26 Temmuz 2021

Ayışığı Sonatı - Yannis Ritsos

Bırak ben de geleyim seninle. Ne kadar da güzel ay
bu akşam! İyidir ay, iyidir, - kimse görmeyecek
nasıl da ağarmış olduğunu saçlarımın. Ay
altın rengine dönüştürecek gene. Sen de anlayamayacaksın.
Bırak ben de geleyim seninle.
Ay çıkınca, büyür evdeki gölgeler,
görünmez eller açar perdeleri,
piyanonun tozlarına unutulmuş sözcükler yazar
solgun bir parmak - duymak istemem onları. Ne olur sus.
Bırak ben de geleyim seninle,
biraz daha uzağa, fabrikanın duvarlarına kadar,
o beton, o göksel, o ayışığıyla badanalanmış,
öylesine kayıtsız, öylesine maddeden uzak,
öylesine gerçek ve neredeyse soyut kentin
göründüğü o köşebaşma kadar,
istersen inanabilirsin yaşadığına, yaşamadığına hatta,
istersen hiç yaşamadım diye düşün, inanma istersen
zamana ve yıkımlarına.
Bırak ben de geleyim seninle.

Tepeye tırmanırız, otururuz bir tahta sıraya,
ilkyaz melteminin serinlediği bu saatte
havalarda uçtuğumuzu bile düşleyebiliriz
kaç kez çünkü, tıpkı şu anki gibi, giysimin hışırtısını
vuruşu saymışımdır iki güçlü kanadın
ve bu uçuşun uğultusuna bir bırakınca kendini insan
sıkıştığını hisseder boğazının, böğürlerinin, etinin,
yüksekliğin o güçlü sinirlerinin kıskacında
gök mavisinin kaslarına sıkışmış gibisindir
ne önemi var gidiyor ya da dönüyor olmanın
ne önemi var varsın ağarmış olsun saçlarım
(bu değil benim üzüntüm, değil bu, üzüntüm
yüreğimin de aynı ölçüde ağarmamasından).
Bırak ben de geleyim seninle.
Biliyorum, biliyorum, herkes tek başmadır aşkta
şan-şöhrette de ölümde de tek başınadır.
Biliyorum. Geçtim o yoldan. Deney ne işe yarar.
Bırak ben de geleyim seninle.

Biliyorum, biliyorum, herkes tek başmadır aşkta
şan-şöhrette de ölümde de tek başınadır.
Biliyorum. Geçtim o yoldan. Deney ne işe yarar.
Bırak ben de geleyim seninle.
Perili bir ev oldu bu ev, itiyor beni-
eskidi demek istiyorum yani aslında, tutmuyor çivileri,
boşluğa atılır gibi düşüyor çerçeveler,
sıvalar sessizce dökülüyor
düşmesi gibi bir ölü şapkasının karanlık sofaya,
düşmesi gibi dizlerinden tarazlanmış yün eldivenin
ya da düşmesi gibi ayışığımn döşemesi parçalanmış eski koltuğa.

Bir zamanlar o da gençti, yeniydi, -söz etmiyorum
o kuşkuyla baktığın fotoğraftan-
şu koltuktan söz ediyorum, nasıl da rahat; saatlerce oturabilirsin
ve düşler kurabilirsin düşleyebildiğin kadar
-ince kumlu bir plaj, kumları ıslak, pırıl pırıl ayışığmda,
benim her ay köşedeki boyacıya götürdüğüm
kunduralarımdan daha parlak,
ya da ufukta yiten bir balıkçı teknesinin yelkenini düşleyebilirsin,
kendi soluğuyla beşik gibi sallanan,
köşelerinden katlanmış mendil gibi üçgen bir yelken,
ne içine bir şey koyabilirsin saklamak için
ne de çıkarıp sallayabilirsin ayrılıklarda. Her zaman bir mendil
saplantım olmuştur benim,
hayır, içine bir şeyler koymak için değil, hayır,
ne çiçek tohumları, ne de tanyerinin tarlalarından
toplanmış papatyalar,
ne dört köşesinden düğümleyip komşu yapıdaki
işçiler gibi giymek şapka niyetine,
ne de silmek için gözlerimi, -iyi görür gözlerim
ve hiç gözlük takmadım. Basit bir tutkunluk işte, şu mendiller.
Oyalansın diye parmaklarım, şimdi katlıyorum onlan
dörde, sekize, on altıya. Bir anı geliyor aklıma:
ölçüyü de böyle sayardım işte, gittiğim sıralar, konservatuarda,
mavi önlük, beyaz yaka, sarı saç belikleri - 8, 16, 32, 64,
ışıldar içinde pembe tomurcuklarla kaplı bir sırdaş
bir şeftali fidanıyla el ele tutuşmuş

