06 Haziran 2021

Din psikolojisi


Freud’un çağdaşı olan Carl Gustav Jung ise kendi çağdaşları arasında dine en çok dikkatini veren psikolog idi. Hem Doğu hem de Batı dinî geleneklerini kendi teori ve kavramlarını destekleyecek deliller olarak kullanmıştır. Dinî hayata yönelik alışık olunmayan sempatik bir tutum sergilemiştir. 1933’te İnsan Ruhuna Yöneliş, 1938’de Psikoloji ve Din, 1954’te Answer to Job eserleri ve din bireyleşme süreci üzerine çalışmalarıyla din psikolojisi alanına katkı sağlayan Jung, Freud’dan oldukça farklı fikirleriyle ortaya çıkmıştır. Kolektif bilinçdışının arketiplerini inceleyen Jung’a göre elde ettiği sonuçlardan en önemlilerinden biri insandaki "doğal dinsel işlev"dir. Ona göre, insanın ruh sağlığı ve kararlılığı içgüdülerin olduğu kadar bu doğal dinsel işlevin de uygun bir biçimde ifade edilmesine bağlıdır. Jung, özellikle anima, animus, persona, gölge ve benlik arketiplerini sıkça tartışmıştır. Ona göre teslis inancı yanlış ve çarpıtılmış şeylere dayanır. Teslis erkeksi bir karakterdedir, anima’sı bastırılmıştır. Oysa hakikat üçlü değil; su, hava, ateş ve topraktan haiz dörtlüdür. Teslis’te dişi ve kadını temsil eden toprak eksiktir. Hindistan ve Orta Afrika’ya seyahatler yapan Jung, özellikle Hint zihniyetinin temsilcileriyle konuşmuş ve bu zihniyeti Avrupa’yla kıyaslamıştır. tr.wikipedia.org

 

Aleksandr Sergeyeviç Puşkin - O'na

Anımsıyorum o büyülü ânı
Karşımda beliriverdiğin,
Uçup gidici bir hayal gibi,
Dehası gibi saf güzelliğin.

Bunluklarında ümitsiz hüznün,
Telâşın yorucu tasalarında,
Çınlardı o tatlı ses uzun uzun,
O güzelim çizgiler görünürdü bana.

Yıllar geçti. İsyancı dalgalarında fırtınaların
Dağılıp söndü eski hayaller,
Unuttum tatlı sesini senin
Ve silindi Tanrısal çizgiler.

Issızlıkta, karanlığında tutsaklığın
Sessizce uzayıp gidiyordu günlerim
Tanrısız, esinsiz, gözyaşsız,
Yaşamsız ve sevgisizdim.


Ve bir an geldi, uyandı ruhum:
Ve işte sen yeniden belirdin,
Bir hayal gibi, uçup giden,
Dehası gibi saf güzelliğin.

Ve yürek çarpıyor bir esrimeyle,
Ve yeniden canlanıyorlar onda
Tanrısallık da, esin de,
Yaşam da, gözyaşı da, aşk da.

    Çeviri: Ataol Behramoğlu

5 Haziran Dünya Çevre Günü


"Her şeyin prensibi şudur; her şey sudan gelir ve tekrar suya döner." (Milet`li Thales M.Ö. 650-560)

Thales ,640 yıllarında Milette doğdu. Rivayete göre kendisini Mısır ve Babil kaynaklarından eğitti. Bunun yanında iş hayatı ile kendisine iyi bir yaşam düzeyi sağlayabilecek kadar ilgilenmiş görünmektedir. Hatta hakkında Aristo şöyle anlatır:

“Hala kış olmasına rağmen Thales, Astronomi’deki yeteneklerini kullanarak, o yılın zeytin hasatının çok olacağını öngörmüş. Millet ve Kinos’da zeytin ezicilerini çok uzuca kiralamış. Hasat mevsimi geldiğinde birçok zeytin üreticisinin bu ezicilere ihtiyacı doğduğundan Thales, daha yüksek bir fiyata bunları geri kiralamış ve hatırı sayılır miktarda para kazanmış. Bu durum karşısında halk, felsefecilerin eğer isterlerse çok kolay zengin olabileceklerine kanaat getirmiş.”

Geri kalan zamanlarda Thales kendisini çalışmaya vermiş ve şehrin diktatörü olan Thrasybuls’la yakın ilişkileri olmuş ve İyonyalı şehir devletlerin, Lidya ve Perslere karşı birlik içinde bir federe devlet olmasını savunmuş.Thales eski Yunan’ı matematik ve astronomi ile ilgili bilimlerle tanıştıran ilk kişi olarak düşünülmektedir. Antik tarih, Thales’in Mısır’daki piramidlerin yüksekliğini piramidlerin gölgelerin uzunluğunu ölçerek, nasıl hesapladığını anlatır. Thales güneşin konumuna göre bir insanın boyunun kendi gölgesinin uzunluğuna eşit olduğu anda, pramidlerin gölgelerinin uzunluğu ölçülerek piramidlerin yükseklikleri hesaplamıştır. Ayrıca, hayran olunacak derecede mantıksal bir disiplin olan geometrinin tümden gelen bir bilim olduğunu ortaya koymuştur. Thales’in hayatı ve yaptıkları hakkında fazla ve kesin bir bilgiye sahip olmasak da, bazı matematik keşiflerinin atfedildiği ilk bilim adamı olduğunu biliyoruz. Thales’in ispat ettiği düşünülen teoremler şunlardır:

– Çap,bir daireyi iki eşit parçaya böler
– İkiz kenar üçgenin taban açıları eşittir
– İki kesişen doğru tarafından oluşan dikey açı çifti birbirine eşittir
– İki açısı ve bu açıların bir kenarı aynı olan iki üçgen eştir
– Bir yarım daire içindeki açı diktir.

Ayrıca astronomideki çalışmaları sayesinde, batı medeniyetinin astronomide doğuya göre daha bilimsel bir yönde ilerlemesine neden olmuştur. Thales astronomideki yeteneği, İyonyalı’ları şaşırtmıştır. Örneğin, 28 Mayıs 585 (İ.Ö) yılında gerçekleşen güneş tutulmasını öngörmüştür. Bunu büyük olasılıkla Mısır ve Babillilerin hesaplamalarıyla yapmıştı.


Bunlara karşın, dünyayla ilgili düşünceleri doğru çıkmamıştır. Onun düşüncesine göre dünya sonsuz suyun içinde oturan yarı-küreydi, dünya yüzeyi de bu yarı kürenin düz kısmının içinde yüzen düz bir diskti.Thales kendinden önceki matematiksel bilgiye ve materyale önemli katkıları olmuş bir bilim adamıdır. Ölümü, Diogenes Laertius’a göre, bir jimnasyumda yarışmaları seyrederken, sıcaktan, susuzluktan ve zayıflıktan olmuştur.


Babası Examios’la annesi Kleobulunia, hatırlı ve sözü geçen bir ailedendiler. Buna göre Thales soylu daha doğrusu “soylu” sözcüğü o zamanlar geçerli değildi çünkü “varlıklı” bir ailedendi. Gerçi özgeçmişi yazanlar ona zaman zaman tacirliği, mühendisliği, astonomluğu, hatta politikacılığı yakıştıracak kadar kafalarını işletmişlerdi ama, Thales’in hiçbir işi gücü yoktu. Doğrusu şu ki Milas’lı Thales ufak bir servetin kendini yaşamını kazanmaktan bağışık tuttuğu bir burjuvaydı. Bol olan boş zamanlarını, kendisi çok ilgilendiren büyük problemler adıyordu.

