Engels, 1820 yılında, Renanya eyaletinin Barmen (bugünkü Wuppertal)
şehrinde, bir tekstil fabrikatörünün oğlu olarak dünyaya geldi.(1)
Babası, Marx’ın babasının aksine Aydınlanma esprisine kapalı, sofu ve
otoriter bir kişiliğe sahipti. Buna karşılık, Engels, canlı esprisi ve
çok yönlü tecessüsü ile daha lise yıllarında despot babaya ters
düşecekti. Bu baba-oğul kavgası, sonunda Engels’in eğitimine mal oldu ve
genç öğrenci liseden alınarak Bremen’deki bir ticarethanede çalışmaya
gönderildi. Ne var ki Engels’in sadece “resmi” öğretimi bitmişti ve
kendisi Bremen’de, daha da özgür olarak, tüm boş zamanlarını tarih,
felsefe ve edebiyat okumalarına ayırıyor, yabancı diller öğreniyordu.
Yazı hayatı da, Bremen’de, henüz on sekiz yaşındayken bir gazeteye takma
adla yolladığı edebi makalelerle başladı. Aynı tarihlerde, Engels,
yakınları ve dostları ile yazışıyor; özellikle de eski sınıf arkadaşları
–ve de rahip çocukları- olan Graeber’lere yolladığı mektuplarda dini
dogmaları sorguluyordu.(2)
Engels Bremen’de o sıralarda Almanya’da demokrat bir akım olan Genç Almanya (Das Junge Deutschland)
akımının (özellikle de Heine ile birlikte akımın önde gelen
figürlerinde K. L. Börse’nin) etkisi altında kalmıştı. 1841’de askerlik
göreviyle Berlin’e gidince orada ufuklarını çok daha zenginleştirecek
bir ortamla karşılaştı. Bir yıl kadar kaldığı Berlin’de, Üniversite’de
derslere devam ediyor, Genç Hegelcilerle tanışıyor, Marx’ın yönettiği Renanya Gazetesi’ne
yazılar gönderiyordu. Bu arada Üniversite’deki Hegel etkilerini yok
etmesi amacıyla felsefe kürsüsü başkanlığına getirilen Schelling’in de
ilk dersine girmiş ve hakkında bir gazeteye ağır bir yazı yazmıştı. 1842
Kasım sonlarında İngiltere’ye geçerken, Köln’de Renanya Gazetesi’ne
uğradı ve Marx’la ilk kez tanışma fırsatını buldu. Engels ile Marx’ın
bu ilk tanışmaları pek de başarılı olmamış, Engels günlüğüne, Marx ile
ilgili, “Trier’li babacan esmer, cezbe dolu bir ruha sahip”(3) diye bir
not düşmüştü.
Engels’in 1842’de Manchester’da, babasının hisse sahibi olduğu bir
tekstil fabrikasında çalışmaya başlaması düşünce hayatında bir dönüm
noktası olmuştur. Sanayileşmenin en ileri düzeyde olduğu, teknolojide
dev adımların atıldığı bir ülkede, kapitalistleşme sürecini bizzat bu
sürecin motor gücü olan tekstil sanayinin içinden izlemek kuşkusuz
bulunmaz bir fırsattı. Engels burada sadece fabrika sisteminin gerçek
niteliğini öğrenmekle kalmadı, iktisat kuramlarını da eleştirel bir
gözle inceledi.
Engels İngiltere’ye Chartist hareketin öncülük yaptığı bir
genel grevden sadece iki hafta sonra ayak basmıştı. Hareketin merkezi
Manchester’dı ve grev başarısızlıkla sonuçlansa bile işçi sınıfının
gücünü ortaya koymuştu. Manchester bir göçmen işçi şehriydi ve çevreyi
kuşatan varoşlarda korkunç şartlar altında çalışan emekçilerin büyük bir
kısmı (ve şehir nüfusunun dörtte biri) İrlandalı göçmenlerden
oluşuyordu. Chartist hareket İngiltere’de bu koşullarda
başlamış ve o dönemde en disiplinli şekilde örgütlenen işçi sınıfı bu
koşullarda pamuk, demir ve kömür sanayilerinde ağırlığını koymuştu.
