır? 
Gerçekleri bilen, gönlünde ve özünde tinsel ve kutsal tatlardan başka tat bulunmayan kişiler için ne denli yüksek olursa olsun maddesel makamların hiçbir değeri yoktur!
 
Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak, önce bizim benliğimize ve ulusumuza bu saygıyı duygu, düşünce ve davranışla gösterelim. Bilelim ki, ulus benliğini bulmayan uluslar, başka uluslara yem olurlar. 
 

Bedri Rahmi Eyüboğlu - Erimek

Erimek belirsizce herşeyde,
Karışmak sulara yıldızlara,
Sinmek kokusuna mor menekşenin,
Yanmak damar damar, nefes nefes,
Yaşamak tükene tükene.

Turgut Uyar - Senfoni

Önce sesin gelir aklıma
Çaresiz kaldıkça hep seni düşünürüm
Güzel olan, dolgun başaklardaki sarışın sevinçli
Sonra cumartesi günleri gelir
Sonra gökyüzü gelir hemen kurtulurum
Bir yağmur yağsa da, beraber ıslansak.

Kırk kere söyledim bir daha söylerim
Savaşta ve barışta, karada ve denizde,
Düşkünlükte ve esenlikte
Zamanımız apayrı bize göre
Yanyana olduk mu elele
Aç kalsak ağlamayız biliyorum.

İçim güvercinleri okşamış gibi rahat
Sen yanımdayken ister istemez
Geniş meydanlarda akşam üstleri
Üstüste üç kere deniz, üç kere çınarlar.

Sen yanımdayken ister istemez
Uzak ırmakları hatırlıyorum.

Arasıra düşmüyor değil aklıma
Yabancı kadınların sıcaklığı
Ama Allah bilir ya, ne saklıyayım
Yanında ihtiyarlamak istiyorum... 

Ahmet Erhan - Gülşiir


Geceyarısı, karanlık bir bozkırda
Işıklar içinde akan bir tren kadar yalnızım
içinde onca insan, içinde dünya...
Soluk soluğa, demirden bir ırmağa mahkum
Ve bilmeyen sonsuzluk nedir,
Haklı olan kim bu kargaşada?
Ateş ve su, yaşam ve ölüm, irin ve şiir
Ucu bucağı olmayan bu çığlığın
Ortasında nasıl barışılabilir?
Anlamak isterim, hangi yasa

Bir beşikle bir darağacını
Aynı ağaçtan, ne adına varedebilir?

Sorular sormak için geldim şu dünyaya
Yasım acıların yasıdır
Boynumu üzgün bir çiçek gibi kırıp da
Yollara düştüğümde, başımda deniz köpüklerinden
Ya da sabah yellerinden bir taçla
Yürüdüğüme inanırdım - yanılırdım
Geceyi günle, acıyı sevinçle kardığım
Bu söylencenin bir yerinde durakladım
Ve anlatamadım, konuşamadım bir daha.

Acını ödünç ver bana, gözyaşlarını
Damarlarında uyuyan sevinci ödünç ver
Yitirdim çünkü onları da..
İlenmiyorum, el çırpmıyorum artık
Ne aklımda yaşadıklarım üstüne düşünceler
Ne de geleceğime dair bir tasa.
Gelirken çan çalmıyor yalnızlık
Bir adam, bir sokak, bir ev
Yüzle, gülüşler, susuşlar boyunca

Soruların vardı senin, ne çok soruların
Gözlerin dünyayı eleyip dururdu boyuna
Bir fısıltı gibi başladı sevgim
Çığlık oldu, kağıtlarda çiçek açtı sonra
Sonrası...Mutlu bile olduk bazı
Artık sen yadsısan da ne kadar
Ya da ben bilmiyorum mutluluk nedir
Anlatsın yollar, yollar, yollar...

