28 Şubat 2020

Yaşar Kemal " Bilinçli olarak ben aydınlığın türküsünü, iyiliğin, güzelliğin türküsünü söylemek istedim."

Şunu söylemek istiyorum ki ben ‘angaje’, bağımlı bir yazarım. Kendime ve söze ve insanın onuruna bağımlıyım. Bilinçli olarak ben aydınlığın türküsünü, iyiliğin, güzelliğin türküsünü söylemek istedim. Romanlarım yaşam gibi doğru söylesin, yaşamla birlik olsun istedim. Çünkü yaşam umutsuzluktan umut üretmektir. İnsan umutsuzluktan umut üreterek bugüne kadar gelmiştir. 


Atatürk diyor ki; Savaşçı olamam; çünkü savaşın acıklı hallerini herkesten iyi bilirim”






" Bu dünyaya anlaşılmak için değil, anlamak için geldik. Anlaşılamamanın üzüntüsünü duyacağımız yerde, bütün ruhumuzla başkalarını anlamaya çalışsak, hayat ne kadar güzel olurdu." Ernest Renan





Alphonse de Lamartine - Buruk Mısralar

Kanayan yüreğimde bir yer bulursan eğer,
Vur, bir daha vur hadi, bir daha vur ey keder.
Ey acıma bilmeyen, afvı tatmamış kudret,
Bağışlıyorum seni, içim doluyken nefret.

Bir damla göz yaşım yok ama sana verecek,
Hoyrat bakışlarında bükülüp eriyecek
Ne bileyim, kalmıştır belki canlı birkaç tel,
Onları da kır kopar, ne duruyorsun koş, gel.

Ortasında bölünmüş, yol üstünde uzanan
Bir yılanın parçası ayağına dolanan
Bu doyurulmuş hıncı diriltmek için nasıl
Çarpmayan bir yürekte acı arar muttasıl,

Sen de, içimde hala umulmadık ve derin
Hiç kimsenin ruhundan süzüp de emmediğin
Bir dertli ses bulursun, bir acı haykırış ki,
Bugüne dek duymadın, hiç tanımadın belki.

İlahi bir musiki nağmesiyle yükselen,
Paramparça göğsümden kinimdir kopup gelen.
Kendimi bırakmışım kıskanç bakışlarına,
Dağlanmadık yer varsa yüreğimde bul, ara...
 
İç Dünyam-Batı Köprüsü 1975
 

Michel de Montaigne 'Her Şeyin Göreceliği'


Yaşamı bir düşe benzetenlerin sandıklarından çok daha fazla hakları var galiba. Düşte ruhumuzun sürdüğü yaşam, gördüğü iş, kullandığı güç uyanık durumumuzdakinden hiç de aşağı kalmıyor. Kuşkusuz düşteki yaşam daha gevşek, daha bulanık, ama aradaki fark hiç de gecenin karanlığıyla gün ışığı arasındaki fark gibi değil; hayır, daha çok karanlıkla gölge arasındaki fark gibi: Ruh birinde uyur, ötekinde uyuklar. Her ikisinde de aslında karanlıklar içindeyiz, ama birinde daha az, ötekinde daha çok. Bir uyanıkken uykuda, bir uyurken uyanığız.

Uykuda gördüklerimiz pek o kadar aydınlık değildir, ama ayıkken de her şeyi pek o kadar pırıl pırıl, apaçık görmeyiz. Evet, derin uykular bazen düşleri siler süpürür, ama uyanıkken de hiçbir zaman iyice uyanık değiliz, o zaman da nice hayallerimiz, ki uyanık düşler ve düşlerden beterdir, kaybolur gider. Madem aklımız ve ruhumuz uykuda düşündüklerimize meydan veriyor, düşte gördüğümüz işleri uyanıkken gördüğümüz işler gibi kabul ediyor, ne diye düşüncemizin, hayatımızın bir çeşit düş olmasını, uyanık halimizin bir çeşit uyku olmasını yadırgıyoruz bu kadar?

Gerçeği ilkin duyularımıza sorarsak, yalnız kendi duyularımıza başvurmakla iş bitmez. Duyu konusunda hayvanların da bizim kadar belki de daha fazla söz hakkı vardır. Kimi hayvanların kulağı, kiminin gözü, kiminin burnu, kiminin dili insanınkinden daha keskindir.

Demokritos tanrılarda ve hayvanlarda duyma gücünün insandan çok daha yetkin olduğunu söyler. Hayvanların duyularıyla bizimkilerin etkileri arasındaki ayrım da büyüktür: Bizim tükrüğümüz kendi yaralarımızı temizler ve kurutur, ama yılanı öldürür.

Tantaque in his rebus distantia differentasque est

Ut quot alüs cibus est, alüs fuat acre revenum.

Saepe etenim serpens, hominis contacta saliva,

Disperit, ac sese mandendo conficit ipsa (Lucretius)

Her şey öyle ayrı, öyle değişik ki

Kimine besin olan kimine zehir

İnsanın tükrüğü bir değdi mi yılana

Ölür çok kez yılan, yer bitirir kendi kendini.

Şimdi tükrüğün ne olduğunu bize göre mi söyleyeceğiz, yılana göre mi? Gerçek özünü ararsak bizim duyularımıza mı başvuracağız, yılanın duyularına mı? Plinius, Hindistan'da tavşana benzer bir çeşit balıktan bahseder bu balık bize zehirmiş, biz de ona. İnsan şöyle bir dokundu mu ölüverirmiş. Zehirli olan insan mı balık mı? Kime inanacağız? Balığın insan için dediğine mi? İnsanın balık için dediğine mi? Kimi hava insana dokunur, öküze zarar vermez, kimi hava da tersine. Hangi havaya kötü hava, muzır hava diyeceğiz? Sarılığa tutulanlar her şeyi bizden daha sarı, daha soluk görürler.

Lurida preaterea fiunt quaecunque tuentur Arquati (Lucretius)

Sarılık hastasına göre sarıdır her şey.

Hekimlerin hyposphagma dedikleri hastalığa, kanın deri altına yayılması hastalığına tutulanlar da her şeyi kırmızı, kan rengi görürler. Gözümüzün gördüğü işi değiştiren bu hallerin hayvanlarda sürekli, temelli durumlar olmadığını nereden biliyoruz? Bazı hayvanların gözleri aslında bizim sarılık olanlarımızın gözleri gibi sarı, bazılarınınki de kıpkırmızıdır. Bu hayvanlar herhalde renkleri bizden başka türlü görüyorlar: Doğru olan acaba hangimizin gördüğüdür? Çünkü eşyanın özü yalnız insana göredir diye bir kanun yok. Katılık, beyazlık, derinlik, ekşilik bizim kadar hayvanların da işlerine ve bilgilerine karışık. Gözümüze şöyle bir bastırdık mı baktığımız her şeyi daha uzun, daha büyük görürüz.

Bina lucernarum florentia lumina flammis

Et dupfices hominus facies, et corpora bina.. (Lucretius)

O zaman lambalardan iki ışık çıkar,

İnsan çift yüzlü, nesneler çift olur.

Oysa birçok hayvanın gözleri kendiliğinden basıktır.

Kulaklarımızı bir şey tıkamış ya da ses borusu sıkışmışsa sesleri her zamankinden başka türlü duyarız. Kulakları tüylü ya da kulak yerine ufacık bir delikleri olan hayvanlar bizim duyduklarımızı duymaz, sesi bir başka türlü alırlar. Şenliklerde, tiyatrolarda meşalelerin ışığı önüne renkli bir cam kondu mu bulunduğumuz yerdeki her şey bize yeşil, sarı ya da mor görünür. Gözleri değişik renkte olan hayvanların, nesneleri gözlerinin renginde görmeleri hiç de olmayacak bir şey değil.

Demek bizim varlık düzenimiz nesneleri kendine uydurur, her şeyi kendine göre değiştirir, aslında dünyanın ne olduğunu bilemez oluruz; çünkü her şey bize duygularımızla bozulmuş, aslında ayrılmış olarak gelir. Pergel, gönye, cetvel bozuk oldu mu onlara dayanan bütün orantılar, onlara göre yapılan bütün yapılar da ister istemez kusurlu, sakat olur. Duyularımız kesin olmadığı için, onların ortaya koyduğu hiçbir şey de kesin değildir.

Peki ama, bu ayrılıklar karşısında doğruluk hükmünü kim verecek? Din kavgalarımızda hüküm verecek adamın hiçbir mezhepten olmamasını, hiçbir tarafa bağlılığı, eğilimi bulunmamasını isteriz, öyle adam da Hıristiyanlar arasında bulunamaz. Burada da aynı şey, çünkü hüküm verecek olan ihtiyarsa, gençlerin nasıl düşündüğü üstüne hüküm veremez, çünkü bu konuda bir taraftadır; gençse yine öyle, sağsa, hastaysa, uyanıksa, uykudaysa yine öyle. Demek öyle biri gerekli ki bütün bu hallerin dışında olsun, insanların sordukları şeylerin hiçbiri kendisiyle ilgili olmasın. Yani olmayan bir yargıcın olması gerekli.

Dünyada gördüklerimizin doğruluğunu, yanlışlığını anlamak için doğruyu gösteren bir araç olması gerek; bu aracın doğruluğunu anlamak için bir deneme gerek; denemenin doğruluğunu anlamak için de bir araç: Gel de çık bu işin içinden!.. Madem duyularımız, kendileri kesin, olmadıkları için, sorunumuzu kesin olarak çözemezler, öyleyse akla başvurmalı diyeceksiniz; ama hiçbir akıl da başka bir akıl olmadan ortaya çıkamaz: Döndük mü yine gerisin geri? 