Engels Chartist hareketin bazı öncüleriyle tanıştı, hareketi destekledi ve Chartist’lerin yayın organında (Northern Star) yazılar yazdı.
Engels’in İngiltere’de geçirdiği yirmi bir ayın en büyük kazancı
kuşkusuz insanlık tarihinde tayin edici bir rol oynayan sanayileşme
hareketini bizzat merkezinde izlemek olmuştu. Yıllar sonra, Engels,
İngiltere tecrübesini şu şekilde anlatacaktır: “Manchester’da en açık
şekilde şunu fark ettim: Tarihçilerin bugüne kadar rol vermedikleri;
verirlerse de ancak ikinci derecede bir rol atfettikleri iktisadi
olgular, en azından modern dünyada belirleyici bir güç teşkil ediyorlar;
bunlar bugünkü sınıf çelişkilerinin üstünde yükseldiği bir temel
oluşturuyorlar; bu sınıf çelişkileri de, özellikle İngiltere gibi büyük
sanayinin tam gelişmesine elverişli olduğu ülkelerde siyasal partilerin,
siyasal kavgaların ve sonuç olarak da siyasal tarihin temelini teşkil
ediyorlar.”(4)
Engels Manchester’de kaldığı sürede çığır açıcı nitelikleri bugün
dahi yeterince anlaşılmamış iki çalışma yapmıştı. Bunlardan birincisi
Marx’ın çıkardığı Alman-Fransız Yıllığı’na yolladığı, liberal iktisat
kuramını kıyasıya eleştiren makalesiydi. İkincisi ise İngiliz işçi
sınıfının yaşam koşulları hakkında yaptığı somut araştırmalardı. Engels
bu araştırmaların sonuçlarını Barmen’e döndükten sonra kaleme alacak ve
ortaya çıkan eser 1845’de Leipzig’de yayınlanacaktır.
O yıllarda Engels’in hayatı açısından en az bu çalışmalar kadar
önemli başka bir olay daha cereyan etti; o da şuydu: Genç düşünür
Manchester’den Barmen’e, oradaki artık manen de uzaklaşmış olduğu aile
ocağına dönerken, Paris’e de uğramış ve orada Marx’la ikinci kez
görüşmüştü. Birinci buluşmalarının aksine bu ikinci görüşme çok
hararetli geçti ve iki düşünür ömür boyu sürecek bir dostluk ve
işbirliğinin temellerini bu görüşmede attılar. Hegel’in felsefesinden
etkilenmiş, Genç-Hegelcilerle tanışmış, Feuerbach’ı okumuş bu iki genç
düşünür, bu kez çok farklı iki tecrübeden geçmiş olarak karşı karşıya
geliyorlardı. Marx bir süredir çalışmalarını tarihin, siyasetin
ve devrimin damgasını taşıyan bir şehirde, Avrupa’nın kültür başkenti
Paris’te yürütmekteydi; aylardır da derinlemesine Fransız Devrimi’ni
inceliyordu. Buna karşılık Engels de sanayileşme devriminin merkezinden,
her yıl yeni bir teknolojik buluşun emekçilerin yaşamını allak bullak
ettiği Manchester’dan geliyordu. Böylece bu buluşma Alman felsefesi,
Fransız devrim tarihi ve İngiliz iktisatçılığının buluşması şeklini
aldı. Kısa bir süre sonra tarihi maddeci kuram bu buluşmanın ürünü
olarak ortaya çıkacaktır. Engels bu buluşmaya Marx’ı şaşırtan ve
büyüleyen bir çalışmayla, ekonomi politiğin eleştirisiyle gelmişti.
Tarihi maddeciliğin inşasında temel taşlarından biri olan bu
makalede, Engels, hangi saptamaları yapıyor, neleri eleştiriyordu?
