26 Temmuz 2021
Artists
Aldous Huxley - Kadim Felsefe
Eckhart ve Buddha’dan Gazali ve Mevlana’ya kadar, içsel aydınlanmanın en önemli üstatlarından yapılan alıntılarla çok önemli bir antoloji görevi de görüyor.
* * *
-bu ifade Leibniz tarafından kullanıma sokulmuştur; fakat ifadenin işaret ettiği kavram şeylerin, yaşamların ve zihinlerin dünyasından daha hakiki bir ilahi Gerçekliği tanıyan metafizik; ruhta, ilahi Gerçekliğe benzer, hatta onunla özdeş bir şey bulan ruhbilim; insanın nihai ereğini, tüm varlığın içkin ve aşkın İlkesinin bilgisinde bulan etik- ezeli ve evrenseldir. Kadim Felsefe’nin esası, dünyanın tüm bölgelerindeki ilkel insanların geleneksel kültürleri arasında bulunabilir.ve bütünüyle gelişmiş biçimleriyle, her bir semavî dinin içinde bir yere sahiptir. Bu En Yüksek Ortak Faktör’ün, tüm önceki ve sonraki teolojilerin içindeki bir biçimi, ilk defa yirmi beş yüzyıl kadar önce yazıya dökülmüştür ve bu tüketilemez konu o zamandan bu yana, her dinî geleneğin kendine has bakış açısından, Asya ve Avrupa’nın tüm başlıca dillerinde tekrar tekrar işlenmiştir. İlerleyen sayfalarda, esas olarak önemli oldukları için -zira bunlar Kadim Felsefe’nin genel sistemindeki belirli bir noktayı başarılı bir şekilde örneklemiştir ve bunun yanı sıra iç güzellikleri ve hatırlanabilirlikleri nedeniyle, bu yazılar arasından seçilmiş bir dizi seçkiyi bir araya getirdim. Bu seçkiler pek çok farklı başlık altında düzenlenmiş, örneklemeyi ve birleştirmeyi, geliştirmeyi ve gerekli olduğu yerde açıklamayı amaçlayan benim kendi yorumuma, deyim yerindeyse, gömülmüştür.
Bilgi, varlığın bir işlevidir. Bilenin varlığında bir değişme olduğunda, bilmenin doğasında ve miktarında da buna tekabül eden bir değişme olur. Örneğin, bir çocuğun varlığı, büyüme ve eğitimle bir adamın varlığına dönüşür; bu dönüşümün sonuçları arasında, bilme yolu, öğrenilen şeylerin miktarı ve niteliğinde gerçekleşen devrim niteliğinde bir değişim de vardır. Birey büyüdükçe bilgisi daha kavramsal ve şeklen sistematik hale gelir ve bu bilginin gerçeklere dayanan, faydacı içeriği de devasa ölçüde artar. Fakat bu kazanımlar, doğrudan idrakin niteliğinde gerçekleşen bir bozulmayla, sezgisel gücün körelmesiyle ve kaybıyla karşı karşıya kalarak dengelenir. Ya da bir bilim adamının, elindeki gereçler yoluyla, mekânik olarak teşvik edebildiği değişimi düşünün. Bir tayfölçer ve altmış inçlik bir reflektörle donanmış bir astronom, görme yeteneği açısından insanüstü bir yaratık haline gelmiştir. Doğal olarak bizim de bekleyebileceğimiz üzere bu insanüstü yaratık tarafından sahip olunan bilgi, desteksiz ve çıplak gözleriyle yıldızlara bakan bir başkasının edinebileceğinden hem nitelik hem de nicelik açısından çok farklıdır. Bilenin fizyolojik ya da entellektüel varlığındaki değişimler, bilenin bilgisini etkileyen biricik şeyler değildir. Bildiğimiz şey, aynı zamanda, ahlâki varlıklar olarak, kendimizden yaratmayı seçtiğimiz şeye de bağlıdır. “Pratik,” William James’in ifadesiyle, “teorik ufkumuzu değiştirebilir ve bunu çift yönlü bir yoldan yapar:Yeni dünyalara götürebilir ve bize yeni güçler verebilir. Olduğumuz gibi kalmakla asla elde edemeyeceğimiz bilgiye, ahlaken ulaşabileceğimiz büyük güçlerin ve yüce bir yaşamın sonucuolarak varılabilir.” Konuyu kısaca özetlemek gerekirse, “Kalpleri saf olanlar kutsanmıştır, zira onlar Tanrı’yı göreceklerdir.” Aynı fikir, Tasavvuf şairi Mevlana Celaleddin. Rumi tarafından, bilimsel bir metafor çerçevesinde ifade edilmiştir: “Aşk, Allah sırlarının usturlabıdır.” Bu kitap, tekrar ediyorum, Kadim Felsefe’nin bir antolojisidir; fakat, bir antoloji olmasına rağmen, profesyonel edebiyatçıların yazılarından sadece birkaç alıntı içermekte, ve bir felsefeyi örnekliyor olmasına rağmen, meslekten filozofların yazdığı hemen hemen hiçbir şeye yer vermemektedir. Bunun nedeni çok basittir. Kadim Felsefe, esasen, şeylerin, hayatların ve zihinlerin çok yüzlü dünyasından daha hakiki olan tek tanrısal Gerçeklikle ilgilenir. Fakat bu tek Gerçekliğin doğası öyledir ki, kendilerini sevgi dolu, kalben saf ve ruhen Tann’ya muhtaç kılarak bazı şartlan yerine getirmeyi seçmiş olanlar dışında