24 Temmuz 2024

Le Ballon Rouge (1956)


 Ne acıdır ki gerçeklik algımız biz büyüdükçe değişmektedir. Çocukken, sınırların olmadığı meraklı zihnimiz büyüdükçe tuhaflaşıp kendi sınırlarını çizmeye başlıyor. Masalların yerini gerçeklik, merakın yerini de rutin ele geçiriyor. Bu zorunlu değişimin sebeplerine ya da sıklıkla tavsiye edilen “ayaklarımızın yere sağlam basması” gerekliliğine değinmeye lüzum görmüyorum. Hayat işte deyip, geçmiyor muyuz zaten? Her ne kadar çocukluk düşlerimiz saf ve özgürse de gözden kaçırmamamız gereken faktörler var: İnsan doğası mesela. Daha küçük bir çocukken bile kendisini hissettiren; bilinç kazandıkça da kibir, kıskançlık ve öfkeden beslenen insan doğası. Oysa Sartre’ın söylediği gibi “varoluş, özden önce gelir.” Böyle bakarsak kötülük sonradan kazanılan, insanın kendisinin inşa ettiği bir olgudur. Maalesef ki çocuk olmak bundan muaf değildir.

 

William Golding’in Lord of the Flies (Sineklerin Tanrısı) romanı ele alalım: Issız Mercan Adası’nda bir grup çocuğun yaşam mücadelesini anlatan Golding, liderlikten yola çıkarak insanın en karanlık noktalarına bakmaktadır. Romanın kahramanları bilinçlerini yeni kazanmış çocuklardır ve kötülüğe ulaşmada hiçbir sıkıntı yaşamazlar. II. Dünya Savaşı’nın korkunç gerçekliğini romanında bir alegori olarak alan Golding, çocukların uyguladıkları şiddeti büyüklerden öğrendiğinin altını çizer.

Kırmızı Balon ve Gerçeklik

Küçük bir çocuk olan Pascal’ın, Paris sokaklarında kırmızı bir balon peşinde koşturduğu Albert Lamorisse imzalı kısa film Le Ballon Rouge’u (Kırmızı Balon) izlerken aklıma düşen ilk şey, filmin onca naifliğine rağmen insan doğası oldu. Pascal’ın tesadüf eseri bulduğu sonra da arkadaş olduğu kırmızı balonu ile arasındaki ilişkiyi yazının başındaki gerçeklik algısıyla açıklamak mümkün: Pascal için kırmızı balon iletişim kurduğu bir nesne ve onun algıladığı biçimiyle gerçek. Balonun, çocukların hayali arkadaşlarından bir farkı yok. İzleyici için Lamorisse’nin filminin fantastik olmasının sebebi de bu zaten. Pascal’ın, örneğin küçük bir yavru köpek olsa toplum tarafından hiç yadsınmayacak arkadaşı, biraz muzip de olan bir balon olunca işleri değiştiriyor. Pascal’ın peşinde gezinen, çoğu kez de ipini tutturmamaya özen gösteren bu kırmızı, dikkat çekici balonun toplumun bilinçlenmiş algısına ters düşmesi kaçınılmaz oluyor. Otoriteyi simgeleyen okul yönetiminin Pascal’a ceza vermesi, annesinin balonu pencereden atması hep bu yüzden. Mercan Adası yerine Paris’in sokaklarını mesken tutmuş, önce merak, sonra da kıskançlıkla Pascal’dan balonu ele geçirmeye çabalayan çocuklar da aynı durumdalar. Sonunda amaçlarına da ulaşıyorlar.  Lamorisse’nin çocuk gözünden anlattığı hikâyede, Pascal insan doğasına direniyor. Oldukça dokunaklı final sahnesinde gördüğümüz gibi Pascal, bilinç ile gelen gerçekliği tümden ret ediyor, gerçeküstü bir dünyaya yükseliyor.

Pascal’ın kırmızı balonunun her izleyici için bambaşka bir şeyi simgelediğini düşünüyorum. İzleyicide eksik olan, daha doğrusu yitirdiği ne varsa onu; en son çocukluğunda gerçek anlamda hissettiği düşlerini canlandırıyor. Paris sokaklarında heyecan içinde var olmaya çalışan Kırmızı Balon’un trajik sonu özgürlük ve mutluluk arayışındaki insanları da silkeliyor, dünyanın sert gerçekliğini hatırlatıyor. Yine de sevdiklerimize bağlanmamız gerektiğini öğreniyoruz.