Aşağıdaki satırlarda genç âlimin çağının çok ilerisinde olan
düşüncelerini özetlemeye çalışacağım.
***
Engels, “taslak” olarak nitelediği incelemesinde, 1840’larda
İngiltere’de egemen olan “iktisat bilimi”ni eleştiriyordu. Ne var ki,
düşünür, makalesinde sadece bunu yapmakla kalmıyor, henüz doğmamış olan
tarihi maddeciliğin esprisine uygun bir şekilde, liberal iktisat
kuramının ideolojik ve sınıfsal temellerini de açıklıyordu.
Engels’e göre, Ekonomi Politik, “ticaretin artmasının doğal
bir sonucu olarak doğmuş ve böylece bilimsel nitelikten yoksun, ilkel,
işportacı bir iktisat anlayışı, yerini gelişmiş bir ruhsatlı hile ve zenginleşme ilmine
terk etmişti”.(5) Başlangıçta tüm amaç, ulusların tek zenginlik kaynağı
olarak görülen kıymetli madenler birikimine yardımcı olmaktı. Devletler
birbirine hasetle, açgözlülükle yaklaşıyor; birbirinden mümkün olduğu
kadar fazla altın ve gümüş koparmaya çalışıyordu. Bu zihniyet doğal
olarak altın ve gümüşün yurt dışına çıkmasının yasaklanmasına götürüyor
ve mallar ancak likit para (altın ve gümüş) karşılığı satılıyordu. Ne
var ki böyle bir siyaset tutarlı ve karşılıklı bir şekilde
uygulanamazdı; çünkü bu uygulama ticaretin sonu olurdu. Bunun yerine,
“merkantilizm” adı verilen siyaset, kıymetli madenleri ticaret ve
tekellerle artırma ilkesini koydu. Artık amaç ticareti geliştirmek,
ihracat fazlası yaratmak ve bunu kıymetli madenlere dönüştürmekti. Bunun
için de devletlerin birbirine “en avantajlı” ticaret anlaşmaları empoze
etmeye çalıştıkları kanlı merkantil savaşlar yapıldı.
Bir devrim ve Aydınlanma yüzyılı olan 18. yüzyılda, iktisatta da bir
devrim yaşandı ve yeni bir iktisat anlayışı doğdu. Yeni iktisat
devletlerin egoizmine ve “merkantil sistemin yarattığı kanlı teröre”
karşı duyulan “tiksinti”den kaynaklanmıştı. İlhamını Adam Smith’in Milletlerin Zenginliği’nden
alan bu sistem ticaret serbestliğini, milletlerin dostluğunu ve
insanların kardeşliğini ön plana çıkarıyordu. İktisatçıların ilgisi
üretimden tüketime yönelmiş, iktisat ilmi, yüzyılın “hümanist” esprisi
içinde adeta bir “hayırseverlik” etkinliği halini almıştı. Oysa değişen
sadece görüntüydü ve hümanizm perdesi arkasında eski gerçekler
(“tutarsızlık, riyakârlık ve ahlaksızlık”) varlıklarını artırarak
sürdürüyordu. Özel mülkiyet ve rekabete dayanan yeni sistem feodal
kölelik yerine “modern köleliği” getirmiş, sözde eski sistemin
ahlaksızlığını yadsırken daha da ahlaksız bir sistem yaratmıştı. Yine de
ortada bir ilerleme vardı ve o da şuydu: Merkantil sistemlerin kurduğu
hukuki tekellerin yıkılması ile küçük, yerel çıkarlar arka plana
itiliyor ve o dönemin kavgasını “evrensel insan kavgası” düzeyine
getiriliyordu. Bu noktada Engels bir itirafta bulunuyor
ve “memnuniyetle teslim edebiliriz ki, diyor, ancak serbest ticaretin
gerçekleşmesi ve meşrulaşması bizlerin özel mülkiyet iktisadının ötesine
gidebilmesini sağladı; fakat bu, aynı zamanda bizlere serbest ticaretin
teorik ve pratik hiçliğini sergileme hakkı da vermelidir”. Engels’in
sosyalizmin hangi koşullarda doğduğunu anlatan bu cümlelerinde burjuva
devrimciliğinin ve bunun ötesinde de mülkiyet düzenine karşı işçi
enternasyonalizminin ilk işaretlerini görüyoruz. Dört yıl sonra kaleme
alacakları Manifesto’da Marx ve Engels burjuva devrimciliğini bir ilerleme aşaması olarak çok daha hararetli bir şekilde öveceklerdir.
