28 Şubat 2021

Deniz Gezmiş 74 yaşında

 

 Vatan, onu parsel parsel satanların değil; uğrunda darağacına gidenlerin vatanıdır.

 

Öteden beri arz etmiş olduğum gibi, bu ülkede anayasayı en fazla savunanlar bizleriz. Anayasayı ihlal edenlerse ortadadır. Anayasanın uygulanmasını isteyen gene bizleriz.

 

Michel de Montaigne - Denemeler


 Okuyucuya

Okuyucu bu kitapta yalan dolan yok. Sana baştan söyleyeyim ki, ben burada yakınlarım ve kendim dışında hiçbir amaç gütmedim. Sama hizmet etmek yahut kendime ün sağlamak hiç aklımdam geçmedi: Böyle bir amaç peşinde koşmaya gücüm yetmez. Bu kitabı, yakınlarım için bir kolaylık olsun diye yazdım. İstedim ki beni kaybedecekleri zaman (ki pek yakındır) hakkımda bildikleri, daha etraflı ve daha canlı olsun. Kendimi herkese beğendirmek niyetinde olsaydım, özenir, bezenir, en gösterişli halimle ortaya çıkardım. Kitabımda sade, tabii ve her günkü halimle, özentisiz bezentisiz görünmek isterim, çünkü ben kendimi olduğum gibi anlatıyorum. Burada kusurlarım, nasıl bir adam olduğum, edebin, terbiyenin  müsaade ettiği ölçüde,açık olarak görülecektir. Hâlâ ilk tabiat kanunlarının rahat serbestliği içinde yaşadıkları söylenen insanlar arasında olsaydım, emin ol ki kendimi tastamam ve çırılçıplakda gösterirdim. Kısacası,okuyucu, kitabımın özü benim: Boş vakitlerini bu kadar sudan ve anlamsız bir konuya harcaman akıl kârı olmaz. Haydi uğurlar olsun.
 

Kanunlar  Üstüne 

Kanunlar doğru oldukları için değil, kanun oldukları için yürürlükte kalırlar. Kendilerini dinletmeleri akıl dışı bir güçten gelir, başka bir şeyden değil. Mistik olmak işlerine gelir. Kanunları koyanlar da çok kez budala, ya da eşitlik korkusuyla haksızlığa düşen kimselerdir. Nasıl olursa olsunlar, insandırlar nihayet,  her yaptıkları  şey  ister  istemez  sudan  ve değişkendir.  Kanunlardan  daha  çok,  daha  ağır,  daha  geniş haksızlıklara yol açan ne vardır? 

Bilgi ve Düşünce

Öğrenimden kazancımız daha iyi ve daha akıllı olmaktır. Epiharmus* der ki, insan düşünce ile görür ve duyar; her şeyden faydalanan, her şeyi düzene sokan, başa geçip yöneten düşüncedir; geri kalan her şey kör, sağır ve cansızdır. Şu muhakkak ki çocuğa kendiliğinden hiçbir şey yapmak özgürlüğünü  vermemekle  onu  korkak  bir  köle  haline  sokuyoruz.
Retorika ve gramer üstüne,  Cicero’ımn  şu veya bu cümlesi üstüne öğrencisinin ne düşündüğünü kim sormuştur? Bunları Tanrı sözü gibi belleğimize basmakalıp yapıştırırlar; harfler ve kelimeler, anlatılan şeyin kendisi haline gelir. Ezber bilmek, bilmek değildir;, hafızamıza emanet edilen her şeyi saklamaktır,  İnsan, kendiliğinden  bildiği her şeyi ustasına bakmadan, kitaptaki yerini aramadan, istediği gibi kullanır. Tamamıyla kitaptan bir bilgi ne sıkıcı bilgidir!  Böyle bir bilgi bir süs olarak kullanılsın: Ama temel olarak değil. Nitekim Platon, gerçek  felsefenin  sağlam  irade, inanç ve  dirüsdük, amaçları- başka olan öteki bilimlerinse sadece süs olduğunu söyler.
 

Yaşamak ve  Çalışmak

Tabiat bir ana gibi davranmış bize: İstemiş ki ihtiyaçlarımızı gidermek zevkli bir iş de olsun üstelik: Aklımızın istediği  şey,  iştihamızın  da  aradığı  şey  olsun:  Onun  kurallarını bozmaya hakkımız yok. Caesar’m ve İskender’in, en büyük işleri başarırken, tabii ve bundan ötürü gerekli ve makul zevkleri bol bol tattıkları­nı görünce, buna ruhu gevşemek demem; tersine, o zor işle­ri ve yorucu düşünceleri dinç bir yürekle günlük hayatın bir parçası  haline  sokmak,  ruhu  sağlamlaştırmaktır  derim. Zevklerin gündelik zaferlerini olağanüstü iş saymışlarsa bil­ge adamlarmış. Biz pek şaşkın varlıklarız: Filanca hayatını iş­siz güçsüz geçirdi, deriz; bugün hiçbir şey yapmadım, deriz. 

-  Bir şey yapmadım ne demek? Yaşadınız ya! Bu sizin yalnız başlıca işiniz değil, en parlak, en şerefli işinizdir. 

-  Bana bü­yük  işler  çevirmek  imkânını  verselerdi,  neler  yapmaya  gü­cüm olduğunu gösterirdim, deriz.  

Önce siz kendi hayatınızı düşünmeyi, çevirmeyi bildiniz mi? Bildinizse bütün işlerin en büyüğünü görmüş demeksiniz. Kendini göstermek ve iş gör­mek  için  büyük fırsatlara ihtiyaç  yoktur;  hangi mevkideolursa,  olsun,  perde  arkasında  da,  perde  önünde  de  insan kendini gösterir. Bizim işimiz kitap doldurmak değil, ahlakı­mızı yapmaktır; savaşmak memleket kazanmak değil, yaşayışımıza dirlik düzenlik getirmektir. En büyük en şerefli ese­rimiz doğru dürüst yaşamaktır. Geri kalan her şey, başa geç­mek, para yapmak, binalar kurmak, nihayet ufak tefek ek­lentiler, yollardır.  Bir kumandanın,  az sonra hücum edecek olduğu bir kalenin eteğinde dostlarıyla tamamıyla serbest ve rahatça,  kaygusuzca  sohbete  dalması,  Brutus’un  herkesin kendisine ve  Roma’nın  hürriyetine karşı pusu kurduğu  bir sırada gece dolaşmalarından birkaç saat çalarak tam bir sü­kun  içinde  Polybius’u  okuyup  notlar yazması  ne  güzel  bir şey! Düşündükçe içim açılır. Ancak küçük ruhlar işlerin ağır­lığı altında ezilir; onlardan sıyrılmayı, bir yerde durup yeni­den başlamayı bilmezler.
  O fortes pejoraque passi
Mecum saepe viri, nunc vino pellite curas;
Cras ingens iterabimus aequor.
Ey  benimle bunca  çetin işler görmüş yiğitler,
Bugün dertlerinizi şarapla giderin
Yarın engin denize açılacağız.

Horatius 

 

Ruh ve Beden

Güzellik, insanlar arasında, çok tutulan  bir şeydir.  Ara­mızda  ilk  anlaşma  onunla  başlar.  İnsan  ne  kadar  vahşi, ne kadar  kötü  yaradılışlı  olursa  olsun  onun  büyüsüne  kapıl­maktan kendini alamaz. Bedenin varlığımızdaki payı ve de­ğeri büyüktür. Bu bakımdan onun yapısına ve düzenine ve­rilen önem pek yerindedir. İki temel taşımızı (ruh ve bedeni) birbirinden ayırmak, koparmak isteyenler yanılıyorlar; tam tersine onları çiftleştirmek,  birleştirmek gerek.  Ruhtan iste­necek şey bir köşeye çekilmek, kendi kendine düşünmek, be­deni hor görüp kendi başına bırakmak değil (Hoş, bunu an­cak sahte bir çeşit maymunlukla yapabilir ya),  ona  bağlan­mak, onu kucaklamak, sevmek, ona arkadaşlık ve kılavuz­luk etmek, Öğüt vermek yanlış yola saptığı zaman geri çevir­mek,  kısacası onunla evlenmek, ona gerçekten  bir koca ol­maktır. Ta ki ikisinin hareketleri arasında başkalık ve karşıt­lık değil, uygunluk ve benzerlik olsun. 

İnsan ve Ötesi

Kendini beğenmek insanın özünde, yaradılışında olan bir hastalıktır. İnsan yaratıkların en zavallısı, en cılızıdır; öyley­ken en mağruru da odur. Şurada, dünyanın çamuru ve pisli­ği içinde oturduğunu, evrenin en fena, en ölü, en aşağı katın­da, göklerin kubbesinden en uzakta, üç cinsten yaratıkların en  kötü  haldekileriyle  birlikte,  dünya  evinin  en  alt  katma bağlı ve çakılı olduğunu bilir, görür ve yine hayaliyle, aydan yukarılara  çıkıp gökleri  ayaklarının  altına indirmek  sevda­sıyla yaşar.  Aynı  hayal  gücüyle  kendini Tanrı’ya bir  görür; kendine Tanrısal özelikler verir; kendini öteki yaratıklar sü­rüsünden ayırıp kenara çeker, arkadaşları, yoldaşı olan var­lıklara  yukarıdan  bakar;  her birine uygun  gördüğü  ölçüde güçler ve yetenekler dağıtır. Biz insanlar öteki yaratıkların ne üstünde ne  altındayız. Bilge der ki, göklerin altındaki her şey, aynı kanunun ve ay­nı kaderin buyruğundadır.

  Indupedita suis fatalibus omnia vinclis.
Her şey,  kırılmaz zincirleriyle  bağlı kaderin.
Lucretius
  Bazı ayrılıklar, seviyeler ve dereceler vardır; ama her şey­
de aynı doğanın yüzü görülür.

  Res quoeque suo ritu procedit, et ommes
Foedere naturae certo discrimina servant
Her şey kendine göre gelişir ve hepsi
Sürdürür doğa düzeninin ayrılıklarını.

