Eckhart ve Buddha’dan Gazali ve Mevlana’ya kadar, içsel aydınlanmanın en önemli üstatlarından yapılan alıntılarla çok önemli bir antoloji görevi de görüyor.
* * *
-bu ifade Leibniz tarafından kullanıma sokulmuştur; fakat ifadenin işaret ettiği kavram şeylerin, yaşamların ve zihinlerin dünyasından daha hakiki bir ilahi Gerçekliği tanıyan metafizik; ruhta, ilahi Gerçekliğe benzer, hatta onunla özdeş bir şey bulan ruhbilim; insanın nihai ereğini, tüm varlığın içkin ve aşkın İlkesinin bilgisinde bulan etik- ezeli ve evrenseldir. Kadim Felsefe’nin esası, dünyanın tüm bölgelerindeki ilkel insanların geleneksel kültürleri arasında bulunabilir.ve bütünüyle gelişmiş biçimleriyle, her bir semavî dinin içinde bir yere sahiptir. Bu En Yüksek Ortak Faktör’ün, tüm önceki ve sonraki teolojilerin içindeki bir biçimi, ilk defa yirmi beş yüzyıl kadar önce yazıya dökülmüştür ve bu tüketilemez konu o zamandan bu yana, her dinî geleneğin kendine has bakış açısından, Asya ve Avrupa’nın tüm başlıca dillerinde tekrar tekrar işlenmiştir. İlerleyen sayfalarda, esas olarak önemli oldukları için -zira bunlar Kadim Felsefe’nin genel sistemindeki belirli bir noktayı başarılı bir şekilde örneklemiştir ve bunun yanı sıra iç güzellikleri ve hatırlanabilirlikleri nedeniyle, bu yazılar arasından seçilmiş bir dizi seçkiyi bir araya getirdim. Bu seçkiler pek çok farklı başlık altında düzenlenmiş, örneklemeyi ve birleştirmeyi, geliştirmeyi ve gerekli olduğu yerde açıklamayı amaçlayan benim kendi yorumuma, deyim yerindeyse, gömülmüştür.
Bilgi, varlığın bir işlevidir. Bilenin varlığında bir değişme olduğunda, bilmenin doğasında ve miktarında da buna tekabül eden bir değişme olur. Örneğin, bir çocuğun varlığı, büyüme ve eğitimle bir adamın varlığına dönüşür; bu dönüşümün sonuçları arasında, bilme yolu, öğrenilen şeylerin miktarı ve niteliğinde gerçekleşen devrim niteliğinde bir değişim de vardır. Birey büyüdükçe bilgisi daha kavramsal ve şeklen sistematik hale gelir ve bu bilginin gerçeklere dayanan, faydacı içeriği de devasa ölçüde artar. Fakat bu kazanımlar, doğrudan idrakin niteliğinde gerçekleşen bir bozulmayla, sezgisel gücün körelmesiyle ve kaybıyla karşı karşıya kalarak dengelenir. Ya da bir bilim adamının, elindeki gereçler yoluyla, mekânik olarak teşvik edebildiği değişimi düşünün. Bir tayfölçer ve altmış inçlik bir reflektörle donanmış bir astronom, görme yeteneği açısından insanüstü bir yaratık haline gelmiştir. Doğal olarak bizim de bekleyebileceğimiz üzere bu insanüstü yaratık tarafından sahip olunan bilgi, desteksiz ve çıplak gözleriyle yıldızlara bakan bir başkasının edinebileceğinden hem nitelik hem de nicelik açısından çok farklıdır. Bilenin fizyolojik ya da entellektüel varlığındaki değişimler, bilenin bilgisini etkileyen biricik şeyler değildir. Bildiğimiz şey, aynı zamanda, ahlâki varlıklar olarak, kendimizden yaratmayı seçtiğimiz şeye de bağlıdır. “Pratik,” William James’in ifadesiyle, “teorik ufkumuzu değiştirebilir ve bunu çift yönlü bir yoldan yapar:Yeni dünyalara götürebilir ve bize yeni güçler verebilir. Olduğumuz gibi kalmakla asla elde edemeyeceğimiz bilgiye, ahlaken ulaşabileceğimiz büyük güçlerin ve yüce bir yaşamın sonucuolarak varılabilir.” Konuyu kısaca özetlemek gerekirse, “Kalpleri saf olanlar kutsanmıştır, zira onlar Tanrı’yı göreceklerdir.” Aynı fikir, Tasavvuf şairi Mevlana Celaleddin. Rumi tarafından, bilimsel bir metafor çerçevesinde ifade edilmiştir: “Aşk, Allah sırlarının usturlabıdır.” Bu kitap, tekrar ediyorum, Kadim Felsefe’nin bir antolojisidir; fakat, bir antoloji olmasına rağmen, profesyonel edebiyatçıların yazılarından sadece birkaç alıntı içermekte, ve bir felsefeyi örnekliyor olmasına rağmen, meslekten filozofların yazdığı hemen hemen hiçbir şeye yer vermemektedir. Bunun nedeni çok basittir. Kadim Felsefe, esasen, şeylerin, hayatların ve zihinlerin çok yüzlü dünyasından daha hakiki olan tek tanrısal Gerçeklikle ilgilenir. Fakat bu tek Gerçekliğin doğası öyledir ki, kendilerini sevgi dolu, kalben saf ve ruhen Tann’ya muhtaç kılarak bazı şartlan yerine getirmeyi seçmiş olanlar dışında kimse tarafından doğrudan