Liberal iktisadın temel kategorilerinden biri de “değer” sorunuydu ve
iktisatçılar malların “maliyet değeri” ile fiyatlar arasındaki ilişkiyi
araştırıyordu. Liberal kurama göre bir malın maliyet değeri, 1) toprak
sahibinin rantı, 2) sermayedarın kârı ve 3) işçinin ücreti olmak üzere
üç öğeden oluşuyordu. Fakat piyasada alıcıların karşılaştığı fiyat
bunların toplamı anlamına gelmiyordu. Ricardo maliyet masrafları ile
ulaşılan değeri “soyut değer” olarak nitelemişti. Bu değer soyuttu;
çünkü yapılan masraf ne olursa olsun, eğer ürün bir yarar sağlamıyorsa
bir “değer” de taşıyamazdı. Buna karşılık J. B. Say’ın altını çizdiği
“yarar” öğesi de tek başına “soyut” ve sübjektif kalıyor, gerçekte bir
anlam ifade etmiyordu. Çünkü doğada yarar sağlayan, fakat çok bol olduğu
için hiçbir değere sahip olmayan maddeler vardı. Bu karışıklığı
iktisatçılar şöyle çözümlediler: Fiyatı asıl belirleyen, “üretim
masraflarının yararlılığa oranıydı”. Bu durumda eğer iki malın üretim
masrafları eşit ise fiyatı belirleyen öğe “yararlılık” olacaktı.
Yararlılığı da piyasada mallara olan talep tayin edecekti. Bir mala
talebin fazlalığı o malın fiyatını yükseltiyor; bu da aynı malın
üretimini ve arzını artırıyordu. Arz artışı ise, reaktif bir etkiyle
tekrar fiyatları düşürüyor ve sonuç olarak da üretim daralıyor, işsizlik
artıyordu. Kısaca piyasa arz ile talep arasında denge sağlayamıyor ve
bunlar arasındaki dalgalanma beş-yedi yıl arasında değişen ticaret
krizleri yaratıyordu.
Görüntü buydu, fakat bu görüntünün arkasında bambaşka gerçekler yatıyordu. Aslında bu krizlerin gerçek nedeni özel mülkiyet sistemiydi ve liberal iktisat “özel mülkiyet sistemini sorgulamayı hiç aklına getirmemişti”.
Oysa üretimi oluşturan üç öğe de (toprak, sermaye, emek) evrensel
planda tekelci, bu kez hukuki değil, iktisadi anlamda tekelci bir
potansiyel taşıyan bir rekabet içindeydiler.
Liberal iktisatçılar, “merkantilizmin tekelcilik barbarlığına son
vermedik mi?” diye zafer çığlıkları atıyorlardı. Oysa yaptıkları şey,
küçük ve yerel tekellere son verirken, özel mülkiyetin, Engels’in
deyimiyle “çok daha özgür ve kayıtsız bir biçimde işleyecek tek büyük ve
temel tekelini” kurmuşlardı. Fakat bu sürecin yine de bir olumlu yönü
vardı ve iktisatçılar buna bilinçsiz bir şekilde katkıda bulunmuşlardı:
“Aslında iktisatçılar hangi davaya hizmet ettiklerinin farkında
değildiler; tüm egoist muhakeme tarzları ile yine de insanlığın evrensel
ilerlemesinde bir halka teşkil ettiklerini bilmiyorlardı; kısmî
çıkarların çözülmesi ile yüzyılın yürüdüğü büyük dönüşüme, insanoğlunun
hem doğa hem de kendisiyle barışması dönüşümüne yol açtıklarını
göremiyorlardı.” Engels bu satırları yazdıktan elli bir yıl sonra,
sözünü ettiği barışmaya çok uzak bir dünyaya veda etti.