FELSEFEDEN MATEMATİK BİLİMİNE

 7 ve 8. yy Yunanlılarına göre Thales düşünen bir adamdır, yani bizim filozof (bu sözcük o zamanlar yoktu henüz) diye adlandırdığımız kişidir. İnsanlığın zihnini boyuna kurcalamaktan geri durmayan ebedi soruyu o da ele alarak kendi kendine şunları sormuştur: Evren nedir, insan nedir, bizi yapılmış olduğumuz, bizi çevreliyen ve sürükleyen tüm bu maddenin ve tüm bu devinimin anlamı nedir?


Eski dinler dünyayı sürü sürü tanrılar ve gizli güçlerle dolu bir yer haline sokmuşlardı. Bunlar birbirlerine karmaşık birtakım karşılıklı etkiler yapmaktadılar.Thales, duyduğu tepki sonucu, yalın bir açıklama biçimi aradı. Böylece birci öğretisini kurdu. Bunun sayesinde evrenin tümünü hem ilk, hem evrensel, hem plastik bir elemanın değişinimleriyle,açıkladı.Bu eleman nedir? Su’dur.Su,yaşamın temelidir.Hayvanların tohumu sıvıdır.Besinler özsu haline indirgenirler. Fakat su yalnız başına yaşamın kaynağı değildir.Maddenin temelidir. Su buharlaşınca havayı üretir, hava ateşi yaşatır. Ateşten oluşan gökcisimleri, buna göre suyun bir yoğunlaşmasından ileri gelmektedir. Gerçekten de yeni oluaşn toprak her gün nehirlerin ağızlarında birikmektedir. Bu gözlemler Thales’i evrenin tutarlı bir kavramına götürür: Evren tümüyle sudan oluşmaktadır. Bizim bildiğimiz dünya muazzam bir hava kabarcığından oluşmakta ve bu su niteliğindeki evrenin içinde yer almış bulunmaktadır.Tüm bu topluluk tanrıların keyiflerine göre değil de değişmez kanunlar uyarınca yönetilir ve Thales bunları, çok güçlü bir zorunluluk diye adlandırır.Thales astronom olarak da kendine düşen rolü oynamıştır.Rivayete göre bir güneş tutulmasını bir yıl önceden bilmiştir(MÖ. 28 Mayıs 585’teki güneş tutulması). Rastlantı sonucu güneş Perslerle Lidyalılar arasındaki bir muharebe sırasında tutulmuş, etrafı öylesine zifiri bir karanlık kaplamıştır ki,savaşçılar durmak zorunda kalmışlardır.Olayın antik dünyada nasıl gürültü kopardığı ve Milas’lı bilgine ne türlü bir ün kazandırdığı kolayca gözönüne getirilerebilir.Şunu da ekleyelim: Tarihçi Aestus’a göre güneş ve ay tutulmalarının nedenini de ilk olarak o göstermiştir.Topraksı nitelikteki ay, doğru çizgi üzerinde güneşin altında yer alınca, tutulma olayı meydana gelmektedir. Thales, ayrıca yılın süresini 365 gün olarak saptamış: güneşin (yaptığı devrin 720’de birine eşit olan)çapını ölçmüş; ekvatorun, dönencelerin) ve kutup dairesinin varolduklarını bilmiştir.Son olarak, ayın ışığının, güneşin aydınlığını yansıtmasından ileri geldiğini de söylemiştir.

 Geometri bilgini olarak Thales’e belirli, somut, kesin bilgiler borçlu bulunuyoruz. O, anahtarı tanıtlamak, genelleştirmek formülünün içinde bulunan bilimsel zihniyet’in ilk ve gerçek öğreticisi sayılabilir.Mısır ve Mezopotomya “bilgin” lerinin çok ilkel bilgileri vardı.Bilgileri, kenarları 3-4-5’lik bir üçgen çizmekten ibaretti. Fakat böyle bir açının niçin hep dik olduğunu kendilerine sormamışlardı. Genelleştiremedikleri için kanıtlamayı bilmiyorlardı.Thales’in değeri de burada açığa çıkar.Eski bilim sistemini yerinden oynatıp olayları yöneten kanunu daha uzakta aramasını bilmişir.
 

Thales kend adını taşıyan teorem dolasıyla, öğrencilerinin belleğinde ezelden beri yaşamaktadır. Söylendiğine göre bunu Mısır’da keşfetmiştir:


Thales, tanrı Amon’un başrahibiyle ve firavun Amasis’le birlikte Büyük Piramid’i seyrediyormuş. Başrahip hükümdarının huzurunda bir yabancıyı güç duruma düşüreceğini düşünerek pek sevinmiş:”Bilin bakalım,bu piramidin yüksekliği ne kadar?” diye sorarak meydan okumuş. Thales asasını alıp tam piramidin gölgesinin bittiği yerde kumun içine dikmiş.Bunu yaptıktan sonra asayı, asanın gölgesinin uzunluğunu ölçmüş. Sonra bir taş parçasının üzerine yaptığı basit bir hesap işlemi, anıtın yüksekliğini meydana çıkarmış,280 dirsek.Firavun bu işe çok şaşırmış.


Böylece Thales kendi adını taşıyan teoremi yani geometrik orantılar ilkesini bulmuş.Bu ilkeye göre Pareleller homolog orantılı doğru parçalarını iki sekant üzerinde keserler . Piramidin durumunda paraleller güneşin ışınlarıydı.Sekantlar ise sırasıyla asadan ve piramidin yüksekliğinden geçen çekül doğrultularıydı. Eldeki dört veriden ilk üçü (asanın gölgesi,piramidin gölgesi, asanın yüksekliği) bilinmekteydi: Orantıların sırrı sayesinde dördüncüsüde kolaylıkla bulunabildi.

 THALES HİKAYELERİ

Bizler, Thales’i”yürürken havaya baktığı için yolunun üzerindeki kuyuya düşen astronom ” diye tanırız. Bu pek olası görünmemektedir, çünkü: Önce kuyunun “bileziği” yüzünden ;Sonra Yunan kuyuları çok dar olduklarından normal boyda bir adamın geçmesine olanak vermemektedir. Ve nihayet ,Thales bu işi yaparken kuşkusuz kolunu,bacağını kırmaktan geri kalmayacak,öykü uydurucular da bunu bize söyleyeceklerdi muhahhak. Diogenes Laertios öyküyü akla daha yakın biçimde anlatarak şöyle diyor: Thales bir çukura düşmüş, Trakyalı kadın hizmetçisi de onunla alay ederek şöyle demiştir.


” Daha sen ayaklarını bile göremezken,nasıl olur da gökyüzünde olup bitenleri görebilirsin?”


Her ne hal ise,Thales bu önemsiz öykünün sandırabileceğinden daha az dalgındır. Gerekince beceri göstermesini de bilir.Günün birinde ,astronomi alanındaki bilgileri sayesinde zeytin ürününün çok bol,olacağı anlar.Hemencecik Milas ve Khios’taki tüm zeytin preselerini tümünü satın alır,ertesi mevsim köylüler gırtlaklarına kadar zeytine gömülü oldukları sırada onlara çok ağır koşullar kabul ettirir ve küçük bir servet kazanır.Aritoteles ciddi bir eda ile diyor:” Thales böyle yaparak şunu kanıtlamıştır:Filozoflar da bir işe el attılar mı,başkaları gibi para kazanmayı bilirler..”