Şehir ve Devlet Tiyatroları Kurucusu Muhsin Ertuğrul

Tiyatro istiyorum!
Ben de bugün Sevgili Muhsin Ertuğrul’un 133. yaşını burada kendi sözleriyle kutluyorum:
“Ben bir tiyatro istiyorum. Bir tiyatro binası lâzım, bu İstanbul şehrine herşeyden evvel bir tiyatro binası lâzım. Bu bina mezbahadan, halden, köprüden, hastaneden, hatta mektepten daha mühim. Onun için bu şehre bir tiyatro istiyorum...(…) Efendiler, beyler, paşalar; Vilayet mi, Maarif mi, Başvekalet mi, bu binayı yaptırmak kuvvetini haiz makam hangisiyse ona hitap ediyorum ve diyorum ki: Bir tiyatro istiyoruz efendim bir tiyatro...”
“Heyyy... yazdıranlar, yazanlar, elleri kalem tutanlar, dilleri ağızlarının içinde dönenler, kalplerinde küflenmiş ateş taşıyanlar, hep elele veriniz ve bu ihtiyacı halka duyurunuz, çünkü siz bugüne kadar bu yolda bir satır bile yazmadınız, bu mealde bir söz söylemediniz, bu ocağa bir kıvılcım sıçratmadınız. Bütün bunlar için amansız yarının sizi itham etmemesini isterseniz bugünün hizmetine koşunuz. İstikbal kincidir, affetmez.”
Eyy yarı münevverler
“Muhterem münevver arkadaşlar, aziz yarım münevverler, cahil olup da münevver gibi görünmek isteyenler, sevgisiz snoplar, züppeler, iyiler ve fenalar, büyükler ve küçükler, gençler ve ihtiyarlar, kadınlar ve erkekler, hanımlar ve beyler... Bütün millete lâyık muazzam bir tiyatro kurmak için hep elele verelim, hiç olmazsa bir defa olsun hepimiz bir kültür hareketinin etrafında omuz omuza, göğüs göğüse, elele birleşelim, itiraz yok, İstemek var ve istemek yapmanın başlangıcı, başlamak başarmanın yarısıdır.” Bu üç çığlık 1931 ve 32 yılına ait. Bugün hâlâ geçerli!

Dünyada tek din
“Dünyada bir tek din vardır, o da ‘Bilgi’. Bu bilgiye erişmek için çalışmak, en büyük cevap ve ibadettir. Dünyada bir tek mukaddes şey vardır, o da öğreten ‘Kitap’. İnsanların bir tane silahı olmalıdır, o da: Kalem. Beşer bu büyük gayeye eriştiği gün dünya bir cennettir, insanlar birer dindardırlar, kütüphaneler birer cami, kilise, havra olur, bıçak ancak kalem yontmak için kullanılır.”
“Biz insanlığın gerçek kültürünün, sanat sınırından başladığına inanıyoruz. Ruh kalkınması olmadıkça Adamı hayvandan ayırt edemezsiniz. Gerçek medeniyet, edebiyat ve sanattan doğar. Tarih Tiyatrosuz yükselmiş bir millet gösteremez.”
“Tiyatronun sahnesi sabun gibidir. Sabun nasıl kir tutmazsa, sahneye de öylece ahlaksızlık kondurulmaz.”
 
Bu üç alıntı 1940’lardan. Şimdikilere duyurulur...Son alıntı, onunla 1972’de yaptığım bir röportajdan: “Her deniz teknesinin olduğu gibi, herkesin de bir pusulası vardır. Bu pusulanın ibreleri çeşitli yönleri gösterir. Kiminde banka hesabını, kiminde çıkar sağlamayı, kiminde koltuk hırsını, kiminde ün salmayı... Benim pusulamın ibresi hep tiyatro sevgisini gösterir...”

Zeynep Oral - Cumhuriyet

26 Şubat 2020

Victor Hugo - Ağlamak İçin Gözden Yaş mı Akmalı?


victor hugo-dessin

Ağlamak için gözden yaş mı akmalı?
Dudaklar gülerken, insan ağlayamaz mı?
Sevmek için güzele mi bakmalı?
Çirkin bir tende güzel bir ruh, kalbi bağlayamaz mı?
Hasret; özlenenden uzak mı kalmaktır?
Özlenen yakındayken hicran duyulamaz mı?

Hırsızlık; para, mal mı çalmaktır?
Saadet çalmak, hırsızlık olamaz mı?
Solması için gülü dalından mı koparmalı?
Pembe bir gonca iken gül dalında solmaz mı?
Öldürmek için silah, hançer mı olmalı?
Saçlar bağ, gözler silah, gülüş, kurşun olamaz mı?

Şeker Portakalı


Acı dolu bir hayat sürdürmek ve bunu yaşamın olağan seyri gibi kabul etmek, ta ki hayattaki en gerçek ve karşı konulamaz acının ne olduğunu öğrenene kadar… Şeker Portakalı; yoksulluk ve sevgisizlik içinde yaşayan küçük Zeze’nin dünyasını, okuyucusuna yalnızca minik bir çocuğun gözünden değil, evrensel bir hakikat penceresinden sunuyor. 

Brezilyalı yazar Jose Mauro de Vasconcelos’un 1968’de yayımlanan Şeker Portakalı adlı eseri, yalın anlatımı ve çarpıcı hikâyesiyle dünya edebiyatının unutulmaz başyapıtları arasında yer alıyor. Yazarının hayatından izler taşıyan eser, bir çocuğun iç dünyasından yola çıkarak tüm insanlığa acıyla yoğrularak olgunlaşmanın ağırlığını duyumsatıyor. 

Gerçekçi anlatımı ve duygu ağırlıklı temasıyla Latin Amerika edebiyatını tüm yönleriyle yansıtan Şeker Portakalı; saflığı, şefkati ve acıyı eksiksiz bir empati ile iliklerinize kadar hissetmenizi sağlayacak.

Saflığın Acıyla Yüzleşmesi

Kitabın başkahramanı Zeze, yaramazlıklarıyla meşhur bir afacan. Mahallelinin “şeytan” olarak andığı bu çocuğu, öğretmeni ise bir “melek” olarak görüyor. Günün birinde Zeze ve ailesi, maddi imkansızlıklar nedeniyle oturdukları evden taşınmak zorunda kalıyor. Zeze, önceleri taşınmalarına çok üzülse de bu durumu yeni taşındıkları evin bahçesindeki şeker portakalı fidanıyla telafi ediyor. Fidan, çok geçmeden Zeze’nin en iyi arkadaşı oluveriyor. 

Zeze bir gün, en büyük hayalini, daha doğrusu yapmayı en çok istediği yaramazlıklardan birini gerçekleştiriyor. Bu yaptığının bedelini ise mahallede Portekizli adıyla bilinen bir adamdan fena halde dayak yiyerek ödüyor. 

Küçük kahramanımız, başta bu adamdan nefret etse de sonradan onu çok seviyor. Hatta Portekizliyi o kadar çok seviyor ki bu sayede haylazlığı da bırakıyor. Zamanla ikilinin arasında, baba-oğul ilişkisi gibi bir bağ kuruluyor. Ancak hikayenin sonunda bu bağlılık, Zeze’yi iyileştirdiği kadar onun ömür boyu unutamayacağı bir acıyı da beraberinde getirecek. 

Bunu Biliyor muydunuz?

Yazar Jose Mauro de Vasconcelos, ünlü romanı Şeker Portakalı’nı 12 günde tamamlamıştır.

TIK

 

Hasan Ali Yücel 'Şiirleri'

GÜNEŞ BABA
Sırtında kızıl aba,
Sevgili güneş baba
Yakmış gökte ocağı;
Ateş dolu kucağı.
Hiç durmadan çalışır
Ocağa ateş taşır.
Bizi yaşatan odur.
Onsuz varlık yok olur.
Başağı olduran kim?
Buğdayla dolduran kim?
Gelmese ondan sıcak
Bizi kim ısıtacak?
Günü aydınlatan sen;
Bize ışık vermesen
Karanlıkta kalırız:
Güneşsiz bunalırız.

SEVGİLİYE KOŞMA
Görmesem yüzünü kör olur gözüm
Gözlerim, yüzüne bakmak içündür.
Adında tutuşur en yakın sözüm
Hitabım, kalbini yakmak içündür!..

Ağlarsam, sebebi, arama nedir
Hasretim, ağlayan gözlerinedir.
Bu gidiş, içimden ta içinedir
Gözyaşım, gönlüne akmak içündür!..

Sendeki baharı bulamam gülde
Güzüm bahar olsun, yüzüme gül de,
Bir kızıl çiçektir aşkın gönülde,
O çiçek, göğsüne takmak içündür!..

KELEBEK
Yel estikçe uçuşan
Yapraklara benziyor.
Durmadan, yorulmadan
Daldan dala geziyor.

Kanatları ipektir,
Bozulur dokununca.
Sanki canlı çiçektir
Açar bahar olunca.

Üstündeki renkleri
Seyretmeğe doyamam.
Yapamaz böylesini
Benim diyen her ressam.

Ben onu çok severim,
Koşup tutmak isterim.
Fakat kaçar yaramaz,
Uçmadan yaşayamaz.

ŞARKI
İlham arayan gözlerle bir pembe şafaksın
Elbet doğacaksın, yanacaksın, yakacaksın.
Bir ufuk olayım ben sana, sihrin bana aksın
Elbet doğacaksın, yanacaksın, yakacaksın.

Kurtar beni artık sonu gelmez gecelerden
Bilsen ki bu sevda bana geçtir, sana erken
Ruhumda bütün başka emeller sönüyorken
Elbet doğacaksın, yanacaksın, yakacaksın

ÖYLE Mİ BÖYLE Mİ
Hasretten usandı, vuslat darına,
Uçmasan bir türlü, uçsan bir türlü.
Halkın arasından hak diyarına,
Kaçmasan bir türlü, kaçsan bir türlü.

Hilkatın sırrını gönlümden aldım,
Erdikçe gününe hayrete daldım,
Hilkatın kapısın “Hu” deyüp çaldım
Açmasam bir türlü, açsan bir türlü.

Hey Ali uygundur özüme sözün
Doğmadan açılmış hakikat gözün.
Ummandan topladın incidir sözün,
Saçmasan bir türlü, saçsan bir türlü.

DERE
Nerden alır suyunu,
Kardan mı, yağmurdan mı?
Şu nazlı dereciğin
Yatağı çamurdan mı?

Bilmez durup dinlenmek.
Kış, yaz demeyip akar.
Ovanın her yerini
Sular ile o yıkar.

Haz duyar ağaçlardan
Serinlik döküldükçe.
Hayat saçar her yana
Kıvrılıp büküldükçe.

Duyulur türkülerin
En coşkunu sesinden.
Ferah veren bir hava
Yayılır nefesinden.

Durma gez, dolaş yurdu
Ak dere, berrak dere!
Gezdiğin topraklara
Bolluklar bırak dere!..

