11 Nisan 2020

Sözler - Jacques Prévert

Fransız şiirinin en güçlü seslerinden Prevert Türkçede Orhan Suda'nın yetkin çevirisiyle yankı buluyor bu kez. Suda, Prevert'in her okumada daha da gençleşen şiirlerindeki zenginliği şu sözlerle dile getiriyor önsözünde: Bir baba düşünün: Oğlunu her hafta sinemaya götürüyor. Paris'in sokaklarına, ışıklarına, seslerine, insanlarına, sinemalarına alıştırıyor. Oğlunu yumuşak, sevecen, çelebi bir yaklaşımla eğitiyor. Günlük konuşmaların, masalların, söz oyunlarının, bilmecelerin, tekerlemelerin büyülü dünyasına sokuyor onu. Sanatın hemen her dalında alabildiğine yetenekli; gündelik olayları, sıradan insanların dertlerini, kaygılarını, sevinçlerini, alaycı konuşmalarını, küfürlerini şaşırtıcı bir güzellik ve yalınlıkla şiirlerine, oyunlarına, senaryolarına aktaran bir barış güvercini salıyor dünyamıza.

SÖZLER VE PRÉVERT
SÖZLERin (PAROLESün) ilk basımı Aralık 1945. Genişletilmiş ikinci baskısı 1947de yapılmış. O zamandan beri üç milyondan fazla satılan SÖZLERin sayısız hayranlarından biri de André Gide. Şöyle diyor Préverte yolladığı tarihsiz bir mektubunda: 
Sevgili Jacques Prévert, sizin şiirlerinizi okumak, özellikle de yüksek sesle okumak ne büyük bir sevinç! seçkin dostlarıma okuyorum onları ben okudukça bir şiir daha oku, gene oku, tekrar oku diyorlar. Benim gibi onlar da hemen sizinle dost oluyorlar
En içten sevgilerimle
Bir başka değerlendirme Maurice Nadeaudan. La Revue Internationaleın Haziran-Temmuz 1946 tarihli sayısında yer alan yazısının bir bölümünün özetini birlikte okuyalım: Prévert başlangıçta Üstgerçekçiliğin etkisinde kaldı. Bu akıma gönül verdi birkaç yıl. Bu yıllar boyunca hiçbir şey yazmadı. Sadece Üstgerçekçilikten edindikleriyle beslenmeyi, kendini güçlendirmeyi amaçlıyordu sanki. Üstgerçekçilik insanın ve dünyanın eksiksiz bir bilgisine erişmek, çelişkisiz bir gerçekliğin bağrında insanı ve dünyayı birleştirecek bir monizm kurmak istiyordu. Hepsi de farklı katmanlardan gelen taraftarlarının, kendi mizaçlarına göre bazen zıt yönlerde yol alan ama yolun sonunda gerçek benliklerine kavuşan araştırıcılar olmalarını sağlamayı gözetiyordu. Bu yönlerden biri, duyularla algılanan ve en gündelik seyirliklerden, günlük hayatın en sıradan görünüşlerinden (bir sokaktan, bir afişten, bir çocuk şarkısından, bir kazadan, yoldan geçen bir kadından, kenar mahalledeki bir gecekondunun penceresinde asılı bir çamaşırdan) kaynaklanan elle dokunulur bir üstgerçekliğe varıyordu. Prévertin bu üstgerçekliklere yer vermediği pek az şiiri vardır. Bir şok etki yaratan yeni duyumlarla örer şiirlerini (Buci sokağı şimdi, Barbara bunun örneklerindendir). Bununla birlikte, bu duyumsama bir izlenime dönüşmez hiçbir zaman: onun bir oyuna benziyen şiirlerinde yeniden yaratılır. Sinema dünyasının insanıdır Jacques Prévert. Bilindiği gibi, iyi, sahici bir film gevezeliklerden arınmıştır; en dramatik durumlar duygularla, jestlerle, davranışlarla (yerde yuvarlanan madeni bir parayla, açılan bir kapıyla, su üstünde dalgalanan bir hasır şapkayla) belirtilir. Az şeyle çok şey anlatmayı amaçlayan bu teknik Prévertin hemen hemen bütün şiirlerinde görülebilir:
Karanlıkta tek tek yakılmış üç kibrit
ilki görmek için tüm yüzünü senin
Gözlerini görmek için ikincisi
Sonuncusu dudaklarını
Ve kollarımda sımsıkı sararken seni
Koyu bir karanlık bütün bunları bana hatırlatmak için