 Albert Lamorisse’nın diyalog içermeyen kısa filminin senaryo Oscar’ı ve Altın Palmiye kazandığını da belirtelim.

Le Ballon Rouge (1956) Film Eleştirisi

Düşüncenin Şiiri

Valery şiirin fikirlerle yapılamayacağını savunur. "Şiirin içinde fikir, elmanın içindeki gıda kadar saklı olmalıdır" sözü de oldukça ün kazanmıştır. John Ciardi'nin de bir sözü varmış, yeni öğrendim : "Şiir fikirlerden söz açmaz, onları bir aktör gibi temsil eder," diyor. Ben bu yargılardan şunu çıkarıyorum : Demek oluyor ki şair, en önce bir özümleyici; kendinde var olan bir şiir ortamına, ya da bir şair duygusallığına  bazı düşünceler katmadan edemiyor; onlarsız yürütemiyor şiirini. Ayrıca, önce edindiği, sonra da şiirine ulaştırdığı bu düşünceler yok mu, onları gizleyip belli belirsiz bir hale getirmeyi de ustalık sayıyor. Okuyucuya gelince, onun durumu başka : O şairin düşüncelerinden çok, bu düşünceleri saklayan duygularla oyalanıyor. Şiir diye yüzeyde kalan bir görünüşü benimsiyor. Böylece duygulandırma dediğimiz, şiirin herhangi bir niteliği değil de, şartı olup çıkıyor.
       Burada şöyle bir soru geliyor insanın aklına : İyi ama şair için düşünce bu kadar gerekliyse onu duygular haline getirmenin, daha doğrusu düşünceyi duygularla sindirmenin ne gereği var? Şair böylesi bir davranışla neyi savunmuş oluyor? Şiiri mi yoksa bir başka şiir türünü mü? Yani düşünceyi bunca gizlemek, şiir yazmanın ilkelerinden mi? Ya da şair ister istemez alışkanlıklarını mı sürdürüyor; belli bir şiir geleneğinin tutsağı olmaktan kurtulamıyor mu? 
       Bu soruları öyle bir iki cümleyle yanıtlamak kolay değil. Değil ya, gene de bir çıkar yol bulmak elimizde. O da şu : düşünceyi örtmek alışkanlığı yerine, onu açığa çıkarıp, şiirsel mutluluğa bu yoldan varmayı denemek. Yani düpedüz "düşüncenin şiiri" ni bulmak, onu yaratmak... 
       Bakıyoruz da, şiir ilkin düşünmekle başlıyor. Hatta şiir denen olayı, ancak bazı düşünce yöntemlerinin yardımıyla ortaya çıkarabiliyoruz. Üstelik bilimin, felsefenin sanatla bunca  kaynaştığı günümüzde, düşünceyi eski bir şiir alışkanlığıyla örtmek elimizden gelmiyor. Yani "düşüncenin şiiri" önce bir zorunluluğun şiiri oluyor. 
       Bana kalırsa şair de başka türlü davranmak istemiyor zaten. 
O da asıl düşüncelerini söylemeye , bildirisini ulaştırmaya çalışıyor. Ne var ki, bunu yapamadığı, ya da yapmak istemediği zamanlarda , bazı kuramlar çıkararak, işini hem güzel, hem de yüce göstermenin yolunu buluyor. 
       "Düşüncenin şiiri" deyimi, önce düşünürlüğü, yani şairi bir düşünür olarak bellemek gerektiğini çağrıştırıyor. Ama bunu özcülükle karıştırmamak gerekir. Çünkü her biçimli söz, aynı zamanda bir özü de kapsayabilir. Oysa düşünü şiiri, özcü dediğimiz şiiri de kapsayabilecek bir bütünlüğün, bir güçlülüğün şiiridir. 