kimse tarafından doğrudan ve anında idrak edilemez. Bu niçin böyle olmak zorundadır? Bilmiyoruz. Şevsek de sevmesek de, inanılmaz ya da ihtimal dışı görünseler de, bu, kabul etmemiz gereken gerçeklerden sadece biridir. Gündelik deneyimimiz dahilinde hiçbir şey bize suyun hidrojen ve oksijenden oluştuğunu düşünmemiz için bir neden sunmaz, ancak suyu bazı çok zorlu işlemlere tâbi tuttuğumuzda yapıtaşı elementlerinin doğası ortaya çıkar. Benzer bir şekilde, gündelik deneyimimiz içinde hiçbir şey, ortalama insanın zihninin, bileşenlerinden biri olarak, bizim çok yüzlü dünyamızdan daha hakiki bir Gerçekliği andıran ya da onunla özdeş bir şeye sahip olduğunu düşünmemiz için çok fazla neden sunmaz. Ancak aynı şekilde bazı çok zorlu işlemlere tâbi tutulduğunda, zihin de, en azından zihni kısmen bir araya getiren tanrısal öğe sadece kendisine değil, dışarıdaki davranıştaki yansıması vasıtasıyla diger zihinlere de görünür olur. Maddenin özel doğasını ve barındırdığı potansiyelleri ancak fiziksel deneyler yaparak keşfedebiliriz. Zihnin özel doğasını ve potansiyellerini ise ancak ruhbilimsel ve ahlâki deneyler yaparak keşfedebiliriz. Bedenselliğe dayalı ortalama yaşamın sıradan şartlarında zihnin bu potansiyelleri gizli kalır ve ortaya çıkmaz. Eğer bunları gerçekleştireceksek, deneyimin deneysel açıdan geçerli olduğunu kanıtladığı belli şartlan yerine getirmeli ve belli kurallara itaat etmeliyiz. Meslekten filozof ve edebiyatçılara gelirsek, sadece bir kaçının dolaysız ruhsal bilginin gerekli şartlannı yerine getirmek bakımından yeteri kadar şey yaptıklanna dair kanıtlar mevcuttur. Şairler ya da metafizikçiler Kadim Felsefe’nin ana konusundan bahsettiklerinde, bu, genelde ikinci ağızdan bir değerlendirmedir. Fakat her çağda, acı bir deneysel gerçek olarak böylesi dolaysız bir bilginin edinilebilmesinin tek koşulu olan bu şartlan yerine getirmeyi seçmiş bazı insanlar olmuştur ve bu az sayıda insan, böylece kavramaya muktedir kılındıklan Gerçekliğe dair açıklamalar bırakmışlar ve tek bir kapsamlı düşünce sistemi içinde, bu deneyimin verili gerçeklerini diğer deneyimlerinin verili gerçekleriyle ilişkilendirmeye çalışmışlardır. Kadim Felsefe’yi ilk elden yorumlayan bu insanlara, onları tanıyanlar genellikle “ermiş”, “peygamber”, “bilge” ya da “aydınlanmış olan” gibi isimler vermişlerdir. Bahsettikleri şeyleri bildiklerini düşündürtecek haklı sebepten dolayı, seçkilerimde meslekten filozoflara ya da edebiyatçılara değil, ağırlıklı olarak bu insanlara başvurdum. Hindistan’da iki tür kutsal metin vardır: Shruti ya da nihai Gerçekliğin doğrudan kavranışınm ürünü oldukları için kendi başlarına otorite olan, ilhamla yazılmış metinler; ve Shruti’ye dayanan, sahip oldukları yetkeyi Shruti’den alan Smriti. “Shruti”, Shankara’mn ifadesiyle “dolaysız algıya dayanır. Smriti’nin girişe benzer bir işlevi vardır, zira Smriti, giriş gibi yetkesini kendinden başka bir otoriteden alır.” O halde bu kitap, açıklayıcı yorumlar içeren, pek çok mekâna ve zamana ait Shruti’ler ve Smriti’lerden alınmış pasajlardan oluşan bir antolojidir. Ne yazık ki, geleneksel kutsal metinlerle aşinalık, küçümsemeye değil ancak pratik amaçlar göz önüne alındığında neredeyse o kadar kötü olan bir şeye sebep olmaktadır başka bir deyişle, bir çeşit saygıyla kanşık bir aldırışsızlığa, bir ruh bilinçsizliğine, kutsal sözcüklerin anlamına karşı içsel bir sağırlığa. Bu nedenle, Kadim Felsefe’nin doktrinlerini Batı’da ifade edilmiş halleriyle örnekleyen malzemeyi seçerken, neredeyse her zaman, Incil’den daha farklı kaynaklara başvurdum. Alıntılar yaptığım bu Hıristiyan Smriti, kanonik kitapların Shruti’sine dayanmaktadır fakat onlardan daha az bilinir ve dolayısıyla daha gerçek, ve tabiri caizse daha duyulur olmanın, büyük avantajına sahiptir. Dahası, bu Smriti’nin büyük bölümü, hakkında konuştukları şeyi ilk elden bilmek için kendilerini kabiliyetli kılmış, hakikaten azizleri andıran insanların eseridir. Sonuç olarak, bu yazılar, kendi başlarına ilhamla yazılmış ve kendi kendini geçerli kılan bir tür Shruti olarak bu gün İncil kanonuna dahil edilen metinlerin çoğundan çok daha yüksek bir seviyede görülebilir.