Thales’in ilgili olarak daha da bir sürü öykü anlatılabilir ve bunlardan onun,az-çok alaycı yanı da olan bir sağduyuya sahip oluğu anlaşılır.İşte bunlardan ikiörnek.Günlerden bir gün Thales’e: Gel de bir mucize gösterelim sana, derler.Alıp dağın tepesindeki bir çoban kulubesine götürürler. Orada bir kısrağın doğurduğu aykırı bir yaratığı gösterirler: Başı,boynu ,elleri bir çocuğun ki gibidir,bedeninin geri kalanı ise bir atınki gibidir.Oraya gidenler bu hali görenler başlarını çevirirler:”Böylesi bir mucize büyük felaketlerin habercisidir,tanrıların gazabını hemen yatıştırmak gerek,diye bağırışırlar.Ama Thales hiç istifini bozmaz, kısrağın sahibini bir kenara çeker. Gülümseyerek :

”Vallaha ,der,sen istersen ötekilerin dediklerini yap.. Ama benden sana öğüt:Kısraklarını bundan sonra bu denli genç çobanlara emanet etme.ya da kadın bul onlara!”

 Hiç kuşkusuz uydurma olan bu öykünün,Thales’in Yunan düşüncesindeki rolünü ve yerini bir imge ile çok iyi anlatmak gibi bir yanı vardır:O bu işte tanrıların yaptıkları hiç bir şakayı görecek yerde,sorunun akılcı bir açıklamasını yapmağa çalışmaktadır. Bu açıklamanın yanlış olmasının bir önemi yoktur. Önemli olan bunu araştırmak değil midir?


Öbür öykü daha incedir.Bir tartışma sırasında Thales bir kıyaslama terimi aramaktadır. Bulur ve şöyle der:Ben de o delikanlının söylediklerini söylerdim. Köpeğini dövmek istiyormuş ama elinden kaçırmış,onun yerine kaynanasını dövmüş:”Neyse,dayak boşuna gitmedi!” demiş.Kimi gülmece biçimleri sonsuza dek yaşarlar!


Faka şakacı-hatta sağduyulu- sözlerle dolu bir yaşam,boş oturmayı sevmeyen Thales için yeterli olamazdı. Devler işlerine ilgi duyduğunu söylemiştik bu da onun ara sıra politikacı fiye nitelenmesine neden olmuştu:Doğru değildir bu,Thales hiç bir zaman bir kamu görevi yapmamıştır çünkü.Sadece Milas’a egemen olan tiran Thrasybulos’un dostudur,sırası geldikçe değerli öğütler verir ona.Örneğin,yayılmasının en civcivli döneminde olan Pers İmparatorluğu gelip masal kahramanı kral Krezüs’ün (Karın) Lidya’daki krallığına çarptığı zaman ,kentler bir seçim yapmak zorunda kalırlar. Thales Pers kralı ile antlaşma yapmasını öğütler ve bu ustalıklı bağlaşlıklık sayesinde Milas,Krezüs’ün bozguna uğrayışından sonra bağımlılıktan ,kölelikten kurtulan tek iyonya kenti olur. Daha sonra ,İyonya sitelerinin büyük kurulu olan Paniyonya’da ,tek başkenti olan federe bir İyonya Devleti kurulmasını önerir. Ne yazık ki onun bu çağrısına kulak veren olmaz:Çünkü yiğit ve akıllı olan Yunan halkı iyice bölünmüş olmasaydı dünyanın çehresi,Kleopatra’nın burnu yüzünden değişmezdi de bu birleşme yüzünden daha kesin olarak değişirdi muhakkak!


Thales başka durumlarda da beceri göstermeyi bilmiş bu da onun zaman zaman ve yanlışlıkla,” mühendis” olduğu kanısını uyandırmıştır Ayrıntıları iyice bilinmeyen koşullar yüzünden Krezüs,her zamanki düşmanları olan Medyalılara savaş açmış,Thales de onun genel karargahına gitmiştir. Ordu,suları kabaran Halys nehrini kıyısına gelince durmak zorunda kalmıştır. Ama ne önemi var:Thales bu güçlüğü de yenecektir. Bulduğu yöntem çok ustacadır. Orduya ırmağın kıyısında (bu,belki de,yağmurun kabarttığı bir seldir) kamp kurdurur,sonra nehrin yatağını değiştirmek üzere,kampın ardında bir kanal kazdırır .Son sed de açılınca sular yeni yatağa dolar,solayısıle ordunun gerisinden akıp gider,ordu da ayaklarını bile ıslatmaksızın eski nehir yatağından karşı kıyıya geçer.

 Ama Thales özellikle bir filozof ve bir bilgedi.Özdeyişeleri çok ünlüdür.Bir tartışma sırasında :Ölümün yaşamdan hiçbir farkı yoktur” der.Tartışanlardan biri sorar:Neye yaşamı seçtin öyleyse?Thales’in yanıtı şudur:İkisi arasında hiçbir fark yoktu da ondan.Yine onun bilgece yanıtlarını dinleyelim: En eski olan nedir?
” Tanrı’dır ,başlangıcı yoktur çünkü”
Ya en güzel şey?
” Dünya,Tanrı’nın işidir o çünkü ”
Ya en büyük şey?
” Uzay,herşeyi içerir çünkü”
Ya en hızlı şey?
” Düşünce her yere atılır çünkü”
Ya en güçlü şey?
” Zorunluluk, herşeye boyun eğdirir çünkü”
Ya en bilge şey?
” Zaman, herşeyi öğrenip meydana çıkarı çünkü”
Ya en yaygın şey?
” Umut, hiç bir şeyi olmayan kimselerde bile kalır çünkü”
Ya en yararlı şey?
” Erdem, herşeyi iyi kullandırır çünkü”
Ya en zararlı şey?

 ” Kötülük, herşeyi bozar çünkü”
Ya en kolay şey?
” Doğaya uygun olan şey; herşeyden ,hatta zevkten bile usanılır çünkü”

Ona en güç şey diye sormuşlar.Kendini tanımak demiş.En kolay şey nedir? demişler.Başkasına öğüt vermek, demiş.Az görülen bir şey nedir? Demişler.Zorba bir hükümdarın yaşlanmışı,demiş. Mutszuluğa kolayca katlanmanın çaresini sormuşlar.Daha mutsuz düşmanların hallerine bakarak ,demiş.Erdemle yaşamanın çaresini sormuşlar. Başkalarında görüp ayıpladığımız şeyleri yapmıyarak ,demiş. Mutlu insan kimdir? demişler.Sağlığı yerinde ,zengin,yürekli,bilgili olandır, demiş. Güzellik nereden gelir? demişler.Yüzden değil ,iyi davranışlardan gelir,demiş.Şu öğütleri de vermiş sonra:

“Haksız kazançla zengin olma.Yakınlarına ve dostlarına söylediğin kötü sözler yüzünden mahkemelere düşmemeğe çalış.Ve unutma ki sen anana,babana karşı nasıl davranırsan,çocukların da sana karşı öyle davranırlar.”

