26 Temmuz 2021

Aldous Huxley - Kadim Felsefe

 Kadim Felsefe - İthaki Yayınları

Eckhart ve Buddha’dan Gazali ve Mevlana’ya kadar, içsel aydınlanmanın en önemli üstatlarından yapılan alıntılarla çok önemli bir antoloji görevi de görüyor.

* * *

-bu  ifade Leibniz tarafından kullanıma sokulmuştur; fakat ifadenin işaret ettiği kavram şeylerin, yaşamların ve zihinlerin dünyasından daha hakiki bir ila­hi  Gerçekliği  tanıyan  metafizik;  ruhta,  ilahi  Gerçekliğe benzer, hatta onunla özdeş bir şey bulan ruhbilim; insanın nihai  ereğini,  tüm varlığın  içkin ve  aşkın İlkesinin bilgi­sinde  bulan  etik-  ezeli ve  evrenseldir. Kadim  Felsefe’nin esası,  dünyanın  tüm bölgelerindeki ilkel insanların geleneksel  kültürleri  arasında  bulunabilir.ve  bütünüyle  ge­lişmiş  biçimleriyle,  her  bir  semavî  dinin  içinde  bir  yere sahiptir.  Bu  En  Yüksek  Ortak  Faktör’ün,  tüm  önceki  ve sonraki teolojilerin içindeki bir biçimi, ilk defa yirmi beş yüzyıl kadar önce yazıya dökülmüştür ve bu  tüketilemez konu o zamandan bu yana, her dinî geleneğin kendine has bakış  açısından,  Asya ve Avrupa’nın tüm başlıca dillerin­de  tekrar tekrar işlenmiştir.  İlerleyen sayfalarda, esas ola­rak önemli  oldukları için -zira bunlar  Kadim  Felsefe’nin genel sistemindeki  belirli  bir  noktayı  başarılı  bir  şekilde örneklemiştir ve bunun yanı sıra iç güzellikleri ve hatırlanabilirlikleri nedeniyle, bu yazılar arasından seçilmiş bir dizi seçkiyi bir araya getirdim.  Bu  seçkiler pek çok farklı başlık altında düzenlenmiş, örneklemeyi ve birleştirmeyi, geliştirmeyi ve gerekli olduğu yerde açıklamayı amaçlayan benim kendi yorumuma, deyim yerindeyse, gömülmüştür.