Son yıllarda, bir deneysel teoloji sistemini çözüme ulaştırmak yolunda bir dizi girişimde bulunulmuştur. Fakat Sorley, Oman ve Tennant gibi yazarların zekâlarına ve entellektüel güçlerine rağmen, bu çabalar kısmen başarıya ulaşmıştır. En yetenekli yorumcularının elinde bile, deneysel teoloji, özel olarak ikna edici değildir. Bunun nedeni, bana göre deneysel teologların, dikkatlerini hemen hemen sadece, daha eski bir ekolden teologların “yenilenmemiş”olarak adlandırdıkları, insanların deneyimiyle yani, ruhsal bilginin gerekli şartlarını yerine getirmede çok ileri gitmemiş insanların deneyimiyle- sınırlandırmış oldukları gerçeğinde aranmalıdır. Fakat dindarlığın iki ya da üç bin yıllık tarihi boyunca tekrar tekrar onaylanmıştır ki, nihai Gerçeklik, kendilerini sevgi dolu, temiz kalpli ve ruhen Tanrı’ya muhtaç kılmış insanlar haricinde açıkça ve aracısız kavranılamaz. Bu böyle olduğu için, iyi, sıradan ve yenilenmemiş insanların deneyimine dayalı bir teolojinin son derece güçsüz inanç taşımak durumunda olması pek de şaşırtıcı değildir. Bu tip bir deneysel teoloji, çıplak gözlü gözlemcilerin deneyimine dayanan bir deneysel astronomiyle tam olarak aynı dayanak noktasına sahiptir. Desteksiz gözle, Avcı Takımyıldızı içinde küçük, zayıf bir leke algılanabilir ve hiç kuşkusuz görkemli bir kozmolojik teori bu lekenin gözlemlenmesi temeline dayandınlabilir. Fakat böylesi kuramlaştırmalar ne kadar çok ve ne kadar ustaca yapılmış olursa olsun, bize galaktik ya da galaksi dışı nebulalar hakında, hiçbir zaman iyi bir teleskop, fotoğraf makinesi ve tayfölçer yoluyla doğrudan gözlemin anlatabileceği kadar çok şey anlatamaz. Benzer biçimde, çok katmanlı dünyanın sıradan, yenilenmemiş deneyimi içinde belli belirsiz yakalanabilecek böylesi ipuçları hakkındaki hiçbir kuramsallaştırma, bize, tanrısal Gerçeklik hakkında, kayıtsızlık, iyilik ve alçakgönüllülük içindeki bir zihin tarafından dolaysızca idrak edilebileceği kadar çok şey anlatamaz. Doğa bilimi deneyseldir; ama kendini, insan varlıklarının salt insani, değiştirilmemiş şartlar altındaki deneyimine hapsetmez. Deneysel teologların niçin kendilerini bu yetersizlik karşısında boyun eğmek zorunda hissettikleri meçhuldür. Elbette, deneysel deneyimi bu derece insani sınırlara hapsettikçe, en yüksek çabalarının bile daima etkisizleştirilmesine mahkûmdurlar. Hiçbir zihin, ne kadar parlak bir yeteneğe sahip olsa da, değerlendirmeyi seçmiş oldukları malzemeden, bir dizi imkândan, ya da en iyi ihtimalle, aldatıcı bir dizi olasılıktan daha fazlasını çıkartamaz. Doğrudan farkındalığın kendi kendini geçerli kılan katiyeti, nesnenin doğası gereği, ‘Allah’ın sırlarının (ahlâkî) usturlabı’m kuşanmış olanlar dışında kimse tarafından elde edilemez. Eğer kişinin kendisi bir bilge ya da aziz değilse, yapabileceği en iyi şey, insani varoluş biçimlerini ıslah ettikleri için, tür ve miktar olarak beşere özgü bilgiden daha fazlasını bilmeye ehil olmuş insanların eserlerini incelemektir.
Carl Gustav Jung – İnsan ve Sembolleri
İnsan ve Sembolleri,
kendinden sonra gelen nesillere, uzattığı bayrağı devralan bilim
adamlarına, düşünürlere, dahası dönüp kendi içine bakmak ve gördüğünün
değerini fark ederek “ben”ine yaklaşmak isteyen bireye, dünyayı
anlamlandırmaya çalışırken faydalanabileceği bir armağandır.
İnsan ve Sembolleri, okurun kendi potansiyeline işlerlik kazandırması bakımından içsel, ötekilerle ilişkilerini uyumlu, anlamlı bir hale getirmek üzere de dışsal yolculuğunda yanından ayırmak istemeyeceği bir başucu kitabı, kaostan dinginliğe doğru ilerlerken zihnini aydınlatmasına yarayacak bir düşsel kılavuz metindir.
Carl Gustav Jung, bütün zamanların en büyük hekimlerinden ve bu yüzyılın en büyük düşünürlerinden biriydi. Ereği insanlara kendilerini tanımada yardımcı olmaktı; bu bilgiler ve bunların uygulanmasıyla doygun, mutlu bir yaşam sürmeliydiler. Tanıdığım başka hiç kimsenin sürmediği kadar doygun ve mutlu geçen kendi yaşamının sonunda Jung, kalan gücünü, mesajını şimdiye kadar ulaştırmaya çalıştıklarından daha büyük bir kitleye ulaştırmak için kullanmaya karar verdi. Yapıtını ve yaşamını aynı ay içinde tamamladı. Bu kitap onun geniş okur kitlesine vasiyetidir.
John Freeman
Andre Maurois - Adanmış Toprak
Gerçek aşk nedir? Gerçek sevgi nedir? Maddi ve manevi sevgi bir arada var olabilir mi? Yaşanan bedensel hazlar, saf sevgiyi öldürür mü? Claire, ömrünü bu soruların cevabını bulmaya adadı...Daha küçük bir kız çocuğu iken, kafasında gerçek aşkın nasıl olması gerektiğiyle ilgili çok net bir fikir oluşturmuştu. Aynı şekilde ona göre mutluluğa giden ancak bir tek yol olabilirdi. Bedensel aşk, ruhsal aşkı, kalp dostluğunu öldürdü. Böyle düşünceler, gerçek aşk, manevi yücelik arayışı, bir genç kızın evliliğini, insan ilişkişkilerini, kısacası bütün hayatını nasıl etkiler? Bu arayışın bir sonu var mıdır? İdeallere ulaşılabilir mi? Nasıl ve nelerin uğruna? Bu kitapta, bir genç kızın bütün hayatı boyunca etkisinde kaldığı manevi fırtınaları ve bu fırtınaların altında yatan gerçekleri bulacaksınız. Aşk, sevgi, dostluk, ruh kardeşliği, her türlü kadın erkek ilişkisi... André Maurois, bir kadının karekterini oluşturan bütün iç ve dış etkileri, bütün hayatını etkileyecek arayışları, çok boyutlu bir pencereden gözler önüne sermiş. Bu ünlü Fransız romancısının kaleminden, kadınlıkla, kadın olmakla ilgili unutulmaz bir baş yapıt dile gelmiş.
Lozan Barış Antlaşması (24 Temmuz 1923)
I. Dünya Savaşı’nın ardından yenilgiye uğrayan Osmanlı İmparatorluğu, Avrupalı devletlerin eline geçmiş ve Osmanlı toprakları işgal altına alınmıştır. Lozan Barış Antlaşması yeni doğan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurtarıcısı olan bir antlaşma niteliğini taşımaktadır. Dış borçlar, Boğazlar sorunu, Türk-Yunan çatışmaları ve daha birçok konuda Türk devleti ülkenin sorunlarını çözmüş ve ülkeyi sömürgeci devletlerden kurtarmıştır.