Şimdi gece, soluğumu verdim içime
Az önce kağıtlara gül kuruları serptim
Dolaplardan kekik, nane kokuları çıkardım
Öylece serptim, seni yazacağım diye
Sen ki, deniz görmemiş bir deniz kızısın
Aklımın almadığı bir yerde, öylesin
Şimdi gece, iki kişilik bu yalnızlık
Bize artık yeter de artar bile...

Dünyanın ölümünü gördüm, suyun toprağın
En yakın dostlarımın birer birer
Vakitsiz açan çiçeklerin, vakitli doğan çocukların
Ölümünü gördüm, ama kimse
İnandıramaz beni öldüğüne sevgilerin!
Yaşam ki bir kum saatidir usulca akan
Dolan sevgilerimizdir biz boşaldıkca
Yaşımız biraz da sevgilerimizin akranıdır
Vereceğimiz tek şey budur dünyaya.

Şu dağılgan yüreğimi, şu köpüklere imrenen
Yüreğimi bir gün yollara atarsam
Bir gün bir nehir yataklarına dolarsam, korkarım
Suyumun çoğu senden yana akacak
Bütün sözcüklere adını ekleyeceğim
Güldeniz, Gülekmek, Gülyağmur, Gülsarap
Gülaşk, Gülsiir, Gülahmet, Gülerhan
Ey gül yaşamım, yitip giden düşlerim!

Gecelerdi, solgun - sessiz tüterdi yüzün
Yatağımda bir kımıltıydın, dilimde türkü
Uykusunda konuşurken sesini öptüğüm
Varmak için beyninin kıvrak dağ yollarına
Kokundu, bedenimi saran o ince buğu
Esintisinde usul usul yürüdüğüm
Ki değişmem yaseminlerle, portakal ağaçlarıyla..

Sanki bir kız yürürdü yollarda
Evimin sokağına girer, paspasa ayaklarını silerdi
Kapımı açardı gümüş bir anahtarla
Sanki hep gelirdi, sevişirdik bazı, konuşurduk
Tozlu kitapların yığıldığı odalarda
Kalırdı duvarlarda gülüşünden bir tini
Yatağımda bedeninden bir oyuk.

Benimse ellerim titrerdi, alnının aklığından
Saçlarına saçlarına doğru titrerdi
Şimdi kağıtların üstünde gidip gelen ellerim
Titremiyor artık , yolunu biliyor şimdi
Geceyarılarını çoktan geçti
Bu şiir bitmeyince varolmayacak ellerim
Ellerim uykusuz, ellerim geberesiye yalnız
Süzülüp alçalıyor karanlığa doğru.

Bütün yaşamım seninle geçiyor belleğimden
Seninle var ve seninle sürüp gidecek artık
Bir akdeniz kentinde limon koklayan
Ve hep ufkun ardına bakan çocuk
Acıyı buldu sonunda, kanayan bir gülden
Çaldı yüzünü bir yaşamlık
Geçer şimdi dumanlı bir kentin sokaklarından
Şaire çıkar adı - az buçuk kaçık.

Yeryüzünden silinmiş ırkların sonuncusuyum ben
Oturup da şimdi aşk şiiri yazmam bundan
Gülsün köpek sürüsü, lime lime edip
Bu dizeleri, satsınlar haraç-mezat
Doğru, benden sonra da tufan kopmayacak
Ama haykıracağım laflarını tuzla kesip
Yitip giden bu aşkı, nefesim tükenene dek.

Beynime bir sarkaç gibi vuruyor sorular
Neresinde yanıldık biz bu yaşamın?
Hangi el bozdu büyüyü, hangi yazı
Acılara hüküm verdi, soldan sağa taşarak?
Kalbimde yıllardır kabuk bağladı yaralar
Ödüm kopuyor, bir gün hepsi birden kanamaya başlayacak diye
Yenilmeyeceğim, boyun eğmeyeceğim hiçbir şeye
Hep direnen bir yanım kalacak
Adımın soluk izi, acının seyir defterinde.