Sanki bir film seyrediyor gibiyizdir bu şiirde. Bunlar hep sinemayı andıran görüntüler değil midir? Prévert sinema tekniğine başvurur çoğu zaman. Yarattığı kesin, somut görüntüler birbirini izler. Görüntüleri art arda sıralamadan önce herbirinin tadını çıkarır Prévert. Bazen hızlandırılmış ya da yavaşlatılmış yöntemlere başvurmaktan hoşlanır. Döküm/Envanter şiiri birinci yönteme, Sabah kahvaltısı ikincisine örnek gösterilebilir. Birincisinde alıcı, nesneleri art arda ve hızla çeker. İkincisinde kişilerin jestlerini ayrı ayrı ve yavaş yavaş verir. Tamamen sinemaya özgü bu teknik Prévertin ikinci benliğidir. Tablo-şiirin yerine film-şiiri koyar. Prévert, bu senin yaptığın şiir değil, düpedüz sinema (film) denebilir buna. Oysa şiirin ta kendisidir bu. Prévert katı, acımasız bir dünyanın soluk yansımaları olan görüntüleri sergileyen biri değildir sadece, o aynı zamanda, çağdaşlarımızdan birçoğunun gözünden kaçan sahici bir dünyanın yaratıcısıdır. Bu jestler aşkın, bu tutumlar sefaletin, bu davranışlar küçük burjuva rahatlığın ifadesidirler ama aynı zamanda bu jestler, bu tutumlar, bu davranışlar bir musikiyi: kulak tırmalayıcı, kakafonik, nadiren kulağa hoş gelen, ritim dolu bir musikiyi, çağımızın sosyal ilişkilerinin ifadesi olan bir musikiyi veren bir bestenin notalarıdır sadece. Prévertin dünyası salt nesneler dünyası değil, nesnelerin, kişilerin, kurumların bulundukları yere, oynadıkları role göre anlam kazandıkları bir dünyadır. Orkestrayı yönetmek, sesleri duyurmak, hayatı yansıtmak için ordadır O. Bundan dolayı, general, papaz, akademi üyesi kendilerini beğenmiş kof yaratıklara dönüşürler; çocuk, proleter, kadın, kuş çok hoş bir musikiyle dolup taşar. Mutluluğun güçleriyle, ölümün güçleri arasında bir mücadele başlar. Birinciler hayatı yaşanılır kılmayı amaçlayan bir sınıfın tüm umutlarıyla doludurlar; ikinciler ise üniformalı, madalyalı kadavralardır.