Bilgi,  varlığın  bir  işlevidir.  Bilenin  varlığında  bir  de­ğişme  olduğunda,  bilmenin  doğasında  ve  miktarında  da buna tekabül eden bir değişme olur. Örneğin, bir çocuğun varlığı, büyüme ve eğitimle bir adamın varlığına dönüşür; bu  dönüşümün sonuçları arasında,  bilme yolu,  öğrenilen şeylerin  miktarı ve  niteliğinde  gerçekleşen  devrim  niteli­ğinde bir değişim de vardır.  Birey büyüdükçe bilgisi daha kavramsal  ve  şeklen  sistematik  hale  gelir  ve  bu  bilginin gerçeklere dayanan, faydacı içeriği de devasa ölçüde artar. Fakat  bu  kazanımlar,  doğrudan  idrakin  niteliğinde  ger­çekleşen  bir  bozulmayla,  sezgisel  gücün  körelmesiyle  ve kaybıyla  karşı karşıya  kalarak dengelenir.  Ya da bir bilim adamının,  elindeki  gereçler yoluyla,  mekânik  olarak  teş­vik  edebildiği  değişimi  düşünün.  Bir  tayfölçer  ve  altmış inçlik bir reflektörle donanmış bir astronom, görme yete­neği açısından insanüstü bir yaratık haline gelmiştir.  Do­ğal olarak bizim de bekleyebileceğimiz üzere bu insanüstü yaratık tarafından sahip olunan bilgi,  desteksiz ve çıplak gözleriyle yıldızlara bakan bir başkasının edinebileceğin­den hem nitelik hem de nicelik açısından çok farklıdır. Bilenin fizyolojik ya da entellektüel varlığındaki deği­şimler,  bilenin  bilgisini  etkileyen  biricik  şeyler  değildir. Bildiğimiz şey, aynı zamanda, ahlâki varlıklar olarak, ken­dimizden yaratmayı seçtiğimiz  şeye de bağlıdır.  “Pratik,” William James’in  ifadesiyle,  “teorik  ufkumuzu  değiştire­bilir ve bunu  çift yönlü bir yoldan yapar:Yeni dünyalara götürebilir ve bize yeni  güçler verebilir.  Olduğumuz gibi kalmakla  asla  elde  edemeyeceğimiz  bilgiye,  ahlaken  ula­şabileceğimiz büyük güçlerin ve yüce bir yaşamın sonucuolarak  varılabilir.” Konuyu  kısaca  özetlemek  gerekirse, “Kalpleri  saf olanlar kutsanmıştır,  zira  onlar  Tanrı’yı  gö­receklerdir.” Aynı fikir, Tasavvuf şairi Mevlana Celaleddin. Rumi  tarafından,  bilimsel  bir  metafor  çerçevesinde  ifade edilmiştir:  “Aşk, Allah sırlarının usturlabıdır.” Bu kitap, tekrar ediyorum, Kadim Felsefe’nin bir antolojisidir;  fakat, bir antoloji olmasına rağmen, profesyonel edebiyatçıların yazılarından sadece birkaç alıntı içermek­te, ve bir felsefeyi örnekliyor olmasına rağmen, meslekten filozofların yazdığı hemen hemen  hiçbir şeye yer verme­mektedir.  Bunun nedeni çok basittir.  Kadim Felsefe,  esa­sen,  şeylerin,  hayatların  ve  zihinlerin  çok  yüzlü  dünya­sından daha hakiki olan  tek tanrısal Gerçeklikle ilgilenir. Fakat  bu  tek  Gerçekliğin  doğası  öyledir  ki,  kendilerini sevgi  dolu,  kalben  saf ve  ruhen  Tann’ya  muhtaç  kılarak bazı şartlan yerine getirmeyi seçmiş olanlar dışında kimse tarafından  doğrudan  ve  anında  idrak  edilemez.  Bu  niçin böyle olmak zorundadır? Bilmiyoruz. Şevsek de sevmesek de,  inanılmaz ya  da ihtimal dışı görünseler  de, bu,  kabul etmemiz  gereken  gerçeklerden  sadece  biridir.  Gündelik deneyimimiz  dahilinde hiçbir şey bize suyun hidrojen ve oksijenden  oluştuğunu  düşünmemiz  için  bir  neden  sun­maz, ancak suyu bazı çok zorlu işlemlere tâbi tuttuğumuz­da yapıtaşı elementlerinin doğası ortaya  çıkar.  Benzer bir şekilde, gündelik deneyimimiz içinde hiçbir şey, ortalama insanın  zihninin,  bileşenlerinden  biri  olarak,  bizim  çok yüzlü  dünyamızdan  daha  hakiki  bir  Gerçekliği  andıran ya da onunla özdeş bir şeye sahip olduğunu düşünmemiz için çok fazla neden sunmaz. Ancak aynı şekilde bazı çok zorlu  işlemlere  tâbi  tutulduğunda,  zihin  de, en   azından zihni kısmen bir araya getiren tanrısal öğe sadece kendi­sine değil, dışarıdaki davranıştaki yansıması vasıtasıyla diger zihinlere de görünür olur.  