Engels, devrimler çağında yaşadı ve kapitalizmin günümüzde de geçerli
gizli yasalarını keşfetmeyi başardı; fakat bu küresel potansiyelli
üretim biçiminin daha egemenliğini bile kuramadan bitişine elbette tanık
olamazdı.(6) Aslında çağdaşı olan iktisatçılarla temel bir noktada
anlaşma halindeydi: Yaratılan tüm değerlerin kökeninde emek vardı ve
sermaye de “yoğunlaşmış emek”ten başka bir şey değildi. Bu bakımdan
toprak, sermaye ve emek birbirinden ayrı düşünülemezdi. Fakat liberal
iktisatçılar özel mülkiyet sisteminin bu öğeleri birbirinden ayırdığını
ve bunları hem kendi içlerinde hem de diğer öğelere karşı rekabet haline
soktuklarını görmüyor ya da görmek istemiyorlardı. Böylece mülk sahibi
olmayanların tek sermayesi olan emek güçleri de (Arbeitskraft) mal
haline geliyor ve piyasada “rekabetle saptanan” ücret karşılığı
satılıyordu. Bu koşullarda yarattığı değer de kendisine
“yabancılaşıyor”du ve bu doğaya aykırı ayrışma (emek sermaye ayrışması)
ancak özel mülkiyet sistemine son verilmesiyle “ortadan kalkacaktı.” Bu
temel farklılaşmayı gizler biçimde iktisatçılar “ulusal zenginlik”ten
söz ediyorlardı. Oysa örneğin, “İngilizler, ulusal zenginliği çok büyük,
fakat kendileri güneşin altında yaşayan en fakir ulus” idiler ve Engels
bunu Manchester’de yaşarken, İngiliz işçi sınıfını tüm yaşam koşulları
ve sefaletleri içinde incelerken söylüyordu.
Görüldüğü gibi, liberal iktisatla beraber temelde bir şey
değişmemişti; fakat iktisat bilimi gün geçtikçe daha “sofistike” oluyor,
buna karşılık iktisatçılar da dürüstlükten daha çok uzaklaşıyorlardı.
Adam Smith ve David Ricardo mekantilistlerden, J. Mill ve J. R.
McCulloch da onlardan daha sofistike, fakat daha az dürüst idiler. Bu
durum en çarpıcı örneğini Malthus’un nüfus kuramında buluyordu. “Nasıl
teoloji zamanla ya kör inanç haline geliyor ya da özgür felsefeye
dönüşüyorsa, serbest ekonomi de ya tekelleşmeye yol açacak ya da özel
mülkiyet sistemini ortadan kaldıracaktı”. Engels, rekabetin nasıl
spekülasyonu kızıştırdığını, spekülasyonun da nasıl felaketleri bile
borsada kâra çevirdiğini New York yangını (Aralık 1835) örneğiyle
anlatıyor.
Salt iktisat kuramı çerçevesinde krizlere çözüm bulamayan liberal
iktisatçılar bu konuda Malthus’un nüfus kuramına sarıldılar. Arz ve
talep kanunun çözemediği, aksine tahrik ettiği döngüsel krizler belli
bir nüfus politikası ile çözülebilirdi. Bu politika Anglikan rahibin
basit bir gözlemine dayanıyordu: Yaşamı sağlayan temel ihtiyaç maddeleri
aritmetik dizi ile artarken, nüfus geometrik diziyle artıyordu. Açlık
ve sefalet bu oransızlıktan doğuyordu. O halde yapılacak şey de nüfus
kontrolü olmalıydı.
Bu yolla arzla talep arasında denge kurulabilir, krizler önlenebilir miydi?