Zampok Eyin Pi - Orhon Murat Arıburnu



İki canbaz bir ipte oynamaz
Bir ipte bir sürü cambaz
Hilebaz, madrabaz, kumarbaz

İki cambaz bir ipte oynamaz
Bir ipte bir sürü canbaz
Ateşbaz, işvebaz, hokkabaz

İp niye kopmaz
Zampok eyin pi


Halil Cibran'ın Beşeri ve Evrensel Sevgisi


Beşeri Sevgi
Bu kimliğin arkasındaki temel güçlerden birisi ise hiç şüphesiz hayatının ilk yıllarından itibaren kendisini hissettiren ve uçsuz bucaksız bir umman gibi kalbinde çağlayan sevgi mefhumu olmuştur. Zira ona göre; “ İnsanın yaşamı ne rahimde başlar ne de mezarda biter; ay ışığı ve yıldızlar-la dolu olan bu uçsuz bucaksız gökyüzü sevgiyle birbirine sarılmış ve birbiriyle hemhal olmuş ruhlar tarafından hiçbir zaman terkedilmez.”
 Cibran’ın arayışlar içindeki ruhu, çocukluktan gençliğe geç iş dönemlerinde farkındalık sancılarıyla yalnızlık ve keder içinde kıvranıyordu. Ve o,bu durumu şöyle izah ediyordu: “ Derler ki; saflık boşluğun beşiğidir. Ve boşluk rehavetin yatağıdır. Bu söz ölü doğup, soğuk cesetler gibi yaşayanlar için doğru olabilir. Ancak çok fazla hissedip çok az şey bilen duyarlı bir genç, güneşin altında yaşayan yaratılmışlar içersinde en talihsiz olanıdır. Çünkü iki güç arasında bölünür. İlki onu yükseklere çıkarıp bir düş bulutu içinden varoluşun güzelliğini gösterirken, ikincisi aşağıda toprağa bağlayıp gözlerini tozla doldurur ve yok edici bir karanlık içinde kaybolmuş ve korkmuş bir şekilde bırakır.”
 O, Selma’yı hayatın anlamını kav-ramasına neden olan, kendi hayatının Havva’sı olarak görür. Ancak O’na göre kendi Havva’sının ilk Havva’dan bir farkı vardır. Ve bunu: “Havva, arzusuyla Adem’i cennetten çıkarttı. Oysa Selma tatlılığı ve sevgisiyle beni aşkın ve saflığın cennetine soktu.”
 İki farklı cins, kadın ve erkek arasındaki sevgiyi ve güzelliğin bu sevgiyle olan ilişkisini şöyle açıklamaktadır Cibran; “ Güzelliğin ağızdan çıkan kelimelere tepeden bakan yüce bir dili vardır. Gü-zellik ancak ruhlarımızın idrak edebileceği, kendisiyle sevinebileceği ve etkileriyle gelişebileceği bir sırdır... Gerçek güzellik tıpkı toprağın derinliklerinden gelen ve çiçeğe rengini ve kokusunu kazandıran hayat gibi, ruhun en kutsal noktasından yayılan ve bedeni aydınlatan bir ışıktır. Bu kadınla erkek arasında bir anda ortaya çıkan ruhsal bir uyumdur. Bir anda bütün eğilimlerden tek bir meyil doğar. İşte bu, aşk adını verdiğimiz ruhsal uyumluluk halidir.”
 İnsanlar arasındaki aşkın ruhsal bir uyumum meyvesi olduğunu düşünen Cibran’a göre, başta yakalanamayan bu ruhsal uyumun sonradan yakalanması güçtür. Ve bu konuda şunları söyler: “İnsanların aşkın uzun kurlar ve bir süre devam eden bir arkadaşlığın sonunda doğacağını zannetmeleri ne kadar da yanlıştır. Gerçek aşk, ruhsal bir uyumun meyvesidir. Bu uyum ilk bakışta kurulamamışsa değil bir yılda, bir asırda bile kurulamaz.”
 Ve eğer kadınlar olmasaydı hayatın anlamını huzurunu ve rahatını horlamalar arasında geçen bir uykuda arayacağını ifade etmiştir. Zira 1926 yılında yazdığı bir mektuba şöyle başlar: “ Sevgili Mey;Çocukluğumdan beri beni, “ben” olarak tanıttığım tüm kadınlara borçluyum. Kadınlar gözlerimin pencerelerini ve ruhumun kapılarını araladılar. Eğer kadın-anne, kadın-abla ve kadın-arkadaş olmasaydı, ben de dünyadaki huzuru ve sükûneti, horlamalarında arayanlar arasında uyuyor olacaktım.”