Lucretius 

 

Aşk  Üstüne

Kitapları  bir yana  bırakır  da  dobra  dobra konuşursak, aşk  dediğimiz  şey,  arzulanan  bir varlıkta  bulacağımız  tada susamaktan  başka  bir  şey  değildir,  gibi  geliyor  bana.  Ve­nüs’ün  bize verdiği şey nihayet bir boşalma hazzı değil mi? Tıpkı tabiatın başka taraflarımızın boşalmasına kattığı haz gibi. Bu haz ölçüsüzlük yahut hayasızlık yüzünden kötülük haline geliyor. Sokrates’e göre aşk, güzelliğin aracılığıyla ço­ğalma arzusudur. Ama nedir, bu hazzm insana verdiği o aca­yip  gıdıklanma,  Zenon’u,  Kratippos’u  düşürdüğü  o  delice, budalaca, saçma sapan haller, bizi sürüklediği o münasebet­siz azgınlık, aşkın en tatlı anında o alev saçan, kudurmuş, za­lim surat, sonra nedir o birden kabarıp böbürlenme, bu ka­dar  çılgınca  bir  işin  içinde  o  ciddileşip  kendinden  geçme? Hem  ne  diye  bazlarımızla  pisliklerimizi  sarmaş  dolaş  edip hep bir yere koymuşlar? Ne diye insan hazzın son kertesin­de acı çeker gibi, ölecek gibi inlemekli oluyor? Bunlara ba­kınca,  Platon’un  dediği  gibi,  Tanrıların  insanı  kendilerine oyuncak diye yarattıklarına inanasım geliyor. İnsanların bu en bulanık, en karışık işinin en ortak işleri olması da tabia­tın bir cilvesidir, diyorum. Böylelikle bizi denkleştirmek, akıl­lılarla delileri, insanlarla hayvanları birleştirmek istemiş. İn­sanların  en  ağırbaşlısını o malum hal  içinde  bir  düşündümmü, bütün ağırbaşlılığı bir yapmacık oluverir. Tavus kuşuna haddini bildiren ayaklarıdır.
  Oyun  arasında  ciddi  düşüncelere  yer  vermeyenler,  bir aziz heykelinin karşısında, önü açık diye, dua etmekten çeki­nenler gibidir. Biz de pekâlâ hayvanlar gibi yeriz, içeriz; ama bunlar ruhumuzun göreceği işlere engel olmaz, bu işte hay­vanlara üstünlüğümüzü gösterebiliriz. İşte gel gelelim öteki iş bütün düşünceleri, Eflatun’un bütün felsefesini ve ilahiyatını emri altına alır, amansız hışmıyla bizi, hem de seve seve, in­sanlığımızdan çıkarıp hayvanlaştırır. Başka her yerde az çok nazik olabilirsiniz; başka her iş kibarlık kurallarına uydurulabilir, ama bu işin hayvanca ve gülünç olmayan şekli dünüşülemez  bile.  Bir arayın da  bulun  bakalım bu  iş bilgece  ve edepli bir şekilde nasıl yapılabilir? Büyük İskender, herkes gi­bi bir ölümlü olduğunu bir bu işte, bir de uyumada anladı­ğını söylermiş. Uyku ruhun kötü güçlerini sarıp yok eder, bu iş de hepsini kaplayıp darmadağın eder.  Onu sadece meyamızdaki bozukluğun değil, hiçliğimizin, noksanlığımızın bir belirtisi sayabiliriz şüphesiz.
  Tabiat bir yandan bizi bu arzuya doğru sürer, gördüğü iş­lerin en soylusunu, en faydalı, en güzelini de ona bağlamış­tır; bir yandan da bizi bırakır onu kötüleriz, ondan ayıp, gü­nah diye utanır kaçarız, perhizini sevap sayarız. Bizi yaratan işi  hayvanlık  saymaktan  daha  büyük  hayvanlık  mı  olur? Türlü milletlerin dinlerinde vardıkları, kurban, mum yakma, oruç, adak gibi ortak taraflardan biri de cinsel arzunun kötülenmesidir.  Onun  bir cezalanması demek  olan sünnet bir yana, bütün kanılar bu konuda birleşir. Hoş bir bakıma in­san denilen bu budala varlığı yaratma işini  ayıplamakta bu işe yarayan taraflarımızdan utanmakta pek de haksız değiliz ya...  İnsanın doğuşunu  görmekten  herkes  kaçar,  ama  ölü­münü görmeğe hep koşa koşa gideriz. İnsanı öldürmek için gün ışığında, geniş meydanlar ararız, ama onu yaratmak için karanlık  köşelere  gizleniriz.  İnsanı  yaparken gizlenip  utanmak  bir  ödev,  onu  öldürmesini  bilmekse  birçok  erdemleri içine alan bir şerefter.  Biri günah, öteki sevaptır. Aristoteles memleketinin bir deyimine göre birisini iyileştirmenin öldür­mek anlamına geldiğini söyler.
  Bazı milletler yemek yerken  başlarını  bir örtüyle kapar­larmış. Bir bayan tanırım, hem de en büyüklerden bir bayan, o da aynı kafada:  Çiğnemek hiç güzel bir hareket değilmiş, kadının zarafetine, güzelliğine çok zarar verirmiş.  Bu bayan iştihası olduğu zaman herkesten kaçarmış.  Başka bir adam bilirim ne başkalarını yemek yerken görmeğe ne de başkala­rının kendini yerken görmesine katlanamaz. Karnını doldur­mak içini boşaltmaktan çok daha ayıp bir iştir. Türk padişa­hının ülkesinde birçok insanlar varmış ki başkalarından üs­tün sayılmak için kendilerini yemek yerken göstermezlermiş, haftada bir tek öğün yerlermiş, yüzlerini gözlerini parampar­ça ederlermiş, kimselerle de konuşmazlarmış. Bu softalar de­mek  tabiatı  bozdukça  değerlendireceklerini,  yaradılışlarını hor görmekle yükseleceklerini, ne kadar kötüleşirlerse, o ka­dar iyileşeceklerini sanıyorlar. Şu insan ne korkunç bir hay­van ki, kendi kendinden bu kadar iğreniyor, kendi zevkleri­ni başının  belası sayıyor.  Hayatlarını gizleyen,  başkalarının gözüne  görünmekten  kaçan  insanlar  da  var.  Sağlık,  sevinç içinde  olmak  onlar için en zararlı, en belalı hallerdir.  Değil yalnız  birçok tarikatlar,  birçok  milletler var ki  doğuşlarına lanet eder, ölümlerine şükrederler. Güneşe lanet edip karan­lıklara tapanlar bile var. Biz insanlar kendimizi kötülemede gösterdiğimiz zekâyı hiçbir yerde gösteremeyiz. Kafamızın, o herşeyi bozabilen tehlikeli aletin peşine düştüğü, öldürmeye kasdettiği av kendi kendimizdir.
  O miseri! quorum gaudia erimen habent.
  Ab  zavallılar,  sevinçlerini suç sayanlar.
Gallus

Bre zavallı insan, az mı derdin var ki kendine yeni dertler uyduruyorsun. Az mı kötü haldesin ki, bir de kendi kendini kötülemeğe özeniyorsun. Ne diye yeni çirkinlikler yaratma­ya çalışıyorsun? İçinde ve dışında zaten o kadar çirkinlikler var ki! O kadar rahat mısın ki rahatının yarısı sana batıyor? Tabiatın seni zorladığı  bütün  faydalı işleri  gördün  bitirdin, işsiz  güçsüz  kaldı  da  mı  başka  işler  çıkarıyorsun kendine? Sen tut, tabiatın şaşmaz, hiçbir yerde değişmez  kanunlarını hor gör, sonra o senin yaptığın, bir taraflı, acayip münasebet­siz kanunlara uymaya çabala. Üstelik bu kanunlar ne kadar
özel,  dar, dayanıksız, gerçeğe  aykırı olursa gayretlerin de o ölçüde artıyor senin. Mahalle papazının sana emrettiği gün­delik işlere sıkı sıkıya bağlanırsın; Allah’ın, tabiatın emirleri umurunda değildir. Bak,  bir düşün bunlar  üzerinde:  Bütün hayatın böyle geçiyor.

Teneke - Yaşar Kemal

 Teneke kapak.jpg 

Yaşar Kemal bu eserini 1954'te kaleme aldı. Çukurova'da yaşadığı olayların etkisi olay zincirinden görülmektedir.Ana karakterlerden Resul efendi kasabanın boştaki kaymakamlığına vekaleten atanmıştır, romandaki görünür amacı emeklilik süresini doldurmaktır. Onun da başı çeltik (kabuğu çıkarılmamış pirinç) ağaları yüzünden ağırmaktadır. Çeltik sezonu yaklaştığından gerekli tarla izinlerini almak isteyen ağalar vekaleten kaymakamlık koltuğuna oturan Resul Efendi'yi sıkıştırmaktadırlar. Korkuya kapılan ve dört gözle yeni kaymakamı bekleyen Resul Efendi romanın ilerleyen bölümlerinde kaymakamdan yana olur.

Kasabaya yeni atanan 24 yaşındaki genç kaymakamın adı Fikret Irmaklı'dır. Kasabaya gelmeden önce birtakım ön yargıları vardır. Çeltik iznini almak isteyen ağalar kaymakama şaşalı bir karşılamada bulunurlar. Bu karşılama kaymakamın Anadolu insanına bakışını değiştirecektir. Fakat kısa bir süre sonra ağalar onu eğlenceye götürürler. Onun tecrübesizliğinden yararlanırlar. Mevcut çeltik kanunu yerine eski kanunu esas alan izinleri kaparlar. Bu vakitten sonra kaymakam halk arasında rüşvetçi konumuna düşer. Resul Efendi ise her şeyin farkındadır, kaymakamın temiz bir insan olduğunun bilir. Bir türlü kaymakama kandırıldığını söyleyemez. Nitekim cesaret edip konuşunca işler değişir. Bu vakitten sonra kaymakamın ağalara olan bakışı değişir, yeni çeltik kanununa göre harekete geçer. Fakat iş işten geçmiş, Okçuoğlu çok önemli arazilerde çeltik izni almıştır. Sazlıdere köyünü sular altında bırakmıştır. Zeyno Karı ve eski bir eşkıya olan Kürt Mehmet Ali ona karşı direnmeye kararlıdır. Beraberindeki 400 kadar köylüyle kaymakamın makamına giderler. Kaymakam halkın tepkisinin etkisiyle çeltik ağalarına karşı daha fazla önlem almaya koyulur. Çeltik ağaları da sürekli Ankara'ya telgraflar çekmekte, yalan dolu içerikler göndermektedir. Kaymakam da suları kestirmiş, tarlaların başına da jandarmayı diktirmiştir, ama bu memurlar da rüşvet almaktadır.

Bu dönemlerde kaymakam da sıtmaya yakalanır. Ankara'dan dönen Murtaza Ağa onu Kars'ın Kağızman ilçesine sürgün ettirmiştir. Resul Efendi ise tekrar vekaleten kaymakamlığı atanmıştır. Çeltik ağaları mücadeleyi kazansa bile o yıl oldukça zarar etmişlerdir. Kaymakam ayrılmadan önce Resul Efendi'ye "Mücadele. Sonuna kadar mücadele. Değil mi Resul Bey?" diye söylenir, o da "Mücadele efendim" der. Sevince boğulan ağalardan Murtaza kaymakama alaycı bir veda hazırlar. Arabanın karşısına çıkan çocuklar ellerindeki tenekeyi çalarlar. Biraz daha ilerleyen otomobili bu sefer yaşlı bir adam durdurur, bu adam Kürt Mehmed Ali'dir ve ona dostane bir şekilde veda eder. Kaymakam da tebessüm ederek Ludwig van Beethoven'ın 9. Senfonisini mırıldanarak yoluna devam eder..  
tr.wikipedia.org
 

" Şefkat; zekayı aydınlatmakla kalmaz, kalbi de ısıtır." Alphonse de Lamartine



 Sevilmek umuduyla sevmek insanidir. Fakat sevmek için sevmek, meleklere özgüdür. 