YUNUS EMRE’YE
Hakikat aşkına ermek diledim,
“Hayret şarabından iç” dedin bana.
Senden duyduğumu sana söyledim,
“Bu kuru sözlerden geç” dedin bana.

Varlığı, yokluğu sordum özüne,
Sustun, bir damla yaş geldi gözüne.
Ölüm nedir dedim bakıp yüzüne
Yüzüme bakıp da “Hiç” dedin bana.

EKMEK
Çiftçi sürer tarlayı
Sonra eker buğdayı
Boy verir azar azar
Saplar gittikçe uzar
Başaklar olgunlaşır
İçleri dolgunlaşır

Yazın artınca sıcak
Sararır her bir başak
Biçerler ekinleri
Şenlenir harman yeri
Olup bitince harman
Ayrılır buğday saptan

Güzel kokulu ekmek
Olmaz seni sevmemek
Sensin yemeklere baş
Her yemeğe arkadaş

Bağrımda yadını dağlıyorum, bak.
Ben de senin gibi ağlıyorum, bak.
Eriyip izinde çağlıyorum, bek.
“Eğil göz yaşından iç” dedin bana.

SAATİM
Kara gözlü saatim,
Ak yüzün yusyuvarlak.
Uyanınca erkenden
İlk işim sana bakmak.

Geç mi kaldım okula
Sen olmasan bilemem.
Saati, benim gibi,
Senden öğrenir annem.

Ben daha uykudayken
Sen çın, çın, çın edersin.
“Kalk artık, yeter uyku,
“Yediye geldim” dersin.

On ikiyi çalarken
Gösterirsin öğleyi.
Sanki dersin bize sen:
İşte öğle yemeği!

Yarı gece olunca
Yirmi dörde gelirsin.
Bir gün süren yolunu
Sevinçle bitirirsin.

Sonra gene, “bir!…..deyip
Başlarsın yeni güne.
Durmadan, yorulmadan
İşlersin döne döne.

Sana benzerim ben de.
Bıkmadan çalışırım.
Vaktinde iş yapmaya
Küçükten alışırım…

Pico della Mirandola - Entelektüel Şahsiyeti

Pico‟nun bu yeni felsefesinin otodidaktik bir tanrı bilgisi özelliği de vardır. Örneğin  Savonarola‟nın  Floransa  vaazlarının  ardından  Angelo  Politian‟a  yazdığı  bir mektubunda şöyle demektedir:“Tanrı‟yı bilmek zor değildir, yeter ki kişi kendisini O‟nu tanımlamaya  zorlamasın”  Pico  der  ki:  “Tanrı‟yı  sevin.  İnsanlar  sevgiyle  sahip olmaktansa,  ve  sevgi  olmadıkça  elde  edilse  bile  bir  şey  ifade  etmeyeceği  halde, arzuladıkları  şeyleri  bulmalarına  asla  yardımcı  olmayacak  bir  bilgiyle  armaya  çok heveslidirler.”

Pico için gerçek Amor  Dei(Tanrı sevgisi), Amor  Dei  intellectualis. (entelektüelin  Tanrı  sevgisidir)  Çünkü  ancak  entelektüel  için  evrenin  hakikatleri açılmaktadır. Bu da Tanrının varlığının gerçek bir işareti ve zorunlu varlığına delalet eder. Bu nedenle Pico, Tanrıyı  “intellectus agens” (faal akıl)  olarak tanımlar. Pico için “visio  intellectualis”  (entelektüel  müşahede)  mistik  “his”  ile  aynı  anlama gelmemektedir. Bunun tamamen farklı bir içeriği ve anlamı vardır.

Pico, manevî dünyasındakideğişime rağmen eski pagan dinî inançlarındaki iddiaları  da  ciddi  bir  şekilde  ele  alır.  Pico  bu  inançların  en  kesif  ve  karanlık problemlerini çözmede son derece titiz davranmıştır.Cassirer‟e göre Pico‟nun tanrısal bilgi tasavvuru bağlamında otodidaktik bir felsefe çizgisi vardır. Cassirer,  bu  anlamda adeta Hayy b. Yakzan metniyle ilgili bir takım tazammunlar ortaya koyarcasına şöyle demektedir:  “Tanrının  insan  ruhunun  derinliklerinde  bulunabileceği  kanaatindedir. İnsanın ulaşabileceği bilgi türlerinden en  yücesi “scientia abdita”(gizli bir bilgi)‟dir. Pico  için  bilginin  doğal  bir  yönü  vardır.  Bu  da  dış  dünyayı  gözlemleyerek  onları suretler, algılar ve hayal şeklinde kavramaktır. Bu kavrayışlar muhtelif şekillerde olur ve belirli türlere indirgenir. Ama tanrıya ve ruha ilişkin bilgimiz farklıdır. Burada duyu bilgisinden  farklı  bir  bilgi  vardır. Pater,  onun  bu  çizgisini  değerlendirirken  şöyle der:”Onu bu istikamete yönlendirmiş birçok düşünce ve birçok tesirle birlikte bir keşiş olmadı”.

Pater‟e  göre  Pico,  Hıristiyanlığa  dönmekle  birlikte  içindeki  çoğulcu  dinî söylemi  yitirmemiştir.  Bu  durum  onun  entelektüel  faaliyetlerine  de  yansıtmıştır  ve yahudi  bilgeliğini  merakla  incelemiştir.  Yahudi  mistisizmine  ilgi  duyan  bir  grupla bağlantı  kurmuştur.  Bu  grup,  kabala,  kutsal  kitap  hermönotiğinde  uzman  olan  bazı kişileri içerisinde barındırmaktaydı. Bunların arasında Yahudilerden Elias Del Medigo, Flavius Mithridates, Jochanan Alemanno yer almaktadır.

25 Şubat 2020

Amin Maalouf "Aşk ilk günkü gibi kalabilir, heyecan da öyle. Aylar da geçse yıllar da geçse. Hayat insana bıkkınlık verecek kadar uzun değildir."




Blaise Pascal " Kuvvete dayanmayan adalet aciz , adalete dayanmayan kuvvet zalimdir."


Yasama güçsüzleşince, ahlak dejenere olur.
*
Eğer herkes dost sandığı kimselerin bir de kendi arkasından söylemiş olduklarını duysaydı, dünyada pek az dost kalırdı.
*
Kalbin kendine has nedenleri vardır ki, akıl hiç bir zaman anlayamaz.
*
Halimiz gerçekten mutluluk verici olsaydı, kendimizi onun hakkında düşünmekten alıkoyma gereği duymazdık.
*
Şöhret o kadar tatlıdır ki, onunla ilgili olması kaydıyla, herşeyi severiz ölümü bile.
*
Çok büyük bir ihtimalle, bir gemiye kaptan olarak, o gemide doğmuş birini seçmeyiz.
*
Genellikle, başkalarının bulduğu nedenlerdense kendi bulduğumuz nedenlerle daha kolay ikna oluruz.
*
Papağan, temiz de olsa gagasını siler.
*
Kendileri hiç de hayranlık uyandırmayan şeylerin benzerlerini sunup yönetimin ilgisini çeken resim sanatı ne büyük bir kendini beğenmişlik.
 

24 Şubat 2020

Günlükler - Stefan Zweig


İnsanların arasında yalnız olmaktan daha korkunç bir şey yoktur.

Gençlik yıllarımın en güzel çalışması, dönemin en yaratıcı kişileriyle kurduğum ilişkiler ve dostluklardır.

Stefan Zweig, uzun bir aradan sonra, 1912 yılının Eylül’ ünde yeniden Günlüklerini tutmaya başladığında, şöyle yazmıştı: Nedeni şu: – Eski günlüklerimden birini okurken, birden belleğimin ne kadar donuklaştığını, tehlikeli, hastalıklı derecede donuklaştığını hissettim.
 
Hastalıklı bir hal alan melankolisinden kaynaklanan tevekkülü içinde söylediği şuydu: İnsanın kendi hayatında unuttuğu her şey, içinden gelen bir güdüyle zaten çoktan unutulmaya mahkûm edilmiş olanlardır. Ama arkasından şunu ekliyor: Başkaları için saklanabilecek şeyler ancak benim de saklamak istediklerimdir.

Baruch Spinoza "İnsanlar, bize zarar verdikleri için değil; yaptıkları haksızlıklarla ruhumuzun ışığını söndürüp içimizdeki kötülüğün başkaldırmasına sebep oldukları için korkunçturlar."




Chuck Palahniuk - Anlat Bakalım


"Müstehcen bir yalan her zaman asil bir hakikate baskın çıkar."
 
 

Katherine Kenton, Houdini gibi yaşıyordu. Bir kaçış ustası gibi. Evliliklermiş, tımarhanelermiş, kaçarı olmayan Pandro Berman stüdyo sözleşmeleriymiş... fark etmez... Bayan Kathie kendini kapana kıstırıyordu çünkü son anda zincirlerinden kurtulmak ona muazzam bir başarı hissi veriyordu. 

Pek çok evlilik ve estetik operasyonundan sağ çıkmış Katherine Kenton, namı diğer Bayan Kathie, Altın Çağı’nı yaşayan 1960’ların Hollywood’unda yıldızı sönmekte olan bir aktristir. Hazie Coogan ise yaşlanan film yıldızının yardımcısı, sekreteri, hizmetçisi, aşçısı... her şeyidir. Hatta ona sorarsanız, Katherine Kenton’u o yaratmıştır. Bir gün Webster Carlton Westard isimli genç ve yakışıklı bir adam Katherine’in hayatına ve yatak odasına girince, Hazie için tehlike çanları çalmaya başlar. Ancak Hazie’nin hayatının başyapıtını korumak için yapmayacağı şey yoktur. 

Tabu konuları çarpıcı bir üslupla dile getirmesiyle nam salmış Palahniuk, bu sefer bizi Hollywood’un ışıltılı dünyasına ve bir o kadar da karanlık sahne arkasına götürüyor. Kısacık bir romana ustaca sığdırdığı çeşit çeşit senaryo ve zengin oyuncu kadrosuyla Palahniuk, okuru yine zekâsına hayran bırakıyor.