Maddenin özel doğasını ve barındırdığı potansiyelleri ancak fiziksel deneyler yaparak keşfedebiliriz.  Zihnin özel doğasını ve potansiyellerini ise ancak  ruhbilimsel  ve  ahlâki  deneyler yaparak  keşfedebi­liriz.  Bedenselliğe dayalı ortalama yaşamın sıradan şartla­rında zihnin bu potansiyelleri gizli kalır ve ortaya çıkmaz. Eğer bunları gerçekleştireceksek, deneyimin deneysel açı­dan geçerli olduğunu kanıtladığı belli şartlan yerine getir­meli ve belli kurallara itaat etmeliyiz. Meslekten filozof ve edebiyatçılara gelirsek, sadece bir­ kaçının  dolaysız  ruhsal  bilginin  gerekli  şartlannı  yerine getirmek  bakımından  yeteri  kadar  şey  yaptıklanna  dair kanıtlar  mevcuttur.  Şairler  ya  da  metafizikçiler  Kadim Felsefe’nin ana konusundan bahsettiklerinde, bu, genelde ikinci ağızdan bir değerlendirmedir.  Fakat her çağda, acı bir  deneysel  gerçek  olarak  böylesi  dolaysız  bir  bilginin edinilebilmesinin tek koşulu olan bu şartlan yerine getirmeyi seçmiş bazı insanlar olmuştur ve bu az sayıda insan, böylece  kavramaya  muktedir kılındıklan  Gerçekliğe  dair açıklamalar bırakmışlar ve tek bir kapsamlı düşünce siste­mi içinde, bu deneyimin verili gerçeklerini diğer deneyim­lerinin verili gerçekleriyle ilişkilendirmeye çalışmışlardır. Kadim Felsefe’yi ilk elden yorumlayan bu insanlara, onları tanıyanlar genellikle  “ermiş”,  “peygamber”,  “bilge”  ya da “aydınlanmış olan” gibi isimler vermişlerdir. Bahsettikleri şeyleri bildiklerini  düşündürtecek haklı  sebepten  dolayı, seçkilerimde meslekten filozoflara ya da edebiyatçılara de­ğil, ağırlıklı olarak bu insanlara başvurdum. Hindistan’da  iki  tür  kutsal  metin vardır:  Shruti  ya  da  nihai  Gerçekliğin  doğrudan  kavranışınm  ürünü  olduk­ları  için  kendi  başlarına  otorite  olan,  ilhamla  yazılmış metinler;  ve  Shruti’ye  dayanan,  sahip  oldukları  yetkeyi Shruti’den  alan  Smriti.  “Shruti”,  Shankara’mn  ifadesiyle “dolaysız algıya dayanır. Smriti’nin girişe benzer bir işlevi vardır, zira Smriti, giriş gibi yetkesini kendinden başka bir otoriteden alır.” O halde bu kitap, açıklayıcı yorumlar içe­ren, pek çok mekâna ve zamana ait Shruti’ler ve Smriti’lerden  alınmış  pasajlardan  oluşan  bir  antolojidir.  Ne  yazık ki,  geleneksel  kutsal  metinlerle  aşinalık,  küçümsemeye değil  ancak  pratik  amaçlar  göz  önüne  alındığında  nere­deyse o kadar kötü olan bir şeye sebep olmaktadır başka bir deyişle, bir  çeşit saygıyla kanşık bir aldırışsızlığa,  bir ruh bilinçsizliğine, kutsal sözcüklerin anlamına karşı içsel bir  sağırlığa.  Bu  nedenle,  Kadim  Felsefe’nin  doktrinleri­ni  Batı’da  ifade  edilmiş  halleriyle  örnekleyen  malzeme­yi  seçerken,  neredeyse  her  zaman,  Incil’den  daha  farklı kaynaklara  başvurdum.  Alıntılar  yaptığım  bu  Hıristiyan Smriti,  kanonik  kitapların  Shruti’sine  dayanmaktadır  fa­kat  onlardan  daha  az  bilinir  ve  dolayısıyla  daha  gerçek, ve  tabiri  caizse  daha  duyulur  olmanın, büyük  avantajına sahiptir.  Dahası,  bu  Smriti’nin büyük bölümü,  hakkında konuştukları şeyi ilk elden bilmek için kendilerini kabili­yetli kılmış, hakikaten azizleri andıran insanların eseridir. Sonuç olarak, bu yazılar, kendi başlarına ilhamla yazılmış ve  kendi  kendini geçerli  kılan bir  tür  Shruti  olarak bu ­gün İncil kanonuna dahil edilen metinlerin çoğundan çok daha yüksek bir seviyede görülebilir.