 

26 Şubat 2021

Hasan Ali Yücel Gümüş Hatıra Parası

 



Tohumlar Tuz İçinde - Hasan Hüseyin Korkmazgil



TUTUNMAK

tutundu  kavaklara
kapısının  önündeki  asmaya
asmanın  dibindeki  suyun  sesine
tutundu  güllere  karanfillere
güz  geldi  alıp  gitti
bahar  geldi   getirdi
tutundu  yağan  kara
kardelene   çiğdeme
aklığına  sabahın
akşamın  alacasına
beklediği  neydi  ki
tutundu  acılara  tutundu  tatlılara
dalında  dura  dura  ballanan  kayısıya
oğul  veren  arıya - beklediği  neydi  ki
tutundu  karanlıkta  çillenen  sarımsağa
taşı  delen  çekirdeğe  çatlayan  tomurcuğa
ayın  hilal  ayın  yarım  ayın  dolunay
leylak  denen  güzelliğin  mor  mor  açılmasına
daldan  dala  uçmasına  bir  çift  sincabın
kar  yelleri  sel  suları  filizi  tomurcuklar
beklediği  neydi  ki
bir  çift  saksağanın  her  bahar  yuva  yapmasına
hep  aynı  dala
bir  çift  çalıkuşunun  mürverde  ötmesine
köklerine  yerleşmesine  bir  çift  kirpinin
bir  kez  bile  görmediği  bülbülün  şafakta  şakımasına
ekmeğin  her  sabahki  yeniden  tütmesine
zeytinin  her  sabahki  yeniden  güzelliğine
serin  akşam  yellerine  tutundu
ve  yaşadı  yıllarca
daha  da  yaşayacak
her  geçen  gününü  bir  yıl  sayarak
her  geçen  yılını  bir  gün  sayarak
beklediği  neydi  ki

BEN  BÜYÜK  SEVDİM

ben  bir  güneş  hamalıyım  yüküm  ateştir  benim
ak  koyunu  kara  taşın  dibinde  kuzulatmış  da  gelmişim  buralara
dilim  kubattır  ama  yüreğim  incedir  benim
davulla  gelin  ağlatırım ,  vurulurum  ağlamam   ben
soyum  yücedir  benim
doğduğum  yerlerde  dutlar  olurdu  gün  damlası
haziran  temmuz  ağustos  eylül
çocukların  sütanası
yaprakları  ipekti  meyvaları  baldı  güneşti
kirazlar  kızarmaya  durunca  bulutlar  dolaşırdı  dallarına
sığırcıklar  serçeler  çocuklardık
gün  ışığını  paylaşan
her  sabah  gün  kapısını  çalmadan  sıra  dağların
üşüşürdük  anaç  dutların  dallarına
ekmeğimizdi  dut  bizim
etimiz  yağımız  kaymağımızdı
salıncak  gererdi  anam  yatırırdı  beni  daldan  dala
sinekler  oğul  verirlerdi  gölgedeki  gözpınarlarımda
yılanlar  keleplenip  uyurdu  duvar  uçlarında
duttan  somruk  emerdim  gökyüzünü  bal  bal
anam  işe  giderdi
serçeler  saksağanlar  sakalar
herbir  delikte  bir  yavru  bıcırdardı
bir  çift  saka  gelip  konardı  salıncağımın  ipine
bana  ninniler  söylerdi  ipek  kuşları  bahçemizin
ben  işte  oralarda  doğdum  o  dutlu  bahçelerde
kanımda  dut  bulutları  eser  benim
anamın  sütüyle  eser
kimseler  bilemez  benim  kadar
cevizde  yaprağın  başdöndürücü  kokusunu
mürverlerin  kokusunu  iğdelerin  kokusunu
güllerin  fesleğenlerin
hiç  kimse  bilemez  benim  kadar
gün  balının  bakır  sıcaklığını
ben  elimi  söğüt  köklerinde  balık  yuvalarına  daldırmışım
ağaçkakan  yuvalarına  sokmuşum  ben  elimi  sıcak  yumurtalara
kuş  yavrularının  çıplak  sıcaklığı  avuçlarımda
yaban  güllerinde  dolaşmış  ellerim  benim
mayıslarda  bülbül  yuvalarında
çiçeği   burnunda   başlamışım   kayısı   çağlası   kemirmeye
başım  dönmüş  gül  kokusundan  sıcak  haziranlarda
tozlu  erikleri  dudaklarımla  silmişim
kınalarını  saklamışım   cevizlerin
eylüllerde
ekşi  elmayı  iki  taş  arasında  tatlandırmışım
sonra  üzüm  yaprağında  balık  pişirmişim
duttan  rakı  çekmişim
gündüz  el  kahrı  çekmişim  geceleri  kafa  çekmişim
gurbete  telgraf  çekmişim  sılaya  özlem  çekmişim
balık  balçık   ırmaklarda  yılanlarla  yengeçlerle  yüzmüşüm
firezler  yırtmış  ayaklarımı  keseklere  dolaşıp  düşmüşüm
kanımın  rengini  taşlar  çakıllar  söylemiş  bana
barutlar  doldurmuşum  namlulara - dağlarda  gürültü
keklikler  üveyikler  bilir  beni  güvercinler  bilir
canlar  yakmışım
soğanlar  önümde  erkeklemiş, ne   hıyarlar  tohuma kaçmış
tilkilerle  dolaşmışım  geceleri
bağları  şaraplayıp  küplere  fıçılara  doldurmuşum
bakıp  bakıp  uzun  havalar  söylemişim
samanyollcyına
ben  büyük  sevdim
otlara  böceklere  insanlara  bölündü  sevgim
kuşlara  ağaçlara
seni  öper  gibi  öpüyorsam  doğanın  ürpertisini
seninle  irkilir  gibiysem - sulara  daldırınca  ayaklarımı
bil  ki  büyük  sevdim
bir  ekin  çiçeğinde  buluşum  seni
bir  dağ  serçesinde  bakışım  sana
sen  diye  kulaçlayışım  soğuk  suları
bir  elmayı  koparırken  dalından
bir  dalı  çekerken  kendime  güneşten  önce
sıcağın  altında  koklarken  iğde  çiçeğini
seni  diye  öpüşüm  bir  kuzunun  burnunu  gözlerini
sana  diye  dokunuşum  ısırgan  tozlarına - menekşelere
senden  diyedir  eğilişim  gözelere  koyaklarda
ben  büyük  sevdim
içkilere  ateşlere  silahlara  vurdum  kendimi
kıyamadım  düşmanıma - kendi  canıma  kıydım
korktum  sancılı  gözyaşlarından  senin
ağladığım  sanadır
şafak  şafak
okşadım  dikenleri  solmasın  diye  güller
yeşil  kurbağalar  girdi  türkülerime
akşam   gölleri ah   akşam  bunaltıları
kara tavuklarla  paylaştım  günün  son  ışıklarını
böğürtlen  karanlıklarında
köprü  kemerlerine yuvalar yaptım  dağ  kırlangıçlarıyla
kendim  yaladım  kanlı  yaramı - göstermedim  kurtlara
kalakaldım  yücesinde  kayalıkların -yalnız  bir  geyik gibi
turnalarla -  kabaran  dağları
ördeklerle  sazlı  gölleri  sevdim
hem  öttüm  hem  avladım - gözlerine  baktım  ağladım
ve  işte  dönüp  geldim - topal  kazla  senin  yurduna
gülüm  dalım  sensin - kurdum  kuşum  karıncam  sen
seni   sıktıkça   kollarımda - ürperiyor   dağ   göllerinin yüzü
cifte  geyikler  düşüyor  ufuk  çizgilerine
ısırganlar  ıhlamurlar  menekşeler
bir  gelin böceği  uçup  gidiyor
uçup  gidiyor  güneşe  doğru
güneşe

MEVSİMİ  YOK

ağaçlar  hiç  dökmemiş   yapraklarını
kar  oturmuş  dağlara
değişmemiş  odaların  yaz  sıcaklığı
kauçuk
iri  gergin  yapraklarıyla  yine  saksıda
limonsa  güneşe  dönük
kaktüsler  deve tabanları
güneyden  kaçırılmış  güzeller  gibi
kar  oturmuş  dağlara
değişmemiş  odaların  yaz  sıcaklığı
şubert’i  dinliyorlar - ne  güzel
brahms'ı  vivaldi’yi  çaykovski’yi
ne  güzel
çağdaş  pop  kümelerini
ve  gitar  konçertosunu  rodrigo'nun
dinliyorlar  sıcacık  salonlarında
bense  güzelim
gökyüzünün  alışılmış  rengine  inanmıyorum
boyaların  sıvaların  ve  nakışların
diline  inanmıyorum
serçeler  sevişseler  de  ayak  altında
ben  artık  inanmıyorum
serçelerin  sevişmelerine
bir  garip
bir  emekçi
bir  ecir
bütün  bir  yıl  ankara’yı  beklerim
bekler  ankara  beni
bozkır  gürültüsü  ortasında
bir  benim  duyacağım  ıssızlıkta
ahlata  gelinlikler  giydirir
sevinirim

 

 TIK

BÜTÜN ŞİİRLERİ J 15. tohumlar tuz içinde 


Victor Hugo ölmeden önce arkasında son sözleri olarak yayınlanacak beş cümle bıraktı;

 

 

Victor Marie Hugo 26 Şubat 1802 Besançon - 22 Mayıs 1885 Paris) Romantik akıma bağlı Fransız şair, romancı ve oyun yazarı. En büyük ve ünlü Fransız yazarlardan biri kabul edilir. Hugo´nun Fransa´daki edebi ünü ilk olarak şiirlerinden sonra da romanlarından ve tiyatro oyunlarından gelir. Pek çok şiirinin içinde özellikle Les Contemplations ve La Légende des siècles büyük saygı görür. Fransa dışında en çok Sefiller ve Notre Dame´ın Kamburu romanlarıyla tanınır.

Gençliğinde şiddetli bir kral yanlısı olsa da, görüşü yıllar içinde değişti ve tutkulu bir cumhuriyet destekçisi oldu. Eserleri zamanının politik ve sosyal sorunlarına ve de sanatsal akımlarına değinir. Hugo´nun cenazesi 1885´te Panthéon´da gömüldü.

Hugo ölmeden önce arkasında son sözleri olarak yayınlanacak beş cümle bıraktı;

« Je donne cinquante mille francs aux pauvres. Je veux être enterré dans leur corbillard.

Je refuse l´oraison de toutes les Eglises. Je demande une prière à toutes les âmes. Je crois en Dieu. »

"Fakirlere 50.000 frank bırakıyorum. Mezarlığa onlara mahsus cenaze aracı ile nakledilmek istiyorum. Hiçbir kilisenin benim için ayin yapmasını istemiyorum. Bütün ruhlardan benim için dua etmelerini rica ediyorum. Tanrı´ya inanıyorum."

 

Ölümcül Kimlikler - Amin Maalouf

 Ölümcül Kimlikler

  'Bana içimin derinliğinde ne olduğum sorulduğunda, bunda herkesin içinin derinliğinde ağır basan tek bir aidiyetin, bir bakıma kişinin derin gerçekliğinin, doğarken ebediyen belirlenen ve artık değişmeyecek olan öz'ünün var olduğu inanışı yatıyor; sanki geri kalanın, bütün geri kalanın -özgür insan olarak katettiği yolun, benimsediği inanışların, tercihlerin, kendine özel duygusallığının, yakınlıklarının, sonuçta yaşamının- hiçbir önemi yokmuş gibi.' Kimlik, insanın zamanın içindeki incelişinde onu dünyaya bağlayan bir ayna. Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler'de çok yönlü ve saydam bir sorgulamanın eşliğinde, aynadaki görüntünün tutulabileceğine işaret ediyor. Ölümcül Kimlikler, dünyanın yeni zamanlarında insanlığın küllerinden kuracağı düzenin temeline konan bilge bir taş.