ve anında idrak edilemez. Bu niçin böyle olmak zorundadır? Bilmiyoruz. Şevsek de sevmesek de, inanılmaz ya da ihtimal dışı görünseler de, bu, kabul etmemiz gereken gerçeklerden sadece biridir. Gündelik deneyimimiz dahilinde hiçbir şey bize suyun hidrojen ve oksijenden oluştuğunu düşünmemiz için bir neden sunmaz, ancak suyu bazı çok zorlu işlemlere tâbi tuttuğumuzda yapıtaşı elementlerinin doğası ortaya çıkar. Benzer bir şekilde, gündelik deneyimimiz içinde hiçbir şey, ortalama insanın zihninin, bileşenlerinden biri olarak, bizim çok yüzlü dünyamızdan daha hakiki bir Gerçekliği andıran ya da onunla özdeş bir şeye sahip olduğunu düşünmemiz için çok fazla neden sunmaz. Ancak aynı şekilde bazı çok zorlu işlemlere tâbi tutulduğunda, zihin de, en azından zihni kısmen bir araya getiren tanrısal öğe sadece kendisine değil, dışarıdaki davranıştaki yansıması vasıtasıyla diger zihinlere de görünür olur. Maddenin özel doğasını ve barındırdığı potansiyelleri ancak fiziksel deneyler yaparak keşfedebiliriz. Zihnin özel doğasını ve potansiyellerini ise ancak ruhbilimsel ve ahlâki deneyler yaparak keşfedebiliriz. Bedenselliğe dayalı ortalama yaşamın sıradan şartlarında zihnin bu potansiyelleri gizli kalır ve ortaya çıkmaz. Eğer bunları gerçekleştireceksek, deneyimin deneysel açıdan geçerli olduğunu kanıtladığı belli şartlan yerine getirmeli ve belli kurallara itaat etmeliyiz. Meslekten filozof ve edebiyatçılara gelirsek, sadece bir kaçının dolaysız ruhsal bilginin gerekli şartlannı yerine getirmek bakımından yeteri kadar şey yaptıklanna dair kanıtlar mevcuttur. Şairler ya da metafizikçiler Kadim Felsefe’nin ana konusundan bahsettiklerinde, bu, genelde ikinci ağızdan bir değerlendirmedir. Fakat her çağda, acı bir deneysel gerçek olarak böylesi dolaysız bir bilginin edinilebilmesinin tek koşulu olan bu şartlan yerine getirmeyi seçmiş bazı insanlar olmuştur ve bu az sayıda insan, böylece kavramaya muktedir kılındıklan Gerçekliğe dair açıklamalar bırakmışlar ve tek bir kapsamlı düşünce sistemi içinde, bu deneyimin verili gerçeklerini diğer deneyimlerinin verili gerçekleriyle ilişkilendirmeye çalışmışlardır. Kadim Felsefe’yi ilk elden yorumlayan bu insanlara, onları tanıyanlar genellikle “ermiş”, “peygamber”, “bilge” ya da “aydınlanmış olan” gibi isimler vermişlerdir. Bahsettikleri şeyleri bildiklerini düşündürtecek haklı sebepten dolayı, seçkilerimde meslekten filozoflara ya da edebiyatçılara değil, ağırlıklı olarak bu insanlara başvurdum. Hindistan’da iki tür kutsal metin vardır: Shruti ya da nihai Gerçekliğin doğrudan kavranışınm ürünü oldukları için kendi başlarına otorite olan, ilhamla yazılmış metinler; ve Shruti’ye dayanan, sahip oldukları yetkeyi Shruti’den alan Smriti. “Shruti”, Shankara’mn ifadesiyle “dolaysız algıya dayanır. Smriti’nin girişe benzer bir işlevi vardır, zira Smriti, giriş gibi yetkesini kendinden başka bir otoriteden alır.” O halde bu kitap, açıklayıcı yorumlar içeren, pek çok mekâna ve zamana ait Shruti’ler ve Smriti’lerden alınmış pasajlardan oluşan bir antolojidir. Ne yazık ki, geleneksel kutsal metinlerle aşinalık, küçümsemeye değil ancak pratik amaçlar göz önüne alındığında neredeyse o kadar kötü olan bir şeye sebep olmaktadır başka bir deyişle, bir çeşit saygıyla kanşık bir aldırışsızlığa, bir ruh bilinçsizliğine, kutsal sözcüklerin anlamına karşı içsel bir sağırlığa. Bu nedenle, Kadim Felsefe’nin doktrinlerini Batı’da ifade edilmiş halleriyle örnekleyen malzemeyi seçerken, neredeyse her zaman, Incil’den daha farklı kaynaklara başvurdum. Alıntılar yaptığım bu Hıristiyan Smriti, kanonik kitapların Shruti’sine dayanmaktadır fakat onlardan daha az bilinir ve dolayısıyla daha gerçek, ve tabiri caizse daha duyulur olmanın, büyük avantajına sahiptir. Dahası, bu Smriti’nin büyük bölümü, hakkında konuştukları şeyi ilk elden bilmek için kendilerini kabiliyetli kılmış, hakikaten azizleri andıran insanların eseridir. Sonuç olarak, bu yazılar, kendi başlarına ilhamla yazılmış ve kendi kendini geçerli kılan bir tür Shruti olarak bu gün İncil kanonuna dahil edilen metinlerin çoğundan çok daha yüksek bir seviyede görülebilir.