Evrensel Sevgi
Cibran , bir günün evreleri ile hayatın evrelerini eşleştirerek sembolize eder. Şafak, çocukluğun, öğlen vakti gençliğin, gün batımı yaşlılığın ve gece ölümün ve yok oluşun sembolüdür. Nebi’de şöyle geçer; “Şafakta kanatlanmış bir kalple uyanmak ve bir aşk gününe daha şükür görevini yerine getirmek,
Öğlen vakti dinlenmek ve aşkın coşkusunun ruhunda yankı bulması,
Akşam eve dönmek şükrederek,
Ve sonra uyumak kalbinizde sevdiğiniz kişi için dua ve dudaklarınızda şükür ve övgü ezgisiyle”

 Nitekim bir şiirinde sevgiye şöyle seslenmektedir Cibrân:  “ Ve sen ey,
Tanrısal eliyle arzularımı dizginleyen, Açlığımı ve susuzluğumu
Onura ve gurura dönüştüren sevgi...
İzin verme içimde güçlü ve değişmez olana
Ki zayıf benliğimi baştan çıkaran
Ekmeği yemesin, şarabı içmesin
Bırak, aç kalayım daha iyi
Ve bırak yüreğim kavrulsun susuzluktan,
Ve ölüp yok olayım;
Elimi uzatmadan önce
Senin doldurmadığın bir bardağa
Yahut kutsamadığın bir kaseye.”

 Nitekim Cibran, Nebî’de Mitra’nın aşkla ilgili konuşmasını istemesi üzerine yaptığı konuşmada şunları söyler:  “Aşk size işaret ettiğinde izleyin onu,
Ona giden yollar çetin ve sarp olsa da.
Ve kanatları sizi sarmaladığında boyun eğin ona,
Tüyleri arasındaki gizli kılıç sizi yaralasa da.
Ve sizinle söyleştiğinde inanın ona,
Kuzey rüzgarının bahçeyi altüst etmesi gibi, onun sesi rüyalarınızı darmadağın etse de.
Sevgi sizi yücelttiği gibi çarmıha da gerecektir.
Sizin gelişiminiz için çabaladığı gibi size öğretmenlik de yapar ve içlerinizdeki kötülüğün kökünü kurutur.."

 Tanrı ile buluşmak için kutsal bir ateşin içine sürükleyen bir el gibi tasvir eder ve şöyle der: “Sevginin size yap-tığı her şey kalplerinizin gizlerini çözmeniz ve bu idrakle yaşamın kalbinden bir parça olmanız içindir.”
  Cibran sevgiyi hayatın iksiri olarak tanımlamıştır. Ona göre sevgi her şeyi yönlendiren bir güce sahiptir. Bu husus Reml ve Zebed’de şöyle geçer; “Evim bana der ki: Beni bırakıp gitme. Geçmişin var burada.Ve yol der ki: “ Hadi benim peşimden gel, ben senin geleceğinim.”Ben evime ve yola derim ki; benim ne geçmişim var, ne geleceğim. Eğer bura-da kalırsam kalışımda bir ayrılış vardır. Ve gidersem ayrılışımda bir kalış vardır. Yalnızca sevgi ve ölüm her şeyi değiştirir.”
 Cibran bu hikayelerinde dini taassubu şiddetle yererken, farklı dinlerden insanlık ortak paydasında buluştuğu herkese sevgisini şöyle ifade etmiştir: “Ey kardeşim seni camiinde secde ederken de, tapınağında eğilirken de kilisende dua ederken de seviyorum. Sen bulutlar ardında gizlenmiş yaşam yolundaki yoldaşımsın.”
 Cibrân Tanrı’nın insana sevgi nedeniyle ruh vermiş olduğunu keşfetmiş ve “Sevgi olmasaydı hiçbir şey var olmazdı” demiştir.
 Zira onun için sevgi baştan sona aydınlıktır. O, Reml ve Zebed’de sevgiyi şöyle tanımlamıştır: “Sevgi aydınlık bir elin, aydınlık bir sayfaya yazdığı aydınlık bir sözcüktür.”
 Cibrân “Beyne’l-Harâib” (Harabeler Arasında) adlı yazısında şunları söyler: “Orişalem’de ibadet için bir tapınak inşa ettim ve kâhinler tapınağı kutsadılar. Sonra geçen günler o tapınağı yok etti. Sevgi için kalbimde bir tapınak inşa ettim ve Tanrı tapınağı kutsadı. (O öyle bir tapınak ki,) hiçbir güç ona asla galip gelemeyecek.”
 Ona göre sevgiyi kelimelere dökmek kolay değildir. Bu konuda Cibran’ın Nâsıralı hikaye kahramanı sevgisini şöyle özetlemiştir: “Sevgi her ne zaman çoğalsa onu sözle açıklamak zorlaşır.” Bu sözlerden sonra sevgi hakkındaki ifadeler devam eder ve ilaveten şunları söyler: “Sevgi kutsal bir sırdır. Gerçekten sevenler sevgilerini açıklamak için asla sözcükler bulamayacaktır. Sevmeyenlere gelince onların inançlarında sevgi acımasız bir alay konusudur.”
 Cibrân’a göre sevgi, sonunda özgürlük ve en büyük varlığa dönüşür. Ulaşabileceğimiz en uç noktadır. Âlihatu’l-Ard’da bu sefer de sevgi ile ilgili şu ifadeleri kullanır Cibrân “ Sevgi zincirlerini parçalamış bir gençliktir 
Ve dünyanın cefasından azat olmuş bir yiğitlik.
Sevgi ruhun derinliklerinde var olan kocaman bir gülüştür 
Ve seni uyanıklığına götüren güçlü bir hamle. 
Sevgi yeni bir şafaktır yeryüzünde ...”