Bilindiği üzere Sevr Antlaşması, Türk Milleti’nin tamamen Avrupalı devletlerin hakimiyeti altına girmesini gerektiren maddeler içeriyordu. Bu durumla birlikte Türk milletinin toprak bütünlüğü ve ulusal bağımsızlığı için verdiği mücadeleyi bütün dünyanın fark etmesi ve kabul etmesi zorunlu hale gelmiştir. Misak-ı Milli sınırları ve hedefleri bu antlaşmayla neredeyse tamamen gerçekleştirilmiştir. Zamanın şarlarında denge siyaseti izleyen Osmanlı Devleti bazı Avrupalı devletlere kapitülasyonlar vermiştir. Bu sebepledir ki bu devletler birçok ayrıcalıkla birlikte güçlenerek devletin iç işlerine karışma hakkına sahip olmuşlardır. Bu antlaşma Türklerin haklı ve şerefli mücadelesinin zaferi özelliğindedir. Lozan Antlaşması’nın yazılması için yapılacak olan konferans 8 ay kadar sürmüştür. Türk Devletini İsmet Paşa başkanlığındaki heyet temsil etmiştir. Avrupalı devletler devletin iç işlerine karışarak, Türkiye’yi kapitülasyonların kaldırılması ve Osmanlıdan kalan borçların yeni kurulan Türk Devleti’nin ödemesine karar verilmiştir.
Lozan Barış Antlaşması İmzalanıyor
Barış Konferansı, 20 Kasım 1922’de İsviçre’nin Lozan şehrinde toplanmıştır. 2. olarak söz alan İsmet Paşa, istiklal ve hakimiyet konusunun özellikle altını çizerek “ Bütün medeni milletler gibi hürriyet ve istiklal istiyoruz” diyerek, Türk milletinin kararlılığını ve sesini duyurmuştur.
Lozan Barış Antlaşması’nda ön söz olarak “devletlerin istiklal ve hakimiyetine saygı gösterilmesi” özellikle belirtilmiştir. İmzalanan barış anlaşması 16 sözleşme, protokol, beyanname, barış anlaşmasının esas nüshası ve nihai senetten oluşmuştur. Lozan Barış Antlaşması T.B.M.M Temsilcileri, Birleşik Krallık, İtalya, Fransa, S.S.C.B, Yugoslavya, Belçika, Portekiz, Romanya, Yunanistan, Japonya ve İtalya arasında imzalanmıştır. Taraflar karşılıklı antlaşmalar ve sözler verdikleri için, Lozan Barış Antlaşması yürürlükte kalmaya devam etmiştir. Savaşı bitiren bu antlaşma, Osmanlı devletinin ekonomik özgürlüğünü kazanmasını sağlamıştır. Antlaşmanın yürürlükte kalmasının sebebi olarak Türk Devleti’nin barışçıl ve iyi niyetli yaklaşımı olarak gösterilebilir. Atatürk"Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesine sadık kalarak Lozan Barış Antlaşması’nın bütün madde ve hükümlerine uyması barışın sürekliliğini sağlamıştır. Konferansın ve antlaşmanın anlamı sadece Türk-Yunan Barışı değil; 1. Dünya Savaşı’nın kazananları ile yüzleşme, siyasi anlaşmazlıkları çözüme kavuşturma gibi daha bir çok konu da önemli mesafeler katedilmiştir.
Lozan Barış Antlaşmasıyla Çözülen ve Çözülemeyen Meseleler
Batı sınırı: Meriç Nehri sınır olarak belirlenmiştir. Karaağaç ve çevresi Türkiye’ye bırakılmıştır. Ege denizinde Bozcaada ve İmroz Türkiye’ye bırakılmıştır. Adalarda ve Anadolu kıyısına yakın adalar askerlerden arındırılmıştır. Batı Trakya Yunanistan’a bırakılmış ve 12 ada Yunanistan’dan alınamamıştır. Lozan Barış Antlaşması ile birlikte Türkiye ve Yunanistan arasında nüfus mübadelesi yapılmıştır. 1924 yılında düzenlenen nüfus mübadelesiyle 1 milyon Rum Türkiye’den Yunanistan’a geçmiş ve 500.000 Türk vatandaşı ise Yunanistan’dan Türkiye’ye topraklarına geçmiştir.
Irak sınırı: Barış antlaşmasında çözülemeyen tek sorun Musul-Kerkük sorunu olmuştur. Irak sınırı bu antlaşmayla çözülememiştir. Irak sınırı 1926 yılında yapılan Ankara antlaşması ile çizilmiştir.
Azınlık sorunları: Lozan Barış Antlaşması’yla Türk topraklarında yaşayan Hıristiyan ve Musevi vatandaşlara mal ve ibadet özgürlüğü tanınmış ve can güvenlikleri güvence altına alınmıştır. Türkiye Cumhuriyeti topraklarında yaşayan ve vatandaşlık görevlerini yerine getiren herkes eşik hak ve özgürlüklere sahip olmuştur. Azınlıklar konusunda Londra Barış Konferansı’nda önemli öncelikler ve özgürlükler verilmesi istenmişse de; T.B.M.M azınlıklar konusunda kesinlikle taviz vermemiştir. Ardından patrikhanelerin azınlıkları kullanarak bu gayrimüslim gruplar üzerinden çevirdikleri oyunlara son verilmiştir.
Kapitülasyonlar: Bütün kapitülasyonların kaldırılmasıyla, Osmanlı hem ekonomik hem de siyasi açıdan özgürlüğüne kavuşmuştur.
Boğazlar Sorunu: Kapitülasyonlar ve 1. Dünya Savaşı’nın ağır yenilgisi ile Boğazlar yabancı devletlerin yönetimine girmişti. Lozan Barış Antlaşması ile birlikte Boğazlar Komisyonu kurulmuş ve Boğazların çevresi askerden arındırılmıştır. Ticaret gemilerinin boğazdan serbestçe geçmesi kararlaştırılmıştır. Boğazlardan herhangi bir saldırı olursa milletler cemiyetinin vereceği kararla önlemler alınacaktır. Boğazların askerden arındırılması türkiyenin güvenliğini tehdit etmiştir. Ardından 1936 yılında imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile milli sınırlarımızı kısıtlayıcı maddeler kaldırılmış ve Boğazlarla ilgili olan maddeler Türk Devleti’nin lehine değiştirilmiştir.
