Gangava (Sünger Gemisi) Bozburun'a doğru
yol alıyordu. Gökyüzü yıldız pırıltısından ibaretti.
Tayfa küme küme güverteye toplanmıştı. Deli Memiş adlı süngerci de ordaydı. Aklını birkaç yıl önce
oynatmıştı. Anadolu'nun kıyı köylerindendi. Sefer
dönüşü evine varınca, karısının ve dört çocuğunun,
bir gece önceki depremde ezilmiş olduklarını görmüş ve çıldırmıştı. Süngerciler on beş gün önce sefere çıkarlarken onlara, "Beni de alın," diye yalvarmıştı. Ona acımışlar, "Hayde gel," demişlerdi.
Deli
Memiş, çevresine halka olmuş denizcilere, "Cennet
Gemisi"ni anlatıyordu:"Ölen denizciler elbette cehenneme gitmezler,
ama cennete de gitmezler; çünkü cennette deniz
yok, yalnız kara var. Tuba ağacı var fakat, onun kerestesinden bir tirandil teknesi yapsan bile onu yüzdürecek deniz olmayınca kaç para eder?" Gemiye manevra yaptırırken direkten güverte
ye düşüp ölen ya da denize düşüp boğulan denizciler için ulu Tanrı bir Cennet Gemisi yaptırmışmış.
Öyle ya, denizsiz cenneti denizciler neylesinler?
Orası onlara cehennem olur.
Onlar yani denizciler bir kez öldüler mi, yaraları görünmezmiş. Sözgelimi, başı ya da ayağı ezilmiş bir denizci, Cennet Gemisinde yine başlı ve bacaklı olurmuş. Sonra, hepsi de sanki yirmi yaşında
imişler gibi, gençleşirlermiş.
Bunların arasında Gelibolu'dan, İzmir'den eski leventler varmış. Fakat en
çok Berberiye'den korsanlar bulunurmuş. Yeni terleyen bıyıkları ve gülümsedikleri zaman apak parlayan dişleriyle görülecek delikanlılarmış. Armaya tırmanmakta onlardan daha çeviği ve atiği bulunamazmış. Çünkü, gövdelerinin ağırlığı yokmuş. Değil yetmiş seksen okka, en boylu poslusunun bile ağırlığı,
bir dirhem değilmiş. Bir sıçrayışta güverteden papafingonun ucuna konarlarmış; direkten direğe de hoplarlarmış...Bu Cennet Gemisi küçük bir gemi değilmiş.
Pruvasından dümenine kadar, yani gemiyi boylu boyunca yürürtıek için bir ay gerekirmiş. Direkleri öylesine yüksekmiş ki, geceleri Samanyolunu süpürürmüş. O denizlerin içi sevinçler ve mutluluklarla dopduluymuş. Denizciler de sevinçlerinden, kendilerin
den geçip boyuna deniz ve su türküleri ve manileri
söylerlermiş. Hatta geceleri yalnız olarak nöbet beklerken denizden tatlı bir fısıltı gelir a! İşte o, ölmüş
denizcilerin uzaktan duyulan türküleriymiş...O geminin direk ucuna biz diri denizciler bir çıkarsak, ancak
saçımız sakalımız ağarınca inebilirmişiz...Direk, ta
o kadar yüksekmiş...Bazen hani, göğün bir yerinde
yağmur yağar, öteki yanında günlük güneşlik olunca, yedi renk gelin kuşağı mı gökkuşağı mı ne olur
a? İşte o, denizcilerin Cennet Gemisinin direğinden
uzanan fors sancağıymış . O gemide vardiyalar da varmış, fakat ikide bir
de düüt!.. düüt!.. diye düdük çalmazlarmış. O geminin reisi Nuh Aleyhisselam, ikinci kaptanı Yunus
Aleyhisselammış. Öteki peygamberler de sık sık gemiye konuk gelirlermiş. Geminin kerestesi, Marmaris'in buhur ağacındanmış. Demiri, çiviler, hep altın
ve gümüştenmiş. Gemide bir çakaloz topu varmış.
Onu patlattıkları zaman, takalübeladan beri cehennemde yanmaya alışkın şeytan bile, "Aman yandım!" diye bağırır, kaçarmış...
Melekler gelirlermiş, hepsi de gelin giysileriyle
gelirlermiş; denizcilerin ranzalarına otururlarmış.