 Anlat Bakalım 


20 Şubat 2020

Ülkü Tamer:Futbol Tutkusunun Getirdiği Vize

Futbolda devre arası. Gazetelerde maç yorumlarının yerini ara transfer tahminleri aldı. Yine Brezilyalılar gözde.

Gel de 35 yıl öncesinin bugünlerini hatırlama…

1972. Mexico City’den Rio de Janeiro’ya gidecektim. Ama vizem yoktu. Vize almak için Brezilya Büyükelçiliği’nin yolunu tuttum.

Elçiliğin kapısını çaldım. Açan yok. Bir daha. Yine açan yok. Hadi, bir daha… Sonunda, son derece şık, kır saçlı, yaşlıca bir adam belirdi kapıda.


“Buyrun?” diye sordu.

“Vize almak için geldim,”
dedim.

“Haftaya geleceksiniz.”

“Neden?”

“Noel tatilindeyiz.”

“Ama benim yarın Brezilya’ya gitmem gerek,” dedim.

“Maalesef bir şey yapamayız. Çalışanlar tatilde.”

“Bakın,” dedim, “ben taa İstanbul’dan geliyorum.”

Adam, “Büyükelçiyle benden başka kimse yok. Herkes izinde. Elimden bir şey gelmez,” dedi.

Nasıl olduysa, ağzımdan, “Ben şimdi Pele’nin ülkesini göremeyecek miyim?” sözü çıkıverdi.

Adam bir an durakladı. Bana bakıp, “Siz Pele’yi biliyor musunuz?” diye sordu.

Saymaya başladım:

“Felix, Alberto, Everaldo, Clodoaldo, Brito, Piazza, Jairzinho, Gerson, Tostao, Pele, Rivelino…”

İki yıl önce İtalya’yı 4-1 yenip Dünya Şampiyonluğunu kazanan Brezilya takımının oyuncularını kaleciden solaçığa kadar sıraladım.

Adam kapıyı açıp içeri, büyük bir salona aldı beni. Bir koltuk gösterip, “Buyrun, oturun, ben şimdi geliyorum,” dedi. Salondan çıktı.

Biraz sonra, pijamasının üstüne giydiği robdöşambrla Büyükelçi geldi salona.

“Arkadaşım Brezilya milli takımını ezbere saydığınızı söylüyor,” dedi.

Durur muyum! Yine başladım:

“Felix, Alberto, Everaldo…”

Büyükelçi, sehpadan aldığı çıngırağı çaldı. Gelen uşağa, “Bize kahve getir. Masamdaki mührü de getir,” dedi.

Kısa bir süre sonra, cebime vizeli pasaportumu koymuş, Büyükelçi’yle dünya futbolu üstüne koyu bir sohbete dalmıştık.

Ayrılırken, Büyükelçi kapıya kadar geçirdi beni. Elimi sıkarken, “Brezilya şampiyon oldu,” dedi, “ama golü siz attınız.”

Ertesi gün, Rio havaalanında öteki yolculara ahret soruları sorulurken, ben özel “visa de cortesia” mührünü taşıyan pasaportumla gümrükten krallar gibi geçecektim!

Benzer bir olay da Rio de Janeiro’da başımdan geçti.

Rio’nun kıyı şeridi boydan boya kumsal. Kilometrelerce uzanıyor. Kumsala belirli aralıklarla kale direkleri dikilmiş. Binlerce insan Copacabana’da kızgın güneş altında top koşturuyor. Futbol, Brezilyalı gencin umudu. Yıllar içinde umut keyfe dönüşüyor, ama futbol yaşamın tam ortasındaki yerini koruyor.

Bir ‘şehir turu’na katıldım. Minibüsle Rio’yu şöyle bir dolaşacak, ünlü İsa heykeline çıkacağız..Tur bütün gün sürecek.

Şoförün yanında oturuyorum. Minibüsün arkası, Amerikalılarla dolu. Hepsi orta yaşın üstünde. Bağırarak konuşuyorlar, sürekli kahkahalar atıyorlar.

Ama iki dakika içinde, minibüs ölüm sessizliğine büründü. Şoförümüz aksi mi aksi bir adamdı çünkü. Gülenleri terslemekle başladı işe. Sonra durup dururken birkaç kere bağırdı. Portekizce küfürler savurdu. Tura katıldığımıza hepimizi bin pişman etti.

Sessizlik içinde giderken, caddede dev bir afiş çarptı gözüme. Üstünde Pele‘nin fotoğrafı vardı. Kendi kendime, “Pele,” diye mırıldandım.

Şoför ters ters baktı bana. Sonra, “Sen Pele’yi nereden biliyorsun?” dedi.

Son Dünya Şampiyonu olan Brezilya milli takımını ezbere saymaya koyuldum:

“Felix, Alberto, Everaldo, Clodoaldo…”

Ne olduysa o anda oldu işte. Şoför, direksiyonu bıraktı. Bir an yüzüme baktı. Sonra boynuma sarıldı. Beni yanaklarımdan öpmeye başladı.

O adam gitti, yerine bambaşka bir adam geldi. O aksi, nemrut herif, güleç, sevimli, tatlı dilli, saygılı bir insan oluverdi birdenbire.

Minibüsü bir açıkhava kahvesinin önüne çekti. Kapıları açtı.

“Buyrun,” dedi herkese. “Vaktimiz çok. Kahveler benden.”

Minibüsten inip kahveye yöneldik. Amerikalılar, şaşkınlık içinde, çevremi sardılar.

“Şoföre ne söylediniz de birdenbire böyle değişti?” diye sordular.

“Brezilya futbol takımı oyuncularını saydım,” dedim.

İnanamıyorlardı.

“Ne yaptınız, ne yaptınız?”

“Brezilyalı futbolcuların adlarını saydım.”
Akılları nereden erecek!

“Anlamadık,” dediler.

“Boş verin,” dedim. “Bunu anlamak için ya Akdenizli ya da Latin Amerikalı olmanız gerekir.”

19 Şubat 2020

Engin Geçtan: "Kaosun Kıyısındaki Çılgın Dansa Katılmanın Keyfi"


Engin Geçtan: "Kaosun Kıyısındaki Çılgın Dansa Katılmanın Keyfi" ile ilgili görsel sonucu
Bir siyah gözlük meselesi var; çağın simgelerinden biri deniyor, Dersaadet'te Dans romanında. Gözleri güneş ışınından korumaktan başka amaçlara hizmet ettiği söyleniyor, Karyoka da güneş gözlüğü takıyor, Azize de güneş gözlüğü takıyor. Güneş gözlüğü, yani nedir?

Neden güneş gözlüğü kullanıldığı bir insandan diğerine değişebilen bir şey, ama doğrusunu isterseniz ben o kitapta böyle bir şey yazdığımı unutmuşum. Kitaplarımı neredeyse bir defada yazıverdiğim, basıldıktan sonra da okumadığım için bazı ayrıntıları hatırlamadığım oluyor. Güneş gözlüğünü çağın simgelerinden biri olarak görmüş olmam, duruma bundan öte bir yorum getirmemi ya da anlam atfetmemi gerektirmiyor. Fark ettiğim ya da ilişki kurduğum şeyleri anlamam şart değil, anlamadığım şeylerle de ilişki kurduğum oluyor. İnsanların neden küpe taktıklarını ya da dövme yaptırdıklarını merak etmiyorum, onlara sorsam da alacağım cevaplar zaten o insanların tahminî yorumları ve kişisel yansıtmaları olacaktır, bana göre o insanlar sadece öyle bir seçim yapmışlar, hepsi bu. Yakın zamana kadar bazı genç erkekler başlarını kazıtıyorlardı, daha önceki yıl bazıları saçlarını sarıya boyadılar, böylece kendilerini daha iyi taşıdıklarına inanıyorlarsa bundan daha öte anlamlar aramaya gerek görmüyorum. Bir hikâye vardır: Bir gün Freud'u puro içerken gören dostları aralarında gülüşmüşler, durumu fark eden Freud purosuna bakarak "Beyler! Bu bir fallus olabilir, ama aynı zamanda bir purodur" demiş. Olaylara böyle bakıyorum. Yine de kimi insan için güneş gözlüğünün, kendisinin farkında olduğu ya da olmadığı bir anlamı olabilir. Göz en güçlü ifade araçlarımızdan biri olduğu için, güneş gözlüğü, gözleri güneşten koruma dışında, gizlenmek ya da dinlenmek için de kullanılabilir. Dersaadet'te Dans'taki Azize karakteri cinselliğini bastırmış bir kadındı, o nedenle Zeus'u arzu etmekte olduğunu yadsıyarak, onun tarafından arzu edildiğine kendini inandırmıştı. Üstelik, fizikteki bileşik kaplar yasası psikolojide de geçerli olduğundan, bastırılmış cinselliğini beden dilinde denetlemekte zorlanıyordu, özellikle de bakışlarında ve yürüyüşünde. Bu nedenle ona güneş gözlüğü takmış olabilirim.

Yine Dersaadet'te Dans üzerine bir soru. Yapısında çok aşina olanla çok yabancı olanın hem karşıtlığı hem de iç içeliği belirgin bir biçimde vurgulanıyor. Bu bana çok ilginç gelmişti. Pek belirgin olmasa da Bir Günlük Yerim Kaldı İster misiniz?'de de görülen bir şey bu. Romanı kurgularken sizin için stratejik bir nokta mıydı bu aşina olanla yabancı olanın yan yanalığı?

Ben bunu Kimbilir adlı kitabımda da açıklamıştım, yazarken başlangıçta zihnime takılıp kalan bir cümle ya da durum dışında bir tasarımım olmuyor, ancak o başlangıç cümlesini değiştirebilmem de mümkün olmuyor... Örneğin, Dersaadet'te Dans'ta asansör bekleyen bir kadın ve bir erkek vardı, o kadar. Ardından metnin beni nerelere götüreceğini bilmeksizin onunla birlikte yola çıkıyorum, ama sanki metnin kendisi nereye gideceğini biliyormuş gibi geliyor bana hep. Yazma sürecinin en kızıştığı dönemlerde bilgisayarın başından kalkıp uyumak üzere yatağa girdiğimde tekst zihnimde kendini yazmayı sürdürebiliyor. Hatta bazen kalkıp onun talebini biraz olsun karşılamam gerekebiliyor, dört nala yol almak isteyen süreç biraz durulana dek. Bir hususu daha açıklamam gerek, siz yazdığım kurgu kitapları roman diye nitelediniz ama, ben onlara roman denilebileceğinden bir türlü emin olamıyorum, sorulduğunda "okuduğum başka şeylere benzemeyen bir şeyler yazıyorum" diyorum, yani bana öyle geliyor.