Savaş Tanzimatları ve Dış Borçlar: Kapitülasyonların kaldırılması ile birlikte Osmanlı devletinden kalan borçları yeni Türk Devleti’nin ödemesine karar verilmiştir. Osmanlı devletinden kalan borç konusunun ödenme şeklide konferansta yer almıştır. Türk Devleti, bu borçları Türk parası ve Fransız Frangı ile ödemeyi teklif ederken; diğer devletler ödemenin altın veya sterlin ile yapılmasını istemişlerdir. Yapılan tartışma ve görüşmelerden sonra Türk devletinin ödeme teklifi kabul edilmiştir. Osmanlı devletinin Almanya, Avusturya, Macaristan ve Bulgaristan’a olan borçları savaşı kazanan devletlere devredilmesine karar verilmiştir. Savaş Tanzimatlarından talep edilen rakamlar kabul edilmemiş ve gelecek nesillere borç bırakmamak için daha az bir meblağ ile borçlar ödemesi maddesi kabul edilmiştir. Aynı zamanda savaş sırasındaki maddi zararların karşılığı beklense de, Türkiye devleti bu konuda da ödeme yaparak zarara uğramaktan kurtulmuştur.
Yabancı okullar: Türkiye’de bulunan yabancı okulların eğitim şeklinin Türkiye hükümeti tarafından düzenlenmesi kararlaştırılmıştır. Amaç, yabancı kökenli öğrencilerin okul içerisinde din ve siyasi anlamda sorun çıkarmamalarıdır. Türk maarif teşkilatına bağlı olarak belirlenmiştir. Türkçe, tarih, coğrafya ve yurttaşlık bilgisi derslerinin Türk öğretmenler tarafından “Türkçe” dilinde verilmesine karar kılınmıştır. En az bir okul müdür yardımcısının Türk olması şartı sunulmuştur.
İstanbul: Lozan Antlaşmasında çözüme kavuşturulan bir diğer konuda İstanbul meselesidir. Türkiye, itilaf devletlerinin İstanbul’u boşaltmasını istemiştir. Onaylanan bu istekle beraber itilaf devletleri 6 Ekim 1923’te İstanbul’dan tamamen çekilmişlerdir. Mustafa Kemal Atatürk’ün “geldikleri gibi giderler” sözü böylece tarihe altın harflerle yazılmıştır.
Lozan Barış Antlaşmasının Önemi ve Sonuçları
Yeni kurulan Türk Devleti, Lozan Barış Konferansı’nda eşit ve adil şekilde dinlenilmiş ve sorunları çözüme kavuşturulmuştur. Osmanlı Devleti hukuki anlamda sona ermiş ve yerini yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devlet’i almıştır. Avrupalıların Türkleri, Anadolu ve Avrupa’dan atma (Şark meselesi) amaçları tamamen sona ermiştir. Ermeni devletinin kurulması fikri tamamen reddedilmiştir. Türkiye dış politikalarda tavrını belirginleştirmiş ve antlaşmaya ait esaslar taraflarca belirlenmiştir. Türk milleti “misak-ı milli”yi kısmen gerçekleştirmiştir. Kapitülasyonlar tamamen kaldırılmış ve Türkiye cumhuriyeti ekonomik özgürlüğü kazanmıştır. Türk milletinin bağımsızlığını yok eden Mondros ve Sevr Antlaşmaları geçersiz sayılmıştır. 1. Dünya savaşını bitiren son bu barış antlaşması, aynı zamanda uzun yıllar yürürlükte kalan tek barış antlaşmasıdır. Antlaşma ile Türk devletinin bağımsızlığı resmen kabul edilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti antlaşma koşullarına bağlı olarak devletlerin boyunduruğuna girmemiş ve hiçbir ülkeye savaş tazminatı ödememiştir.
Ayışığı Sonatı - Yannis Ritsos
Bırak ben de geleyim seninle. Ne kadar da güzel ay
bu akşam! İyidir ay, iyidir, - kimse görmeyecek
nasıl da ağarmış olduğunu saçlarımın. Ay
altın rengine dönüştürecek gene. Sen de anlayamayacaksın.
Bırak ben de geleyim seninle.
Ay çıkınca, büyür evdeki gölgeler,
görünmez eller açar perdeleri,
piyanonun tozlarına unutulmuş sözcükler yazar
solgun bir parmak - duymak istemem onları. Ne olur sus.
Bırak ben de geleyim seninle,
biraz daha uzağa, fabrikanın duvarlarına kadar,
o beton, o göksel, o ayışığıyla badanalanmış,
öylesine kayıtsız, öylesine maddeden uzak,
öylesine gerçek ve neredeyse soyut kentin
göründüğü o köşebaşma kadar,
istersen inanabilirsin yaşadığına, yaşamadığına hatta,
istersen hiç yaşamadım diye düşün, inanma istersen
zamana ve yıkımlarına.
Bırak ben de geleyim seninle.
Tepeye tırmanırız, otururuz bir tahta sıraya,
ilkyaz melteminin serinlediği bu saatte
havalarda uçtuğumuzu bile düşleyebiliriz
kaç kez çünkü, tıpkı şu anki gibi, giysimin hışırtısını
vuruşu saymışımdır iki güçlü kanadın
ve bu uçuşun uğultusuna bir bırakınca kendini insan
sıkıştığını hisseder boğazının, böğürlerinin, etinin,
yüksekliğin o güçlü sinirlerinin kıskacında
gök mavisinin kaslarına sıkışmış gibisindir
ne önemi var gidiyor ya da dönüyor olmanın
ne önemi var varsın ağarmış olsun saçlarım
(bu değil benim üzüntüm, değil bu, üzüntüm
yüreğimin de aynı ölçüde ağarmamasından).
Bırak ben de geleyim seninle.
Biliyorum, biliyorum, herkes tek başmadır aşkta
şan-şöhrette de ölümde de tek başınadır.
Biliyorum. Geçtim o yoldan. Deney ne işe yarar.
Bırak ben de geleyim seninle.
Biliyorum, biliyorum, herkes tek başmadır aşkta
şan-şöhrette de ölümde de tek başınadır.
Biliyorum. Geçtim o yoldan. Deney ne işe yarar.
Bırak ben de geleyim seninle.