Bunların esmer, kara gözlüleri, bizim güneyin Menteşeli kızlarına, çakır gözlü sırma saçlıları da Rumeli
kızlarına benzerlermiş.
Yemeklerde öyle bayat galeta değil; her gün tavuk kızartması, hindi ve kuzu dolması, onların yanında akik gibi, yakut gibi kırmızı; bir de güneş ışığı
gibi altın sarısı beyaz şarap sunarlarmış. Korsanlar
içerlermiş ve hep yelken gölgesinde şekerleme kestirirlermiş. İnsan yalnız çubuğunu tütünle doldurmak
için uyanırmış. Olur a, denizciler dünyada bıraktıkları çoluk çocuklarının ne olduklarını merak edip düşüncelere dalarlarsa, hemen çubuk yakarlarmış.
Tam grandi direğinin dibinde içi tütün dolu kocaman
bir fıçı bulunurmuş. İnsan ondan ne kadar tütün alsa, fıçı gene dolu bulunurmuş. .Bu tütünün dumanı
açık mavi olurmuş. Bazı akşamlar ufukta mavimi diyeyim, pembemi diyeyim, ince hafif bir buğu olur a,
işte dünyadaki çoluk çocukları için düşünceye dalan
ve onları göresi gelen şehitlerin dudaklarından tellenen dumanlarmış onlar.
Ben bu söylediklerimin hepsine inanıyorum.
Hani, Koca Hamza vardı ya? Hani dört yıl önce
Mondros Savaşında şehit olmuştu? Onunla birlikte
savaşıyorduk. İkimiz de Mesudiye Zırhlısının kıç ta-
retindeydik. Hamza'nın göğsüne, üç karış uzunlu
ğunda sivri bir demir saplandı. Bir düşman güllesi taretin içinde patlamıştı. Hamza böğrünün üstüne düştü; kanlar içinde debelenirken yanına koştum, ona
yardım etmek için üzerine eğildim. Nah! O koca göz
lerini faltaşı gibi açmıştı. Bana bakmıyordu. Sanki
ötenin de daha ötesinde, uzağın uzağındaki bir yere
bakıyordu. Denizin üzerinde bir yerdi orası. Sonra
bana işaret etti. Daha da eğildim, kulağımı ağzına
dayadım. Kulak zarını patlatırcasına gürlemekte
olan top seslerini bastırmak zorundaydı.
Bana,
"Allahaısmarladık Memiş, ben gidiyorum. Bir
gün Cennet Gemisinde kavuşuruz," dedi.
Allah için söyleyin, Koca Hamza hiç yalan söyleyecek adam mıydı? Demek ki, son soluğunu verir
ken, Cennet Gemisini görüyordu. Kim bilir, belki onu
gemiye almak için gökten bir filika indirilmekte oldu
ğunu görmüştü. Az kalsın aşağıya koşup fıkaranın
sandığını da getirecektim. Ama "Hamza o Cennet
Gemisinde pırtılarını ne yapar?" diye düşündüm de,
caydım.
Koca deniz uşağına Cennet Gemisinde
yepyeni denizci giysileri giydirmişlerdir...A kardeşlerim, ben artık deli değilim a! Tam
Hamza son soluğunu verirken, Cennet Gemisindeki
denizci arkadaşlar üç kez "Allah var!" diye bağırdı
lar...
Biliyorum, şimdi çocuklar Cennet Gemisindedir.
Arkadaş denizciler mutlaka çocuklara, kendi çocuk
larıymış gibi bakarlar. Ölen çoluk çocuğun Cennet
Gemisine alınmaları Tanrının bir bağışıydı. Çocuklar
karada ne yapsınlar? Bütün kıyı çocukları deniz ve
kayık meraklısıdırlar. Çocukları çok göresim geldi. O
kara gün köyden ayrılırken kızım küçük Emine bana,
"Baba, erken gel," demişti.
Hâlâ sesi kulağımda. Erken döndüm. Ancak,
ölülerini görmek için dönmüşüm...
"Ah! Bende şans yok ki! Şu gövdeden kurtulsam da, Cennet Gemisinde çocuklara kavuşsam..."
Gözleri özlem yaşlarıyla doluydu.
Bütün Akdeniz nur içindeydi. O apaydın gümüşsü ay ışığında, geminin iki feneri kıpkırmızıydı.
Denizcilerden birisi bir türkü tutturdu. Aranağmesini denizciler hep bir ağızdan söylediler. Sesleri
denizin hışıltısına karıştı...