Ne büyük mutluluk dağın kutsal yalnızlığına tırmanmak
tek başına, o temiz dağ havasında, ağzında bir defne dalı,
kanının topuklarında hızla dizlerine, beline yükseldiğini,
oradan boğazına ulaşıp bir ırmak gibi yayılmasını
ve aklının köklerini yıkamasını duymak!
” Sağa gideyim, ”
” Sola gideyim, ” demeyi düşünmeden aklının yol kavşağında dört rüzgarı birden estirmek, ve tırmandıkça her yerde Tanrı’nın soluduğunu, yanıbaşında güldüğünü, yürüdüğünü, çalı çırpıyı ve taşları tekmelediğini izlemek; dönmek ve şafakta orman tavuğu arayan bir avcı gibi dağın tüm yamaçlarında kuş sesleri yankılansa bile ne bir canlıya, ne de bir kuş kanadına rastlamak havada.
Ne büyük mutluluk toprağın bir bayrak gibi dalgalanması
sabahın sesinde,
ve ruhun bir atın sırtında kılıçtan keskin, başın
ele geçirilmez bir kale,güneşle ay birer muska
altın ve gümüşten, göğsünden sarkan!
Ardına düşmek o yükseklerde uçan kuşun,geride bırakmak
tasalarını, hayatın hırgürünü ve mutluluk denen
o vefasız yosmayı;
veda etmek erdemli yaşamaya ve uyuşturan sevdaya,
geride bırakmak kurtların kemirdiği küflü dünyayı
genç kobralar nasıl dökerlerse dikenlere incecik
derilerini.
Alıklar meyhanelerde güler, kızların rengi solar,
kadife külahlarını salar mal sahipleri gözdağı
verircesine
ve senin kırmızı elmalarını kıskanırlar, ey ruh,
ama uçurumdan korkarlar,
oysa sen bir aşk türküsü tutturur, dimdik yürürsün
yalnızlığa doğru bir güvey gibi elinde yüzgörümlükleri.
Ey yalnız insan, bilirsin Tanrı sürülere karışmaz,
ıssız çöl yollarını yeğler, gölgesi bile düşmez
bastığı yere,
sen ki her türlü ustalığı edindin , ey insanların en
kurnazı,
artık ne Tanrı’nın, ne de insanın ayak izleri döndürür
seni yolundan;
sen bilirsin orman cinlerinin yemek yediği orman köşelerini,
bağrındaki hayaletlerin su içtiği kuyuları bilirsin;
bütün silahlar aklındadır senin, avlamak elindedir dilediğini;
pusu kurup, büyülerle, tazılarla, uçan oklarla.
Şafakta tırmanıp gün aydınlanırken yürüdüğün gün,
iki avucun da karıncalanmıştı, kurnaz gözlerin ışımış,
şimşek gibi çakmıştı bakışların çalılıklarda
bu insansız dünyanın tanrısı renk renk tüylü o vahşi kuşu
ürkütmek için.
Dağlarda serin saatler boyunlarında çanlar
kayalıklarda sıçrayan çevik oğlaklar gibi geçti;
güneş göğün ortasında durdu, gün kurtuldu boyunduruğundan
ve yavaş yavaş mavi serin bir sis içinde alacakaranlık çöktü.
(Odisseia: Çağdaş bir Ek’ten)
Cevat Çapan
Odisseus Doğayla Özdeşleşiyor
Uslanmak bilmeyen Odisseus başını kaldırdı boşluğa doğru
ve düşüncelerinin korkunç karanlığına daldı.
Dağ dorukları gibi ışıdı beyninin kıvrımları
yer sarsılıp karanlık çözülen bir yumak gibi yayılıncaya
değin;
gözleri içine gömük, salladı ak saçlı başını ağır ağır,
ruhu tırtılından kopup sırf ipek kesildi
ve havanın boşluğunda sabırla ördü kozasını.