Perili bir ev oldu bu ev, itiyor beni-
eskidi demek istiyorum yani aslında, tutmuyor çivileri,
boşluğa atılır gibi düşüyor çerçeveler,
sıvalar sessizce dökülüyor
düşmesi gibi bir ölü şapkasının karanlık sofaya,
düşmesi gibi dizlerinden tarazlanmış yün eldivenin
ya da düşmesi gibi ayışığımn döşemesi parçalanmış eski koltuğa.
Bir zamanlar o da gençti, yeniydi, -söz etmiyorum
o kuşkuyla baktığın fotoğraftan-
şu koltuktan söz ediyorum, nasıl da rahat; saatlerce oturabilirsin
ve düşler kurabilirsin düşleyebildiğin kadar
-ince kumlu bir plaj, kumları ıslak, pırıl pırıl ayışığmda,
benim her ay köşedeki boyacıya götürdüğüm
kunduralarımdan daha parlak,
ya da ufukta yiten bir balıkçı teknesinin yelkenini düşleyebilirsin,
kendi soluğuyla beşik gibi sallanan,
köşelerinden katlanmış mendil gibi üçgen bir yelken,
ne içine bir şey koyabilirsin saklamak için
ne de çıkarıp sallayabilirsin ayrılıklarda. Her zaman bir mendil
saplantım olmuştur benim,
hayır, içine bir şeyler koymak için değil, hayır,
ne çiçek tohumları, ne de tanyerinin tarlalarından
toplanmış papatyalar,
ne dört köşesinden düğümleyip komşu yapıdaki
işçiler gibi giymek şapka niyetine,
ne de silmek için gözlerimi, -iyi görür gözlerim
ve hiç gözlük takmadım. Basit bir tutkunluk işte, şu mendiller.
Oyalansın diye parmaklarım, şimdi katlıyorum onlan
dörde, sekize, on altıya. Bir anı geliyor aklıma:
ölçüyü de böyle sayardım işte, gittiğim sıralar, konservatuarda,
mavi önlük, beyaz yaka, sarı saç belikleri - 8, 16, 32, 64,
ışıldar içinde pembe tomurcuklarla kaplı bir sırdaş
bir şeftali fidanıyla el ele tutuşmuş
(bağışla böyle konuşmamı, kötü bir huy işte) -
32, 64 büyük umutlar bağlamıştı
annem-babam müzik yeteneğime.
Sana şu koltuktan söz ediyordum şahi
kamı deşilmiş -paslı yayları, samanları çıkmış meydana-
komşu marangoza götürmeyi de düşündüm bir ara
ama nerede o zaman, nerede o para, o heves -ve
neyi onartmak ilkin? -
bir örtü örtmeyi de düşündüm üzerine, - ama korktum ak örtüden
böyle bir ayışığında. insanlar oturmuştu
bu koltukta bir zamanlar, büyük düşler görmüşlerdi, senin gibi tıpkı,
tıpkı benim gibi,
oysa şimdi toprak altında dinleniyorlar tedirgin olmaksızın
ne aydan ne yağmurdan.
Bırak ben de geleyim seninle.
Aziz Nikola’nın mermer merdivenlerinin başında dururuz biraz,
sonra istersen inersin sen, ben de geriden izlerim seni
sol yanımda ceketinin rastgele dokunuşlarını duyarak
bir de mahalle pencerelerinin ender kare ışıklarını
ve ayın beyaz sisini, benzeyen gümüş renkli kuğuların
upuzun alayma-
bu tür konuşmalardan korkmam ben, çünkü sık sık başıma gelir
böyle ilkyaz akşamları bana görünen Tann’yla konuşmak
sisle ve benzersiz ayışığının görkemiyle taçlı Tanrı’yla,
sayısız delikanlı kurban ettim ona, senden çok daha yakışıklıydılar
ve beyazlığında ayışığmm, içinde ak yalımın,
beyaz ve erişilmez, buharlaşarak kendim,
erkeklerin obur bakışlarıyla, gençlerin çekingen
coşkusuyla kuşatılmış,
tansıklı gövdelerle, güneşin kararttığı gövdelerle sarılmış,
kuşatılmış, yüzmeyle, kürekle, arena ve stadyum oyunlarıyla
bitkin kollar ve bacaklarla (ki görmezlikten geliyordum onları),
alınlar, dudaklar, boyunlar, dizler, parmaklar ve gözlerle,
göğüsler, kollar ve kalçalarla (ki gerçekten görmüyordum onları),
-bilirsin, kimi zaman, hayran olunca unutur hayran olduğu nesneyi
insan, yetinir salt hayranlığıyla, -
Tanrım, yıldızlarca sayısız bakışlar, reddedilmiş yıldızların utkusuyla
nasıl da yükselmiştim
çünkü böyle içten ve dıştan kuşatılmış durumda
başka bir seçenek yoktu benim için çıkmaktan ya da inmekten başka.
- Hayır, bu yetmez bana.
Bırak ben de geleyim seninle.
Biliyorum, çok geç. Bırak geleyim.
Yalnızdım nice yıllar, geceler, günler, mor öğleler boyunca,
boyun eğmeyendim, tek başımaydım, lekesizdim,
evlilik yatağımda bile lekesiz ve yalnız,
Tanrı’nın dizlerinde görkemli dizeler yazarken,
öyle dizeler ki, kuşkun olmasın, kusursuz bir mermere
kazılı kalacaklar
benden sonra, senden sonra, çok daha sonraya. Yetmez bu da!
Bırak ben de geleyim seninle.
Dayanamayacağım artık bu eve.
Taşıyamayacağım artık sırtımda onu.
Hep dikkatli olmak gerek, dikkatli olmak,
duvarı büyük dolapla payandalamak,
dolabı oymalı antika masayla,
masayı, sandalyelerle,
sandalyeleri ellerle desteklemek,
bel vermiş kirişi de omuzlamak.
Ya piyano, kapalı kara bir tabut gibi tıpkı. Yürek ister açmaya.
Hep dikkatli olmak, dikkatli olmak, hiçbir şey düşmesin,
kendin düşmeyesin diye. Dayanamıyorum artık.
Bırak ben de geleyim seninle.
Bu ev, tüm ölülerine karşın, ölmek niyetinde değil.
