24 Ekim 2016

İktisat konusunda müthiş özet


       Ekonomi hocamız yılın ilk dersine şöyle başlamıştı:



       - Öğrencilerim, birazdan size on dakika içinde ilk iktisat dersini vereceğim. 
Bu on dakika yeterli olacak. Geri kalan zamanda yani bütün bir yıl boyunca, "zenginlerin yazdırdığı" müfredatı okuyacağız dedi ve devam etti:

       - Arkadaşlarım, iktisat üçe ayrılır: ticaret, siyaset, savaş.

       1- Bir milyon dolara kadar para kazanmak isteyenler ticaret
       2- Bir milyar dolara kadar para kazanmak isteyenler siyaset
       3- Daha çok kazanmak isteyenlerse savaş yaparlar!..


Akşam Gazetesi - 07.03.2007 

Oruç Aruoba - Özlediğin Gidip Göremediğindir

Özlediğin, gidip göremediğindir;
ama, gidip görmek istediğin

Özlem, gidip görememendir; ama
gidip görmek istemen

Özlediğin, gidip görmek istediğin-
ama gidip göremediğin

Özlem, gidip görmek istemen-
ama, gidememen, görememen;
gene de, istemen

Attila İlhan "Maviye çıkardı çocukluğumuz. Ne yana dönsek umut, kime tutunsak vefa. Çaldılar ceplerimizden çocukluk ruhumuzu. Öksüz kaldı saksıda çiçek, bedende ruh, şiirde kelime."


Jack Kerouac - Yolda

Hepimiz aynı yolun yolcusuyuz. Hiçliğin altüst olmuş gölünde ufak dalgalarız.

Amerika’nın ortasında, gençliğimin Doğusu ile geleceğimin Batısını ayıran çizgideydim; belki de olanlar bu yüzden tam orada ve o zaman oldu, o garip kızıl öğleden sonra.

Sırtüstü uzanmış, gözlerimiz tavanda yatıyor ve Tanrı’nın hayatı bu kadar acıklı kılarken ne planladığını düşünüyorduk.

İşinde sorunları olmasına ve sivri dilli bir kadınla kötü bir aşk hayatı yaşamasına rağmen, en azından gülmeyi nerdeyse dünyadaki herkesten daha iyi öğrenmişti.

Kaybettiği her şeyi geri alma derdindeydi, kayıplarının sonu yoktu, hayat sonsuza kadar böyle devam edecekti.

Onunla bir geceyi daha dünyadan gizlenerek geçirmeye karar verdim, sabah ne olacaksa olurdu.

Terry’ye, gidiyorum dedim. Bütün gece bunu düşünmüş ve kabullenmişti. Bağda duygusuz duygusuz öptü beni; ardından da asma sırasının yanından ilerlemeye koyuldu. Birkaç adım attıktan sonra dönüp son kez birbirimize baktık, aşk bir düellodur çünkü.

Ekimde yuvaya dönüyordum. Ekimde herkes yuvaya döner.

Huzur aniden gelecek ve geldiğini fark etmeyeceğiz.

İnsanlara kendi şaşkınlığımdan başka verecek şeyim yoktu.

Hayattaki her şey, hayatın bütün yüzleri aynı küf kokulu odada toplanıyordu.

Gecenin ortasında bir şeye karar vermeye çalışan ve önlerindeki karanlıkta geçmiş yüzyılların tüm ağırlığını taşıyan üç yeryüzü çocuğuyduk biz.

Yolculuğumuzun başında yağmur çiseliyordu ve esrarengiz bir hava vardı. Büyük bir sis destanına tanık olacaktık anlaşılan. ”Hey!” diye bağırdı Dean. “Gidiyoruz işte!” direksiyona abanıp gazladı; havasını bulmuştu, herkes farkındaydı. Hepimiz keyifliydik, karmaşayı ve anlamsızlığı arkada bıraktığımızın, zamanla ilgili tek ve yüce işlevimizi yerine getirmekte olduğumuzun farkındaydık: hareket etmek. Ve hareket ettik!

Sonunda çıkıp yalnız başıma rıhtıma yürüdüm. Çamurlu kıyıya oturup Mississippi Nehri’ni incelemek istiyordum; bunun yerine bir tel örgüye burnuma dayayıp öyle bakmak zorunda kaldım nehre. İnsanları nehirlerinden ayırmaya başlarsanız ne kalır geriye? Bürokrasi…

Otuz beş sent ödeyip eski filmler gösteren bir sinemaya girdik, balkona yerleştik ve sabah kovulana kadar bir yere kıpırdamadık. O sinemadakilerin hepsi yolun sonuna gelmiş insanlardı: bir söylenti üzerine araba fabrikalarında çalışmaya gelmiş Alabamalı bitik zenciler; yaşlı beyaz serseriler; şaraplarını yanlarında taşıyan, yolun sonuna varmış uzun saçlı zamane gençleri; orospular; sıradan çiftler ve yapacak işi, gidecek yeri, inanacak kimsesi olmayan ev kadınları. Detroit elekten geçirilse bundan daha bitik bir topluluk elde edilemezdi.