      Divan edebiyatından bu yana özcü diyebileceğimiz birkaç şaire rastlıyoruz. Ne var ki onları yapıtlarıyla değil de, tutumlarından ötürü değerlendirebiliyoruz. Örneğin Tevfik Fikret, Namık Kemal gibi şairler, daha çok devrimci, gönülleri toplumsal savaşlara yatkın kişilerdir. Yapıtlarını toplumsal düzensizliklere çevirmişler, şiirlerini bu uğurda bir araç olarak kullanmışlardır. Hatta kişilikleriyle, serüvenleriyle çağdaş Türkiye' de birer "myte" olarak anılagelmektedirler. Özcülüğün bir akım olarak belirmesine gelince, bunu da Orhan Veli - Melih Cevdet - Oktay Rifat öncesinin şiirinde aramamız gerekir. İşte o süre içinde yazılan şiirler, özcü davranışın en bilinçli, en etkin şiirleri olmuştur. Etkin diyorum, çünkü bu başlangıç Orhan Veli ve arkadaşlarının şiirinden ayrı bir çizgide süregelmiştir. Ama aynı özleri savunmak isteyen şairler, bu özleri belirleyen kelimeleri, deyimleri etkisiz birer  simge haline getirmekte yarışmışlardır sanki. Orhan Veli bile - daha çok son şiirlerinde - bu akımdan payına düşeni almak istemiştir. Ne var ki yazdığı şiirlerde bir evrim değil de, alınmış bir karar egemen olmuştur. Giderek şunu da söyleyebiliriz : politik kaygılar, ama salt bu kaygılar yeni şiirin ustalarını sınırlamış bir bakıma iğdişlemiştir. Çünkü onlar özcülüğü bir aşama  değil,  amaç olarak bellemişlerdir. Böylece tekyanlı olmaktan kurtulamamışlar; yani politik anlayışlarını da kavrayacak bir bütünlüğe erişememişlerdir. 
       İşte bu birkaç davranışın dışındaki şiirimizse biçimciliğin, ya da aşırı biçimciliğin şiiri olmuştur. Kişilikler bile biçim değişimlerinin kişilikleridir. İşte ne Ahmet Muhip' e bakarak Cahit Sıtkı'yı yadırgayabiliyoruz., ne de Cahit Sıtkı'yı okuduktan sonra bir Sabahattin Kudret'i, Necati Cumalı'yı...Nedim'le Şeyh Galip'i, Yunus Emre'yle Karacaoğlan'ı bile hep böyle düşünmek gerekir. Bugün bile ilk kitaplarını yayımlamış bulunan Kemal Özer' in, Ece Ayhan' ın kendinden öncekilerle bir çatışmaları olduğu söylenemez. Bütün bu ufak tefek ayrımlar, bir biçim ayrımından, dolayısıyla kısa bir öz başkalığından öte nedir ki?..Yurdumuzda düşünürlüğünden ötürü kişilik yapmış; biçim anlayışını, duygu fazlalığını bu yolda harcamış şair var mıdır, bilemiyorum. 
     Şimdilerde şiirde yenilik sevinci, ya da yenili sözünün bunca edilir olması bütün bu sorunları batırıyor. Kendi dünyalarımızı, kendi alışkanlıklarımızı kınayamıyoruz. Üstelik bu alışkanlıklar da, şiir geleneğimizden doğan alışkanlıklar. Yani bir sürü biçim formülleri, sonra da bu biçimlerden elde ettiğimiz yeni biçimler...Ionesco, bunu sahneye uygulayarak şöyle diyor : "Sahneye söz koymak..." Yani söze yüklenen duygular, düşünceler bir yana; sözü, sahne içinde nonfigüratif biçimler haline getirme çabası...Günümüz şiirini de bir sürü öğelerden soyarak, "sözlerle yeni biçimler kurmak" diye tanımlayabilir miyiz, bilmem. Tanımlasak da, böylesi bir kahramanlığa, sonu "çıkmaz yol" olan bu uğraşa kaç sanatçının gönlü yatar acaba? Ama biz ne dersek diyelim, şiirimizde bir aşırı biçimcilik dönemi başlamıştır. Sebepleri ne olursa olsun, bu gerçeği görmemezlikten gelemeyiz. Ne var ki, nu arada, belli belirsiz kıpırdanmalar da yok değil. Son günlerde "Değişik kişilikler" deyimlerinin söz konusu olması da bunu anlatıyor. Çünkü değişik şiir alanları, ancak değişik düşüncelerle, düşünme yöntemleriyle kurulur. Bu da bir düşünü şiirine geçme eğilimini gösterdiği gibi, "sözlerle biçimler koyma" nın bir iki şairden fazlasını kaldıramadığını da tanıtlar. 