Direniyor ölüleriyle birlikte yaşamakta
ölüleriyle besleniyor
kendi ölümünün gerçekliğiyle besleniyor
köhne yataklara köhne raflara diziyor ölüleri.
Bırak ben de geleyim seninle.
Akşamın sisinde istediğim kadar sessizce yürüyeyim bu evde
ister yalınayak ister terlikle
bir şey gıcırdıyor mutlaka - bir pencere camı ya da bir ayna kırılıyor,
ayak sesleri duyuluyor, - benimkiler değil, başka.
Sokakta hiç kuşkusuz duyulmaz bunlar, dışarda,-
derler ki pişmanlık acısı tahta ayakkabılar giyermiş,-
kendine ister bu aynada bak ister bir başkasında
yüzünün daha belirsiz, paramparça olduğunu ayrımsarsın
tozların ve çatlakların ardında
oysa yüzünün saflığını ve temizliğini korumak tek amacındı hayatta.
Bardağın ağzı parlıyor ayışığmda
yuvarlak bir ustura gibi tıpkı -nasıl yaklaştırayım dudaklarıma?
Çok susadım doğru, ama nasıl yaparım?- Anlıyorsun ya?
Severim hiç bıkmadım benzetmeler yapmaktan, -
bu kaldı eskiden kala kala
var olduğumu da zaten budur kanıtlayan.
Bırak ben de geleyim seninle.
Kimi zaman, akşamın alacakaranlığında, sanki bir
ayı oynatıcı geçer pencerelerin önünden ağır ve yaşlı ayısıyla,
bir ayı, tüyleri dikenlerle çalılarla kaplı
geçer bir toz bulutu kaldırarak sokakta
günbatımını tütsüleyen yalnız bir bulut
ve çocuklar yemek için evlerine dönmüştür, çıkmazlar dışarı artık
duvarın öte tarafında tamsalar da ayının ayak seslerini-
ve ayı, yorgun, yalnızlığın bilgeliği içinde, yürür bilmeksizin
nereye niçin gittiğini—
ağırlaşmıştır, oynayamaz artık üzerinde arka ayaklarının
giyemez artık küçük dantel şapkasını eğlendirmek için çocuklan,
zor beğenirleri ve aylakları
tek isteğidir yatıp uzanmak yere
kamını çiğnemelerine göz yumup son oyununu oynamak,
göstermek böylece korkunç vazgeçme gücünü,
boyun eğmezliğini başkalarının çıkarlarına, burnundaki halkaya,
isteklerine boğazının,
acıya ve yaşama boyun eğmezliğini
belli bir uzlaşma halinde ölümle - yavaş bir ölüm olacak -
sürekliliğinin, tutsaklığının üzerindeki bilinç ve eylemle
yükselen yaşam bilinciyle ölüme göstermek son baş eğmezliğini.
Ama kim sürdürebilir böyle bir oyunu sonuna kadar?
Ve bir kez daha toparlanıp yoluna koyulur ayı
boyun eğerek yularına, halkalarına, dişlerine
gülümseyerek yırtık dudaklarıyla kuşku tanımayan çocukların
attığı maden kuruşlara
(elbette güzeller kuşku nedir bilmediklerine göre)
ve teşekkür ederek. Çünkü bir tek şey tekrarlayabilir
kocamış ayılar: sağolun, sağolun.
Bırak ben de geleyim seninle.
Bu ev boğuyor beni. Özellikle mutfak
denizin dibi gibi tıpkı. Benzersiz balıkların
kocaman yuvarlak gözleri gibi parlıyor asılı tencereler,
denizanaları gibi ağır ağır kımıldıyor tabaklar,
saçlarıma takılıyor yosunlar, deniz kabukları
-temizlemek olanaksız onları,
ve tekrar deniz yüzüne çıkmak,
sessizce kayıyor elimden tepsi, yığılıp kalıyorum orada
ve yükseldiğini görüyorum soluğumun hava kabarcıklarının,
vakit geçirmeye çalışıyorum onlara bakarak
ve kıyıdan bu kabarcıkları gören birinin
neler düşüneceğini düşünüyorum;
birinin boğulduğunu mu yoksa derinlere indiğini mi bir dalgıcın?
Gerçekte, bu boğulandan çok daha derinlerde, kaç kez,
mercanlar, inciler buldum, definelerini batık gemilerin,
beklenmedik buluşması dünün, bugünün, yarının,
sanki sonsuzluğun doğrulanması,
bir soluk alma ya da bir ölümsüzlük gülümseyişi dedikleri şey,
bir mutluluk, bir esrime, coşkunluk hatta,
mercanlar, inciler, safirler;
ama bilmem ki nasıl armağan etmeli -hayır, ne olursa olsun
armağan edeceğim onları;
kim kabul eder bilmiyorum bunları - ne önemi var
armağan ederim ben.
Bırak ben de geleyim seninle.
Bir dakika, ceketimi alayım,
hava nasıl da değişken, en iyisi gerekli önlemi almak.
Akşamları nemli oluyor, öyle gelmiyor mu sana,
sahi soğuğu daha da bilemiyor mu ay?
Dur gömleğini ilikleyeyim - ne kadar da güçlü göğsün var,
-Nasıl da parlak ay,- koltuk, ne diyordum - fincanı
masadan aldığım zaman
bir sessizlik oyuğu bırakıyor masada, avucumla kapatıyorum hemen
görmemek için içini, -aldığım yere koyuyorum fincanı;
ve ay, evrenin kafatasında bir delik - bakma ona,
insanı çeken manyetik bir güç var - bakma, hayır,
beni dinleyin siz - içine düşersiniz yoksa. Bu baş dönmesi
görkemli, hafif - düşeceksiniz -
mermer bir kuyudur ay,
gölgeler titrer içinde, suskun kanatlar, gizemli sesler
- duymuyor musunuz?
Derin, çok derin, düşüş,
derin, çok derin, yükseliş,
açık kanatlı göksel ve ağır yontu,
derin, çok derin, amansız hoşgörüsü sessizliğin,
karşı kıyının titreşen ışıkları, kendi dalgasında sallanışı bir insanın,
okyanus soluğu, görkemli, hafif,
bu baş dönmesi, - dikkat düşeceksin. Sen bana bakma,
benim doğamdır çünkü bu sallanış - bu görkemli baş dönmesi.