1942’de dünyanın gelmiş geçmiş en iğrenç oyunlarından birinin yıldızıydım. Denizci olarak Boston’da bulunuyordum, Scollay Meydanı’ndaki Imperial Cafe’ye içmeye gitmiş, altmış bardak bira devirdikten sonra tuvalete kapanmış ve klozete sarılıp uyumuştum. Gece boyunca en az yüz denizci ve çeşit çeşit insan gelip, ben tanınmaz bir şekilde topraklaşana kadar üstüme her türlü duygusal pisliklerini saçmışlardı. Ne fark eder ki? İnsanların dünyasında adsız olmak cennette ünlü olmaktan iyidir. Cennet nedir ki zaten? Yeryüzü nedir? Hepsi zihnimizde.

Bir gün çocuklarımızın merakla, anne babalarının inişsiz çıkışsız, düzenli, resimlerin dondurduğu gibi durağan hayatlar yaşadıklarını, sabahları kalkıp hayatın kaldırımlarını gururla adımladıklarını sanarak, bizim esas yaşantılarımızın, esas gecelerimizin hırpani deliliğini, bitikliğini, cehennemini ve o anlamsız yol kâbusunu akıllarının ucundan bile geçirmeden bakacakları fotoğraflardı bunlar. Hepsi sonsuz ve başlangıçsız bir boşluğun içinde.

dean tam beş dakika lokantanın önünde dikildikten sonra içeri girip yerine oturdu. “eee,” dedim “dışarıda ne yapıyordun öyle yumrukların sıkılı? bana sövüp böbreklerim hakkında yeni espriler mi düşünüyordun?”
dean sessiz sessiz başını salladı. “hayır oğlum, hayır oğlum, tamamen yanılıyorsun. öğrenmek istiyorsan söyleyeyim.”
“söyle söyle, çekinme.” bütün bunları söylerken kafamı yemekten kaldırmadım. kendimi hayvan gibi hissediyordum.
“ağlıyordum,” dedi dean.
“yok canım, daha neler! sen hiç ağlamazsın ki!”
“öyle mi dersin? neden ağlamazmışım?”
“ağlayacak kadar canın yanmaz da ondan.*“arabayla uzaklaşırken arkanızda bıraktığınız insanların düzlükte ufalarak nokta haline gelip kaybolduklarını gördüğünüz anda hissettiğiniz o duygu nedir? fazlasıyla büyük bu dünya, bizi ezip geçiyor duygusudur bu; ve vedadır. ama biz yine de gökyüzünün altında bir sonraki çılgın maceraya doğru koşarız”

“ölmüşsen ölmüşsündür zaten, hepsi bu”diye cevap verdi. odasında, psikanalistiyle birlikte kullandıklarını söylediği bir zincir takımı vardı: narkoanaliz yapmayı deniyorlarmış, ihtiyar boğa’nın, derinlere doğru indikçe kötüleşen yedi ayrı kişiliği olduğunu keşfetmişler. en sonuncusu gözü dönmüş bir geri zekâlı, ortada ise başkalarıyla beraber kuyrukta bekleyen ve, “bazıları piçtir, bazıları değil, bütün mesele bu,” diyen ihtiyar bir zenci.

ya işte böyle, günbatımı olunca bazen nehir kenarındaki yıkık iskeleye oturur, göz alabildiğine uzanan gökyüzünü seyreder, inanılmayacak kadar büyük tek bir tümsek halinde batı kıyısı’na doğru yuvarlanan o toy toprakların, başını alıp giden yolların ve sonsuzlukta oturup hayal kuran insanların varlığını hissederim, derim ki çocuklar ağlıyordur şimdi, ağlamalarına izin verilen yerde, o gece gökte yıldız olmayacak, tanrı ayıcık pooh’dur, bilmez misiniz?

az sonra esaslı bir gece çökecek, dünyayı kutsayan, bütün nehirleri karartan, tepeleri sarıp sarmalayan, son kıyıyı da kaplayan gece, ve kimse kimseye ne olacağını bilmeyecek, yaşlanmanın çaresiz sefaletinden başka, işte o zaman dean moriarty gelir aklıma, ardından ihtiyar dean moriarty, bulamadığımız baba, ve gene dean moriarty.