 

"Bu kitabın başından beri "ölümcül" kimliklerden söz ediyorum - bu tanım benim kınadığım, yani kimliği tek bir aidiyete indirgeyen kavramın insanları taraf tutucu, katı, hoşgörüsüz, baskıcı, kimi zaman kendini yok edici bir tavra yerleştirmesi ve onları çoğu zaman katillere ya da katillerin yandaşlarına dönüştürmesi oranında bana yanlış gibi gelmiyor. Bunların dünya görüşleri çarpık ve terstir. Aynı topluluğa ait olanlar "bizimkiler" olur, yazgılarına arka çıkmak istenir, ama onlara karşı zalimce davranmaktan da kaçınılmaz; "ılımlı" görülürlerse kınanır, yıldırılır, "hain" ya da "döneklikle" suçlanırlar. Ötekilere gelince, karşı kıyıdakilere gelince, kendimizi asla onların yerine koymaya çalışmayız, şu ya da bu sorunla ilgili olarak tamamen haksız olamayacaklarını kendimize sormaya hiç gelemeyiz, onların şikayetleri, çektikleri acılar, kurbanı oldukları haksızlıklar karşısında yumuşamaktan kaçınırız. Sadece, çoğu zaman topluluğun en militan, en laf ebesi, en aşırı kesiminin bakış açısı olan "bizimkiler"in bakış açısı önemlidir."

24 Şubat 2021

Türkiye'nin tanınan birçok hukukçusunun hocası olan Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Atatürkçü Düşünce Derneği kurucularından olup aynı zamanda derneğin onursal başkanıdır.


12 Eylül Karşı-Devrim, Alıntı: Köy Enstitüleri'nin ışığı o kadar güçlü idi ki, 1947'den beri geçen 43 yıl içinde hiç sönmedi ve sanırım Türkiye Cumhuriyeti var oldukça sönmeyecektir. Eğer bu Cumhuriyet yaşayacaksa, gün gelecek Atatürk Devrimi iktidardaki Karşı Devrim'i mutlaka alt edecek ve çağdaş Türkiye yeniden kurulacaktır.

 

 

Hıfzı Veldet Velidedeoğlu 

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde iki dönem dekan olarak hizmet vermiş (1946-1948 ve 1952-1953) ve 1975 senesinde emekli olmuştur. Kurucu Meclis Millî Birlik Komitesi Temsilciliği (6 Ocak 1961 - 15 Ekim 1961) ile aynı mecliste  1961 Anayasası 'nı hazırlayan komisyonun üyeliği ve kâtipliğini yapmıştır. 


İstenç ve Tasarım Olarak Dünya - Arthur Schopenhauer



Dünya benim tasarımımdır/algımdır: bu yaşayan bilen her şey için geçerli bir doğruluktur. Gelgelelim, bu doğruluğu düşünülmüş olmaya, soyut bilince ancak insan getirebilir. İnsan bunu gerçekten yaparsa, onda felsefi yargı gücü gelişmiş olur/felsefe bilgeliği kazanmış olur. O zaman da insan için şunlar açıklık kazanır, kesinleşir: O, güneşi, yeryüzünü bilmemekte, yalnızca güneşi gören gözü, yeryüzünü duyumsayan eli bilmektedir, onu kuşatan dünya olsa olsa tasarım olarak vardır. Açıkçası, dünya, ancak başka bir şeyle ilişki içinde, tasarımı kavrayan biriyle ilişkisinde vardır, bu da kendisidir. 
 
 

Ama araştırmalarımdan çıkan büyük buluş Schopenhauer’di... Evrenin temellerinde her şeyin en iyi olmadığını gören en az bir filozof vardı... Schopenhauer’in karanlık dünya resmini tamı tamına onayladım; ama soruna getirdiği çözümü onaylamadım... - C.C. Jung Schopenhauer’in bireyler konusunda söyledikleri onların kör bir var olma, esenlik isteğinin dile gelişi olduğu şimdi tüm dünyadaki toplumsal, siyasal, ırksal gruplarda gözle görünür oluyor. Onun öğretisinin bana gerçeğe uygun bir düşünce gibi görünmesinin bir nedeni de bu. Yanılsamalardan bağımsız oluşu onun aydınlanmış politikalarla paylaştığı bir şey. Dünyanın Schopenhauer’inkilerden daha fazla gerek duyduğu pek az düşünce var. Toptan umutsuzlukla yüzleştikleri için başka umutlardan daha fazlasını bilen düşünceler. - Max Horkheimer

 

 

Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu - Stefan Zweig


Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu (Brief einer Unbekannten) adlı uzun öyküsünü 1920’li yılların ilk yarısında kaleme aldı. Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’nun kadın kahramanını sadece uzun bir mektubun yazarı olarak tanıyoruz. Kadının hayatı boyunca sevmiş olduğu erkek için kaleme aldığı bu mektubun “gönderen”inin adı yoktur. Mektubun başında tek bir hitap vardır:“Sana, beni asla tanımamış olan sana”. Kadın büyük tutkusunu hep bir “bilinmeyen” olarak, yani tek başına yaşamaya razıdır, bu aşk öyküsünde “taraflar” değil, sadece tek bir “taraf” vardır. Böylesine, gerçek anlamda aşk denilebilir mi?

Zweig okurunu, bir kez daha, insan psikolojisinde eşine pek rastlanmayan bir yolculuğa davet ediyor. Bu yeni yolculuğun sonunda “mutlak aşk” kavramının şimdiye kadar bilinmeyen kıyılarına varmayı amaçlamış olması da bir ihtimal!

Çevirmen: Ahmet Cemal
 
 

Benedıctus de Spınoza:Vatandaşların Özgürlüğ,1670


Hiçbir insan aklının bütünüyle başkalarının iradesine girmesi mümkün değildir; hiçbir kişi kendi rızasıyla özgür bir şekilde karar verme doğal hakkını başkasına devredemez ya da böyle bir şey yapmaya zorlanamaz. Bu nedenle, aklı kontrol altına almaya çabalayan devlet zalim olarak kabul edilir. Neyin doğru olarak kabul edileceğini, neyin yanlış olarak reddedileceğini ve ibadetlerinde hangi fikirlerin insanları harekete geçireceğini belirlemeye çalışmak egemenliğin kötüye kullanılması ve yönetilenlerin haklarının gasbedilmesi anlamına gelir. Bu konuların tümü, insanların kendi rızaları ile bile feragat edemeyecekleri doğal hakları arasında yer alır.

Bir egemen güce dinin ve hukukun bir temsilcisi olarak güvenilse bile, insanları kendi akıllarına göre ya da her hangi bir düşünceden etkilenerek karar vermekten asla uzak tutamaz. Böyle bir egemen gücün, görüşleri bütün konularda kendi görüşleriyle uyuşmayan kişilere düşman olarak muamele etmek hakkına sahip olduğu doğrudur; ancak, biz burada onun mutlak haklarını tartışmıyoruz, eylem tarzının doğruluğunu tartışıyoruz. En şiddetli bir şekilde yönetme hakkına ve her önemsiz eylemlerinde bile vatandaşlarını idam etme hakkına sahip olduğunu kabul ediyorum; ancak, hiç kimse bunları doğru bir yargılama ile yaptığını savunamaz. Bu tip şeyler, kendisini aşırı bir tehlikeye maruz bırakmaksızın yapılamayacağından bunları yapmak için mutlak bir güce ve dolayısıyla mutlak bir hakka sahip olduğunu bile reddedebiliriz: hükümdarın hakkı gücü ile sınırlıdır.

Bu nedenle, hiçbir kişi karar verme ve düşünce özgürlüğünden feragat etmeyeceğinden, herkes vazgeçilmez doğal haklara sahip olduğundan aykırı ve muhalif bir tarzda düşünen insanlar, felakete yol açan sonuçlar ortaya çıkmadığı sürece, yalnızca üstün gücün diktasına göre fikir belirtmeye zorlanamazlar. En fazla tecrübe sahibi olanlar bile nasıl sessiz bırakılacağını bilemez. İnsanların müşterek zaafı, devletin insanlara ne düşüneceklerini söylemek ve öğretmek yoluyla özgürlükten mahrum bırakacak bir sertlikte bulunmasın diye ya da bu özgürlükleri vererek daha ılımlı olabilsin diye gerekli olan sırlarını ve planlarını başkalarına söylemeleridir.

Devletin asıl amacı, korkutarak kural koymak, kısıtlamalar getirmek ve mutlak itaati sağlamak değildir; bunun tam tersine, mümkün olan en emniyetli şekilde yaşasınlar diye insanları bütün korkulardan beri tutmak, başka bir deyişle, kendisine ya da başkalarına her hangi bir zarar vermeksizin çalışma ve varlığını idame ettirme doğal hakkını güçlendirmektir.

Devletin görevi, insanı rasyonel bir yaratık olmaktan bir kuklaya ya da hayvanca davranan birine dönüştürmek değildir; bunun aksine, emniyet içinde aklını ve fiziksel varlığını geliştirmesine ve aklını zincirlerini kırmada kullanmasına olanak sağlamaktır, insanlara ne kini, öfkeyi ve hileyi ne de hasedi ve adaletsizliği göstermek değildir. Aslında, devletin gerçek amacı özgürlüktür.

İnsanların özgür yargıları çok farklı olduğundan herkes yalnızca kendisinin her şeyi bildiğini düşünür ve her ne kadar düşünce ve ifadenin tam bir ittifak göstermesi mümkün değilse de bireylerin bütünüyle kendi kararlarına göre hareket etme haklarından feragat etmemeleri halinde barışı muhafaza etmek imkansızdır. Bu nedenle, özgür düşünce ve karar verme olmasa da bireyler, haklı olarak, serbest hareket etme haklarını devrederler. Hisleri ve kararları arasında çelişkiler olsa da kin, öfke ve sahtekarlık yerine rasyonel bir düşünce ile olması ve kendi özel otoritesi üzerinde her hangi bir değişikliğe teşebbüs etmemesi şartıyla onlara karşı söz de söyleyebilir.

Örneğin, bir kişinin bir kanunun akla aykırı olduğunu ve böylece yürürlükten kaldırılması gerektiğini gösterdiğini varsayalım. Eğer bu görüşünü yetkililerin (tek başlarına kanunları yapma ve değiştirme hakkına sahiptirler) takdirine sunarsa ve bu arada hiçbir suretle kanuna karşı gelecek şekilde davranmazsa devletin lütfuna layık olur ve iyi bir vatandaşın yapması gereken şekilde davranmış olur; ancak, eğer yetkilileri adaletsizlikle suçlarsa ve halkı devlete karşı kışkırtırsa, ya da onların rızası olmaksızın kanunu ilga etmek için halkı ayaklandıracak bir şekilde faaliyete girişirse yalnızca bir kışkırtıcı ve isyancı olur.

Böylece, kendi ellerindeki bütün yasama gücünden vazgeçerek ve aşikar bir biçimde en iyisini tasavvur ettikleri halde inandıkları şeylere ters davranmaya zorlansalar bile hiçbir şekilde kanunlara karşı gelmeyerek, toplumsal barışa ve  idarecilerin otoritesine zarar vermeksizin, bir bireyin inandığı şeyleri nasıl öğreteceğini ve ifade edeceğini tecrübe ile öğreniyoruz.