İşte bu yüzden her akşam
başım ağrır biraz, türlü türlü sersemlik.
Sık sık karşı eczaneye koşarım aspirin almak için,
ya da canım sıkılır tekrar baş ağrımla baş başa kahrım
duvarlara gömülü su borularındaki boş sesleri dinleyerek,
ya da bir kahve yaparım kendime, ve, her zaman dalgın,
iki fincan yaparım dalgınlıkla -kim içecek ötekini? -
tuhaf sahiden, masaya bırakırım soğusun diye
ya da bazen pencereden eczanenin yeşil lambasına bakarken
öteki kahveyi de içerim
mendillerim, yıpranmış pabuçlarım, kara çantam ve şiirlerimle
beni alıp götürmeye gelen bir trenin yeşil ışığıdır sanki o ışık,
ama bavulsuz - neye yarar bavullar?
Bırak ben de geleyim seninle.
Ah, gidiyor musun? İyi geceler. Hayır, ben gelmeyeceğim.
İyi geceler.
Biraz sonra çıkacağım ben. Sağol. Çünkü çıkmam gerek
eninde sonunda bu köhne evden.
Biraz da kenti görmem gerek, - hayır, ayı değil -
elleri nasırlı kenti, ücretin kentini,
ekmek ve yumruğu adına ant içen kenti,
küçüklüklerimiz, kötülüklerimiz, kinlerimizle,
tutkularımız, bilgisizliklerimiz ve kocamışlığımızla
bizi sırtında taşıyan kenti ,-
duymam gerek iri adımlarını kentin
artık ne senin adımlarını duymak
ne Tanrı’mn adımlarını, ne de kendiminkileri. İyi geceler.
(Oda karardı. Sanki bir bulut ayı gizlemiş gibiydi. Birden komşu kahvede sanki bir el açtı radyoyu,
çok tanıdık bir müzik cümlesi duyuldu. Ancak o zaman “Ayışığı Sonatı’nın, sadece bir bölümünün
bu sahneye sessizce eşlik etmiş olduğunu anladım. Şimdi, biçimli dudaklarında alaycı, belki de sevecen
bir gülümseme ve kurtuluş duygusuyla yokuş aşağı iniyor olmalı genç adam. Aziz Nikola Kilisesi'ne
geldiği zaman, mermer merdivenlerden inmeden önce gülecek, bastırılamamış, yüksek sesli bir kahka
ha. Hiç uygunsuz kaçmaksızın ayın altında yankılanacak. Belki de tek uygunsuz olan şey uygunsuz
olmayışı. Bir süre sonra genç adam susacak, ciddileşerek “Bir çağın sonu, ” diyecek. Sonra, artık din
ginleşmiş, gömleğinin düğmelerini açıp yürümeye devam edecek. Karalar giyinmiş kadına gelince, so
nunda evden ayrıldı mı, bilmiyorum. Ay gene parlıyor. Ve odanın köşelerinde gölgeler dayanılmaz bir
acı, bir çeşit öfkenin - sadece yaşama karşı değil bütün itirafların hiçliğine karşı - etkisiyle yitip,
diyorlar. Duyuyor musunuz? Radyo çalıyor.)
Atina, Haziran 1956
Türkçesi: Özdemir ince
Bertolt Brecht - Epik Tiyatro 1936
Olayların anlaşılması için insanların yaşadığı ortamın büyük ve «anlamlı» olarak vurgulanması zorunlu olmuştu.
Bu ortam elbette şimdiye kadar yazılan oyunlarda gösterilmişti, ancak kendi başına bir eleman olarak değil, sadece oyunun baş kişisinin bakış açısından. Kahramanın ona gösterdiği tepkiden meyda na geliyordu. Bu, bir fırtınada su yüzeyindeki gemilerin yelkenlerini topladığının ve yelkenlerin indirilmesinin görünüşü gibi görülüyordu. Ama o, epik tiyatroda kendi başına ortaya çıkacaktı.
Sahne anlatmaya başladı. Artık dördüncü duvarla birlikte anlatıcı da ortadan kalkmış değildi. Sadece arka plan, sahnedeki olaylara başka yerlerdeki başka olayları aynı zamanda büyük tahtalarda anımsatmak, kişilerin veciz sözlerini belgeler yansıtarak kanıtlamak, ya da çürüt mek, soyut konuşmalar için kavranabilir somut sayılar vermek, plas tik olup da anlamı net olmayan olaylar için sayılar ve cümleler ver mek suretiyle tavır almakla kalmıyordu -oyuncular da değişimi tam olarak uygulamıyorlardı, tersine, canlandırdıkları kişiye karşı mesafe alıyorlar, evet açıkça eleştiri istiyorlardı.
Seyircinin kendini dramatik kişiyle özdeşleştirmesine, kendini eleştirisiz (ve uygulamada sonuçsuz) yaşantılara kaptırmasına hiçbir yönden olanak verilmiyordu. Canlandırma, malzemeleri ve olayları bir yabancılaştırma sürecine sokuyordu. Bu, anlaşılır olabilmek için gerekli olan yabancılaştırmaydı. Çok «doğal kabul edilen şeyin» doğal kabul edilmesinden vazgeçilir.
«Doğal olan şeyin» dikkat çekici hale getirilmesi gerekiyordu. Ancak bu şekilde sebep sonuç (etki tepki) yasaları gün ışığına çıkabi lirdi. İnsanların eylemleri hem böyle aynı zamanda da başka türlü ola bilmeliydi.
Bunlar büyük değişikliklerdi.
Dramatik tiyatronun izleyicisi şunu söyler: Evet, bunu ben de çoktan hissettim.
-Ben böyleyim işte.
-Bu çok doğal.
-Bu her zaman böyle olacak.
—Bu insanın çektiği acı beni sarsıyor, çünkü onun bir çıkış yolu yok.
-Bu büyük sanat: burada her şey doğal.
-Ağlayanlarla ağlıyor, gülenlerle gülüyorum.
EPİK TİYATRO 1936
M Die Stücke von Bertolt Brecht in einem Band, 6. Auflage, Suhrkamp Verlag Frankfurt am Main 1987. Burada: Das epische Theater.
Hüseyin Salihoğlu. Metin Almanca aslından çevirilmiştir.