      Ben ayrıca duygudan, biçimden düşünce adına yararlanmayı, kendi gerçeklerimize de uygun buluyorum. Hatta şunu da söyleyebilirim : Batının şiir dünyasında yeri olan, ya da Batı şiirine etkin bir Türk şiiri yaratmak istiyorsak seçeceğimiz yol bu olmalıdır. Orhan Veli ve arkadaşları "halkın şiir zevkini" bulmaya yöneldiler başardılar da. Bize gelince, bütün bu davranışları kapsayabilecek bir anlayışla yazmamız gerekiyor. Galiba "zor şiir" dediğimiz de bundan başkası değil. 
     "Batının şiir dünyasında yeri olan şiir" derken, şimdilik sadece Batıya özendiğimizi söylemek istiyorum. Oysa onların gerçekleri bambaşka. Şiirleri de çeşitlilik ve değerlilik bakımından yüklü. Salt toplumsal kaygılarla yazan şairleri bile, çeşitli görüşleri savunup tartışıyorlar. İşte bu çeşitlilik içindeki her davranış da toplum katında bir anlam kazanıyor. Örneğin "Gerçeküstücüler"in çıkışı, toplumsal yasaklara, baskılara bir başkaldırma olarak değerlendirilmedi miydi? Gene İkinci Dünya Savaşı'nda aşk şiirlerine düşen Fransız şairleri yanında; emperyalizme, insan haklarının çiğnenmesine kafa tutan şairler de yok muydu? Ama bu iki davranışın da tek bir simgesi vardı denilebilir: Dayatmak!..Biri aşkla, öteki kavgayla... Bize gelince , şiirimizi sarmış bulunan "aşırı biçimcilik" sadece" sadece Batıya öykünme diye yorumlanabilir. Hele son günlerde dergilerimizi kaplayan şiirler Batıyı iyi bilen bir avuç aydını bile doyurmaktan uzaktır. Batı şairlerinin tutumları, yöntemleri elbette önemlidir; ama sadece önemli... Rus şiirinin ekininin, önderlerinden olan Puşkin bile, Batıda, öteki rus yazarlarından daha az sevilmiş, daha az yadırganmıştır. Çünkü Rusya'da, Puşkin kadar Batı zenginliğinden  yararlanan bir yazar daha gösterilemez. Oysa bu yazar edindikleri, kendi toplumunun gerçekleriyle bağdaştırmasını da bilmiştir. Bizimse böyle bir sorunumuz yok! Melih Cevdet'in de bir yazısında belirttiği gibi,şiirimiz, Doğunun etkisinden kurtulmuş, bu kez de Batı şiirine sığınmıştır. Hem de nasıl; Batının şiir anlayışına vardıktan sonra,bundan kendi gerçeklerimize uygun bir sonuç çıkararak değil de, doğrudan doğruya bir şiir ithaline girişmekle... 
      Sonuç olarak şunu söylemek istiyorum : Evet, şiir biçimdir; değişik biçimler yaratma sanatıdır. Ama ben, şimdilik buna inanmak istemiyorum. 

  Edip Cansever  (Yeditepe, 16 Temmuz 1959)

Nehir Manzarası

 

Bırak sökük kalsın rüzgâr, bu zırdeli düşün içinde
gerçeğin ne anlamı var.

Biz bu zırdeli düşün içinde
kavrulmuş kurumuş iki fıstık gibi
Yatalım uyuyalım uyanalım kalkalım
Değil mi ki, bir yere kilitlenmiş
Bir küçük iyiliktir aşk,
Değil mi ki, billurdan bir yalan dünya
Bırak ersin o tamama
Gel bak tepeden bir nehir manzarası
göstereceğim sana.

Birhan Keskin
 ( 1963 -            )

RIVER VIEW

Let the wind stay ripped, in this insane dream
what does truth matter anyway.
Let’s lie down, sleep, wake, get up
Like two dry-roasted nuts in this insane dream
Isn’t love, after all,
A little mercy locked up somewhere,
After all, isn’t the world a crystal lie
Let it mature
Come look I’ll show you
a river view from the hill.

   Çeviri: George Messo