THALES’İN BİLİM DÜNYASI

 Açıklayıcı ve öğretici olmaktan çok çekici ve güldürücü olan bu az-çok yüzeysel birkaç öykü,gerçekte ,bu yönlü bhakkında elimizde buluna tek anlatılardır.Fikir yaşamı, incelemeleri, buluşları ya da öğrettikleri hakkında uzun boylu bir şeyler bilmiyoruz.. Bununla birlite,zarif bir kırık vazonun parçaları gibi topraktan çıkardığımız dağınık kalıntılar arasında ,birçok önemli ve şaşırtıcı şey Thales’in o olağanüstü bilgileri nereden edindiğini bilmiyoruz. Tarihçilere göre Babil’e gitmiş,orada astronomi öğrenmiş;Mısır’a gitmiş;orada rahipler ve geometri uzmanlarıyla düşüp kalkmış;Küçük Asya’da da Krezüs’ün ordularını peşine takılarak dolaşmıştır.Fakat bütün bunlar birtakım varsayımlardan ibarettir.
Gündurumu ve gün-tün eşitliği üzerine iki yüz dizelik iki kitap yazdığı söylenir.Her ikisi de kaybolmuştur ve ondan bize tek tümce dahi kalmış değildir:Şu da var ki onun yaşamını anlatan tarihçiler,kişiliği üzerinde bize birçok ayrıntılar vererek bu boşluğu doldurmuşlardır.


Bu Milas’lı bilginin yaptığı işler üzerinde doğru olarak ne biliyoruz ve bu işler bilimi hangi konuda ilgilendirmektedir? Bunu anlamak için birbiri ardınca evrendoğumcu(kozmogonist) Thales’I ,astronom(yürürken havaya bakan? Thales’I ve geometri bilgini Thales’i birbirlerinden ayırmak gerekir.
7 ve 8. yy Yunanlılarına göre Thales düşünen bir adamdır,yani bizim filozof(bu sözcük ozamanlar yoktu henüz) diye adlandırdığımız kişidir. İnsanlığın zihnini boyuna kurcalamaktan geri durmayan ebedi soruyu o da ele alarak kendi kendine şunları sormuştur:Evren nedir,insan nedir, bizi yapılmış olduğumuz,bizi çevreliyen ve sürükleyen tüm bu maddenin ve tüm bu devimin anlamı nedir?


Onun çok büyük değeri şundan ileri gelmektedir:Rahiplerin ,kahinlerin ve gezginci ozanların eski Yunansitan’da kent kent dolaşıp anlattıkları masallarla ,söyledikleri deyişlerle tarih boyunca ilk kez yetinmeyen, o olmuştur.İster Yunanistan’da ,ister Mısır’da ister Babil’de olsun;ister Zeus, ister Amon ,ister Ea tarafından canlandırılmış olsun,o çağda öğretilmekte olan evrendoğum(kozmogoni) bilimleri onun gözüne şöyle görünmektedir: Bunlar dinlerin, evrenin gerçeklerini gizlemek için onun üzerine örttükleri birer örtüdür.Fakat bu renkli örtüde delikler vardır.Thales de bu deliklerden gerçeği hayal-meyal gördüğünü sanmaktadır.Böylece de bize kendi açılamasını yapacaktır:Bu ise insanoğluna açıklanmış olan ilk akılcı Evrendoğumdur.

 Bu açıklamayı okumadan önce sabırlı olmaya hazırlanmamız gerecektir. Çünkü filozofun agorada çoşup uzun ve tumturaklı nutuklar atarak öğrettikleri bizi şaşırtmakta, hemen hemen bir sayıklama gibi görünmektedir gözümüze.Şunu yine söyleyelim:Thales’in değeri yeni bir açıklama bulup getirmesinde değildir.O,düşünceyi kısırlaştıran yanlış bir inancın yapısını temelinden sarsmıştır.Olaylara ,mantığa,akla dayana bir açıklama araştırmıştır.


Eski dinler dünyayı sürü sürü tanrılar ve gizli güçlerle dolu bir yer haline sokmuşlardı. Bunlar birbirlerine karmaşık birtakım karşılıklı etkiler yapmaktadılar. Thales,duyduğu tepki sonucu ,yalın bir izah biçimi aradı.Böylece birci(monist) öğretisini kurdu.Bunun sayesinde evrenin tümünü hem en ilk,hem evrensel,hem plastik tek bir elemanın değişinimleriyle (mutasyon) ,izah etti.Bu eleman nedir? SU’dur.Su,yaşamın temelidir.Hayvanların tohumu sıvıdır.Besinler özsu haline indirgenirler.Fakat su yalnız başına yaşamın kaynağı değildir: Maddenin temelidir.Su buharlaşınca havayı üretir,hava ateşi yaşatır. Ateşten oluşan gökcisimleri,buna göre suyun bir yoğunlaşmasından ileri gelmektedir.Gerçekten de yeni oluaşn toprak her gün nehirlerin ağızlarında birikmektedir.Bu gözlemler Thales’i evrenin tutarlı bir kavramına götürür:Evren tümüyle sudan oluşmaktadır(ama alt tarafı biz kendimiz de onun esirden oluştuğunu kabullenmek için epey zaman harcamadık mı?;bizim bildiğimiz dünya muazzam bir hava kabarcığından oluşmakta ve bu su niteliğindeki evrenin içinde yer almış bulunmaktadır.Yeryüzünün kendisi de yassı bir “kurstur ” ve o hava kabarcığının alt bölümü de yüzer.


Tüm bu topluluk tanrıların keyiflerine göre değil de değişmez kanunlar uyarınca yönetilir ve Thales bunları,çok güçlü bir “Zorunluluk” diye adlandırır.


Bir kez daha söylüyoruz:Bu biraz dar düşünceli kurgu-bilimi okurken gülümsemeğe kalkışmayalım. Düşünelim ki en azından söz konusu olan Olimpos dağındaki tanrıları tahtlarından indirmek,onların evreni düzenleyici rollerini yadsımak,Zeus’la kalabalık ailesini koruyucu tanrılar ,”iyi yürekli azizler” aşamasına indirgemektir.Ayrıca Homeros’la Hesiodos’u da kitaplığın en üst rafına,şiirlerin bulunduğu bölüme kaldırmak gerektir ve onlar oradan hiç ayrılmayacaklardır artık.Böylesine devrimci kavramların tohumlarını ekmiş olan bu MÖ 7. Yy insanının entellektüel cüretini varın hayal edin artık.

 Thales ne tanrıları,ne maddedışı varlıkları ortadan kaldırmamaktadır zaten!Ruhun varlığını kabul etmektedir ama birci öğretici uyarınca ruh,maddenin içinde yuğrulmuştur.Demek oluyor ki hayvanların bitkilerin,madenin ,taşların.herşeyin bir ruhu ,bir canı vardır.Bunun apaçık tanıtlamalarını da yapmaktadır.Sapının doğrultusu değiştirildi mi,bir bitki kendiliğinden önceki yönünü alır.Sonra bir yere sürtülen kehribar ya da (doğal mıknatıs içeren magnezi taşı,can demek olan etkili bir niteliğe sahip olmasalardı küçük cisimleri nasıl çekerlerdi?