Son yıllarda, bir deneysel teoloji sistemini çözüme ulaştırmak yolunda bir dizi girişimde bulunulmuştur. Fakat Sorley, Oman ve Tennant gibi yazarların zekâlarına ve entellektüel güçlerine rağmen, bu çabalar kısmen başarıya ulaşmıştır. En yetenekli yorumcularının elinde bile, deneysel teoloji, özel olarak ikna edici değildir. Bunun nedeni, bana göre deneysel teologların, dikkatlerini hemen hemen sadece, daha eski bir ekolden teologların “yenilenmemiş”olarak adlandırdıkları, insanların deneyimiyle yani, ruhsal bilginin gerekli şartlarını yerine getirmede çok ileri gitmemiş insanların deneyimiyle- sınırlandırmış oldukları gerçeğinde aranmalıdır. Fakat dindarlığın iki ya da üç bin yıllık tarihi boyunca tekrar tekrar onaylanmıştır ki, nihai Gerçeklik, kendilerini sevgi dolu, temiz kalpli ve ruhen Tanrı’ya muhtaç kılmış insanlar haricinde açıkça ve aracısız kavranılamaz. Bu böyle olduğu için, iyi, sıradan ve yenilenmemiş insanların deneyimine dayalı bir teolojinin son derece güçsüz inanç taşımak durumunda olması pek de şaşırtıcı değildir. Bu tip bir deneysel teoloji, çıplak gözlü gözlemcilerin deneyimine dayanan bir deneysel astronomiyle tam olarak aynı dayanak noktasına sahiptir. Desteksiz gözle, Avcı Takımyıldızı içinde küçük, zayıf bir leke algılanabilir ve hiç kuşkusuz görkemli bir kozmolojik teori bu lekenin gözlemlenmesi temeline dayandınlabilir. Fakat böylesi kuramlaştırmalar ne kadar çok ve ne kadar ustaca yapılmış olursa olsun, bize galaktik ya da galaksi dışı nebulalar hakında, hiçbir zaman iyi bir teleskop, fotoğraf makinesi ve tayfölçer yoluyla doğrudan gözlemin anlatabileceği kadar çok şey anlatamaz. Benzer biçimde, çok katmanlı dünyanın sıradan, yenilenmemiş deneyimi içinde belli belirsiz yakalanabilecek böylesi ipuçları hakkındaki hiçbir kuramsallaştırma, bize, tanrısal Gerçeklik hakkında, kayıtsızlık, iyilik ve alçakgönüllülük içindeki bir zihin tarafından dolaysızca idrak edilebileceği kadar çok şey anlatamaz. Doğa bilimi deneyseldir; ama kendini, insan varlıklarının salt insani, değiştirilmemiş şartlar altındaki deneyimine hapsetmez. Deneysel teologların niçin kendilerini bu yetersizlik karşısında boyun eğmek zorunda hissettikleri meçhuldür. Elbette, deneysel deneyimi bu derece insani sınırlara hapsettikçe, en yüksek çabalarının bile daima etkisizleştirilmesine mahkûmdurlar. Hiçbir zihin, ne kadar parlak bir yeteneğe sahip olsa da, değerlendirmeyi seçmiş oldukları malzemeden, bir dizi imkândan, ya da en iyi ihtimalle, aldatıcı bir dizi olasılıktan daha fazlasını çıkartamaz. Doğrudan farkındalığın kendi kendini geçerli kılan katiyeti, nesnenin doğası gereği, ‘Allah’ın sırlarının (ahlâkî) usturlabı’m kuşanmış olanlar dışında kimse tarafından elde edilemez. Eğer kişinin kendisi bir bilge ya da aziz değilse, yapabileceği en iyi şey, insani varoluş biçimlerini ıslah ettikleri için, tür ve miktar olarak beşere özgü bilgiden daha fazlasını bilmeye ehil olmuş insanların eserlerini incelemektir.