 Cibrân’a göre sevgi insanın eğiticisi, öğretmeni ve yüceliğe sürükleyicisidir.
dergipark.org.tr

Charles Baudelaire - Yolculuğa Çağrı

Bir ülke var olağanüstü güzel. Düşler ülkesi denen bir ülke, eski bir kadın dostla gitmeyi düşlediğimiz. Kuzeyin sislerinde yitip gitmiş eşsiz bir ülke, Batı'nın Doğu diyarı, Avrupa'nın Çin'i diyebileceğimiz bir yer, sıcak ve tutkulu bir düşler evreni öylesine sereserpe sunmuş kendini orda, öylesine inatla donanmış bilge ve narin yeşilliklerle. 

Gerçek bir düşler ülkesi, her şey güzel, her şey zengin, her şey dingin ve dürüst orda; lüks, bir düzen içinde yansımaktan zevk duyar orda; yumuşaktır, tatlıdır soluduğunda yaşam; düzensizlik, taşkınlık, olağandışı sürgün edilmiş ordan; mutluluk sessizlikle evlenmiş, yemekler bile şiirsel, yumuşak, kaygan ve uyarıcı; her şey size benziyor orda sevgili meleğim. 

Soğuk yoksulluklarımızda bizi saran o ateşli sayrılığı bilirsin, görmediğimiz ülkeye karşı duyduğumuz o özlemi, merakın yarattığı o iç sıkıntısını? Bir yer varsa sana benzeyen ve her şey güzeldir orda, zengindir, sakindir ve dürüsttür, Batı'nın Çin'ini kurmuş orda düşgücü, kurup donatmış, yaşamı solumak tatlı, mutluluk sessizlikle evlenmiş orda. 

Gidip orda yaşamalı, gidip orda ölmeli! 

Gidip orda solumak havayı, düşlere dalmalı, uzatmalı saatleri, düş görmek için, duyuların sonsuzluğuyla. Bir müzisyen Vals'e Çağrı'yı yazmış; sevilen kadına, seçkin kız kardeşe sunulabilecek bir Yolculuğa Çağrı'yı kim besteleyecek? 

Ancak böyle bir ortamda güzelleşirdi yaşam, evet, - zamanın daha yavaş işleyip daha çok düşünce içerdiği, duvar saatlerinin daha derin ve daha anlamlı bir sesle çaldığı yerde güzelleşirdi yaşam. 