Simone de Beauvoir - Sartre'a Mektuplar

Birine güvenerek onu sevdiğiniz zaman, benim sizi sevdiğim gibi, o zaman karşınızdakinin her davranışını yumuşak, her sözcüğünü aşağı yukarı doğru ve belirleyici bir unsur gibi alıyorsunuz. 
Oysa karşısındakine tam olarak güvenmeden, onu yarım yamalak bir sevgi ve yapay tatlı sözler ve davranışlarla seven kişiler ancak belirlenmiş nesneler olabilirler. Yani onlar bir parantezin içindedir. Ve tek olamamak kendini parantezin içine koymak demek. Ben de bazen parantezlerin arasına giriyorum. Ve işte o zaman bende tuzağa düşmüş oluyorum. Hayatınızda bir şey oluyorum. Şüphesiz her zaman beni gerçekten sevdiğinizi düşündüm. Oysa şimdi biz tek kişiyiz diyorum ki, bu da az önce söylediğimin tam zıddı.

Bir şeyi içinizde saklayıp olgunlaştırabilirsiniz ama zehri akıtmak için geri dönecek zaman yoktur ve bütün kötülüğü içinizde tutarsınız.

Kendine mukayyet olmak çok hoş. Mutluluk için eskisine oranla daha az kaygılanıyorum veya en azından mutluluk benim açımdan dünyayı kavrayabilmek için ayrıcalıklı bir durum. Tıpkı çok iyi bir orkestra tarafından çalınan bir senfoni gibi.

Başkalarına olan duygularınızı kıskanmıyorum. Başkalarının size karşı olan duygularını kıskanıyorum.

Siz en kötü üzüntüleri bile köpük gibi dağıtan ve neşeyi kolaylıkla olası kılan zeminsiniz ve bütün iyiliklerin kaynağısınız. Ve sizi paha biçilmez değerlerinize göre seviyorum.

Sizi göremedikten sonra yalnız olmayı tercih ederim. Kendimi bana hiçbir şey kazandırmayan insanlar için harcamaktan tiksiniyorum.

Yüzümü toparlarken kendimin güçlü bir suretini gördüm, bana gerekli etkiyi yaptı, döktüğüm gözyaşının bana yaşatacağı tüm o dakikalar gözümün önündeydi, olağanüstü bir biçimde savaş dönemi kadınlarına benziyordum. Ve bunun üzerine bir kaybolmuşluk duygusuyla ‘şu kadın benim, bunlar benim başıma geliyor’, diye düşündüm.
 
 
 Paris’te sizinle olacağımı, savaş zamanı Paris’i sizinle yaşayacağımı, Paris’i sizinle yeniden keşfedeceğimi düşünmek benim için öyle kıymetli ki sevdiceğim.
 
 

Edip Cansever Kısa şiirler

Eski Bir Takvim İçin Şiirler
Yağar ki sokaklarda bir uzun yağmur
Islanırım ıslanırım anlamam
Sanki nedir bir yağmurun güzel olması
Sahi bir yağmurun güzel olması
Yağarken kendine severek bakmasından.

Sıcak Haziran geceleri
Saadetin içimde,
Yıldızlar gibi kaynaştığı geceler
Ben de artık yalnız değilim,
Rüzgarın bütün serinliğini duyuyorum.
Geçen yıl da Haziran’ın sıcak günlerinde
Çocuktum, böyle aşıktım.
Rüzgarlar yakardı ayak bileklerimi,
İçimi en güzel sevdalar sarmıştı,
Caddelerde gider gelirdim.

Cin
Seni bir daha kendine gömen, bir daha
Kendine gömdükçe de bir önceki acı yenisinden
Elbette ki güzeldir
İnsanın insana verebileceği en değerli şey
Yalnızlıktır.

Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka I
   Ne gelir elimizden insan olmaktan başka
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka
Ne çıkar siz bizi anlamasanız da
Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.

Çiçekler Zamanında
Ben çiçekler zamanında doğmuşum
Islak bir gökyüzü zamanında
Ve annem olmamış gibi doğmuşum
Sesini yakından tanıyorum.
Bıraktım anılarımı yan yana dizip
Tam şuralarda bir yerde duruyorum
İstersem yapabilirim
Su diplerindeki esrikliğime güvenip

Şu Küçük Şey
Nice sözler vardır –belli belirsiz– bir yangın yerine benzer
Arasıra kokusunu duyarız
Ve aşklar şekilsiz eylemlerdir gün günden
Biçilmemiş bir çayırdır bütün yaşam
Durumlardır çünkü akılda kalan yalnız.

Uçurum
Bir ağaç sürüsünün üstünden
Çok ağaçlı bir ağaç sürüsünün üstünden
Kesilmiş limon dilimleri gibi düşüyor güneş
Votka bardağımın içine
Benim olmayan bir sevinç duyuyorum.