Thales astronom olarak da kendine düşen rolü oynamıştır.Rivayete göre bir güneş tutulmasını bir yıl önceden bilmiştir.(Hesaplandığına göre,söz konusu olan MÖ. 28 Mayıs 585’teki güneş tutulmasıdır bu)Rastlantı sonucu güneş Perslerle Lidyalılar arasındaki bir muharebe sırasında tutulmuş,etrafı öylesine zifiri bir karanlık kaplamıştır ki,savaşçılar durmak zorunda kalmışlardır.Olayın antik dünyada nasıl gürültü kopardığı ve Milas’lı bilgine ne türlü bir ün kazandırdığı kolayca gözönüne getirilerebilir!Aslı aranırsa Babillerin Saros çevrimini bildiklerini,güneş ve ay tutulmalarını önceden hesapladıklarını görmüştük:Thales onların gökcisimlerine değgin çizelgelerini ele geçirmişti belki.Şunu da ekleyelim: Tarihçi Aestus’a göre güneş ve ay tutulmalarının nedenini de ilk olarak o göstermiştir.Topraksı nitelikteki ay,doğru çizgi üzerinde güneşin altında yer alınca,tutulma olayı meydana gelmektedir.Thales ,ayrıca yılın süresini 365 gün olarak saptamış:güneşim(yaptığı devrin 720’de birine eşit olan)çapını ölçmüş;ekvatorun,dönencelerin tropikaların) ve kutup dairesinin varolduklarını bilmiştir.Son olarak,ayın ışığının ,güneşin aydınlığını yansıtmasından ileri geldiğini de söylemiştir.


Geometri bilgini olarak Thales’e belirli,somut ,kesin bilgiler borçlu bulunuyoruz.O,anahtarı tanılamak,genelleştirmek formülünün içinde bulunan bilimsel zihniyet’in ilk ve gerçek öğreticisi sayılabilir.

Mısır ve Mezopotomya “bilgin” lerinin çok ilkel bilgileri vardı. Örneğin, kenarları 3-4-5’lik bir üçgen çizmekten ibaret biliyorlardı.Fakat böyle bir açının niçin hep dik olduğunu kendilerine sormamışlardı hiçbir zaman! Genelleştiremedikleri için tanıtlamayı bilmiyorlardı.

Thales’in çok büyük değeri de buradadır.Görgücülüğü yerinden oynatıp olayları yöneten kanunu daha uzakta aramasını bilmişir.Eğer elemanlar hareket halinde bir aritmetik ve bir geometriyi sayılırsa,geometrik kanunları, yan, fizik kanunlarını ilk olarak tanımlamıştır.


Thales kend adını taşıyan teorem dolasıyle,öğrencilerinin belleğinde ezelden beri yaşamaktadır.Söylendiğine göree bunu Mısır’da keşfetmiştir:


Bizim ilgin,tanrı Amon’un başrahibiyle ve -kimbilir neden? -firavun Amasis’le birlikte Büyük Piramid’I seyrediyormuş. Başrahip hükümdarının huzurunda bir yabancıyı güç duruma düşüreceğini düşünerek pek sevinmiş:”Bilin bakalım,bu piramidin yüksekliği ne kadar?” diye sorarak meydan okumuş.


Thales asasını alıp tam piramidin gölgesinin bittiği yerde kumun içine dikmiş.Bunu yaptıktan sonra asayı, asanın gölgesinin uzunluğunu ölçmüş.Sonra bir taş parçasının üzerine yaptığı basir bir hesap işlemi,anıtın yüksekliğini meydan çıkarmış:280 dirsek!Söylendiğine göre de firavun pek şaşmış bu işe.

 Gerçekte ise Thales ,geometrik orantılar ilkesini,daha doğrusu kendi adını taşıyan teoremi bulmuş oluyordu.Unutmuş olan herkese asımsatalım onu:


Paralaller homolog orantılı doğru parçalarını iki sekant üzerinde keserler.


Piramidin durumunda paraleller güneşin ışınlarıydı.Sekantlar ise sırasıyla asadan ve piramidin yüksekliğinden geçen çekül doğrultularıydı. Eldeki dört veriden (asanın gölgesi,piramidin gölgesi,asanın yüksekliği) ilk üçü bilinmekteydi:Orantıların sırrı sayesinde de dördüncüsünü de bulmak kolaydı.


Günümüz geometrisinin başka dört temel teoremi de yine Thales’e malledilmektedir:

Daire ,çapıyla iki eşit parçaya bölünmektedir.
İkizkenar bir üçgenin tabanındaki açılar eşittir.
İki doğru çizgi kesişirse doruktaki ters açılar birbirine eşittir.
Bir yarım daiere içindeki açı,diktir.

Söylendiğine göre Thales bu önermeyi bulunca öyle sevinmiş ki,tanrılara bir öküz kurban etmiş. Yine Thales’in üçgenlerin ilk benzeşinin hali’ni de bildiğini -ya da bulmuş olduğunu- kabul etmek gerekerek: Bütün açıları eşit olan üçgenlerin içinde,eşit açıların çevresindeki kenarlar homologtur.


Gerçekte,denizdeki bir geminin uzaklığını hesaplama olanağını veren yöntem,bu önerme üzerine kurulmuştur ve bunun bulunuşu ona mal edilmektedir. Gözlemci bir kulenin tepesine çıkar,kulete saptanmış bir çeşit sürgülü kompasla gemiyi gezler. Yapılacak bütün iş (aygıtın gönyesinin oluşturduğu ) biri bilinen iki homolog üçgen çizmektedir. Öbürünün bir kenarı (yani kulenin yksekliği ) ise bilinememektedir.


Geometri ve astronomi bilimlerinin dev adamı ,evren-doğumun -dahi olmakla birlikte – mutsuz yenileyicisi ve hepsinin üstünde de bilimsel zihniyet’in yaratıcısı olan Thales ,böyle bir adamdır işte.

 Başardığı işler yanlış olarak- öğrencileri -diye adlandırılan,aslında ise onun devamcıları olan Anaksimandros’la Anaksimenes tarafında sürdülecektir.Bu filozof bilginlerin katkılarını anlatmak,bu incelemenin çerçevesini aşar.Kendilerine ilk bilgiyi veren ustaları gibi onlar da doğa olaylarını mantığa uygun,akılcı biçimde açıklamağa önem vermişlerdir.


Örneğin Anaksimandros,kendi ” bilimsel” yöntemi uyarınca (Homeros ve Hesiodos’la ne çelişki!) gök gürültüsünün ve şimşeğin mekanizmasını şöyle açıklamaktadır:Rüzgar yoğun bir bulutun içinde kapalı kalıp da dışarıya fırlamayı başardı mı,kendisini saran ” zarı” büyük bir gürültüyle yırtar;meydana gelen yırtık,bulutun koyu renk zemini üzerinde(saydam olarak) kısa bir an için şimşek biçiminde görünür.


Anaksimenes ,ise gökkuşağının -bu “iris” atkısının nasıl oluştuğunu,tabii onu örten şiirsel peçeyi çekip alarak ,şöyle anlatır:Olay,güneş ışınlarının delip geçemediği kalın ve yoğun bir bulutun üzerine bu ışınların yansımasıyla meydana gelir.Işınlarla ısınan alt bölümler ise daha az sıcak olduklarından ,koyu renk kalırlar.Açıklama biraz karışık ama içinde prizma kavramı yine de eksik değil.


İlk ‘bilimsel deney ‘ kavramını ,yan, yapay olarak ortaya kona bir olayın gözlemini (MÖ 550’lerde yaşamış olan )Anaksimenes’e borçlu bulunmaktayız. Söylendiğine göre ,elin sırtına yavaşça üflendiğinde soğuk sıcak,kuvvetlice üflendiğinde soğuk gibi görünür.Bununla ilgili olarak yaptığı açıklama yanlıştır ama bir “deneye dayanan denetim” fikri geçerlidir.)