Parlak panoların ya da yaldızlı ve loş bir zenginlikteki derilerin üstünde saf resimler yaşar gizlice, onları yaratan sanatçıların ruhları gibi arınmış, dingin, derin resimler. Yemek odasını ya da salonu zengin bir renk cümbüşüne boğan batan güneşler güzel kumaşlardan süzülür, kurşunun kafes kafes böldüğü, ustaca işlenmiş o yüksek pencerelerden süzülür. Mobilyalar geniştir, gariptir, merak doludur, kilitlerle ve insan ruhları gibi ince gizlerle donanmıştır. 

Aynalar, madenler, kumaşlar, takılar, süs eşyaları ve fayanslar orda, dinleyeni gözler olan dilsiz ve gizemli bir senfoniyi çalarlar. Her nesneden, her köşeden, çekmecelerin çatlaklarından, kumaşların kıvrımlarından eşsiz bir koku yayılır, Sumatra'nın o ünlü, buraya yine gelin sözü yayılır, oturduğun evin ruhu gibidir bunlar. 

Gerçek bir düşler ülkesi demiştim sana, her şey zengin, temiz ve parlaktır orda, aydınlık bir bilinç gibi, şahane bir mutfak bataryası gibi, şahane gümüş takımlar gibi, renk renk mücevherler gibi! Çalışkan ve dünyaya bedel bir insanın evine akar gibi oraya akar dünyanın hazineleri. Nasıl düş gücünün yeni bir biçim verdiği, düzelttiği, güzelleştirdiği ve yeniden elden geçirdiği sanat doğadan üstünse, öyle eşsiz, özgün, öteki ülkelerden üstün bir ülke. 

Şu bahçe simyacıları arasınlar, arasınlar bakalım, mutluluklarının sınırını sürekli daraltıp dursunlar! Tutkulu sorunlarını çözümleyeceklere altmış bin, yüz bin florin versinler! Siyah lale'mi, mavi yıldız çiçeği'mi ben çoktan buldum! 

Sen, benzeri olmayan çiçek, yeniden bulunmuş lale, simgesel yıldız çiçeği, yaşamak ve açmak için, o öylesine güzel, o öylesine dingin, o öylesine hülyalı ülkeye gitmek gerekmez mi? Gizemciler gibi, kendinle iletişim kurmak için kendi benzerine çekilmez miydin, kendi benzerinde yansımaz mıydın? 

Düş! hep düş! ruh ne kadar tutkuyla dolup incelirse, düşler o denli onu olağandan uzaklaştırır. Kendi doğal afyonunun gerekli tutarını her insan kendi içinde taşır, şerbetini durmadan salgılar bu afyon ve durmadan yineler ve doğumdan ölüme dek, olumlu bir kıvançla, başarılı ve eylemleri olumlu kaç saatimiz var? Zihnimin yaptığı bu resimde, sana benzeyen bu resimde yaşayacak mıyız dersin, bu resme biz de geçecek miyiz dersin? 

O hazineler, o döşemeler, o görkem, o düzen, o kokular, o olağanüstü çiçekler hep sensin. O büyük ırmaklar, o dingin su yolları da sensin. Zenginliklerle yüklü, çarkın tekdüzen şarkısının yükseldiği, sürüklenen o koca gemiler ise göğsünde uyuyan ya da yuvarlanıp duran düşüncelerimdir benim. Güzel ruhunun saydamlığında göğün derinliklerini yansıtıp sen, götürüyorsun usulca sonsuzluk olan denize doğru bu düşüncelerimi; - ve çalkantılarla yoğun, Doğu'nun ürünleriyle tıka basa dolu, kalktığı limana döndükleri zaman, benim zenginleşmiş düşüncelerimdir yine sonsuzluktan sana doğru yeniden gelen. 

Çeviri: Erdoğan Alkan 
"Paris Sıkıntısı"