(bağışla böyle konuşmamı, kötü bir huy işte) -
32, 64 büyük umutlar bağlamıştı
annem-babam müzik yeteneğime.
Sana şu koltuktan söz ediyordum şahi­
kamı deşilmiş -paslı yayları, samanları çıkmış meydana-
komşu marangoza götürmeyi de düşündüm bir ara
ama nerede o zaman, nerede o para, o heves -ve
neyi onartmak ilkin? -
bir örtü örtmeyi de düşündüm üzerine, - ama korktum ak örtüden
böyle bir ayışığında. insanlar oturmuştu
bu koltukta bir zamanlar, büyük düşler görmüşlerdi, senin gibi tıpkı,
tıpkı benim gibi,
oysa şimdi toprak altında dinleniyorlar tedirgin olmaksızın
ne aydan ne yağmurdan.
Bırak ben de geleyim seninle.
Aziz Nikola’nın mermer merdivenlerinin başında dururuz biraz,
sonra istersen inersin sen, ben de geriden izlerim seni
sol yanımda ceketinin rastgele dokunuşlarını duyarak
bir de mahalle pencerelerinin ender kare ışıklarını
ve ayın beyaz sisini, benzeyen gümüş renkli kuğuların
upuzun alayma-
bu tür konuşmalardan korkmam ben, çünkü sık sık başıma gelir
böyle ilkyaz akşamları bana görünen Tann’yla konuşmak
sisle ve benzersiz ayışığının görkemiyle taçlı Tanrı’yla,
sayısız delikanlı kurban ettim ona, senden çok daha yakışıklıydılar

ve beyazlığında ayışığmm, içinde ak yalımın,
beyaz ve erişilmez, buharlaşarak kendim,
erkeklerin obur bakışlarıyla, gençlerin çekingen
coşkusuyla kuşatılmış,
tansıklı gövdelerle, güneşin kararttığı gövdelerle sarılmış,
kuşatılmış, yüzmeyle, kürekle, arena ve stadyum oyunlarıyla
bitkin kollar ve bacaklarla (ki görmezlikten geliyordum onları),
alınlar, dudaklar, boyunlar, dizler, parmaklar ve gözlerle,
göğüsler, kollar ve kalçalarla (ki gerçekten görmüyordum onları),
-bilirsin, kimi zaman, hayran olunca unutur hayran olduğu nesneyi
insan, yetinir salt hayranlığıyla, -
Tanrım, yıldızlarca sayısız bakışlar, reddedilmiş yıldızların utkusuyla
nasıl da yükselmiştim
çünkü böyle içten ve dıştan kuşatılmış durumda
başka bir seçenek yoktu benim için çıkmaktan ya da inmekten başka.
- Hayır, bu yetmez bana.
Bırak ben de geleyim seninle.
Biliyorum, çok geç. Bırak geleyim.
Yalnızdım nice yıllar, geceler, günler, mor öğleler boyunca,
boyun eğmeyendim, tek başımaydım, lekesizdim,
evlilik yatağımda bile lekesiz ve yalnız,
Tanrı’nın dizlerinde görkemli dizeler yazarken,
öyle dizeler ki, kuşkun olmasın, kusursuz bir mermere
kazılı kalacaklar
benden sonra, senden sonra, çok daha sonraya. Yetmez bu da!
Bırak ben de geleyim seninle.

Dayanamayacağım artık bu eve.
Taşıyamayacağım artık sırtımda onu.
Hep dikkatli olmak gerek, dikkatli olmak,
duvarı büyük dolapla payandalamak,
dolabı oymalı antika masayla,
masayı, sandalyelerle,
sandalyeleri ellerle desteklemek,
bel vermiş kirişi de omuzlamak.
Ya piyano, kapalı kara bir tabut gibi tıpkı. Yürek ister açmaya.
Hep dikkatli olmak, dikkatli olmak, hiçbir şey düşmesin,
kendin düşmeyesin diye. Dayanamıyorum artık.
Bırak ben de geleyim seninle.
Bu ev, tüm ölülerine karşın, ölmek niyetinde değil.
Direniyor ölüleriyle birlikte yaşamakta
ölüleriyle besleniyor
kendi ölümünün gerçekliğiyle besleniyor
köhne yataklara köhne raflara diziyor ölüleri.
Bırak ben de geleyim seninle.
Akşamın sisinde istediğim kadar sessizce yürüyeyim bu evde
ister yalınayak ister terlikle
bir şey gıcırdıyor mutlaka - bir pencere camı ya da bir ayna kırılıyor,
ayak sesleri duyuluyor, - benimkiler değil, başka.
Sokakta hiç kuşkusuz duyulmaz bunlar, dışarda,-
derler ki pişmanlık acısı tahta ayakkabılar giyermiş,-
kendine ister bu aynada bak ister bir başkasında
yüzünün daha belirsiz, paramparça olduğunu ayrımsarsın