Ya da okumak istediğiniz gibi bir şey...

Aynen öyle, ben de bunu eklemek üzereydim. Okumak istediğim türden şeyler yazıyorum. Örneğin, şu sırada yazmakta olduğum kitap İstanbul'un bugün de süren Doğu Roma kimliğini anlamaya çalışma merakımdan kaynaklanıyor. Bu nedenle kitapta zaman, bugün, Osmanlı ve Bizans'ın çeşitli dönemlerinde birden yaşanıyor.

Evet. Ama, daha önce de biraz yapmış olduğunuz bir şey bu. Yani aynı kişi çok farklı tarihsel sahneler içinden geçebiliyor, farklı dekorlar, farklı zamanlar...

Tabii; öbür dünyada olup bu dünyada yer alıyor...

Bir tür Möbius döngüsü var, o şeklin bir yerindeyken alttasınızdır, ama hiç yer değiştirmeden, yani üste çıkma çabası göstermeden, aynı hat üzerinde ilerlediğinizde, bir noktada üste gelirsiniz. İçle dış ve üstle alt arasında aslında temel bir fark yoktur. Tek bir yüzey vardır. Herhangi bir noktasında altla üst arasında fark var, ama totalde, bütünde baktığımızda, yok. Hem zaman hem mekân açısından. Bu sizin temel motiflerinizden biri gibi.

Bu görüşme sizden çok benim için ilginç olmaya başladı. Sizden ne yazmış olduğumu öğrenmekteyim şu anda, sanırım sonradan beni düşünmeye yönlendirecek bu. Şimdi anlattığınız şey doğrusal zamanla döngüsel zaman arasındaki farkı tanımlıyorsa, yazdıklarımda doğrusal zaman kullanmadığımı sezmekte olduğumu söyleyebilirim...

Kurguya yönelmeniz çok yeni. Uzunca bir süre sadece psikiyatri kitapları yazdınız...

Dört psikiyatri kitabının ardından kurguya yönelmenin gerisindeki nedenleri bilmem imkânsız. Bana göre nedenler çoğu kez tahminlerden ve yansıtmalardan öte bir anlam taşımamakla birlikte, yine de bazı tahminlerim oldu tabii. Örneğin, kurgu yazmaya başlamamı, başlangıçta, psikiyatrist kimliğimin üzerime fazla yapışmış gibi gelmesine bir tepki diye düşünmüştüm. Sonradan, bunun bazı yaşantıları ve olguları bilindik kavramlarla dile getirmenin zorlaşmasından kaynaklandığı tahmini daha ağır bastı. Aynı şeyi bazı kuvantum fizikçileri de yapıyor. Bittikten bir süre sonra Dersaadet'te Dans'ın, metin içinde Yeni Ortaçağ diye tanımladığım çağa kendi geçişimin ardından gelen bir coşku ve ferahlamayı da yansıtmış olabileceğini düşünmüştüm.

Bir kutlama var. Kitabın kendisi zaten bir kutlama gibi. Bir patlama...

Dışa doğru patlama bana daha yakın geliyor. Söyledikleriniz zamanla ilgili olabilir belki, o kitabın zaman boyutu bana mekândan daha belirgin gelir hep.

Ama içe doğru büzüşme, içe çökme de var. Yani, şunu söyleyeceğim, hem bir kutlama hem de bir sıkıntı, bir iğrenme var, yeni Ortaçağ olarak tanımladığımız bugünün İstanbul'una karşı.

Hayır, ben sıkıntı ve iğrenme yaşamadım, söyledikleriniz bana yabancı geldi. Kitapta siyah ve beyazın karşılıklı dansının kabulünü ve keyfini bilinç düzeyinde ifade etmiş olduğuma inanıyorum. Yani eğer dediğiniz gibi okuyucuma dehşet hissini vermişsem, o dehşetin de bir keyfi olmuş olmalı. Üstelik, bana göre, bugünün İstanbul'unda siyah daha siyah olabilir, ama beyaz da daha beyaz.

Bir dehşet duygusu yok mu, iğrenmeden çok bir dehşet duygusu yok mu romanda?

İsterseniz ona kaosun kıyısında yaşayan bir dünyaya katılıyor olmanın keyfi diyelim, bana uyan bir şey bu.

Bunun göçle bir ilgisi var mı acaba? Sıfırdan kurulmuş modern bir şehirden, Ankara'dan, eski imparatorluk merkezi İstanbul'a gelişinizle...

Şaka yollu söylediğim bir şey vardır, "ben henüz Ankara'da yaşarken gelecekte İstanbul'da neler yaşayacağım önceden bana söylenmiş olsaydı, belki de ürker gelmezdim" diye. Tabii bu sözleri bir Ankaralı olarak söyleyebilirdim, çünkü İstanbul'a geldikten sonra o yaşantılar gerçekleştiğinde ürkmek bir yana, zenginleşmekte olduğumu hissettim. İki şehrin sosyal yapılarının çok farklı olduğunu düşünüyorum. Şunu da belirtmemde yarar var, aslında ben İstanbul'a gelmedim, döndüm.
       Başlangıçta İstanbul'a dönüşümün bireysel bir eylem olduğunu sanmaktaydım. Geldiğimde Ankara'da tanımış olduğum bazı insanların benden önce gelmiş olduklarını fark ettim, benden sonra gelenler de oldu tabii. Meğer kitlesel bir göçün parçasıymışım. Bu göçün nedenlerini bilemiyorum, ama İstanbul'un kendini yenileme yetisine sahip olmasının bunda bir payı olmalı diye düşünüyorum. Buraya geldiğim ilk aylarda farklılığın bocalamaları olmadı değil. Çankaya gettosundaki hayatımı bugün de saygıyla anıyorum, orada hoş insanlar tanıdım, dostluklar daha sağlam, daha dürüsttü, ama hep birtakım sınırlar vardı ve bu benim doğama uymuyordu. İstanbul'un en çok hoşuma giden yanlarından biri sınırsızlığı ve çeşnisi, buna karşılık dostluklar Ankara'daki gibi vefalı değil. İstanbul'a geldiğimde Ankara'da var olmayan bir yaldız ve parıltıyla karşılaştım ve başlangıçta bunun cazibesine epey kapıldım, yaldızın gerisindeki kofluğu ve içeriksizliği fark edene dek. Her şeyi denemeye meraklı olduğumdan bunu ancak yaşayarak görebilirdim. Bir süre sonra meslekî açıdan karşılayamayacağım kadar talep görmek bende bazı sıkıntılar yarattı. Vaktiyle Ankara'da birlikte psikoterapötik bir süreç yaşadığım ve kendisi de İstanbul'a göç etmiş olduğu için halimi uzaktan izleyen biri bir karşılaşmamızda bana "siz butik açmak istediniz, ama bu şehir sizi endüstri yapmak istiyor" demişti, bu sözü hiç unutmadım. Sonunda nasıl olduğunu anlamadan kısa sürede hepsinden kurtuldum ve ardından Dersaadet'te Dans geldi.

İstanbul'la Ankara karşıtlığı dışında, bir üçüncü mekân, İzmir ya da Mardin, Diyarbakır gibi bir üçüncü mekânsal odaklanma var mı sizin genel deneyiminizde?

Yaşamım dört şehirde geçti: İzmir, İstanbul, Ankara ve New York. En uzun yaşadığım şehir İstanbul, iki ayrı dönem olarak. Sanırım şanslıyım, çünkü her bir şehrin hoş dönemlerini yaşadığıma inanıyorum. Ben İzmir'de doğdum, son yıllarda hayatıma dönüp baktığımda bunun bir ayrıcalık olduğunu düşünüyorum.
       Evet, o yılların İzmir'inde dünya gerçekten de ayağına gelebiliyordu insanın. Orta sınıf bir aileden geliyorum, ama annem ve babam dünyaya açık insanlardı ve evimizde zaman zaman dünyanın şurasından ya da burasından gelmiş birileri olabiliyordu. O günlerin İzmir'inde hayat zaten öyleydi sanki. O insanların neden İzmir'e gelip durdukları benim için hâlâ bir muamma. Kökenlerim daha çok İstanbul-Osmanlı, kısmen İzmirli, birkaç kuşak öncesinde biraz da Balkan bağlantılı. Bu soruyu sormak nasıl aklınıza geldi, yani üçüncü mekân?

Çünkü Dersaadet'te Dans'ta ikili karşıtlığın ötesinde bu ikili karşıtlığı bozan ya da dengeleyen bir başka mekân daha hep var. Karşıtlığı geçersiz kılan bir şey. Bu bazen Güneydoğu oluyor, Zeus'un durumunda ise İzmir...

Bakınız, benim orada sonradan fark ettiğim kadarıyla başka şeyler var: Atomaltı parçacıkların sürekli birbirini yok edip aynı anda yenilerini var ediyor olması bana heyecan veren bir olgu. Kuvantum mekaniği son yıllarda beni çok saran ve dünyaya bakışımı etkileyen bir alan. Kozmik dansın oluşumu da zaten bu. Dersaadet'te Dans'ta kastedilen dans da bu. Kaosun kıyısında oluşan bu çılgın dansın, yani dinamikler dünyasının parçası olduğumu fark etmek beni açıkça keyiflendiriyor. Kitaptaki Azize karakteri de evrenin dansıyla bütünleşmeye çalışarak dans ediyordu.

Kuvantum mekaniği, kaos teorisi... Bu tip alanlar size çok çekici geliyor olmalı. Bir tür oyun gibi, tabiri caizse...

Kuvantum mekaniğinin felsefesinin psikoterapi çalışmalarımdan dünyaya bakışıma kadar pek çok yönümü etkilediğini seziyorum.

Nasıl bir bağ seziyorsunuz? Biz hâlâ klasik fiziğin evreninde yaşıyoruz, kuvantum dünyasında yaşamıyoruz. Öte taraftan psikiyatri, edebiyat, fizik: Burada ancak sezgilerle bir bağ kurulabilir zaten. Dile getirmeye, terimleştirmeye çalışsak, nasıl olabilir?