Kaynak: C.Can Aktan ve İ.Yaşar Vural (Derleyen ve Çeviren) , Özgürlük Yazıları, Çizgi Kitabevi, 2003. (Metnin tercümesi Aktan ve Vural tarafından yapılmıştır. İzinsiz kullanılamaz.)

Michael Curtis (Ed.), The Great Political Theories- From Plato and Aristotle to Locke and Montesquieu-, New York: Avon Books. S.320-321.
 
 

" Koşullarını göz ardı etmeyi başarıp söz verdiğin şekilde hareket etmeye başlayana dek, daima dünya tarafından kontrol ediliyor olacaksın." Chuck Palahniuk



Reklamlar insanları gerek duymadıkları arabaların ve kıyafetlerin peşinden koşturuyor. Kaç kuşaktır insanlar nefret ettikleri işlerde çalışıyorlar; neden? Gerçekte ihtiyaç duymadıkları şeyleri satın alabilmek için.

Eğer kimse izlemiyorsa, herhangi bir şey yapmanın çok anlamsız olduğunun farkına varıyor insan.

Herkes ölür. Amaç sonsuza kadar yaşamak değildir. Geride, sonsuza kadar yaşayacak bir şey bırakmaktır.

 Koşullarını göz ardı etmeyi başarıp söz verdiğin şekilde hareket etmeye başlayana dek, daima dünya tarafından kontrol ediliyor olacaksın.


The Best of Chopin

Frédéric Chopin - IMDb

20 Şubat 2021

Günlerden Sevdalardan - Ülkü Tamer


Nereden geliyorsun?

Sessizliğin başkentinden geliyorum
Durgun göller ülkesinden
Pınarın büyüsünden

Hışırtısından geliyorum yaylanın
Bir dağın bir ağaca söylediği şarkıdan
Ovadaki tek çiçekten

Bir yayın yelesinden geliyorum
Yeraltında koşuşan kökler arasından

Açılmamış bir kitaptan geliyorum
Yalın bir şiirin güzelliğinden

Güzellikten geliyorum, güzelliklerden
Yürekteki kuş tüyünden, balkondan
Camın buğusundan
Çarşafın ütüsünden
Tabağın beyazından
Bir ihtiyarın gülümseyişinden geliyorum
Bir annenin dalgınlığından

Kedilerin gözlerinde okunan
Tarihinden geliyorum kuyumculuğun

Karın arkasındaki maviliğe
Gökyüzüne boydan boya kazınmış
Bir mühürden geliyorum

Uzak bir yıldızdan geliyorum
Geceleri geliyorum, sabahları
Gündüzün ortasında, ikindinin içinde

Savrularak geliyorum, fırtınayla
Elinden tutup bir kasırganın, onu da getiriyorum

 

Dünya Sosyal Adalet Günü

Nesillerin iyi dünya vatandaşları olmalarını istiyorsak, onlara sadece okumayı ve yazmayı öğretmekle yetinmek yerine, eğitimlerine etik ve insani değerleri dahil etmeliyiz...Hanan Al-Hroub, 2016 Küresel Öğretmen Ödülü Sahibi


Altmış  derslik  bu  program,  çocukların  okula  adım attıkları andan mezuniyetlerine kadar, bağımlılık, çeşitlilik ve  ortak  insanlık  değerlerine  dair  zihinlerini  kademeli olarak  açacak  etkinlikler  yoluyla,  küresel  vatandaşlık bilinciyle  hissetmeyi,  düşünmeyi  ve  hareket  etmeyi öğrenebileceklerini  göstermektedir.  17  Sürdürülebilir Kalkınma  Hedefiyle  ilişkili  hale  getirilmiş  bu  öğretim programı, insani koşulların iyileştirilmesi ve gezegenimizin korunması  sorumluluğuyla  hareket  eden,  odaklanmış, anlayışlı ve adanmış yeni kuşak liderler yetiştirmek için pratik bir rehber sunmaktadır...Irina Bokova, UNESCO Genel Müdürü

Bir  eğitimcinin  görevinin  en  temel  bileşeni    öğrencilerini  farklılıklarla  dolu  ve  birbirine  bağımlı bir  dünyada  başarılı  olmaları  için  hazırlamaktır. “Dünyayı  İyileştirmek  için  Öğrencileri  Altmış  Ders  ile Güçlendirmek”,  anaokulu  evresinden  lise  mezuniyetine kadar  bu  çalışmanın  amaca  yönelik  olarak  hayata geçirilmesine  inanan  eğitmenlerin  yalnız  olmadıklarının bir  kanıtıdır.  Bu  kitap,  öğrencilerimizin  dünyalarını genişletecek  ve  toplumsal  ilişkilerini,  öz-düşünümlerini ve  hayal  güçlerini  gerçek  birer  sorun  çözücü  olmaları yönünde geliştirecek önemli bir eğitim aracıdır. Böylece eğer evrenin ahlaki terazisinde adalet, barış ve mutluluğun ağır  basmasını  istiyorsak,  ortaklaşarak  harekete  geçme sorumluluğumuzun ve hepimizin aynı dünyanın vatandaşı olduğumuzun bilincine varacaklardır...Lily Eskelsen Garcia, Ulusal Eğitim Derneği Başkanı

Fernando ve öğrencileri, deyim yerindeyse dünyayı değiştirmenin yol haritasını çıkartmışlar. Derinlikli olduğu kadar tutkulu, basit olduğu kadar da anlamlı bir sonuç elde etmişler - eğitimin dönüştürücü gücünü keşfetmek ve daha ileriye götürmek isteyen herkes için istisnai bir kitap...Fakülte Dekanı Jim Ryan ve Profesör Charles William Eliot, Harvard Lisansüstü Eğitim Birimi

Dünyayı  anlayan,  değerini  bilen  ve  daha  iyiye götürmek için ortaklaşa çalışabilecek dünya vatandaşları yetiştirmeyi tutkuyla amaç edinmiş okullara yönelik pratik ve kolay erişilebilir içeriğiyle yüksek kaliteli, mükemmel bir  kaynak.  Bu  kitap,  öğretmenlerin  ve  öğrencilerin dünyayı  uzaydan  bakarcasına  geniş  bir  perspektiften kavramalarına  ve  herkesin  küresel  toplumun  bir  parçası olduğunu fark etmelerine yardımcı olacaktır...Colleen  Henning,  Bilim  Bölüm  Başkanı,  St.  John’s Üniversitesi, Güney Afrika

Küresel  ortamdaki  güncel  gelişmeler,  uluslar  ve toplumları bölen fay hatlarındaki çatlakların yol açacağı tehlikeler konusunda bizi uyarmaktadır. Küresel vatandaşlık hiçbir  dönemde  bu  kadar  gerekli  olmamıştı.  Fernando, Harvard’daki parlak bilim insanlarından oluşan ekibiyle, küresel  zihniyete  sahip  yeni  nesillerin  inşa  edilmesiyle ilgilenen herkes için elzem olan bir öğretim programına dair  kaynakları  bir  araya  getirmiş.  Resmedilen  13  adım zekice sentezlenmiş, basit olduğu kadar da tazeleyici...Oon-Seng  Tan,  Yönetici,  Ulusal  Eğitim  Enstitüsü, Nanyang Teknoloji Üniversitesi

Ben  ne  Atinalıyım  ne  de  Yunanlı.  Ben  bir  dünya vatandaşıyım”.  Sokrates’in  sürdürülebilir  bir  evren kurmayı hedefleyen kavrayışı, aşamaları gösteren, ilham veren ve pratik bir rehbere ustaca tercüme edilmiş. Hayali ders  planlama  fikirleriyle  dolu  ve  dünya  vatandaşlığı eğitimi  için  tüm  öğretim  programı  alanlarından  ve  yaş gruplarından  öğretmenleri  besleyebilir.  Öğrencilerinin, hepimizin  dünyada  görmek  istediği  gibi  “Değişimin Kendisi” olmalarını hedefleyen tüm eğitmenlere yönelik nadir ve elzem bir araç,"...Aggeliki  Pappa,  “Disleksiyi  Seviyorum”  EFL  Okulu Kurucusu ve CEO’su, 3DlexiaCosmos NPO Başkanı, 2016 Küresel Öğretmen Ödülü ilk 10 Finalisti

Fernando  Reimers  öğrencileriyle  birlikte,  dünyanın neresinde olursa olsun tüm eğitimcilerin mutlaka okuması gereken bir kaynak üretmiş. Öğrencilerin gücüne inanan, dünyayı  iyileştirmek  için  okulunda  dünya  vatandaşlığı eğitimini  geliştirmek  isteyen  eğitmenler;  bu  kitap  sizin için...Hiroshi Kan Suzuki, Eski Milli Eğitim Bakanı, Japonya Eğitim Bakanlığı Japon Bakan Müşaviri, Profesör, Tokyo Üniversitesi

Bu kitap sayesinde, öğrencilerimin dünya vatandaşı olmaları hayalim gerçeğe dönüştü...Joe  Fatheree,  2016  Küresel  Öğretmen  Ödülü  ilk 10 Finalisti, NEA 2009 Eğitimde Mükemmellik Ulusal Ödülü, 2007 İllinois Yılın Öğretmeni

Bu kitap, günümüzün sorunlarıyla ilişkili bir eğitim öğretim  programını  oluşturmak  isteyen  öğretmenler için  bir  rehber.  Sürdürülebilir  Kalkınma  Hedefleri  ile uyumlu pek çok işlevsel ders önerisiyle, okulları dünyaya açmanın  en  iyi  yolunun  öğretmenlerin  işbirliğinden geçtiğini  kanıtlıyor.  Öğretmenler  burada  her  sınıf  için farklı  konuların  işlenebilmesi  için  isteğe  bağlı  olarak değiştirilebilir yapıda beş derslik planlar bulacak. Kitapta ayrıca öğretmen ve öğrenciler için ek kaynakların yanı sıra önemli notlar, anahtar sorular, video linkleri, kitaplar ve etkileşimli alıştırmalar da mevcut...Jolanta  Okuniewska,  13  numaralı  İlkokul,  Olsztyn, Polonya

Öğretmenlik  mesleğinin  günümüzdeki  en  temel görevlerinden  biri  dünya  vatandaşları  yetiştirmek. “Dünyayı  İyileştirmek  için  Öğrencileri  Altmış  Ders  ile Güçlendirmek”, öğretmenlere dünya vatandaşlığı eğitimi vermelerinde yardımcı olacak mükemmel bir araç olmanın ötesinde, aynı zamanda insani ve demokratik değerlerin yegane  koruyucusunun  okullar  olduğunun  da  kesin  bir kanıtı...Fred van Leeuwen, Uluslararası Eğitim Genel Sekreteri

Öğrencilerini  küresel  vatandaşlar  olmaları  yönünde geliştirmeyi isteyen, işi başından aşkın öğretmenler burada sunulan  yenilikçi  ve  ilham  verici  dersleri  kullanarak amaçlarına  kolayca  ulaşabilirler.  Profesör  Reimers  ve öğrencileri,  biz asli  “öğretmenlik”  görevimizi  yerine getirebilelim diye, işin ağır kısmını tamamlamışlar. Her sınıf için 5 ders ve okullar için 13 adımlık plan sayesince, mesleğe yeni başlayan öğretmenler bile küresel eğitimcilere dönüşebilir...Elisa Guerra, Kurucu ve Öğretmen, Colegio Valle de Filadelfia, Meksiko