Ve Atina ‘dan geçmek gibi bir ayrıcalığı olan 38. Paralelin dolaylarında bilimsel hareket sürecek,uygarlığın iletken teli rolünü yapacaktır. Anaksimenes gidip Pitagoras’la buluşacak ,onun her yana dağılan öğrencileri de tüm antik dünyaya meyvelerinin eşsiz bir tadı olan bilim ağacının tohumlarını ekeceklerdir.


Işın pratik yönüne önem veren kimseler,yani olayların ancak yararlı yanını görenler,yarım düzine geometri teoremiyle birkaç tane yalan yanlış açıklamanın ün kazanmak için pek az şey olduğunu düşünerek omuzlarını silkecekelerdir.


Fakat bu düşüncenin ne önemi var?Thales bilimin mucidi,bitmiş olmaktan uzak bulunan bir yapının henüz şekillenmemiş temel taşı olarak kalmaktadır.

 Kendi ünü bakımından Thales dünyamıza çok geç gelmiştir.Altı yüzyıl önce;Herakles’in ya da Asklepios’un zamanında ortaya çıkmış olsaydı Yunanlıların işlek muhayyileleri onu bir kahraman yapardı.

 matder.org.tr


Cahit Irgat - Halk

 
Halkın azını aldatırsınız
Her zaman,
Halkın çoğunu aldatırsınız
Zaman zaman,
Ama halkın tümünü?
Hiçbir zaman
Hiçbir zaman.
 
 

Ahmet Haşim - Merdiven



Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden

Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak

Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak…

Sular sarardı… Yüzün perde perde solmakta

Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta…

 

Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller

Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller

Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?

Bu bir lisân-ı hafîdir ki rûha dolmakta

Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta…

 

 

 

 

Tanzimat sonrasında Türk şiirinin önde gelen şairlerinden biri olan Ahmet Hâşim’in hayatı, şahsiyeti ve sanat anlayışına kısacık da olsa değinmeden “Merdiven” şiirini tahlil etmenin uygun bir davranış olmayacağı kanaatindeyiz.

Şiirin anlaşılması geniş ölçüde şâirin hayatıyla bağlantılı olduğu için konuya Haşim’in hayatı ve şiir dünyasıyla başlamak istiyorum. Ahmet Hâşim 1884 yılında Bağdat’ta dünyaya gelir. Mutasarrıf Arif Bey’in oğlu olan Hâşim’in anne tarafından da ilmiyye sınıfıyla yakınlığı olduğunu görüyoruz. Babasının mesleği gereği kısa süreli varyantlarla değişik bölgelerde bulunan şairin, eğitimi ve yetiştirilmesi konularında meydana gelen aksamalar zamanla ciddi sıkıntılar oluşturmuştur. On iki yaşlarında İstanbul’a gelen Hâşim, eğitimindeki kopuklukların neticesi olarak Türkçe’yi güçlükle konuşabilmektedir. Bu durum, kendine uygun ortam ve çevre edinme konusunda şâir için olumsuz bir yaklaşımdır. Bunun bilincinde olan Hâşim, bu yıllarda edindiği çevre ve arkadaş gruplarıyla Galatasaray Lisesi öğrencilik yıllarını iyi değerlendirir. Özellikle taşradan gelmiş olmanın verdiği sıkıntılı atmosferden uzaklaşarak şiire başlayışı ve sanatçı dostlar edinişi, lisedeki öğrencilik yıllarına tekâbül eder.

Hâşim liseyi bitirdikten sonra bir yandan hukuk tahsiline, diğer yandan da reji idaresi memurluğuna başlar. İzmir Sultânisi Fransızca Öğretmenliği teklifini kabul ederek hayatına yeni bir yön veren şâir, Duyûn-ı Umumiye memurluğu, Harp Akademisi ve Mülkiye Mektebi’nde öğretmenlik görevlerinde de bulunur.

Sanatının en verimli çağında yakalandığı amansız bir hastalık, 4 Haziran 1933’te O’nu bizlerden ayırmıştı. Hâşim’in ölümü üzerine O’nu yakından tanıyanlardan Abdülhâk Şinasi HİSAR, sevmeye ve sevilmeye doyamamış olan şairin, ölümden korktuğunu ifade ederek şunları söylemektedir:

“Ahmet Hâşim, şiiri her şeyin fevkinde düşünürdü. Şiir, onca hayatın ve dünyanın icmalini yapan bir tat, bir iksirdi. Şiiri ondan çok seven bir adam görmedim.”

Hâşim’in yaşam felsefesini şiirlerinden yola çıkarak algılamak mümkündür. O, son derece gururlu, zor beğenen, eleştiriye kapalı, acınmaktan nefret eden bir mizaca sahipti. Bu özellikleri ve içe kapanıklığı onu çevresine ve hayata kuşku ile bakan bir şahsiyet haline getirmişti. Sanatçının sanat hayatında ve şahsi yaşamında bu septik yaklaşımı ve bedbin yaşam felsefesini görüyoruz. Bu bakımdan Hâşim’in şiirleriyle iç dünyası ve ruhsal yapısı arasında ciddi paralellikler olduğunu söyleyebiliriz.

Zaman ve hadiselerin haşin, hırçın ve uyumsuz bir insan yaptığı Hâşim, bu durum karşısında kendisine yaşamak için “hayâlî” bir alem kurar. Hayal kavramı aynı zamanda sanatçının söyleminin ve ferdi psikolojisinin de anahtarını oluşturmaktadır.

Şairlerin sanat eserlerinde ekseriyetle ferdi hislerinin terennümü içinde olduklarını görüyoruz. Bu terennümde, şiiri oluşturan şekil ve ahenk unsurlarından geniş ölçüde yaralanmış olmaları sanat eserinin değerini arttırmaktadır. Sanatçı kullandığı kelimeleri özenle seçer ve bunlarla şiirini bir kanaviçe gibi işler. Sanat eserinin sırlarını ancak kendisine hususi sualler soranlara açacağını ifade eden M. Kaplan, tahlil çalışmalarının ehemmiyetini dile getirmektedir.

İşte, biz de Hâşim’in “Merdiven” şiirinin kendine has dünyasına bu zaviyeden bakmanın yararlı olacağını düşünüyoruz. Şair öncelikle diğer şiirlerinde olduğu gibi Merdiven şiirinde de akşamı ve güneşin batışını konu olarak seçmektedir. Şiirin genelinde tasvir edilen tabloda kızıl renk ve onun diğer tonlarının ağır bastığını görüyoruz.

Hâşim, sanatçı yönü itibarı ile hep sarı, kırmızı ve kara renklerini kullanan bir kişiliğe sahipti. Kırmızıyı kızıl, kan, gül ve alev gibi kelimelerle ifade etmektedir. Şair eserlerinde akşamın alev ve kan kızıllığı ile kendi evrenini süslemektedir.

Dış dünyaya ait olan sular, ağaçlar, kuşlar kısaca bütün tabiat akşam vakti bambaşka bir görünümdedir. Şiirde bu anın şairin hayalinde uyandırdığı izlenimlerle yeniden biçimlendiği görülmektedir.