tozların ve çatlakların ardında
oysa yüzünün saflığını ve temizliğini korumak tek amacındı hayatta.
Bardağın ağzı parlıyor ayışığmda
yuvarlak bir ustura gibi tıpkı -nasıl yaklaştırayım dudaklarıma?
Çok susadım doğru, ama nasıl yaparım?- Anlıyorsun ya?
Severim hiç bıkmadım benzetmeler yapmaktan, -
bu kaldı eskiden kala kala
var olduğumu da zaten budur kanıtlayan.
Bırak ben de geleyim seninle.
Kimi zaman, akşamın alacakaranlığında, sanki bir
ayı oynatıcı geçer pencerelerin önünden ağır ve yaşlı ayısıyla,
bir ayı, tüyleri dikenlerle çalılarla kaplı
geçer bir toz bulutu kaldırarak sokakta
günbatımını tütsüleyen yalnız bir bulut
ve çocuklar yemek için evlerine dönmüştür, çıkmazlar dışarı artık
duvarın öte tarafında tamsalar da ayının ayak seslerini-
ve ayı, yorgun, yalnızlığın bilgeliği içinde, yürür bilmeksizin
nereye niçin gittiğini—
ağırlaşmıştır, oynayamaz artık üzerinde arka ayaklarının
giyemez artık küçük dantel şapkasını eğlendirmek için çocuklan,
zor beğenirleri ve aylakları
tek isteğidir yatıp uzanmak yere
kamını çiğnemelerine göz yumup son oyununu oynamak,
göstermek böylece korkunç vazgeçme gücünü,
boyun eğmezliğini başkalarının çıkarlarına, burnundaki halkaya,
isteklerine boğazının,

acıya ve yaşama boyun eğmezliğini
belli bir uzlaşma halinde ölümle - yavaş bir ölüm olacak -
sürekliliğinin, tutsaklığının üzerindeki bilinç ve eylemle
yükselen yaşam bilinciyle ölüme göstermek son baş eğmezliğini.
Ama kim sürdürebilir böyle bir oyunu sonuna kadar?
Ve bir kez daha toparlanıp yoluna koyulur ayı
boyun eğerek yularına, halkalarına, dişlerine
gülümseyerek yırtık dudaklarıyla kuşku tanımayan çocukların
attığı maden kuruşlara
(elbette güzeller kuşku nedir bilmediklerine göre)
ve teşekkür ederek. Çünkü bir tek şey tekrarlayabilir
kocamış ayılar: sağolun, sağolun.
Bırak ben de geleyim seninle.
Bu ev boğuyor beni. Özellikle mutfak
denizin dibi gibi tıpkı. Benzersiz balıkların
kocaman yuvarlak gözleri gibi parlıyor asılı tencereler,
denizanaları gibi ağır ağır kımıldıyor tabaklar,
saçlarıma takılıyor yosunlar, deniz kabukları
-temizlemek olanaksız onları,
ve tekrar deniz yüzüne çıkmak,
sessizce kayıyor elimden tepsi, yığılıp kalıyorum orada
ve yükseldiğini görüyorum soluğumun hava kabarcıklarının,
vakit geçirmeye çalışıyorum onlara bakarak
ve kıyıdan bu kabarcıkları gören birinin
neler düşüneceğini düşünüyorum;

birinin boğulduğunu mu yoksa derinlere indiğini mi bir dalgıcın?
Gerçekte, bu boğulandan çok daha derinlerde, kaç kez,
mercanlar, inciler buldum, definelerini batık gemilerin,
beklenmedik buluşması dünün, bugünün, yarının,
sanki sonsuzluğun doğrulanması,
bir soluk alma ya da bir ölümsüzlük gülümseyişi dedikleri şey,
bir mutluluk, bir esrime, coşkunluk hatta,
mercanlar, inciler, safirler;
ama bilmem ki nasıl armağan etmeli -hayır, ne olursa olsun
armağan edeceğim onları;
kim kabul eder bilmiyorum bunları - ne önemi var
armağan ederim ben.
Bırak ben de geleyim seninle.
Bir dakika, ceketimi alayım,
hava nasıl da değişken, en iyisi gerekli önlemi almak.
Akşamları nemli oluyor, öyle gelmiyor mu sana,
sahi soğuğu daha da bilemiyor mu ay?
Dur gömleğini ilikleyeyim - ne kadar da güçlü göğsün var,
-Nasıl da parlak ay,- koltuk, ne diyordum - fincanı
masadan aldığım zaman
bir sessizlik oyuğu bırakıyor masada, avucumla kapatıyorum hemen
görmemek için içini, -aldığım yere koyuyorum fincanı;
ve ay, evrenin kafatasında bir delik - bakma ona,
insanı çeken manyetik bir güç var - bakma, hayır,