Şekerli Gerçek
Duvarları yalnızlık yemiş bitirmiş
Gökyüzü üstünde yıldızlar daha üstünde
Kim örtsün damı duvarları kim koysun yerine
Adam bir hiçliğin üstüne uzanmış
Kimseler görmez

Sonrası Kalır
Aşklardan sevgilerden
Suya yeni indirilmiş bir kayık gibi
Akıp geçmişsem, gidip gelmişsem
Bir de bu kalır.
Ne kalır benden geriye, benden sonrası kalır
Asıl bu kalır.

Ahmet Taner Kışlalı "Kemalizm, geçmişin bekçiliği değil geleceğin öncülüğüdür."

- Dinin özü iyilik yapmak, kötülükten kaçınmaktır.
 
- Kemalizm, geçmişin bekçiliği değil geleceğin öncülüğüdür. 
 
-Bildiğimiz gericiliğin adı artık yeni ilericilik olmuştu.
(İkinci Cumhuriyetçiler için söylediklerinden.)
 
-Türkiyenin demokrasiyle yönetilen ve çağı yakalama şansına sahip tek müslüman ülke oluşunda, laiklik ilkesini benimsemiş oluşunun rolü olmadığını söylemeye olanak var mıdır?
 
-Türkiye’de yaşayan ve kendisini toplumdan sorumlu hisseden herkesin, Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi bağlantısını iyi kurması gerektiğine inanıyorum.
 
- Eğer Türkiye'de bir din devleti kurmak istiyorsanız, Mustafa Kemal'e saldırmanız elbette ki tutarlıdır.-
 
-Eğer Türkiye'nin bir bölgesini ayırıp ırkçı bir devlet kurmak peşindeyseniz, Mustafa Kemal'e saldırmanın elbette tutarlı bir yanı vardır.
 
-Ama "çağı yakalama" arayışında görünürken aynı şeyi yapmaya kalkarsanız; belki - her garip şeyi yapanlara olduğu gibi - bazı dikkatleri üzerinize çekersiniz, ama inandırıcı olamazsınız.

Eduardo Galeano - Aynalar

Aynaların içi insanlarla dolu.
Görünmez insanlar bizi görürler.
Unutulmuşlar bizi hatırlarlar.
Biz aslında onları görürüz görürken kendimizi.
Peki, biz gidince. onlar da mı giderler?
 

Kaybolan Şeyler:Barış ve adalet haykırarak doğan yirminci yüzyıl kanın içinde boğulmuş olarak öldü ve bulduğundan çok daha adaletsiz bir dünya bıraktı arkasında.
Yine barış ve adalet haykırarak doğan yirmi birinci yüzyıl da, önceki yüzyılın izinden gitmekte.
Ben çocukken, dünyada kaybolan her şeyin Ay’a gittiğine inanıyordum.
Ne var ki, Ay’a giden astronotlar orada ne tehlikeli rüyaları ne tutulmayan vaatleri ne de kırık umutları buldular.
Eğer bunlar Ay’ da değilseler, neredeler o zaman?
Yoksa dünyada kaybolmadılar mı?
Yoksa dünyada saklanıyorlar mı?
 
 
 Kitabın kapağında da yazdığı gibi, “Neredeyse Evrensel Bir Tarih” ⁣
 
" Tanrının şaheserleri mi yoksa Şeytan’ın kötü bir şakası mı olduğumuzu artık bilmiyoruz. Biz, insancıklar:⁣
Her şeyin yok edicisiyiz,⁣
hemcinslerimizin avcısıyız,⁣
atom bombasının, hidrojen bombasının ve insanları öldürürken nesnelere hiç zarar vermediği için bunların arasında en faydalısı olan nötron bombasının yaratıcılarıyız,⁣
makineler icat eden,⁣
icat ettiği makinelerin hizmetinde yaşayan,⁣
içinde yaşadığı evi yiyip bitiren,⁣
kendisinin içeceği suyu ve kendisine yiyecek veren toprağı zehirleyen,⁣
kendisini kiralayabilen ya da satabilen ve kendi benzerlerini kiralayabilen ya da satabilen,⁣
zevk için öldürebilen,⁣
işkence eden,⁣
tecavüz eden yegâne hayvanlarız.⁣
Ama aynı zamanda da,⁣
gülen,⁣
uyanıkken düş kuran,⁣
ipekböceğinin salyasından ipek yapan,⁣
çöplüğü güzelliğe dönüştüren,⁣
gökkuşağının tanımadığı renkleri keşfeden,⁣
dünyanın seslerine yeni müzikler katan⁣
ve gerçeklikle hafıza dilsiz olmasın diye⁣
yeni sözcükler yaratan yegâne hayvanlarız…"