Hayattan umduğunu bulamayan insan arkasında bir yığın üzücü hatıra bırakarak ömrünün sonuna doğru yaklaşır. Akşamın ve güneşin batışının verdiği hüzün onu çaresizlik içinde yaşlı gözlerle semaya bakıtır. Aynı düşünce yoğunluğunun Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi” şiirinde;

“Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli

Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli”

dizelerinde de tema ve söyleyiş yönüyle pek farklı olmadığını söylemek mümkündür. Batan güneşin kızıllığında sular sararmış, yüzler solmuştur. Güneşin ışıkları gibi yaşama gücü ve güzel umutlar, yavaş yavaş yok olmaktadır.

Şiirin ilk bölümünde insan hayatı olan ömür bir merdivenle biçimlendirilmektedir. Ağır ağır çıkılan merdivenler, insan olarak hayatımızın geride kalan yıllarının ifadesidir. İnsanın çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık devreleri göz önüne alındığında şiirin son devreyi yansıttığını görüyoruz. Çünkü geride bırakılan her dakika, insanı ölüm gerçeği ile yüz yüze getirmektedir. Şair bu keyfiyeti bizlere sanatçı kimliğini konuşturarak tabiattan aldığı ağaç, ağlamak ve sararmış yaprak gibi kavramlarla çağrışım yaptırmaktadır. İnsanın, hayatının son dönemlerindeki fiziki görünümündeki değişimler şairin ifadesinde, yüzlerin perde perde solması şeklinde belirtilmektedir.

Bu umutsuzluğun, sıkıntının ve bıkkınlığın duyurulmaya çalışıldığı şiirde zaman güneşin gurûba meylettiği akşam vaktidir. Umutsuzluk, bıkkınlık ve hüzün “bir lisân-ı hafî” gibi insan ruhunu doldurmakta ve onu karamsarlığa sürüklemektedir. Şaire göre bunu anlamak ve anlatmaksa oldukça güç bir durumdur.

Hâşim, şiirlerinin çoğunda olduğu gibi burada da akşamın ve batan güneşin etkisindedir. O’nun, realitenin silindiği bu anlara sığınması, gerçek hayatta bulamadığı yakınlığı, hayal dünyasında oluşturduğu itibari âlemden beklediği içindir. Nazan Güntürkün bu sığınmanın gerçekte avuntudan öte bir şey olmadığını ifade eder.

Hâşim’in sevmediği kendi varlığının dışına çıkma isteği “Merdiven” şiirinde de âşikârdır:

“Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden”

Bu çıkış, bu yükseliş onu bulunduğu yerden kurtaracaktır. Yine “Yollar” ve “O Belde” şiirlerinde de bu duyguyu hissetmekteyiz. Hâşim, sonuçta kendi yarattığı aleme erişememiştir. Bu istek “Yollar” şiirinde de, gecenin inen zalim karanlıklarıyla yarıda kalır. Biz bu ulaşamayışın üzüntüsünü işte “Merdiven” şiirinin üçüncü mısraında görmekteyiz:

“Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak”

Hâşim’in ölünceye kadar madde ile ruh arasında kararsız gezintiler yapan büyük bir çocuk olarak kaldığı görüşünün eserlerinden hareketle yola çıkıldığında isabetli bir karar olduğu kanaatindeyiz.

Şiirin ikinci kısmında mermer bir havuz, akşam güneşinin de tesiri ile tunç rengini almıştır. Bu havuzun içindeki sular ve bütün tabiat yanar haldedir. Tabiat da umutsuz, bıkkın insan gibi batan güneşle beraber gecenin, karanlığın hüznünü yaşamaya hazırlanmaktadır.

Şair burada müzikle resmi birleştirmektedir. Şiirdeki ahenk kulağımıza hoş gelirken, kelimelerle de gözümüzün önünde bir tablo çizilmiştir. Hâşim, şiirde mûsikî ve resme önem veren bir sanatçıdır. Şiirde mânâdan ziyade kelimelerin söyleyiş özelliğine yönelir. Çünkü O, sözün mananın zarfı olduğu ve şiirin sözden ziyade mûsikîye yakın olduğu görüşündedir. “Merdiven” şiirinde duyguların açıkça belirtilmediğini, bir takım sembollerle Hâşim’in gizli bir duyguyu ifadeye çalıştığını gözlemliyoruz. Bu yaklaşım, O’nun sembolik sanatın türlü yorumlara yol açan niteliğine bağlı kaldığı görüşünü de doğrular mahiyettedir.

“Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller

Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller

Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?

Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta

Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta…”

Akşamın böylesi ancak bazı ruhlara dolan gizli bir söyleniş ve gizli bir anlaşmadır. Zira Hâşim’e göre mânâ, âhengin telkinâtından başka bir şey olarak da görülmemektedir.

Dönemine göre sade bir dil ve akıcı bir üslûpla yazılan şiirde, anlam yoğunluk kazanmıştır. Şair akıcılığı bozmadan edebi sanatlardan da istifade etmiştir.

“Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?”

dizelerinde akşam güneşinin ışıklarının suya yansımasıyla suyun yanıyor gibi görünmesi, beyaz mermerin aynı sebeple koyu kızıl bir renk alması, güneşin durumu itibariyle doğal bir olaydır. Ancak şair bilinen türden bu olayları bilmezlikten gelerek “tecâhül-i ârif” sanatı yapmıştır. Yine;

“Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller”

dizesinde anlamı güçlendirmek için gülün akşam güneşiyle aldığı renk kan rengine benzetilmiştir. Ayrıca, gülün daldaki duruşu ve renginin de kanayan yaraya benzetilmesi şiirdeki âhengin sağlanmasında gösterilen hünerin şiir diline yansımasıdır.

Cemil Meriç, şiirle mûsikînin bir elmanın iki yarısı olduğu görüşünden hareketle mûsikînin saf, şiirin karışık, mânânın âhenkle izdivacı olduğunu ifade eder. Realist bir gözle bakıldığında “Merdiven” şiirinde de şiirle mûsikînin içiçe olduğu görülür. Şiir aruzun (Me fâ i lün / fe i lâ tün / me fâ i lün / fa’lün) kalıbıyla yazılmıştır. Şiirde baştan sona “r” sesinin hakimiyeti ve tekrarı mûsikînin oluşmasında etkili olmuştur: Ağır ağır, bir, merdivenlerden, eteklerinde, rengi, yaprak, ağlayarak, perde perde, ruha, seyret, arza, kanar, güller, mermer, …vs.

Şiirde kafiyeler sağlam ve eksiksizdir. Rediflerse canlı ve eylemlerin devamlılığını hissettirmektedir: Olmakta, dolmakta, solmakta,…vs. örnekler bizi doğrular yapıdadır. “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden” dizesi basit bir emir cümlesi gibi görünse de hakikatte âhenk ve çağrışım yüklüdür. Buradan hareketle şairin şiir dilini yakaladığı kanaatindeyiz. Şiiri okudukça, bize “yeter artık” dedirtmeyen duyguyu şiirin kendi lisanında buluyoruz.

Şiire genel çerçevesi içerisinde bakıldığında ilk dikkati çeken hususlardan birisi canlı bir tabiat tasviridir. Hâşim’in kelimelerle çizdiği bu hârikulâde manzara O’nun bir ressam kadar ince ruhlu oluşunu gösterir. A. Hamdi Tanpınar, Hâşim’in bu yönüyle ilgili kanaatini, “…belki acemi ve biraz kekeleyen bir lisanla da olsa hilkat onu bir nev’i ressam yaratmıştı,” şeklinde ifade etmektedir.