Aslında Malthus da krizi yaratan temel nedene, mülkiyet sisteminin
yarattığı haksızlık ve eşitsizliklere inmiyor, bunları daha da
artırabilecek bir çözüm öneriyordu. Fazla nüfusu önlemek düşüncesi her
türlü vahşete yol açabilirdi. Örneğin Engels’in makalesinden birkaç yıl
önce (1838’de) piyasaya, “Marcus” imzalı ve fakirlerin çocuklarının “acı
vermeden öldürülmesini sağlayacak bir devlet kurumu” kurulmasını
savunan broşürler sürülmüştü.(7) Kuşkusuz böyle bir amaç bir din adamı
olan Malthus’a mal edilemezdi. Hatta Engels Malthus’un nüfus kuramında
olumlu bir yön de buluyordu. İngiliz rahip bu kuramıyla dikkatleri
tüketimden üretime, yani maddi alana çekmişti. Makalesinde bir kez bile
“diyalektik” sözcüğü geçmeyen, fakat her soruna diyalektik yöntemle
yaklaşan Engels için, bu, kötü bir kuramın iyi tarafıydı. Ne var ki
Malthus, ihtiyaç maddelerinin artışının yavaşlığını vurgularken temel
bir hataya düşmüş, bilim ve teknolojinin hızla ilerlediği bir çağda
bunların emek gücünü, dolayısıyla da üretimi artırıcı rolünü
görememişti: “Malthus için zenginliğin koşulu toprak, sermaye ve emekti;
başka bir şeye ihtiyacı yoktu; bilim, Malthus’un ilgi alanına
girmiyordu”. Oysa o tarihlerde, başta İngiltere olmak üzere hızla
sanayileşen ülkelerde sık sık emeğin verimliliğini ve üretimi artıran
buluşlar yapılıyor, milletlerin değilse bile sermaye sahiplerinin
zenginliği hızla artıyordu. Engels sanayileşmeyi hızlandıran bu
buluşlarla ilgili isimler veriyor ve “1770’ten itibaren İngiltere
tarihinin gösterdiği gibi, diyor, emek talebinde her yükseliş, emek
verimliliğini hatırı sayılır derecede artıran ve emek talebini saptıran
bir icada yol açtı.”(8) Özel mülkiyet sisteminde bunun sonucu krizlerin,
işsizliğin, sefaletin -ve sefaletle birlikte ahlaksızlığın ve
cürümlerin- artması şeklinde ortaya çıkıyordu. Oysa A. Alison’un
Engels’in makalesinden dört yıl önce yayınlanan bir eserinde gösterdiği
gibi, “nüfus fazlası” olduğu iddia edilen İngiltere, bilim ve teknoloji
sayesinde “on yıl içinde nüfusunun altı katına yetecek kadar hububat
üretebilirdi.”(9) Malthus ve izleyicileri bu gerçeği görmezden gelerek,
nedenleri değil sonuçları ortadan kaldırmaya çalışıyorlardı.
***
Engels’in makalesindeki temel fikirler bunlardı. Görülüyor ki,
Genç-Hegel’ci Alman düşünürler daha çok Hegel’ci ve Feuerbach’çı
soyutlamalar içinde tartışırken ve en fazla “sivil toplum”u çözümlemeye
çalışırken, genç Engels, daha sonra Marx’ın derinleştireceği “sivil
toplumun anatomisi”ni yapmaya başlamış ve tarihi materyalizme giden
yolun ilk taşlarını döşemişti. Bunların başında işçinin emek gücünün
(Arbeitskraft), fiyatı piyasada belirlenen bir mal haline geldiğini;
böylece emek gücünün üretilmesinin de rekabete bağlı bir statü
kazandığını (ve bunda “temel ihtiyaç maddeleri”ne dikkat çeken
Malthus’un kuramının olumlu bir rol oynadığını) görmesi geliyor. Böylece
daha 1844’te, sonradan Marx’ın kapitalizm çözümlemesinde anahtar kavram
olacak “artı-değer” (Mehrwert) kavramı yönünde önemli bir adım atılmış
oluyordu.