Son  yıllarda,  bir  deneysel  teoloji  sistemini  çözüme ulaştırmak yolunda bir dizi girişimde bulunulmuştur. Fa­kat Sorley, Oman ve Tennant gibi yazarların zekâlarına ve entellektüel güçlerine rağmen, bu çabalar kısmen başarıya ulaşmıştır. En yetenekli yorumcularının elinde bile, deney­sel  teoloji,  özel olarak ikna  edici değildir.  Bunun nedeni, bana göre deneysel teologların, dikkatlerini hemen hemen sadece, daha eski bir ekolden teologların “yenilenmemiş”olarak adlandırdıkları, insanların deneyimiyle yani,  ruh­sal bilginin gerekli şartlarını yerine getirmede çok ileri git­memiş  insanların  deneyimiyle-  sınırlandırmış  oldukları gerçeğinde aranmalıdır.  Fakat dindarlığın iki ya da üç bin yıllık tarihi boyunca  tekrar tekrar onaylanmıştır ki,  nihai Gerçeklik,  kendilerini  sevgi  dolu,  temiz  kalpli  ve  ruhen Tanrı’ya  muhtaç  kılmış  insanlar  haricinde  açıkça  ve  ara­cısız  kavranılamaz.  Bu  böyle  olduğu  için,  iyi,  sıradan ve yenilenmemiş insanların deneyimine dayalı bir teolojinin son derece güçsüz inanç  taşımak durumunda olması pek de şaşırtıcı değildir. Bu tip bir deneysel teoloji, çıplak göz­lü  gözlemcilerin deneyimine  dayanan  bir  deneysel astro­nomiyle tam olarak aynı dayanak noktasına sahiptir.  Des­teksiz gözle, Avcı Takımyıldızı içinde küçük, zayıf bir leke algılanabilir  ve  hiç  kuşkusuz  görkemli  bir  kozmolojik teori bu lekenin gözlemlenmesi temeline dayandınlabilir.  Fakat böylesi kuramlaştırmalar ne kadar çok ve ne kadar ustaca  yapılmış  olursa  olsun,  bize  galaktik  ya  da  galaksi dışı  nebulalar  hakında,  hiçbir  zaman  iyi  bir  teleskop, fotoğraf makinesi ve tayfölçer yoluyla doğrudan gözlemin anlatabileceği  kadar  çok şey  anlatamaz.  Benzer biçimde, çok  katmanlı  dünyanın  sıradan,  yenilenmemiş  deneyimi içinde belli belirsiz yakalanabilecek böylesi ipuçları hakkındaki  hiçbir  kuramsallaştırma,  bize,  tanrısal  Gerçeklik hakkında,  kayıtsızlık,  iyilik  ve  alçakgönüllülük  içindeki bir  zihin  tarafından  dolaysızca  idrak  edilebileceği  kadar çok şey anlatamaz.  Doğa bilimi deneyseldir; ama kendini, insan varlıklarının  salt  insani,  değiştirilmemiş  şartlar  altındaki deneyimine hapsetmez. Deneysel teologların niçin kendilerini bu yetersizlik karşısında boyun eğmek zorun­da hissettikleri meçhuldür.  Elbette, deneysel deneyimi bu derece insani sınırlara hapsettikçe,  en yüksek çabalarının bile daima etkisizleştirilmesine mahkûmdurlar. Hiçbir zi­hin, ne kadar parlak bir yeteneğe sahip olsa da, değerlendirmeyi seçmiş oldukları malzemeden, bir dizi imkândan, ya  da  en  iyi  ihtimalle,  aldatıcı  bir  dizi  olasılıktan  daha fazlasını çıkartamaz. Doğrudan farkındalığın kendi kendi­ni geçerli kılan katiyeti, nesnenin doğası gereği,  ‘Allah’ın sırlarının  (ahlâkî)  usturlabı’m  kuşanmış  olanlar  dışında kimse  tarafından  elde  edilemez.  Eğer  kişinin  kendisi  bir bilge ya da aziz değilse, yapabileceği en iyi şey, insani va­roluş biçimlerini  ıslah  ettikleri için,  tür ve  miktar  olarak beşere özgü bilgiden daha fazlasını bilmeye ehil olmuş insanların eserlerini incelemektir.

 PDF