Çoğu insanın benimle ilgili izleniminin aksine ben kendimi düşünce insanı olarak görmüyorum, sadece yaşadıklarımı düşünceye dönüştürüyorum; başarılı olduğumu sanıyorum, çünkü doğama uyuyor bu. Düşünce daha çok kaygıya kapıldığım zamanlarda başvurduğum bir araç ve bunu yaptığımda sonuç genellikle benim için iyi olmuyor. Kitap seçimim bile sezgi yoluyla olur ve genellikle iyi bir buluşmayla sonuçlanır. Bunun sonucu, çoğu insanın okumuş olduğu kitapların bazılarını okumamış oluyorum, ama bunu bir eksiklik olarak yaşamıyorum. İnsanın önemli kararlarını vermesinden önceki süreci bilinçli olarak yaşamadığına inanıyorum. Önce gelecekte herhangi bir şey yapma doğrultusunda bir istek-tasarı oluşuyor, tasarı bir süre gerilere itiliyor, sonra eşref saati gelince yapıveriyorum.
       Benzer şeyler meslek seçimimde de oldu. Benim zamanımda saygınlık atfedilen mesleklerin sayısı zaten azdı ve durum şimdiki gibi kafa karıştırıcı değildi. Üniversite öncesinde hiçbir mesleği düşlememiştim. Bir seçim yapmam gerekiyordu yine de, mimarlığı düşündüm. O zamanlar üniversitelere kabulde ölçü, lisedeki performansınızdı, üstelik fen bölümünden mezun olmuştum, önüm tüm seçeneklere açıktı. İstanbul Teknik Üniversitesine kaydımı yaptırdığım gün bina bana kasvetli geldi ya da her neyse, çünkü bugün de bunu anlayabilmiş değilim, ertesi günü kendimi İstanbul Tıp Fakültesi kayıt kuyruğunda buldum. Bir iki gün bocalamadan sonra bir akşam üzeri Karaköy'den Kadıköy'e giden bir vapurun açık kısmında kararımı tıp yönünde veriverdim, nedense. Mimarlık hâlâ beni ilgilendirir, ama o dönem Türkiye'sinde mimar olmadığıma memnunum. Tıbba gelince, bende heyecan uyandırmadı. New York'tayken kolayı seçme adına psikiyatriyi seçiverdim ve kendimi bir heyulanın içinde buldum. Başı sonu belli olmayan bir alandı, özellikle o yıllarda iyice salkım saçaktı, Amerikan psikiyatrisinin İstanbul'da bize öğretilen psikiyatriyle alakası yoktu. Ama tanıştığım bu psikiyatri ve ben kısa sürede birbirimize ısındık, böylece dönüşü olmayan bir serüven başladı.
       Psikiyatriyle ilişkim birbirinden kesin çizgilerle ayrılmayan çeşitli evrelerden geçti. Bu evrelerin her biri kendiliğinden ortaya çıktı. Bunların en önemlisini yetmişli yılların başlarında yaşadım ve psikiyatriyle olan ilişkimdeki değişiklikleri daha iyi anlamak için Mexico City'ye kadar gitmem gerekti. Yıl 1976 idi ve bundan on yıl sonra Varoluş ve Psikiyatri yazıldı, ardından Taoizm geldi, daha sonraki yıllarda kuvantum fiziğiyle tanıştım, kaos teorileri, puslu mantık gibi kavramlar bunu izledi. Daha da ötesi var mı diye düşünmüyorum, hayatı geldikçe yaşamaya yatkınım. Ah evet, bunlardan bağımsızmış gibi görünen, tanımlayamadığım bir ilintinin varlığını hissettiğim bir başka boyut daha var: Kişisel tarihimi ülkemin tarihinden soyutlanmış bir şekilde anlayamayacağımı fark etmiş olmam. Sanırım bu ancak belirli bir yaştan sonra gelen bir şey.
       Son yirmi yıldır zaman zaman okuduğum, Batılılar tarafından yazılmış Osmanlı tarihlerinden vazgeçip Osmanlılar tarafından yazılmış tarihimize yöneldim son aylarda, orada bu kadar çok materyal olduğunu keşfetmek benim için şaşırtıcı ve hoş bir sürpriz oldu, bu keşifte gecikmiş de olsam. Son zamanlardaki Doğu-Batı tartışmalarıyla neyin anlatılmak istendiğini henüz anlayamadım. Bence önemli olan kendimize Batılıların gözüyle bakmaktan arınabilmek.
       Sorunuza dönersek: Kuvantum fiziği, yani benim anladığım kadarıyla kuvantum fiziği, sonunda benim kafamda bir türlü şekil bulamamış birçok şeyin cevabı oldu sanki. Yazdıklarımda fark ettim bunu. Kendi yaşam biçimimde, zamanla mekânla ilişkimde fark ettim. Bütün bunlar yazdıklarımı etkiledi gibi geliyor bana.

Burada bana önemli gelen, sizin sezgi diye adlandırdığınız şey, yani ister kuvantum olsun, ister psikiyatrinin dalı olsun, bir yere, rahat ve güvenli bir yere sırtını dayamamak.

Belki de adıma göre programlanmış olmamdan. Bazılarımızın isimlerimiz tarafından programlandığına inanıyorum. Başkalarının, beni tanımlarken, sınır tanımayan, hayır, daha doğrusu ufku sınırsız gibi şeyler söyledikleri olmuştur zaman zaman.

İsmin nasıl bir etkisi olabilir?

Bence ismin birçok insanın hayatında etkisi oluyor. Sizinkiler gibi nötr isimleri kastetmiyorum, tabii büyükbabanızın falan adı değilse.

Eğer böyleyse, soyadınız daha ilginç görünüyor: Ya geç kalmak ya da genç kalmak...

Soyadı yasasıyla karambole gelmiş bir soyadı bizimki. Tan'da takılmışlar annemle babam, onu biliyorum. Önüne alınacak her şey daha önce alındığı için geç kalmışlar yani...

Sizin edebiyatçı yanınız da epey geç ortaya çıkmış gibi görünüyor... Ama daha baştan onu besleyen çok şey varmış...

Olabilir. Evde kitap vardı, annem geç dönem Osmanlı ve Cumhuriyetin ilk dönemi yazarlarına meraklıydı, çocukken etrafımda kitap konuşulduğu da olurdu. Son yıllarda bana yazı yazmamla ilgili çok soru sorulmuş olması, unutulmuş ve çok da net olmayan bir çocukluk anımı canlandırdı. Hani çocuklara sıkıcı sorular sorarlar ya "ne olacaksın büyüyünce?" gibi, birine "yazar olacağım," dediğimi ve annemin bana onaylayan gözlerle baktığını hatırlar gibiyim. On beş yaşındayken ilk bağımsız seyahatimi yaptım. Döndüğümde eve yolladığım mektupların edebîliğine ilişkin bir konuşma geçmişti annemle babam arasında, yan odadan duymuştum, muhtemelen bu sonradan yüzüme de söylenmiş olabilir. Ankara'da kalmış olsaydım kurgu kitap yazar mıydım, bunu hiçbir zaman bilemeyeceğim tabii, ama İstanbul'un kışkırtan bir yanı olduğu kesin.

Psikiyatride ilgilendiğiniz akımlar da, hep bir tür edebîliği içinde barındıranlar...

Buna katılıyorum ama, benim zaman zaman psikobiyoloji ve beyinle ilgili araştırmaları okuduğumu, son zamanlarda internetten de izlediğimi kimse bilmez, çünkü etrafımda bunları konuşabileceğim kimse yok ya da ben onlara ulaşmak için bir çaba göstermiyorum. Psikanalizin fizyolojik kökenli bir kuram olduğunu hiçbir zaman unutmadım ve fizyolojiden soyutlanmış psikanalitik kökenli spekülasyonları ciddiye alamıyorum. Amerika'da psikiyatrinin yanı sıra sıkı bir nöroloji eğitimi de görmüştüm. Bu formasyonun etkisi dolaylı da olsa hâlâ sürüyor. Psikiyatrist kimliğimin algılanışında bu yanımın görmemezlikten gelinmesine alıştım, ama nörobiyolojiyle ilişkimi bana gerektiği kadarıyla sessizce sürdürmekteyim.

Irvin Yalom'la ilişkiniz nedir?

Kendisiyle tanışmadan önce yazdıklarını okumuştum. Kurgu tarzında yazdığı ilk kitap olan Aşkın Celladı'nın çevrilmesine ön ayak olan benim; Yalom'un bu yanını Türkiye'ye tanıtmadaki katkımdan ötürü gurur duyuyorum. Tabii bu konuda Remzi Kitabevine ve Erol Erduran'a da müteşekkirim. Kitabın basımından bir yıl kadar önceydi, İstanbul'da "Psikiyatri Günleri" adlı bir etkinlik vardı, o sırada tanıştık. Daha sonra birkaç kez görüştük... Anında başlayan frekans uyuşması beni şaşırtmadı, psikiyatri alanında yazdıklarının bana olan yakınlığının farkındaydım. Amerika'ya gittiğimde, ki ben doğu o batı yakasında oluyoruz, her defasında onu telefonla ararım. Bence o, çok hoş, ender karşılaşılan duyarlıkta bir insan. Çok önemli insanlar var psikiyatride, yazdıkları mutlaka okunmalı ama kendileri tanınmasa da olur, Irvin Yalom onlardan biri değil.

Galiba psikiyatriye geldik: Hiç psikotik hastanız oldu mu? Buna bağlı olarak ikinci bir soru: Psikotik diye tanımlanan vakaların psikoterapötik tedaviye açık olduğunu düşünür müsünüz?

Kesinlikle açıklar, ama ne yazık ki bu yeterince değerlendirilemiyor. Psikotik durumlar yaşayan insanlarla çalışmak uzmanlık eğitimimin önemli bir parçasıydı, ilk grup terapimi yirmi altı yaşımda iken onlarla yaptım. Psikotik kişilerle ilişkim Ankara'da da devam etti bir süre, sonradan toplumun bir başka kesiminin ihtiyaçları ön plana geçince sürdüremedim, ancak psikoz yaşayan insanlarla çalışmayı zaman zaman özlediğimi özellikle belirtmek istiyorum. Bence psikotik kişilerin tedavisinde, psikofarmokolojinin yanı sıra psikoterapi de çok önemli. Psikiyatrik tedavide en önemli aracın karşılıklı ilişki ve ittifak olduğuna inanıyorum. Psikanalizin bana göre en önemli kişilerinden biri olan Frieda Fromm-Reichmann'ın bir psikoterapi seansını, hiç konuşmayan hastasıyla diz dize oturarak sessizce geçirmesi bana ışık tutmuş olan önemli bir örnektir.