Şairin bulunduğu ortam, dış mekan, batan güneşle birlikte karanlık bir geceye hazırlanıyor. Bu hazırlanmada karamsarlık, tedirginlik, üzüntü ve korkunun, hayatının son demlerine gelmiş, hazanlarını yaşayan insanların hâlet-i ruhiyelerindeki manevi baskısını ve vicdani sorumluluğunu hissetmekteyiz. “Merdiven” de, ancak muhteva ve şairinin duygu dünyası ile izah edilebilir. Hâşim, seçtiği kelimeler ve bu kelimelerin yan yana gelişinden doğan âhenkle, kullandığı renklerle ve çizdiği tablolarla kendi dünyasında oluşturduğu îtibâri âlemin kapılarını bizler için aralamaktadır. Bize de samimiyetle o kapıdan içeri adım atarak Hâşim’in iç dünyasına kısa süreli de olsa konuk olmak düşüyor.

ARŞ.GÖR.İLYAS YAZAR

Franz Kafka - Açlık Sanatçısı

"Açlık Sanatçısı" (Almanca: "Ein Hungerkünstler"), Franz Kafka'nın ilk defa 1922'de Die neue Rundschau adlı edebiyat dergisinde yayımlanan hikâyesidir. Hikâye ayrıca Kafka'nın kendisi tarafından yayın için hazırladığı son hikâye koleksiyonu olan Açlık Sanatçısı (Ein Hungerkünstler) içinde de yer almaktadır. Sanatını takdir edenlerin sayısında düşüş meydana gelen bir açlık sanatçısı olan hikâyenin protagonisti, Kafka'nın arketipik bir yaratımıdır: Birey büyük ölçüde toplum tarafından yalnız bırakılır ve mağdur edilir.

"Açlık Sanatçısı", ilk olarak 1922'de periyodik olarak Die neue Rundschau dergisinde yayımlandı ve aynı ada sahip hikâye koleksiyonunda daha sonra dahil edildi. Ölüm, sanat, tecrit, asketizm, manevi yoksulluk, yararsızlık, kişisel başarısızlık ve insan ilişkilerinin yolsuzluğu gibi bilindik Kafka temalarını işlemektedir.

 "Açlık Sanatçısı", üçüncü şahıs anlatımıyla geriye dönük olarak anlatılmaktadır. Anlatıcı, "günümüz"den birkaç on yıl öncesine, halkın profesyonel açlık sanatçısına, günlerce oruç tutan bir halk sanatçısına hayran kaldığı bir döneme bakmaktadır. Daha sonra bu tür gösterilere olan ilgi azalmaktadır.

Hikâye "açlık sanatçısı"nın genel bir tanımıyla başlar ve daha sonra hikâyenin ana kahramanı olan tek bir sanatçı ile anlatım daraltılır. Açlık sanatçısı, meraklı izleyicilere yönelik bir kafeste yer alır ve gizlice yemek yemediğinden emin olan nöbetçiler (genellikle üç kasap) tarafından izlenir. Bu tür önlemlere rağmen çoğu, bazı nöbetçiler de dahil olmak üzere, açlık sanatçısının gizliden bir şeyler yiyip hile yaptığını düşünür. Bu tür kuşkular açlık sanatçısını kızdırır ve menajeri (ya da "impresario") tarafından orucunun kırk gün sürmesi istenmektedir. Menajer, kırk günden sonra halkın açlık sanatçısına olan ilginin kaybolduğu konusunda ısrar eder. Ancak açlık sanatçısı, zaman sınırını, süresiz oruçtan kendi rekorunu kırmasını engellediği için sıkıcı ve keyfi bulur. Orucun sonunda açlık sanatçısı, tiyatral bir tantanayla kafesinden çıkarılıp yemek yiyeceği yere kadar taşınır fakat açlık sanatçısı bu iki durumdan da memnun değildir.

Bu gösteriler, sanatçının sağlığına kavuşması aralıklarıyla yıllarca devam eder. Şöhretine rağmen, açlık sanatçı memnun değildir ve yanlış anlaşıldığını hisseder. Görünüşte melankolisini gözlemleyen bir seyirci onu kontrol etmeye çalışırsa öfkelenerek kafesinin parmaklarını sallar. Menajer, izleyicilerden özür dileyerek bu sinir patlamasının oruçtan kaynaklandığını belirtir ve açlık sanatçısını cezalandırır. Açlık sanatçısının yaptığından daha fazlasına dayanabileceğinden bahseder fakat bir önceki orucun sonunda neredeyse ölecek gibi olan açlık sanatçısının fotoğrafını göstererek bu iddiayı çürütür. Açlık gösterisinin zamansız sonlandırılmasının sonucu olan bir durumu, menajer, sonlandırılmasının nedeni olarak gösterir. Açlık sanatçısı, menajeri dinlemek için kafesin parmaklarına yaslandığında menajerin o resimleri çıkarmasıyla parmaklıkları hemen bırakır. 

Yıllar geçer ve bir gün açlık sanatçısı kendini izleyen kitlenin giderek azaldığını, izleyicilerin eğlenceyi başka yerlerde aramaya başladıklarını görür. Menajer, açlık sanatçısını yanına alır ve birlikte yeni izleyiciler bulmak adına Avrupa'nın yarısını gezdikleri bir turneye çıkarlar. Fakat izleyiciler artık gösterilerine ilgi göstermez. Açlık sanatçısı, menajeriyle yollarını ayırıp eskisinden daha uzun süre aç kalacağı bir sirkte işe başlar. Eskisi gibi ilgi odağı olmadığından kafesi sirkin dışındaki ahırların yanına konur. Sirkteki gösterilere verilen aralarda hayvanları görmek için ahırlara giden insanlar, açlık sanatçısının önünde biraz duraklar fakat arkadan gelenlerin öndekileri ittirmesiyle açlık sanatçısı izleyicilerini kaybeder. İlk zamanlar halkın geçişini dört gözle bekleyen açlık sanatçısı zamanla halkın neden olduğu gürültüden rahatsız olur ve hayvan ahırlarından gelen kötü koku, hayvanların sesi, hayvanlara götürülen çiğ etlerin önünden taşınması, hayvanların beslenirken çıkardıkları sesler içini burur ve hüznünü artırır. Sonunda açlık sanatçısı tamamen göz ardı edilir. Kimse, sanatçının kendisi dahil, aç kalınan günleri artık saymaz. Bir gün bir yönetici, açlık sanatçısının kafesindeki kirli samanı fark eder. Kafesin neden kullanılmadığını merak eder. Görevlilerle kafesi incelediğinde açlık sanatçısını neredeyse ölmek üzere bulurlar. Ölmeden önce affedilmeyi ister ve tadı hoşuna gidecek bir yiyecek olmadığı için çaresiz aç kalmak zorunda olduğunu ve bundan ötürü açlık gösterisinin beğenilmemesinin daha doğru olacağını söyler. Açlık sanatçısı öldüğünde otlarıyla birlikte taşınır ve yerine bir panter konur. Panteri izlemeye gelen seyirciler açlık sanatçısına göre daha fazladır. Bunun nedeni de panterin hayattan daha fazla keyif almasıdır. Hikâyede ayrıca panterin canı ne isterse verildiğinden bahseder. Bu da okuyuculara birçok açıdan yorumlanabilecek bir ipucudur. 

tr.wikipedia.org 

The Best of Bizet

 Album Best of Bizet , Georges Bizet by Various Artists | Qobuz: download  and streaming in high quality 

 The Best of Bizet - YouTube