beni dinleyin siz - içine düşersiniz yoksa. Bu baş dönmesi
görkemli, hafif - düşeceksiniz -
mermer bir kuyudur ay,
gölgeler titrer içinde, suskun kanatlar, gizemli sesler
- duymuyor musunuz?
Derin, çok derin, düşüş,
derin, çok derin, yükseliş,
açık kanatlı göksel ve ağır yontu,
derin, çok derin, amansız hoşgörüsü sessizliğin,
karşı kıyının titreşen ışıkları, kendi dalgasında sallanışı bir insanın,
okyanus soluğu, görkemli, hafif,
bu baş dönmesi, - dikkat düşeceksin. Sen bana bakma,
benim doğamdır çünkü bu sallanış - bu görkemli baş dönmesi.
İşte bu yüzden her akşam
başım ağrır biraz, türlü türlü sersemlik.
Sık sık karşı eczaneye koşarım aspirin almak için,
ya da canım sıkılır tekrar baş ağrımla baş başa kahrım
duvarlara gömülü su borularındaki boş sesleri dinleyerek,
ya da bir kahve yaparım kendime, ve, her zaman dalgın,
iki fincan yaparım dalgınlıkla -kim içecek ötekini? -
tuhaf sahiden, masaya bırakırım soğusun diye
ya da bazen pencereden eczanenin yeşil lambasına bakarken
öteki kahveyi de içerim
mendillerim, yıpranmış pabuçlarım, kara çantam ve şiirlerimle

beni alıp götürmeye gelen bir trenin yeşil ışığıdır sanki o ışık,
ama bavulsuz - neye yarar bavullar?
Bırak ben de geleyim seninle.
Ah, gidiyor musun? İyi geceler. Hayır, ben gelmeyeceğim.
İyi geceler.
Biraz sonra çıkacağım ben. Sağol. Çünkü çıkmam gerek
eninde sonunda bu köhne evden.
Biraz da kenti görmem gerek, - hayır, ayı değil -
elleri nasırlı kenti, ücretin kentini,
ekmek ve yumruğu adına ant içen kenti,
küçüklüklerimiz, kötülüklerimiz, kinlerimizle,
tutkularımız, bilgisizliklerimiz ve kocamışlığımızla
bizi sırtında taşıyan kenti ,-
duymam gerek iri adımlarını kentin
artık ne senin adımlarını duymak
ne Tanrı’mn adımlarını, ne de kendiminkileri. İyi geceler.


(Oda karardı. Sanki bir bulut ayı gizlemiş gibiydi. Birden komşu kahvede sanki bir el açtı radyoyu,
çok tanıdık bir müzik cümlesi duyuldu. Ancak o zaman “Ayışığı Sonatı’nın, sadece bir bölümünün
bu sahneye sessizce eşlik etmiş olduğunu anladım. Şimdi, biçimli dudaklarında alaycı, belki de sevecen
bir gülümseme ve kurtuluş duygusuyla yokuş aşağı iniyor olmalı genç adam. Aziz Nikola Kilisesi'ne
geldiği zaman, mermer merdivenlerden inmeden önce gülecek, bastırılamamış, yüksek sesli bir kahka­
ha. Hiç uygunsuz kaçmaksızın ayın altında yankılanacak. Belki de tek uygunsuz olan şey uygunsuz
olmayışı. Bir süre sonra genç adam susacak, ciddileşerek “Bir çağın sonu, ” diyecek. Sonra, artık din­
ginleşmiş, gömleğinin düğmelerini açıp yürümeye devam edecek. Karalar giyinmiş kadına gelince, so­
nunda evden ayrıldı mı, bilmiyorum. Ay gene parlıyor. Ve odanın köşelerinde gölgeler dayanılmaz bir
acı, bir çeşit öfkenin - sadece yaşama karşı değil bütün itirafların hiçliğine karşı - etkisiyle yitip,
diyorlar. Duyuyor musunuz? Radyo çalıyor.)

Atina, Haziran 1956

Türkçesi: Özdemir ince