Küresel   ısınmadan   ekonomik   eşitsizlikteki büyümeye, en acil sorunlarımızın hepsi küreseldir. Eğer bu  sorunlarla  etkin  bir  şekilde  mücadele  edeceksek, gençlerimizin dünya vatandaşlığının gücünü ve bu güçle birlikte  gelen  sorumluluğu  anlaması  gerekmektedir. Dünyayı  Güzelleştirmeleri  için  Öğrencileri  Hazırlamak, öğretmenlere 21. yüzyılın dünya vatandaşlarını yetiştirmek için  sınıflarında  kullanabilecekleri  öğretim  programı, eğitim  stratejileri  ve  ders  planları  gibi  pratik  araçlar sunuyor...Randi   Weingarten,   Amerikan   Öğretmenler Federasyonu Başkanı

Bu kitap vatandaşlık becerilerini geliştirmek isteyen öğretmenlere,  öğrencilere  ve  eğitim  camiasına  yol gösteren araçlar sunuyor. Dünya vatandaşları yetiştirmeyi hedefleyen bu öğretim programı, dünyanın mevcut siyasal durumunun yol açtığı pek çok sorunla baş etmeye yardımcı olabilir. Ayrıca bu nesli eğitmek için geliştirmemiz gereken düşünce biçimi konusunda da bize yardımcı oluyor...Cecilia  Maria  Velez  White,  Jorge  Tadeo  Lozano Üniversitesi Rektörü ve Eski Eğitim Bakanı, Kolombiya

Okulları  dünya  vatandaşlığı  eğitimi  yönünde  acilen harekete geçmeye çağıran bu kitap, her sınıf seviyesindeki öğretmen için uyarlanabilir derslerden oluşan, anlaşılır bir seçki sunuyor...Noah Zeichner, Toplumsal Araştırmalar Öğretmeni ve  2015 Küresel Öğretmen Ödülü ilk 50 Finalisti, Seattle Devlet Okulu

Öğrencilerin  doğal  kaynaklara  -özellikle  de bitki  kullanımına-  dair  farkındalıklarını  geliştirme yaklaşımının, etkin bir iletişim ve öğrenci tercihleri eğitimi uygulamasına ustaca dahil edilmiş olduğunu görmek çok güzel! Bu dersler öğrencileri, çevre problemlerine yönelik çözümleri  tetikleyerek  dünyayı  iyileştirmeleri  yönünde güçlendiriyor...Naomi Volain, 2015 Küresel Öğretmen Ödülü ilk 10 Finalisti, NASA Eğitmenler Ağı Astronot Öğretmeni

Uluslararası  sorunlarla  ilgili  küresel  farkındalığın ve  eleştirel  düşüncenin  her  zamankinden  daha  önemli olduğu bu zamanda, Dr. Raimers mükemmel bir kaynak geliştirmiş. Bu kitap, küresel sorun çözücüler yetiştirmek ve tüm öğrencilerin dünyayı iyileştirmede eğitimin gücünü görmelerine yardımcı olmak isteyen eğitimcilere ihtiyaç duydukları şeyi sunuyor...Michael A. Soskil, Wallenpaupack South Bilim İlkokulu Baş Öğretmeni, 2017 Pennsylvania Yılın Öğretmeni ve 2016 Küresel Öğretmen Ödülü ilk 10 Finalisti


Kırmızı Kitap - Engin Geçtan

Yakıcı sıcak bir yaz günü öğleye doğru. Bir kaldırım kahvesinde birbirinden uzak masalarda kendi başlarına oturan bir kadın ve bir erkek. Masa örtüleri, duvarlar, her şey beyaz. Arada bir görünen uzun boylu, sıska garsonun gömleği ve papyonu da öyle. Beyaz ve tenha kahvenin önündeki kaldırım ise her türden, her sınıftan, çeşitli kıyafetlerde insanlarıyla rengârenk bir mozaik.

Te, yirmi sekiz yaşında, çocuksu yüzü, yumuk gözleriyle, yakışıklı sayılabilecek bir genç. Üzerinde kısa kollu, beyaz bir gömlek, yüzünde düşünceli bir ifadeyle, sürekli uzaktaki masada oturan Ra'ya bakıyor. Ra, kırk beş yaşlarında, esmer, tombulca bir kadın. Beyaz elbisesinin açık, yuvarlak yakasının kenarı küçük ve renkli işlemelerle süslenmiş. Dudakları kalp şeklinde boyanmış, belirgin bir kırmızıyla. Kulaklarının ardından omuzlarına inen kuzguni siyah saçları dağınık. Yüzünde huzurlu bir ifadeyle büyük bir bardaktan renksiz bir içki yudumlarken, Te'nin bir ara taktığı güneş gözlüklerinin ardından sürdürdüğü gözaltından habersiz.

Yine de çok zaman geçmedi böyle ve bir süre sonra, Ra hesabını ödeyerek gitmeye hazırlandı. Te, kadın ayağa kalktığında, elinde taşıdığı kırmızı ciltli kitabı fark etti, cildin bir yüzü eksik. Bir de, sol bileğinde taşıdığı, değerli olduğu belli ve gösterişli bileziğe gözü takıldı. Ra kahveden ayrılmak üzere masaların arasından geçerken, Te yerinden fırlayıp hızlı adımlarla ona yaklaştı, heyecanlı olduğu belli.

— Sizi bir yerden tanıdığıma eminim!

Ra bir an Te'ye baktı ve başını hafifçe eğerek onu selamladı. Sonra zarif bir el hareketiyle yolundan çekilmesini belirtti ve bir şey söylemeden yoluna devam etti.

Te, uzaklaşan kadının ardından bir süre baktıktan sonra, yerine dönüp masasının üzerinde gazetesine bir göz atmak istedi ve gözleri iyice açılmış halde gazetenin ilk sayfasında bir yere takılıp kaldı. Tekrar yerinden fırladı ve Ra'nın gittiği yöne doğru koştu. Caddeye çıkınca durup, gözleriyle her yönü dikkatle taradı, ama kadın sırra kadem basmıştı. Düşünceli bir yüzle kahveye döndü ve gazetenin birinci sayfasındaki habere bir kere daha baktı: "Kimliği meçhul bir kadının cesedi Eski Kent'in dar sokaklarından birinde bulundu." Altındaki fotoğrafta Ra'nın maskeleşmiş yüzü ve biraz önce kahvede otururken üzerinde olan, yakası işlemeli beyaz elbise kana bulanmış. Haber Te'nin çalıştığı gazetenin o günkü nüshasında.

Te, gazetedeki çalışma arkadaşı Taos ve bir görevli ile birlikte şehir morgunun koridorunda yürürken Taos anlatıyordu:

— Oraya polisten biraz sonra ulaştım. Öleli birkaç saat olmuş dediler. Sanırım öğleden sonra beş sıralarında.

— Güpegündüz ve sokakta!

— Biliyorsun, o sokaklardaki evler yüksek bahçe duvarlarının gerisindedir. Dükkân ya da benzeri yerler de yoktur. Bu sıcakta öyle sakin bir sokakta kim dolaşır ki?

Te birden durdu, o durunca diğerleri de.

— Onu orada kim bulmuş?

— Şehirdeki eski yapıları dolaşan bir çevreci grup. Dün gazeteden izin almamış olsaydın oraya sen gitmiş olacaktın.

— Havaalanına gitmem gerekti, birini karşılamak için.

Tekrar yürümeye başladılar ve bir başka koridora saparak geniş bir kapının önüne geldiler.

Ra'nın, yüzünden örtüsü çekilmiş cesedi çevresinde Te gözlerini cesede dikmiş ve suskun. Taos arkadaşının yüzüne merakla baktı.

— Bu o mu? Fotoğraftaki kadın tanıdığım birine benziyor demiştin.

Te bir süre tereddüt etti, sonra başını iki yana salladı.

— Hayır!.. Hayır o değil... Yanılmışım.

Kendini toparlamaya çalışarak gülümsedi.

— Şu anda bir ölüye bakıyor olmaktan etkilenmiş olmalıyım. Benimle buraya kadar geldiğin için teşekkür ederim.

Sonra morg görevlisine döndü:

— Size de!

Caddede Taos'un arabasına doğru yol alırlarken yaşanan suskunluğun ardından Te'nin sesi duyuldu:

— Bıçaklanarak öldürüldüğü anlaşılıyor. Katile karşı koymaya çalışmış mı?

— Sanırım. Cinayetin hırsızlık amacıyla işlenmemiş olduğu kesin, çünkü bileziğine dokunulmamış. Oysa çok değerliymiş. Ama bana tuhaf gelen bir şey var.

— Ne gibi?

— Kadının elinde kırmızı bir kitap cildinin tek bir yüzü vardı. Kitabın kendisi zorla elinden alınırken yırtılmış gibi.

— Kalan parçanın üzerinde yazı var mıydı?

— Hayır yoktu! Polisin tahminine göre kadın, bir evin bahçe kapısından içeri girmek üzereyken ya da oradan çıkar çıkmaz saldırıya uğramış.

— Evde yaşayanlar kadını tanıyorlar mı?

— Yıllardır terk edilmiş bir ev olduğu sanılıyor. Polis bunları da araştırıyor.

— Kapıdan söz ettin, nasıl bir kapı o?

— Anlamadım.

— Kadını önünde buldukları kapı.

— Mavi bir kapı, oldukça harap ve rengi solmuş. Bunları neden soruyorsun?

— Bilmiyorum! Sanırım merak, yalnızca merak. Hikâye ilgimi çekti. Bu konuda bir gelişme olursa bana da bildirir misin?

— Tabii!

Taos'un arabasının yanına gelmişlerdi. Taos direksiyonun bulunduğu tarafa doğru gelirken Te seslendi:

— Seninle birlikte gelmesem! Yapmam gereken bir şey olduğunu hatırladım. Gazetedekilere bir saat kadar gecikeceğimi söyler misin?

— Tabii!

Bir an durup Te'ye baktı.

— Bugün sende bir tuhaflık var.

Sonra dostça gülümsedi.

— Hoşça kal!

— Sen de!

Taos arabasına binmek üzereyken birden duraksadı.

— Bana kimi karşılamak için havaalanına gittiğini söylemedin.

— Önceden tanımadığım biri. Bir dostum onunla ilgilenmemi istemişti.

— Umarım buna değmiştir.

Te gülmeye başladı.

— Gelen bir erkekti, yaşlı bir arkeolog, adı Ho!.. Seni düş kırıklığına uğrattığım için üzgünüm.

Taos arabasıyla uzaklaşırken, Te bir süre bulunduğu yerde durup onun gözden kaybolmasını bekledi, sonra bir taksi bulabilmek için bakınmaya başladı.

İki yanında yüksek bahçe duvarları ve ahşap dış kapılarıyla eski tarz evlerin sıralandığı bir sokak, yakıcı güneşin kimsesizliğinde sessiz. Sokağın caddeyle buluştuğu yerde Te taksiden indi, sürücüden parasının üstünü alırken gözü sokakta. Gizli bir iş yapanların ürkekliğiyle sokağa girdi ve yavaş adım yürümeye başladı. Sokağı yarılamak üzereydi ki gözleri birden az ötesinde ve yolun sağındaki bir yere sabitleşti. Mavi kapı!