Engels’in makalesinde tarihi maddeciliğin oluşmasına önemli bir katkı
daha vardı. Genç düşünür daha o tarihlerde bilim ve teknolojinin bir
“üretim gücü” haline geldiğini görmüştü. Daha sonra Marx’ın da Kapital’de ifade ettiği (10) bu gerçek, farklı perspektiflerde, günümüzün Marksist tartışma konuları arasına girmiş bulunuyor.
***
1844’te Engels, bir yandan Fransız-Alman Yıllığı’nda ekonomi
politiğin kuramsal temellerini eleştirirken öte yandan da oturmakta
olduğu Manchester’le yetinmeyip, Londra, Leeds, Bradford, Sheffield gibi
hızla sanayileşen şehirlere de ziyaretler yapıyor ve İngiliz işçi
sınıfının somut yaşam koşullarıyla ilgili veriler topluyordu. Bu
çalışmanın ürünü de 1845’te Leipzig’te yayınlandı. Eserin önsözünde,
Engels, “Eğer sosyalist kuramlara ve bunların meşruluğuna sağlam bir
temel sağlamak, lehte ve aleyhteki tüm fantastik masallara ve
uydurmalara son vermek isteniyorsa, diyordu, proletaryanın yaşam
koşullarının bilinmesi mutlak bir zorunluluktur.”(11)
Aslında o tarihte Engels’in işçi sınıfıyla ilgili çalışması, teorik
yaklaşımı farklı olsa bile, tek ve izole bir arayışın ifadesi değildi.
“1830’larda her akıllı gözlemcinin nazarında, Avrupa’nın iktisaden ileri
bölgelerinde yepyeni sorunların ortaya çıktığı; artık sadece
‘fakirler’in değil yeni bir sınıfın, proletaryanın söz konusu
olduğu açıktı”.(12) Bu ortam Aydınlanma çağından itibaren gelişmekte
olan insan ve toplum bilimlerini de sarsmış, bu genç bilimlerin sınıfsal
çıkarlarla ilişkilerini daha geniş bir planda tartışma konusu yapmıştı.
19. yüzyılın başlarından itibaren Batı Avrupa’da sınıfsal hareketlerle
sosyal bilimleri birbiriyle işbirliği halinde olan, birbirini besleyen
ve yansıtan iki etkinlik olarak görme eğilimi hayli yaygınlaşmıştı.
Napolyon savaşlarını hemen izleyen dönemde “işçi sınıfı basınında
ekonomi politiğe karşı değişen tutumu” inceleyen N. W. Thompson,
1816-1834 arasında “işçiler arasında klasik doktrinlerden farklı ve
onlara karşı bir işçi sınıfı ekonomi politiğinin ortaya çıkarıldığını”
saptamıştır. Başlangıçta anti-entelektüalist eğilimler taşıyan bu akım
içinde bazıları da, 1830’larda, “(mevcut düzeni) övücü bir şekilde
kullanılan” klasik doktrinleri bu yönlerinden temizlemek ve onları işçi
sınıfının durumunu düzeltmek için kullanmak istemişlerdi.(13)
1840’lara gelindiğinde sanayileşmede belli bir aşamaya ulaşmış tüm
ülkelerde işçi sınıfının durumuyla ilgili ayrıntılı araştırmalar bir
hayli ilerlemiş bulunuyordu. Hatta E. Buret’nin 1840’da yayınlanan
eserinde olduğu gibi Fransız ve İngiliz emekçi sınıflarının “sefaletini”
karşılaştırmalı bir biçimde ele alan çalışmalar da vardı.(14) Yine de
fazla abartmadan diyebiliriz ki Friedrich Engels’in henüz yirmi dört
yaşındayken kaleme aldığı ve 1845’de yayınlanan eseri bu konuda bir
dönüm noktası oldu. (15)
Engels, eserinin önsözünde söylediği gibi, “yirmi bir ay boyunca”
yakından gözlediği İngiliz işçi sınıfını ilk defa olarak “bütünüyle” ele
alıyor ve yaşam koşullarını bütün yönleriyle inceliyordu. Bu çalışmanın
teorik temelleri biraz önce özetlediğimiz makalesinde mevcuttu. Engels,
Paris’te Marx’la randevusuna bu çalışmaların kendisinde yarattığı
özgüvenle gidiyordu. Bu görüşmeden düşünce tarihinin en yaratıcı
dostluğu ve işbirliği çıkacaktır.