şimdi gece, bindokuzyüzseksenikiyle
Üçyüzaltmışbeşi çarp - oradayım işte
Yorgun değilim, umarsızım yalnızca
Geçmişle geleceğin öpüştüğü yerde bir nokta
Gibiyim ve çoktan dürüldü defterim
Uçurumlar üstünde uçuşur dizelerim
Onlara köprü olacak bir beden yoksa da..

Bu benim yalnızlığım, dalsızlığım benim
Kana kana içtiğim çeşmelerden susayarak ayrılmak
Titreyen bir ışık karanlıklarda
Onu kim görebilir, kim tanıyabilir?
Sonuda hep bir soruyla karşı karşıya kalmak
Boynumun borcu bu, ödenmedi yıllardır.

Her aşktan böyle bir şiir kaldı bende
Yaşamımın bir dilimini özetleyen
Unutuşun çiçekleri bunun için hiç açmıyor
Donuyor bir gülüş tek bir dizede
Yaşanmış yüzlerce anı, buruk bir özlem
Çivileniyor beynimin bir yerlerine
Geride -hayır- acılar filan da kalmıyor
Bir boşluk yalnızca, uçurumlara özenen.

Nefret ediyorum ve seviyorum seni
Girdiğin bütün kapıları açık bırak
Birazdan git diyebilirim çünkü..
Çağım yalnız bırakmıyor beni, ellerini
Tutuşumda, usulca öpüşümde dudağını
Çağım aramızda çekilen kanlı bir bayrak
Uzayan, akan bir irin yolu gibi.

Sözcükleri güden çobanları var kalbimin
Beynimin yaşamı saran kıskaçları
Bitsin dediğim yerde bunun için başlıyorum
Yitirdiğim her şeye dönüp de bakmam bundan
Sensin yalnızlığa uzanan yolların düğüm yeri
Ama şu anda içimde öyle çoğulsun ki
Böyle irkilmezdim dünyayı kucaklasam.

Çapraz yalnızlıklar astım göğsüme
Yollarda bir  savaşçı gibi yürüdüğüm doğrudur
Gözlerle, dillerle kuşatılmış bir ülke
kalbimdir ona tek sınır
Susmayı bunun için severim bir çığlık gibi
Donup kalır sesim kendi göğünde
Onu ne anlayan, ne de duyan bulunur.

Yaşamım sonsuz bir hac yolculuğuna dönüşüyor burada
Kendi içimde ya da uzak yollarda
Bulduğum ve yitirdiğim bütün varlıklar
Bir mozayiğe biçim veriyorlar sessizce..
Bende dünyanın acısıyla sevinci öpüşüyor
Irmakların birleştiği o nokta benim
İtilip tekmelendiğim bütün kapılarda
Bana atılan her taş şimdi çiçek açıyor.

Bir gün anlarsın beni neden suskunum
Dünya içimde konuşurken böyle
Bedenimi aşıyor yorgunluğum
Karşında oturduğum masalardan dökülüp saçılıyor
Bu öyle bir çığlık ki, susuşlar kalıyor geride
Ondan öte her söz bir saçmalığı büyütüyor.

Adını çoktan unuttun yüzün aklımda
Ve bu şiiri neden sana adadığımı bilmiyorum
Ama her güzellik nasılsa kendi adını bulur
Bunun için ben Gül dedim sana..
Yine de bir çiçeğe bunca yağmur yağarsa
Kökleri toprağı saramaz olur
Üstüne titrediğim her şeyi yitirmeyi öğrendim çoktan

Söylenecek bir tek sözüm kalmazsa
Çizerim yüzünü kuşların kanatlarına
Her çırpınışta gökyüzüne dağılır
Yüzün, hücrelerine varana dek uçuşur.

Kağıtların aklığına aşkın tortusu çöküyor
Parklar, sokaklar, söylenmiş ya da söylenmemiş sözler

Yazdıkça biraz daha unutuyorum seni
Ve her yerde düş tacirleri, şiirseviciler
Bir şeyleri yorumlayıp duruyorlar aptalca
Büyüteçlerle inceliyorlar şu yitik ömrümüzü
Ben aşkın son hasatçısı, son peygamber
Gülünç, soyu tükenmiş bir varlığı oynuyorum boyuna.