Peki Dersaadet'te Dans'ın başında "belli koşullar dışında," diyorsunuz, "her insan kendi hikâyesini yazar". Psikotikler o hikâyeyi yazamaz, nevrotikler zaten hikâyeden ibaret...

Dersaadet'te Dans'tan alınan cümle tabii bana ait, ama diğerleri sizin.

Peki. Psikotiklerin hikâyesiz oluşu bir engel değil mi sizce?

Bence psikoz geçiren insanlarla daha da gerçek bir ilişki kurulabiliyor. Hatırlar mısınız? Bir Günlük Yerim Kaldı, İster misiniz? adlı kitabımda "sonra her şeyi berbat eden sözcükler geldi" diye bir yer var. Psikotik insanlar hikâye anlatmayabilir, ama yaşadıklarını size en yalın şekliyle yaşatabilirler, tabii psikoz kodlarını biliyorsanız. Böyle bir iletişimin yalınlığı, bizlerin konuşmalarına çoğu kez egemen olan gürültü öğelerinin iletişimde bulunmamasından kaynaklanır.

Narsisizm konusu... Kendileri aslında analist olmayan, analitik bir deneyimleri de olmayan Christopher Lasch gibi bazı yazarlar narsisizmi neredeyse bir suç, bir cürüm olarak görüyorlar. Bunun karşısında da Heinz Kohut gibi bir yazar narsisizmi hep pohpohlanması, desteklenmesi gereken bir şey olarak görüyor.

Lasch'ın yazdıkları ilginç ama biraz yargılayıcı. Dünyadaki kolektif narsisizmi olmaması gereken bir şey gibi değerlendirmiş, olmakta olan bir şeye olmaması gerekir demenin bir anlamı yok bence. Kohut, sadece, narsisistik eğilimleri güçlü olan insanların bu eğilimlerinin kabul edilmesinin terapötik önemini vurgulamıştı. Zaten insanlar narsisistik olanlar ve olmayanlar diye ikiye ayrılamaz ki...

Ama Dersaadet'te Dans'ta da narsisizm sanki bir sosyal düzen gibi, öbür dünya, yani dünyanın öteki yüzü aslında şu dünyanın bütün sosyal sorunlarını çözmüş, ama bunları çözdüğü anda çok büyük bir toplumsal narsistik hastalığa, kişilik bozukluğuna kaptırmış gibi. Kendi imgesine ihtiyacı var, kendi imgesi olarak belli aralarla bir tür simge-kişi seçiyor. Bu nasıl bir hastalık?

Aslında birkaç soru birden sormuş oldunuz bana göre... Dersaadet'te Dans'ta dünyanın öbür yüzünde yaşayanlar belirli bir homeostaz, yani dengeleşime ulaşmışlar. Bireyler de toplumlar da böyle bir duruma ulaşmak için çabalarlar, ancak uzun süreli bir dengeleşim yaşanırsa bir kriz kaçınılmaz hale gelir. Oradaki insanlar aralarından seçtikleri sembolik bir liderle otorite sorununu bile çözümlemişler.

Sizi etkileyen, sizde iz bırakan yazarlar...

Şu yazarları severim diye bir şey söylemem mümkün değil, belki şu yazarın şu kitabıyla ilişki kurduğumu söyleyebilirim. Örneğin Italo Calvino'nun bir üçlemesi vardı, ama onlara neden o kadar ilgi duyduğumu bilemiyorum. Klasiklerle aram pek iyi olmadı, buna Dostoyevski de dahil. İngilizcede novel ve romance ayrı şeylerdir, Türkçede ise ikisinin tek bir karşılığı var, roman. Novel'dan çok, romance ya da her ne deniyorsa o bana daha çekici geliyor galiba.

Kahramanlarınızla ilişkileriniz nasıl? Bir ara, "yazarken sonrasını ben de bilmiyorum" dediniz de... Sözünüzü dinlemeyenler oluyor mu mesela?

Onlarla ilişkim iyi, kötü huylu olanlarıyla da. Bazılarına ayrıcalıklı davrandığım oluyor. Dersaadet'te Dans'taki Azize gibi.

Ona çok torpil yapılmış hakikaten.

Kırmızı Kitap'ın ilk edisyonunda karakterler bana karşı çıkıyorlardı kitabın bir yerinde, bunu sürdürebilmeyi isterdim ama öyle gitmedi sonradan nedense. İkinci basımda o kısmı çıkardım.

Peki çocukken de kolayca oyuna girer miydiniz?

Hem de nasıl. Tek çocuk olmama rağmen fevkalade oyuncuydum...

Oyundan çıkmak peki? Bu şekilde yazarken bir metni ne zaman bitirmiş olduğunuzu nasıl hissediyorsunuz, sadece bir sezgi mi?

Kendi kendine bitiyor, ben karar vermiyorum. İlk kurgu denemem olan Kırmızı Kitap'ı yazarken hikâye öylesine dağıldı ki, bunlar asla toparlanamaz, nasıl olsa basılması için değil keyfine yazıyorum derken nasıl oldu bilmiyorum, sanki benim dışımda bir güç her şeyi yerli yerine yerleştirdi. 

Andre Gide - Ahlaksız

Bu kitap neyse, odur. O, acı küllerle dolu bir meyvadır; kavurucu bölgelerde yetişen ve susuzluğa daha dayanılmaz bir yakıcılık ekleyen, ama altın sarısı kumlar üzerinde güzellikten de yoksun olmayan çölün Ebu Cehil karpuzları gibidir.
 
Kahramanımı örnek olarak verseydim, kabul etmek gerekir ki, hiç de başarılı olamazdım; Michel’in macerasıyla birkaç kişinin isteyerek ilgilenmesi, iyiliklerinin bütün gücüyle onu kınamak içindi. Marceline’i bu kadar erdemle boşuna donatmadım; Michel’in kendisi yerine onu tercih etmemesi af edilmedi.
 
Eğer bu kitabı Michel’e karşı bir suçlama belgesi olarak ortaya koysaydım, yine de daha başarılı olamazdım; çünkü hiç kimse kahramanıma karşı duyduğu öfkeden dolayı bana minnettar kalmadı; bu öfke, öyle anlaşılıyor ki, bana rağmen duyuldu ve Michel’den benim üzerime doğru taştı: az kalsın beni onunla bir tutacaklardı.
 
Ancak ben bu kitapta, ne bir savunmada, ne de bir suçlamada bulunmak istedim ve yargılamaktan kaçındım. Fakat günümüzde okuyucu, yazarın olayı resmettikten sonra olumlu ya da olumsuz bir yargıda bulunmamasını af etmiyor artık; hatta dramın gidişi içinde onun taraf tutmasını, açıkça ya Alceste’in ya da Philinte’in, Hamlet’in ya da Ophelie’nin, Faust’un ya da Marguerite’in, Adem’in ya da Yehova’nın yanında yer almasını istiyor. Kuşkusuz tarafsızlığın (kararsızlığın, diyecektim), yüce bir düşüncenin güvenilir belirtisi olduğunu ileri sürmüyorum; fakat birçok büyük düşünürün sonuçlar çıkarmaktan epey tiksindiklerini sanıyorum – ve ayrıca bir sorunu ortaya atmanın onun önceden çözüldüğü anlamına gelmediğine inanıyorum.
 
“Sorun” sözcüğünü burada istemiyerek kullanıyorum. Gerçekten sanatta sorunlar olmaz – sanat yapıtı da sorunun yeterli çözümü değildir.
 
“Sorun”dan “dram” anlaşılacaksa, kahramanımın ruhunda oynanmak üzere bu kitabın anlattığı şeylerin, onun eşsiz macerasının sınırları içinde kalacak denli daha az genel olmadığını söylemeliyim. Bu “sorun”u keşfetmiş olduğumu iddia etmiyorum: o, kitabımdan önce de vardı; Michel boşarsa da, başarısızlığa uğrasa da, “sorun” var olmaya devam edecektir; ve yazar ne yengiyi, he de yenilgiyi kesin edinilmiş olarak önermektedir.
 
Eğer’bazı seçkin kafalar, bu dramda yalnızca acayip bir olayın anlatımını, kahramanında da yalnızca hasta bir adamı görmeyi kabul etmişlerse ve genel düzeyde bir önem taşıyan bazı ateşli düşüncelerin herşeye karşın burada yer aldıklarını anlayamamışlarsa – kabahat bu düşüncelerde ya da bu dramda değil yazardadır, daha doğrusu yazarın beceriksizliğindedir – üstelik bu kitaba yazar bütün tutkularını, gözyaşlarını ve özenini yerleştirmiş olduğu halde. Fakat bir yapıtın gerçek değeri ile belli bir dönemin okuyucularının ona verdikleri değer, birbirinden çok ayrı iki şeydir. Kanımca, fazla kendini beğenmişliğe düşmeden, saçmalıklardan hoşlanan bir okuyucu kitlesini yarını olmayan bir coşkunluğa yöneltmektense, ilginç şeylerle ilk gün hiç ilgilendirmemek tehlikesini göze almak daha iyidir.
Zaten hiçbir şeyi kanıtlamaya değil, fakat resmimi iyi çizmeye ve iyice aydınlatmaya çalıştım.


Andre Gide - Ahlaksız  

 

Yorgo Seferis - Bir Şairin Günlüğü




Nasıl ki
Kalkar, doğup büyüdüğün şehre
Gidersin bir gece
Ve bakarsın temelinden yıkılıp yeniden
kurulmuş o şehir
Ve yakalamaya çalışırsın geçen yılları
Onları yeniden bulmanın umudu içinde.