***
Marx ve Engels, Paris’te, 1844 Ağustos sonunda, Rejans kahvesinde
buluştular.(16) Bu görüşmeye hâkim olan atmosfer iki genç düşünürün iki
yıl önceki görüşmelerinde esen soğuk havalardan çok farklıydı. Bunun en
önemli nedeni ise kuşkusuz Engels’in Alman-Fransız Yıllığı’na
göndermiş olduğu makaleydi. Manchester’de, işverenlerin arasında ve
onların olanaklarına sahip olarak, fakat işçilere patronlardan çok
farklı bir biçimde yaklaşan Engels, iki yıl içinde iktisat alanında
Marx’ın henüz sahip olmadığı bir tecrübe kazanmıştı. Gerçekten de o
sırada Marx’la görüşmesinde, Engels, iktisat alanında “alıcı olmaktan
çok verici” idi. Daha sonraları Engels’in büyük bir tevazuyla
yadsımalarına rağmen, çağdaşı F. Mehring “gerçek şudur ki, diyordu, son
tahlilde belirleyici kavganın verileceği alanda (yani ekonomi politik
alanında, T. T.), başlangıçta, veren Engels, alan da Marx idi” (17)
Paris’te o ana kadar daha çok felsefe ve tarih üzerinde çalışmış olan
Marx, daha çok bu makalenin etkisiyle iktisat okumalarını yoğunlaştırdı
ve klasik iktisatçılardan alıntılar için kullandığı defterin başına da
Engels’in “dâhiyane” olarak nitelediği makalesinden aldığı notları
yerleştirdi.(18) 1844 El Yazmaları’nın iktisatla ilgili kısımları Marx’ın Engels’ten aldığı ilhamla yaptığı okumaların izlerini taşımaktadır.
***
Aslında 1844’te bir Paris kahvesinde buluşan iki düşünür birbirini
tamamlayan iki farklı tecrübeyi temsil ediyorlardı. Yine Mehring’in
yazdığı gibi, “Engels’in İngiltere’de geçirdiği yirmi bir ay, Marx’ın
Paris’te geçirdiği yılla aynı anlamı taşıyordu. Yurt dışında aynı sonuca
ulaşırken ikisi de Alman felsefe okulundan hareket etmişlerdi; fakat
Marx çağın kavgalarını ve gereklerini Fransız Devrimi temelinde
kavrarken, Engels aynı kavrayışa İngiliz sanayi temelinde
ulaşmıştı”.(19) Böylece iki düşünür Paris’te her konuda anlaştılar ve
yaşam boyu sürecek bir dostluğun ve işbirliğinin temellerini attılar.
Yıllarca sonra Engels, Köln Komünist Birliği’yle ilgili
anılarını yazarken bu buluşmayı şöyle anlatacaktır: “1844 yazında
Paris’e Marx’ı görmeye gittiğimde tüm teorik sorunlar üzerinde tam bir
anlaşma içinde olduğumuzu gördük ve işbirliğimiz bu tarihte başladı. 1845
ilkbaharında Brüksel’de tekrar buluştuğumuz zaman, Marx, anlaştığımız
ilkeler üzerine tarihi materyalist kuramını inşa etmişti bile! Ve
beraberce bu yeni anlayışı ayrıntılı bir şekilde, her yönde geliştirmeye
koyulduk”.(20)
Prof. Dr. Taner TİMUR
bilimveutopya.com.tr