Sana artık bir sığınak olsun bu şiir
Noterlere ver onaylasınlar - her hakkı saklıdır
Düşün, kalemimi sen tuttun yazarken
Yeni okula başlayan bir çocuğa yardım eder gibi
Öyle acemilikler yaptım ki ben
Hiç kalır bu şiir onların yanında ve
Nasıl ayaktayım diye şaşıyorum bazen.

Görüp göreceği son şey bu şiirdir dünyanın
Çığlığımdan arta kalan bunlar olacak
Aklımın son kırıntılarını da burada harcıyorum
Bundan böyle ibreler hep eskiye vuracak
Yakınmıyorum, yerinmiyorum hiçbir şeyle
Kalırsa odalarda unutulmuş birkaç şiir
Bir yeniyetmen in altını çizeceği dizeler benden
Senin adın nasılsa bir gün hepsini tamamlayacak...

Nuri Can - Yorgun Yolcu

 
Eskil sokaklarında anıların
dolaşıyorum, öksüz bir çocuk gibi
yüreğimde kırık bir dal sızısı
ve soluk ürpertisi bir yaprağın

bir dost izi arıyorum, kirlenmemiş bir bakış
çocukluğumun ince sızısından kalma
alıp götürmek için uzak bir kıyıya

uzak dağ doruklarına bakıyorum
daha uyanmamış sabah, bahar ve yaz uyanmamış
ah! … güz yağmurları iniyor, acılar ve ihanetler üstüne
çırılçıplak ve sevgisiz kalmış bir şiirim
kimsesiz bir kış sokağında

ah! gülen gözleri menekşelerin, munzur bakışlı ceren
geçtiğim tüm kıyılara kırık gözyaşlarımı bırakıyorum
ince duygularımı
toplasam avuçlarım kanar

bütün baharlara geç kalmış, yorgun ve yaralı bir yolcuyum
heybemde türküleri unutulmuş bir şafağın yalnızlığı
hüznün ıslattığı kirpiklerimde bütün yağmurların adı gözyaşı.

dalgalarını gönül dalgınlığında saklayıp
acılarını içine gömen bir denizim ben
yüreğime gecenin hıçkırıklarını
ve hüznün ince ezgilerini toplayıp
hasreti yudumlayarak, kanayarak
geçtiğim bütün yollara kırık gözyaşlarımı döküyorum

uzak diyarlara hasret taşıyan göçmen bir kuşum ben
her defasında düşerek, kanadı kırılarak sevgiye koşan
aşklara, acılara, ayrılıklara vurup kendini
hayat trendinde sarp kayalardan geçip,
şiirler toplayan kirpikleri kırık bir dünyanın teninde

ben ki, herkese gül sunan, gül bağışlayan,
herkesten gül isteyen sevdalı bir çocuğum
kör olası talihine isyan edip
bırakıp gönlünü bir çiğdem ile dağ arasında
durmadan üşürüm hayatın bu kirli sahnesinde

ey sevdamın gülü,
ey iki gözü iki damla hasret çiçeğim
say ki, günahsız bir çocuğum daha ben
ümitlerden, hayallerden uzak nasıl yaşarım
gönlümü hangi seherlere bırakıp giderim sen yoksan
sen yoksan boğulup gitmez miyim hayatın bu kirli sularında?

uçsuz bucaksız bir uçurumun kenarında,
yıllar geçip gidiyor işte hayatın sancısına isyan ederek.
ömrümün en ince yerinde duruyorum şimdi
ipler ha koptu, ha kopacak
tut ellerimden iki gözüm umutlara götür beni....
sen sevdiğim, yitip gitmesini istemediğim tek mevsimsin hayatımda.