"Gerçek bilim, imlerden başka bir şey olmayan kavramlarla yetinmemeli, nesneleri kendilerine özgü gerçekleri içinde ortaya çıkarmalıdır." Umberto Eco


  

Çünkü bilim, yalnızca insanın yapması gerekeni ya da yapabileceğini bilmesinden ibaret değildir; yapabileceğini, ama belki de yapmaması gerekenin bilinmesini de içerir. 

 

Vatikan Zindanları - Andre Gide

Tasarlamak ile yapmak arasında dağlar var! Satrançtaki hamleyi baştan alma hakkı da yok. Adam sen de! Bütün tehlikeler önceden görülse oyun bütün ilginçliğini yitirirdi.

 

1900 yılının ilk baharında Urla’da doğan Yorgos Seferis

 

1900 yılının ilk baharında Urla’da doğan Yorgos Seferis, Birinci Dünya Savaşı’nın başında on dört yaşında; 1921 yılında Florina’da doğan Necati Cumalı da 1923 Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi sırasında ata topraklarını terk ederler. Yazarlarımız sırasıyla 1971 ve 2001 yıllarında hayata gözlerini yumduklarında, ne Türkiye ne de Yunanistan’ın asla hak iddia edemeyeceği ebedi topraklardadırlar artık.

Bir dönemin en ünlü futbolcuları cennette buluşmuşlar. Yorgos ve Necati de oradalarmış. Fıkra bu ya, cennetin baş meleği azılı bir futbol taraftarı. Çağırmış şeytanı, o da futbol delisi bu arada, demiş oynatalım şu Yunanlılarla Türkleri bakalım ne olacak. “Boşuna oynamayalım biz kazanırız!” demiş Yorgos, takımından emin. “Olur mu en iyi futbolcular bizde!” demiş Necati gerine gerine. Melekle şeytan birbirlerine bakıp pek eğlenmişler, şad olmuşlar: “Ama bütün hakemler bizde naber!”

 Bu fıkra sayesinde literatürümüze yeni bir deyim kazandırmış olduk mu dersin, meleklerin ve Moiraların maskarası olduk mu?

  

Yorgos doğumundan elli yıl sonra, ata topraklarına kısa süreli bir ziyarette bulunur:

Sabah saat 08.00. Seferis, yanındakilerle birlikte İzmir’den İskele’ye gitmek üzere cipe binip yola çıkıyor. İskele’ye doğru yol alırken, Seferis hissettiklerini şöyle yazmıştır “Günlük”e:

“…Aklımda sabit bir fikir halinde Scala. Sanki anlayamadığım bir büyü ayinine katılmış gibiyim. Neticesinde nelerin olacağını hesaplayamadığım bir krizin eşiğinde bulunduğumu hatırlıyorum. Bilinçsizce bunu nasıl hazırladım, belki yaptığım ölüleri tahrik etmek, doğal düzeni ihlal etmek gibi ahlaksızca bir hareketti.

Geri dönmek için artık geç. Makine çalışmaya başlamıştı: diğer ucundan birisinin düzenli bir şekilde, ısrarla sardığı o sahilin ipliği ile bağlanmışım. Fakat hava, renk, gökyüzü ebediyen muzaffer, gözlerin gerçekten görüyor mu, görmeyi arzuluyor mu, bilemiyorsun”

  

Seferis’in Urla İskele’daki Aile Evi

 hayatevi

18 Şubat 2021

Tezer Özlü "Kültür, insanlık uğraşısının üst yapısı değil, temelidir."



Kültür bir şeye cesaret edebilme sorunudur. Okumaya cesaret edebilme, bir görüşe inanmaya cesaret edebilme, görüşlerini açıklayabilme cesaretidir.


Nikos Kazancakis "Gerçeği söylüyorum size. İnsan, uçurumun kenarına varmadan, kanatlanamaz"

 

Buğday gibi toprağa inip ölmen gerek kalbim, titreme başka türlü nasıl başak olursun ve açlıktan ölen insanları nasıl beslersin.

İki yol da sarp ve çetindi; ikisi de insanı doruğa çıkarabilirdi. İnsanın ölüm yokmuş gibi hareket etmesiyle, aklında her an ölüm olduğu halde hareket  etmesi, belki de aynı şeydi.

 

Giordano Bruno’ya Göre Ahlak

” Eskiler, şeylerin içinde yayılmış halde bulunan kutsal erdemleri Tanrılar olarak adlandırırlardı. ”                                                                                                                                                               Cornelius Agrippa

Saf varlık yetkin, bir ve ulaşılmazdır. Mutlak olduğundan bizimle hiçbir ortak ölçütü yoktur fakat Doğa’daki hiyerarşi boyunca aşağı indikçe, gücünü, zekasını ve canlılığını değişik alemlere, taşlara, bitkilere, hayvanlara vererek kendini ifade eder. Onlara, gücünün küçük bir parçasını değil de bu gücün bir görünüşünü, bir yüzünü verir. Zira Tanrısallık kendini doğanın aynasında yansıtarak yüceliğinden hiçbir şey kaybetmez.

Bu nedenle Tanrısallık deniz için Neptün, güneşle Apollon, toprakta Ceres, çölde Diana ve fikirlerin kaynağı olan veher biri bir doğaüstü numenler(*) numenine ilişkin Doğa’nın çeşitli numenleri olan değişik kavramlar olarak diğer her bir türde farklı biçimlerde isimlendirilmiştir.” Bu Tanrılar fiziksel dünyada doğa kanunları, ahlaki, matematik veya ara dünyada erdemler (ve onların gölgeleri) ve Tanrısal dünyada da varlığın öznitelikleri veya ilk örnekleri olarak görülür.

Zira erdem bu tanrıların çehresinden, anahtarından ya da ahlaki görünüşünden başka bir şey değildir. Tanrılar erdemlere böyle hayat verir. Giordano Bruno bunların önünde en büyük kutsallıkların önündeymişçesine eğilir ve onları yaşayan semboller olarak tasvir eder. Bu canlı tasvirler, ruhu erdeme yönelten tılsımlara dönüşür.

Erdemli olmanın kendinde hiçbir çıkar yoktur (çoğunlukla hayvanlar insanlardan daha başarılıdır) fakat Ruhu sessiz tanrısına layık bir sunak yapacak biçimler inşa etmeyisağlar. Ahlak bir görev değildir, ancak öz üzerinde yoğunlaşmayı sağlayan bir ayrıcalıktır.

Giordano Bruno erdemi, Birliğin tam ortasında zıtlıkların yakınlaştığı bir yer olarak tanımlar. “Kötülük şeylerin doğasından yani Bir’in içindeki yetkinlikten uzaklaşılması gerçeğinden ibarettir. O halde kötülük doğallık eksikliğinden, varlıkların kendi Hakikatlerinden ayrılmasından kaynaklanır. Mutluluk Yazgının (herkesin kendisininkini) gerçekleştirilmesinin meyvesidir. O halde Yazgı yasadır, hakikattir. Erdem yazgının kabulünden ve bunun gerçekleştirilmesinden ortaya çıkar. Yazgıyı anlamak Tanrı ile birliğimizin bilincine varmayı başarmaktır. Tanrı ile her şeyle birliğimizi kavradıkça kalbimiz her şeye karşı duyulan bir aşkla dolacaktır. Yaşamın amacı yazgıyı anlayabilme yetkinliğine ulaşmaktır çünkü bu bilgi bizim sonsuzla, insanlık için gerçek kurtuluş olan Tanrı ile birliğimizi kavramamızı sağlayacak yegane şeydir. ”

GÜÇ

giordanobruno3

Mitolojik Herakles sembolü ile ilişkili olarak sağduyu, (“Yasa aracılığıyla ve Hakikate göre varılan yargıyı yöneten İrade değişmez ve güçlü olmalıdır.”) bize kendimizi birliğin yansıması olan o orta noktada tutma yetisini sağlayan ruhun gücüdür. Eflatun’un “Devlet'”inde belirttiği gibi bir cesaretle: ” Kanunların ve kimin tehlikeli veya tehlikesiz olduğuna dair kaynağını yönetenden alan kıstasın korunması. ”

Aptallığa, öfkeye veya deliliğe dönüşmemesi için güce zekanın ışığı (zeka eksikse aklın) kılavuzluk etmelidir. Bu, sabrın, gayretin, hoşgörünün, duyarlılığın, acıya dayanıklılığın doğduğu kaynaktır.

Güç mantıklılıkla zekayı birleştirir, ya sağduyunun, ya sabır göstermenin ya da boyun eğmenin uygun olduğu veya kaçmanın tercih edilebileceği durumlar yaratır ve bir kere karar alındığında bunu yerine getirmek için gerekli iç gücü sağlar.

Güç, ruhun ölümü için sürekli duyulan bir kaygı fakat ona zarar vermeyecek şeylere karşı da kayıtsızlıktır: Açlık, susuzluk, acı, yoksulluk, yalnızlık, zulüm ve ölüm.

SAĞDUYU

Sağduyu Tanrının ilahi dünyadan yansıması, fevrilik, eylemsizlik ve aptallığın düşmanıdır. Evrenselden bireye varan zekadır. Kullandığı alet fikirleri genişleterek, eleyerek veya baştan sona yeniden ele alarak ve insan kavrayışı tarafından anlaşılabilecek her şeyin tümellerini metafizik aracılığı ile inceleyerek, olası tüm eylem biçimlerini kıyaslayan diyalektiktir.

Sağduyu kara güne karşı bir kalkan, tehlikeye karşı bir dikkattir. Onun sayesinde irade ve cesaret; zamana, nesnelere,şartlara objektif bakış açısını kaybetmeden uyum gösterirler.

Göksel ilk örneğini, Tanrı’yı aksettirmeyen sağduyu, rüzgarla, o geçtiğinde otların eğilişini birbirine karıştıranlara özgü ” köle sağduyusudur.”

Sağduyu özgürlük ve aynı zamanda gerekliliktir. Kendi üstüne yansıyan Hakikattir: “Işık olan gözdür, göz olan ışıktır.”

DAYANMA

Bizi idealimizden uzaklaştıran şeylere karşı gösterdiğimiz dirençte kendini gösteren güçtür. İç gücün yetkinliğidir. Güçlü ve rüzgarın hücumlarına karşı sağlamca kök salmış bir meşe gibi kahraman, ruhunu, duyularını ve kavrayış gücünü o yüksek amacı üzerinde sabit kılar.

Stoikler: ” Dayanın ! “, Epikürcüler: ” Acıya katlanmayın ! ” (bilinci bedenin dışında tutmak anlamında) derken Giordano Bruno : ” Güç yolu ile dayanın ! ” der; öyle bir iç güçle ve kendi ahlaki ilkelerimizde kararlılıkla ki, Hephaistos’un ocağında majik silahlar ve tanrısal erdemler biçimlendirdiği içsel volkandan bağımsız olarak etrafımızdaki havadan çevreye sükunet yayılsın.

Bu dayanmanın ötesinde, Epikür’ün söylediği ve Bruno’nun hatırlattığı gibi bizi Tanrıların davranışı seviyesine yükselten,insani olmaktan çıkmış bir dayanma vardır. ” Bu zorluklara maruz kalmış ve bunlara katlanmış birine ait gerçek ve artık ulaşılmış bir güç ve metanet erdemi gibi değil de, onlara katlanırken bile hiç hissetmemiş birinin erdemi olarak düşünülmelidir kahraman böyle bir kıvanca ( zafere de diyebiliriz) ulaştıktan sonra hiçbir sıkıntı onu yolundan çeviremez veya onu düşüremez. Bu durum şuna işaret eder: En yüce ve sonsuz mutluluğa dokunmak yani iradenin varlığı ve acı hissinin yokluğu.”