Kızgın güneşin ateşi sönmeye başlayınca, tatlı anılarla
canlandı belleği…
İçinin açan gülü yüreğini emdi, tasaları dağıldı
ve özlemle bitkin teni birden dipdiri kesildi;
yakıcı bir hale oldu çevresinde aydınlık,
ormanlar sarsıldı derinden ve yiğit okçu
kımıltısız ve umutsuz olduğu yere çömeldi;
her yanını saran ormanla sanki gövdesi yeşerdi ve yeşil
yapraklarla donandı aklı;
dallarda çiğler parıldayınca, Odisseus da ışıdı,
çünkü bütün gövdesi çiğ içinde, ışık içindeydi.
Karınca sürüleri küme küme böcek ve tohum taşıyorlardı
yuvalarına,
o da koşup toprağın derinliklerine gömdü hazinelerini;
taşların üzerine çöreklenip güneşlenen yılanları seyretti
ve anladı ki zehirli yılanların uykusu da kutsaldır
bir çocuğun uykusu kadar;
sonra bir sevgilinin saçlarını okşar gibi okşadı otları,
yılan kıvraklığındaki aklı usulca kayarak çöreklendi
sıcak taşlara
ve o yavru kuş tatlılığı içinde sevgi sözleri geldi kulağına:
” Ben ki alaca başlı bir solucanım ormanın derinliklerinde,
oturmuş yakınıyorum alaca başlı bir kurt beynimi kemiriyor
diye.
Nemli ağaç kavuklarında çiftleşen akrepler, kıpırdamadan,
yiyip içmeden duruyorlar, gözleri dönmüş şehvetten;
erkek akrepler yaklaşan ölümlerini gözlüyorlar dişilerinin
gözlerinde,
dişilerse erkek akreplerin gözlerinde oynayan küçük akrepleri,
bense hem dişi, hem erkek akreplerin gözlerinde
kendi yüzümün ölümle, ölümsüzlükle dolduğunu seyrediyorum.”
Odisseus kulağını toprağa dayadı ve sırtüstü yatmış,
yılmadan toprakla boğuşan küçük tohumların çabasını duydu,
boğucu taşların altında hayata ve özgürlüğe kavuşmak için
çırpınan tohumları.
”Ben de küçük bir tohumum! Sırtımda dünyayı taşıyorum!
Toprağın altında sessizce sürünen solucanlar gibi
körükörüne aranan ağaç köklerini duyuyorum,
damarlarımın toprağa boşanıp emildiğini duyuyorum , uçan
kuşları,
yeryüzündeki böceklerin kanatlarını açıp sarıldıklarını
duyuyorum
ve her şey girip yumurtaları üzerinde kuluçkaya yatsın diye
koca bir yarık açılıyor başımda.
Koca orman büyük bir istekle yemek yiyor ve dilini
şapırdatıyor,
yavaş yavaş eriyor ağzında çeşitli meyveler,
acı dudaklarına katıksız ballarını akıtıyor arılar.”
Uzaklarda ortasından çatladı bir nar ve çevreye saçtı
meyvesini,
nar taneleri doldu yiğit okçu Odisseus’un göğsüne.
Ormanda çürüyen otların, suların, buğulu toprağın
ve karanlık kuyularda açan gizli yaseminlerin kokusunu
çekince içine,
burun kanatları titredi, gözleri yaşlarla doldu bu büyük
çilekeşin;
defne, kekik ve katırtırnakları kokmaya başladı beyni,
yoğun sevginin şerbeti damladı parmaklarından.
Kımıldamasa bile, büyük bir istekle sarıldı ağaçlara,
gövdesi serinledi, otlar ve bitkiler doldu avuçlarına,
yavaşça bir sarmaşık dolandı boynuna.
Akarsular gibi koşmaya başladı soğuk ayakları, göğsünden
otlar fışkırdı,
sakallarında açan kahkaha çiçeklerinin gerisinde
durgun göllerin kapkara suları ışıdı gözlerinde.
Başını sağa döndürdüğünde, orman da sağa döndü
başını sola döndürdüğünde, orman da sola döndü,
”Ben!” diye bağırınca yürekten, bütün orman inledi.
İlk kez duyuyordu yaşadığını ve bir ruhu olduğunu.
Odisseus sularla, ağaçlarla, yemişler, hayvanlarla
dopdoluydu
ağaçlar, sular, hayvanlar, yemişler de Odisseus’la
dopdolu.
(Odisseia: Çağdaş bir Ek’ten)
Çeviri:Cevat Çapan