B ir Ş a irin G ü n lü ğ ü

 

 

18 Şubat 2020

Prof. Dr. Hikmet Tanyu "Martin Luther'in Hayatı ve İnançları"


Martin Luther: Der Reformator Martin Luther (1483–1546)
Luther, Papalığın sahte hakimiyet, sömürme ve yetkisini reddetti. Papa'nın ateş ve cellat emrine karşı, sözlerinin hakikat olduğunu ve asıl kendisinin Tanrı yolunda bulunduğunu belirten Luther, Papa'ya şunları bildirdi: "Siz Tanrı'nın Vekili değilsiniz. Siz sanırımki ondan başka birinin vekilisinız! Sizin iradenizi  bir parşömenli yalan olarak kabul ediyor ve yırtıyorum. Siz artık ne isterseniz yaparsınız: İşte benim yaptığım."budur diyor.

Wittenberg'de Elster kapısında papanın ateş emrini halkın çoğunluğunun alkışları arasında yakıyor.Luther Katolik Kilise Başkanı, Papaya karşı, günahların affı hakkında da şunları söylemiştir: "Günahların affı adını verdiğiniz şey mürekkepli bir paçavra parçasından ibarettir. Başka bir şey değildir; bu ve buna benzer bütün şeyler hiçbir şey değildir ."

Cennet için anahtar satmaya,papanın yanılmazlığı kuralına da itiraz etti.


Tezer Özlü

Aynı gökyüzünün dünyanın tüm ülkelerini kapsamasına olanak var mı? Tüm yüzyılların, tüm özgürlüklerin, tüm savaş­ların, tüm cezaların, tüm haksızlıkların, tüm yiyeceklerin, tüm açlığın, tüm yoksulların ve acıların hâlâ var olduğu bugünün dünyasını aynı gökyüzünün bürümesine olanak var mı?
 
Gece, az sonra Berlin'in yeni ve eski yapıları üzerine inecek. Bu gece, bazı yaşlı kadınlar evlerinde tek başına belki ölümü bulacak. Bazıları yarın bir parkta, bir ağaç gölgesinde bir başlarına oturup dondurma yiyecekler. Kavrayamadıkları dünyalarına yalnızlıklarının derinliğinden ya da bunamışlıklarının acısından bakacaklar.

Nikos Kazancakis - Tırmanış ve Odisseus Doğayla Özdeşleşiyor

Ne büyük mutluluk dağın kutsal yalnızlığına tırmanmak
tek başına, o temiz dağ havasında, ağzında bir defne dalı,
kanının topuklarında hızla dizlerine, beline yükseldiğini,
oradan boğazına ulaşıp bir ırmak gibi yayılmasını
ve aklının köklerini yıkamasını duymak!
 
” Sağa gideyim, ”  
” Sola gideyim, ” demeyi düşünmeden aklının yol kavşağında dört rüzgarı birden estirmek, ve tırmandıkça her yerde Tanrı’nın soluduğunu, yanıbaşında güldüğünü, yürüdüğünü, çalı çırpıyı ve taşları tekmelediğini izlemek; dönmek ve şafakta orman tavuğu arayan bir avcı gibi dağın tüm yamaçlarında kuş sesleri yankılansa bile ne bir canlıya, ne de bir kuş kanadına rastlamak havada.

Ne büyük mutluluk toprağın bir bayrak gibi dalgalanması
sabahın sesinde,
ve ruhun bir atın sırtında kılıçtan keskin, başın
ele geçirilmez bir kale,güneşle ay birer muska
altın ve gümüşten, göğsünden sarkan!

Ardına düşmek o yükseklerde uçan kuşun,geride bırakmak
tasalarını, hayatın hırgürünü ve mutluluk denen
o vefasız yosmayı;
veda etmek erdemli yaşamaya ve uyuşturan sevdaya,
geride bırakmak kurtların kemirdiği küflü dünyayı
genç kobralar nasıl dökerlerse dikenlere incecik
derilerini.

Alıklar meyhanelerde güler, kızların rengi solar,
kadife külahlarını salar mal sahipleri gözdağı
verircesine
ve senin kırmızı elmalarını kıskanırlar, ey ruh,
ama uçurumdan korkarlar,
oysa sen bir aşk türküsü tutturur, dimdik yürürsün
yalnızlığa doğru  bir güvey gibi elinde yüzgörümlükleri.

Ey yalnız insan, bilirsin Tanrı  sürülere karışmaz,
ıssız çöl yollarını yeğler, gölgesi bile düşmez
bastığı yere,
sen ki her türlü ustalığı edindin , ey insanların en
kurnazı,
artık ne Tanrı’nın, ne de insanın ayak izleri döndürür
seni yolundan;
sen bilirsin orman cinlerinin yemek yediği orman  köşelerini,
bağrındaki hayaletlerin su içtiği kuyuları bilirsin;
bütün silahlar aklındadır senin, avlamak elindedir dilediğini;
pusu kurup, büyülerle, tazılarla, uçan oklarla.

Şafakta tırmanıp gün aydınlanırken yürüdüğün gün,
iki avucun da karıncalanmıştı, kurnaz gözlerin ışımış,
şimşek gibi çakmıştı bakışların çalılıklarda
bu insansız dünyanın tanrısı renk renk  tüylü o vahşi kuşu
ürkütmek için.
Dağlarda serin saatler boyunlarında çanlar
kayalıklarda sıçrayan çevik oğlaklar gibi geçti;
güneş göğün ortasında durdu, gün kurtuldu boyunduruğundan
ve yavaş yavaş mavi serin bir sis içinde alacakaranlık çöktü.

(Odisseia: Çağdaş bir Ek’ten)
Cevat Çapan
 

Odisseus Doğayla Özdeşleşiyor
 
Uslanmak bilmeyen Odisseus başını kaldırdı boşluğa doğru
ve düşüncelerinin korkunç karanlığına daldı.
Dağ dorukları gibi ışıdı beyninin kıvrımları
yer sarsılıp karanlık çözülen bir yumak gibi yayılıncaya
değin;
gözleri içine gömük, salladı ak saçlı başını ağır ağır,
ruhu tırtılından kopup sırf ipek kesildi
ve havanın boşluğunda sabırla ördü kozasını.
Kızgın güneşin ateşi sönmeye başlayınca, tatlı anılarla
canlandı belleği…
İçinin açan gülü yüreğini emdi, tasaları dağıldı
ve özlemle bitkin teni birden dipdiri kesildi;
yakıcı bir hale oldu çevresinde aydınlık,
ormanlar sarsıldı derinden ve yiğit okçu
kımıltısız ve umutsuz olduğu yere çömeldi;
her yanını saran ormanla sanki gövdesi yeşerdi ve yeşil
yapraklarla donandı aklı;
dallarda çiğler parıldayınca, Odisseus da ışıdı,
çünkü bütün gövdesi çiğ içinde, ışık içindeydi.
Karınca sürüleri küme küme böcek ve tohum taşıyorlardı
yuvalarına,
o da koşup toprağın derinliklerine gömdü hazinelerini;
taşların üzerine çöreklenip güneşlenen yılanları seyretti
ve anladı ki zehirli yılanların uykusu da kutsaldır
bir çocuğun uykusu kadar;
sonra bir sevgilinin saçlarını okşar gibi okşadı otları,
yılan kıvraklığındaki aklı usulca kayarak çöreklendi
sıcak taşlara
ve o yavru kuş tatlılığı içinde sevgi sözleri geldi kulağına:
” Ben ki alaca başlı bir solucanım ormanın derinliklerinde,
oturmuş yakınıyorum alaca başlı bir kurt beynimi kemiriyor
diye.
Nemli ağaç kavuklarında çiftleşen akrepler, kıpırdamadan,
yiyip içmeden duruyorlar, gözleri dönmüş şehvetten;
erkek akrepler yaklaşan ölümlerini gözlüyorlar dişilerinin
gözlerinde,
dişilerse erkek akreplerin gözlerinde oynayan küçük akrepleri,
bense hem dişi, hem erkek akreplerin gözlerinde
kendi yüzümün ölümle, ölümsüzlükle dolduğunu seyrediyorum.”
Odisseus kulağını toprağa dayadı ve sırtüstü yatmış,
yılmadan toprakla boğuşan küçük tohumların  çabasını duydu,
boğucu taşların altında hayata ve özgürlüğe kavuşmak için
çırpınan tohumları.
”Ben de küçük bir tohumum! Sırtımda dünyayı taşıyorum!
Toprağın altında sessizce sürünen solucanlar gibi
körükörüne aranan ağaç köklerini duyuyorum,
damarlarımın toprağa boşanıp emildiğini duyuyorum , uçan
kuşları,
yeryüzündeki böceklerin kanatlarını açıp sarıldıklarını
duyuyorum
ve her şey girip yumurtaları üzerinde kuluçkaya yatsın diye
koca bir yarık açılıyor başımda.
Koca orman büyük bir istekle yemek yiyor ve dilini
şapırdatıyor,
yavaş yavaş eriyor ağzında çeşitli meyveler,
acı dudaklarına katıksız ballarını akıtıyor arılar.”
Uzaklarda ortasından çatladı bir nar ve çevreye saçtı
meyvesini,
nar taneleri doldu yiğit okçu Odisseus’un göğsüne.
Ormanda çürüyen otların, suların, buğulu toprağın
ve karanlık kuyularda açan gizli yaseminlerin kokusunu
çekince içine,
burun kanatları titredi, gözleri yaşlarla doldu bu büyük
çilekeşin;
defne, kekik ve katırtırnakları kokmaya başladı beyni,
yoğun sevginin şerbeti damladı parmaklarından.
Kımıldamasa bile, büyük bir istekle sarıldı ağaçlara,
gövdesi serinledi, otlar ve bitkiler doldu avuçlarına,
yavaşça bir sarmaşık dolandı boynuna.
Akarsular gibi koşmaya başladı soğuk ayakları, göğsünden
otlar fışkırdı,
sakallarında açan kahkaha çiçeklerinin gerisinde
durgun göllerin kapkara suları ışıdı gözlerinde.
Başını sağa döndürdüğünde, orman da sağa döndü
başını sola döndürdüğünde, orman da sola döndü,
”Ben!” diye bağırınca yürekten, bütün orman inledi.
İlk kez duyuyordu yaşadığını ve bir ruhu olduğunu.
Odisseus sularla, ağaçlarla, yemişler, hayvanlarla
dopdoluydu
ağaçlar, sular, hayvanlar, yemişler de Odisseus’la
dopdolu.

(Odisseia: Çağdaş bir Ek’ten)
Çeviri:Cevat Çapan