Dayanmak, yazgının bize yaşamayı nasip ettiği yetkinliğe doğru evrimleşmek, onu anlamak, kabul etmek ve ona ulaşmak için acı çekmenin gerekliliğini idrak etmekten ibarettir. ” İnsan ruhu acıyla ve üstesinden gelmesi gereken güçlüklerle yetkinleşir. Acı olmaksızın ruhumuz durağan ve geri kalmış olurdu. Kötü olarak tanımladığımız her şeyin,bizim kavrayamadığımız bir iyi olması işte buradan kaynaklanır. Başka bir deyişle kötü görecelidir. Tek tek bakıldığında doğada hiçbir şey mükemmel değildir çünkü her şey sürekli evrim halindedir. Toplu biçimde Bütün mükemmeldir. Parçaları değil de Bütünü göz önüne alan kişi için kötü mevcut değildir.

İFFET

giordanobruno2

Dokunulmamışlık kendinde hiçbir değer taşımaz (Olabilecek törensel öneminin ötesinde) çünkü ne bir kusurdur ne de sadece büyük bir onurdan kaynaklanan, yüksek bir gerekçenin hizmetinde olması dışında bir erdemdir. Sadece gücün bir parçası olduğunda ve hazları hor gördüğünde (dokunulmamışlığın ötesi veya berisinde), ne kibirli (hazların hor görülmesi), ne de yoksun bırakıcıdır, ama insan bilincine ve diğerlerinin tatminine onurlu bir biçimde katkıda bulunduğunda iffet olarak adlandırılır.

ÖLÇÜLÜLÜK

Latince “temperare” (uygun biçimde düzenlemek); görgünün anasıdır. Çünkü duyusal (nefse ait) ve zihinsel ilişkilerdeki ölçüsüzlük (azla yetinmeme) yüzünden aileler, devletler, sivil toplumlar ve tüm dünya çöker, kargaşaya sürüklenir, dağılır ve karanlığa boğulur. Her şeyi yeniden düzelten ise ölçülülüktür.

SADELİK

Sadelik kendini beğenmişlik ve ikiyüzlülüğün düşmanıdır. Eleştiri, kıskançlık, hakaret ve gerçeğin gizlenmesinden kaçınmak amacıyla sağduyunun takındığı tavırdır. Sadelik çok basittir. Kendinden emin ve kendine güvenen bir görünümü benimser, tek tiptir ve ilahi bir yüze benzer.

Sevilesi bir yüzü vardır çünkü asla değişmez ve bu nedenle her zaman ilk görüldüğündeki kadar insanı cezbeder. Onu sevmeyi bırakmak ondan değil başkasının hatasından kaynaklanır. ” Sadelik kutsal, tanrısal bir yüze benzer çünkü asla gerçeğe ne bir şey ekler ne de ondan bir şey eksiltir, kendini düşünmez, hayran olmaz aksine başkalarına verir. “Kendi içine bakan kendisiyle baş başa kalan birisi bir çeşit çokluğa dönüşür, aynı anda hem özne hem de nesne olur.

YORGUNLUK VE GAYRET

Giordano Bruno yorgunluk ve gayreti bize mitolojik bir kahraman olan Perseus görünümünde sunar: Sol elinde onun içten tutkusundan ışıl ışıl olmuş kalkanı ve sağ elinde ise zararlı düşüncelerin yılansı kafası, topuklarında tanrısal itkinin kanatları ve dayanmanın dirayetle çalışan hafif atını sürerken. Yorgunluk ve gayret ile Bruno kısır bir usancı değil aksine var olmak için bir çabayı ima eder. Kendi yazgısında başarılı olmak ve böylece Tanrısallığa yaklaşmak kahramanlara özgüdür. “Bu ikisi sayesinde Perseus Perseus’tur, Herkül de Herkül’dür.

Onlar sayesinde tüm açıkgözler mağlup edilir, her türlü kötü talihe son verilir, tüm yollar ve o yollara erişmek kolaylaşır, tüm limanlara yanaşılabilir, tüm güçler kendine egemen olur ve tüm tasarılar mümkün hale gelir.”

Bruno bu ikisine özellikle bir rehavet bizi sardığında günlük derin düşünmelerimize konu olabilecek bir yakarış ithaf eder:

Gayret, sen yorgunlukla birlikte cömert ruhları besleyensin. Tüm kayalık ve sarp dağları mümkünse bir solukta ulaşıp tırman ve aş. Kendi öz duygularını öyle bir ateşle yeniden canlandır ki, güçlükler seni yenemediği gibi onları duyma bile. Yorgunluğunu hissetme çünkü yorgunluk kendisi için yorulmamalıdır: Yetkinlik kendinde acı ve yorgunluk çekilirken ne acıyı ne de yorgunluğu hissetmeyi barındırır.

ERDEMLER VE POLİTİKA

Erdemlerin politika, şehir ve devletlerin yönetilmesi ile çok yakın ve hemen hemen kendine özgü bir ilişkisi vardır. Bir erdem veya bir kusur devletin refah ve huzurunu etkilediği ölçüde erdem veya kusurdur. Eylemler önemlidir. “Bir ağacı,yapraklarının güzelliği ile değil, meyvelerinin mükemmelliği ile yargılamalıdır; meyve vermeyenlere gelince onlar kesilsinler ve diğerlerine, verenlere yer açsınlar.”

Bu durumda hataların (günahların değil) karşılaştırmalı bir incelemesi yapıldığında en büyük önem taşıyan devlete karşı yapılan haksızlık değerlendirilecektir; bireylerin çıkarına karşı yapılan haksızlık daha düşük önemde, birbiri ile anlaşmazlık içinde olan iki kişinin arasındaki ise en az önemde olacaktır. Hiç bir önemi olmayanlar ise ne kötü bir etki ne de kötü bir örnek doğuran ve rastlantısal itkilerden kaynaklananlardır.

KAHRAMAN FİLOZOF

Kahraman filozofun; zihninde sağlam bir imgelem, yanılmaz bir hafıza, gözlerinde tedbir, dilinde gerçek, göğsünde içtenlik, kalbinde düzenli duygular, omuzlarında günahların unutulmuşluğu, karnında kanaatkârlık, bağrında nefsine hâkimiyet, bacaklarında sebat, tabanlarında düzlük, sol elinde kutsal kitapların buyrukları sağ elinde ise yargılayıp önermeden önermeye geçerek sonuca ulaşan akıl, yol gösterici bilim, yönetenin iktidarı ve eyleme geçme gücünü bulundurur.

Yazgısını anlar, kabul eder ve yerine getirir. Kendine şöyle der:” Olmak zorunda olan olacaktır. Olmuş olmak zorunda olan oluyor.” Böylece yazgıyı, tanrıların en büyüğünü çabuklaştırır.

İçindeki tanrı kendini gösterdiğinde, ölümlülerin kalbinde olduğu kadar ölümsüzlerin kalbinde de bir saygı ile eğilme isteği yaratır. Düşünüp taşınırken ağır,  ciddi  ve dengelidir. Nasihati iyi düşünülmüş, derin, öngörülüdür. Ancak hareketleri kanatlanmış gibi hızlıdır.

Erdemleri ve kahramanca davranışları ile gökyüzünü hak eder.Hayatın akışı içinde hiçbir çaba göstermeden kayıp giderken tanrıya ettiği dua hoş kokulu bir tütsü gibi yükselir.

Birliğin içinden sonsuzun derinliğini kavrar ve gözünün önünde duran sonsuzun içinde de saklı olan birliğin izlerini fark eder.

Yüksek idealinin izinde, İradesi asla güçsüzlüğe düşmez ama geçmişi hatırlayarak, bugünü düzenleyerek ve geleceği görerekşartlara sağduyulu bir biçimde uyum sağlar. Beklenmedik hiç bir şey başına gelmez. Hiçbir şeyden şüphe etmez ama her şeyi umar, hiçbir şeye güvenmemezlik etmez ama kendini her şeyden korur.

Kendini Hakikatin her zaman muzaffer ve değişmez bir koruyucusu olarak değil bir mesajcısı olarak görür.

giordanobruno5Kahraman hatasını kabul edenleri affeder, kendini beğenmişleri gemler, haksızlıkları düzeltir, yapılan iyilikleri unutmaz, ihtiyacı olanların yardımına koşar, mazlumları savunur, gözü dönmüşleri sakinleştirir, hak edenlere mesajı verir ve canileri dize getirir.

Boş ve aptalca bir inanç yerine, yararlı gerçek ve soylu bir amaca değer verir. Az şeye sahip olduğundan değil azı arzuettiğinden ve aza ihtiyacı olduğundan kendini zengin kabul eder. Bedenin ölümünden değil, ruhun ölümünden korkar.

Bazı durumlarda yasayı koruyan, hakikate ve ayırt etme yeteneğine güç veren, zekayı bileyen ve sakin bir ruhunanlayamayacağı sayısız dikkate değer erdemin yolunu açan kutsal bir öfkenin benliğini sardığını hisseder ama bu öfkeamacına ulaşır ulaşmaz ruhun huzuru yine kahramanı sarar. Umutları soğuk ve arzuları diridir, bir yıldızın soğukluğu ve bir hacının adımlarının diriliği gibi.

Eylemleri bir şiirin dizelerine benzer; bir kurala uydukları için değil, kural onun eylemlerinden doğduğu için çünkü eylemleri elmastan yapılı kara kapılara çarpar ve onları açar.

Zevk onun için zevk değildir zira sonunu zaten görmektedir. Acı onun için acı değildir çünkü düşüncesinin gücüyle acının sonu da onda mevcuttur. Halkın iyi olarak adlandırdığı şey, onun için sahte iyidir, yaşlı Satürn’ün çocuklarını yerken kullandığı baharattır. Böylece var olmayanı, hiçliği, yokluğu değişken olarak tanımlar çünkü zamanla sonsuzluk arasındaki ilişki nokta ile çizgi arasındakiyle aynıdır. İmkansızın düşünü görür. Arzuladığına sahip olamadı diye yerinmez fakat her zaman mutludur çünkü aradığını hep yanında bulur.

Bilir ki mutlak sonun bir sonu olmayacaktır. Aksi halde O, mutlak son olmazdı. Bunun onun için pek önemi yoktur.Onun bulunduğu durumda, görüşünün tüm ufkunda ilahi bir güzelliğin bulunması ona yeter.

Daha az soylu ve düşük değerdeki şeylerin başarılmasıyla elde edilen bir yetkinlik yerine, ona kendi liyakatini ispat etmesini sağlayan daha soylu bir teşebbüs sonucu uğranılan başarısızlık ve düşüş onun kahraman ruhunu daha hoşnut kılar. Çünkü  O, başına gelen her şeyi iyiye dönüştürür. Bir esaretten büyük bir özgürlüğün meyvesini toplamayı bilir ve bir kez yenilmiş olmayı, büyük bir zafer fırsatına dönüştürebilir.

En mükemmel kısmı onda bulunmayıp, bozulmaz bir kutsama gibi ilahi şeylere sarılmış, düğümlenmiş olan bedeninde ölümlü olana karşı aşk ve kin hissetmeden yaşar.

Yeni yüksek tepe dergisi