Oktay Rifat - Ihlamurlar

Unutmaya başladım oralarını
denize inen yol siliniyor
yokuşun başındaki ev
yoğurtçunun üstündeki top ağaç
balıkçı tezgahları çarşıda
soluyor önce sonra siliniyor

hızla giden bir araçtan
bakıyormuşum gibi görünüm
uzaklaşıyor önce sonra siliniyor

uçuyor gün geçtikçe resim

eksilmeyen bitmeyen sadece
gittikçe daha baygın daha dirençli
kokusu mayısta ıhlamurların.

Cahit Sıtkı Tarancı - İmkansız Dostluk

 
Değil kardeşim, dal yeşil değil,gök mavi değil,
Bilsen! Ben hangi alemdeyim, sen hangi alemde!
Aklından geçer mi dersin aklımdan geçen şeyler?
Sanmam! Yıldız ve rüzgar payımız müsavi değil;
Sen kendi gecende gidersin, ben kendi gecemde;
Vazgeç kardeşim, ayrıdır bindiğimiz gemiler!  
 

Can Yücel - Parça Parça

yaşamak istiyorum 
yaşamayı bu soğumuş cehennemde 
ölü bir dost gibi içim titreyerek düşünmek değil sade, yaşamayı yaşamak istiyorum.
 ***
bu küfür küfür değil, küflü rüzgar, 
bu silsilesini siktiğimin koridorlarına 
demirli dosyalar gibi sıralanmış kapılardan 
ayaklarımın dibine kadar sokularak 
ve sezdirmeden üflüye üfüre 
parmaklarımın uçlarını kemiren 
bu kılları ağarmış fare 
ne bilir, ne anlar ki çocuklardan haber vere! 
hem verse de ne umurum! 
ben ki müebbet muhabbete mahkûmum, 
çocuklardan haber değil, 
çocukları güneş kokan enselerinden koklaya koklaya öpüp
ısırmak istiyorum
***
bu uzaklardan ürüyen zağarlar ki şehirdir 
üleşemiyorlar zaar gece denen kemiği, 
erken o bed sesli avcı, ezân'ı muhammedî
önüne katıyor onca yeziti 
allah ekberdir! allah eksper'dir! 
lakin inliyor gene uykusunda mahir 
ve hep böyle demeç verircesine sayıklayan şerifoğlu 
o allahlığını bilsin, diyor, ben kulluğumu! 
velhasıl
bu her gece uykusunda bağırıp çağıran, 
ağlayan, gülen, konuşan, isyan eden, yalvaran, küfreden, diş gıcırdatan
adem babalar arasında, 
bu damsız damda, 
bu havva'sız havada 
saf şair olamıyor adam, 
sökmüyor sırf şiirsel yorum 
hani 
ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum, diyor ya nâzım, 
ben de artık şiir düzmek değil, şiiri düzmek istiyorum
***
sen değildin görüş günü telörgüden görünen, 
boncuklarla işlediğim suretindi o senin; 
gölgenin güneşe nispeti, leylim 
hem seni ben, seni görmekle görmüş değilim, 
görmedikçe gözlerinin gördüklerini tekmil: 
sabahları çarşıya giderken, örneğin, 
gece dışarda kalmış, üşümüş, tüyleri ıslak bir kedi gibi 
nasıl ayaklarına sürtünüyor komşu arsadaki yeşil 
ve tam köşeyi dönerken, ıhlamurların orda 
eteklerini beline sokmuş vallahi billahi ha! 
nasıl tıpkı esmanım gibi çamaşır yıkıyor sahi! 
görmedikçe gördüğün bu mucizeleri, 
görmedikçe senin gözlerinle evreni, 
göremiyorum ki dünya gözüyle seni 
hem ben sana bişey söyleyim mi yavrum, 
ben aslında seni görmek filan değil, 
düpedüz seni istiyorum!
***
yaşamayı yaşamak istiyorum demiştim, 
neylersin ki,
bu damda bu dem,
ayaklarınla uyaklarında zincir,
böyle topal koşmalarla geçiyor
günlerimiz,
oysa methetmek gibi olmasın
kendimi ama:
yaşamım benim,
en güzel şiirim!