İnsan kendine özgü şekilde olağandışı bir yaratıktır. Ateşi keşfetti, şehirler inşa etti, muhteşem şiirler yazdı, dünyaya çeşitli yorumlar getirdi, mitolojik imgeler yarattı. Ama aynı zamanda hemcinslerine savaş açmaktan, çevresini yok etmek gibi yanılgılara düşmekten bir türlü vazgeçmedi. Terazinin bir kefesine yüksek zihinsel meziyeti, öbür kefesine aptallığı koyduğunuzda neredeyse dengede kalır.
Söyleşiyi yöneten: Jean-Philippe deTonnac
Fransızca aslından çeviren Sosi Dolanoğlu
Önsöz
“Bu şunu öldürecek. Kitap binayı
öldürecek. ” Hugo, bu meşhur sözünü
Claude Frollo’nun, Notre-Dame de
Paris’nin başdiyakozunun ağzından
söyletir. Mimari ölmeyecektir
şüphesiz, fakat biçim değiştiren bir
kültürün bayrağı olma işlevini
kaybedecektir. “Mimariyi düşünceyle
kıyasladığınızda, düşünce kitap haline
gelirken bir parça kâğıt, biraz
mürekkep ve bir kalem yettiğine göre,
insan zekâsının matbaa uğruna
mimariyi terk etmesine nasıl şaşılır?”
Bizirr “taştan Kitabı Mukaddeslerimiz”
ortadan yok olmadı, fakat önce
elyazması, sonra da basılı metinlerin
üretiminin tamamı, o “düşünen
beyinlerin karınca yuvası”, o "bütün
muhayyilelerin, şu altın rengi arıların
ballarıyla üşüştükleri kovan”,
Ortaçağ’ın sonunda, onları apansız,
bulundukları mevkiden fena halde
alaşağı etti. Keza, elektronik kitap
basılı kitabın zararına olacak şekilde
sonunda kendini kabul ettirse de, onu
evlerimizden ve alışkanlıklarımız
arasından çıkarmayı başarması için
pek az sebep var. “E-kitap” kitabı
öldürmeyecek yani. Gutenberg’in ve
dâhiyane icadının kodekslerin
kullanımım; kodekslerin kullanımının
da papirüs tomarları veya volumina
ticaretini akşamdan sabaha ortadan
kaldırmadığı gibi. Güncel gelişmeler ve
alışkanlıklar bir arada yaşar, bizlerin
en çok sevdiği şeyse olasılıklar
yelpazesini genişletmektir. Film
tabloyu öldürdü mü? Ya televizyon
sinemayı? O halde, bundan böyle
dijital olan evrensel kütüphaneye tek
bir ekran vasıtasıyla girişimizi sağlayan
okuma sayısallaştırıcılarına ve
donanımlarına hoş geldin diyoruz.
Asıl soru, ekrandan okumanın, bugüne
kadar kitapların sayfalarını çevirerek
yapageldiğimiz okumaya nasıl bir
değişiklik getireceğini bilmekte yatıyor.
Bu yeni küçük, beyaz kitaplar
sayesinde ne kazanacağız, ama
öncelikle bunlar yüzünden neyi
kaybedeceğiz? Yıllanmış alışkanlıkları,
belki. Kitabı mihraba yerleştirmiş bir
uygarlık çerçevesinde, onu kuşatan
kutsallığı. Hipermetinsellik kavramının
kaçınılmaz olarak bozacağı, yazar ile
okuru arasındaki o özel mahremiyeti.
Kitabın simgelediği “kapanış” fikrini ve
tam da bundan hareketle, besbelli ki
bazı okuma âdetlerini. Roger
Chartier’nin College de France’taki
açılış dersinde belirttiği gibi, “Dijital
devrim, söylemler ile onların
maddiyeti arasında kurulmuş olan eski
bağı kopararak, bizim yazıyla
bağdaştırdığımız hareketlerin ve
kavramların kökten biçimde gözden
geçirilmesini zorunlu kılıyor. ” Bunlar
bizde derin sarsıntılar yaratacak
muhtemelen, fakat üstesinden
geleceğiz.
Jean-Claude Carriere ile Umberto Eco
arasındaki söz alışverişinde asıl
mevzubahis olan şey, elektronik
kitabın büyük ölçekte (veya değil)
benimsenmesinin ortaya
çıkarabileceği değişimlerin Ve
çalkantıların yapısı üzerinde bir karara
varmak değildi. Bibliyofil olarak, eski
ve nadir kitap koleksiyoncuları,
incunabula arayıcıları ve avcıları
olarak tecrübeleri, onları kitabın, tıpkı
tekerlek gibi, muhayyilenin işleyişi
bakımından aşılamaz bir çeşit
mükemmellik olduğu
değerlendirmesine vardırıyor daha
ziyade. Uygarlık tekerleği icat
ettiğinde, tekerlek kendini biteviye
tekrar etmeye mahkûmdur artık.
Kitabın icadını ister ilk kodekslere (MS
yaklaşık II. yüzyıl) ister daha eski
papirüs tomarlarına dayandıralım,
uğradığı değişimlerin ötesinde,
kendine olağanüstü bir şekilde sadık
kaldığını kanıtlamış bir gereç var
karşımızda. Bu durumda kitap,
müjdelenen veya korkulan teknolojik
devrimlerin durduramayacağı bir çeşit
"bilginin ve muhayyilenin tekerleği”
gibi görünüyor. Bu iç rahatlatıcı
saptamayı yaptığımıza göre, asıl
tartışmaya girişebiliriz artık.
Kitap teknolojik devrimini yapmaya
hazırlanıyor. Peki, kitap nedir?
Raflarımızda, bütün dünyanın
kütüphanelerinin raflarında, insanlığın
kendini yazacak duruma geldiğinden
beri biriktirdiği bilgileri ve hayalleri
kapsayan kitaplar nedir? Zihnin onlar
aracılığıyla çıktığı bu serüvene dair
nasıl bir imgeye sahibiz? Bize hangi
aynaları tutuyorlar? Bu üretimin sırf
köpüğünü, etrafında kültürel
uzlaşmaların oluştuğu şaheserleri
dikkate alacak olursak, unutuşun
daima yok etmekle tehdit ettiklerini
güvenli bir yere koymaktan ibaret olan
asıl işlevlerine sadık kalabilir miyiz?
Yoksa bu yazı bolluğunun da ayırıcı
niteliği olan olağanüstü fukaralığı
dikkate alarak, kendimize dair daha az
gurur okşayıcı bir imgeyi kabullenmeli
miyiz? Kitap, artık çıkmış olduğumuzu
zannettiğimiz karanlıkları bize
unutturduğu farz edilen kendimizle
ilgili ilerlemelerin simgesi midir ille
de? Kitapların bize sözünü ettikleri şey
tam olarak nedir?
Kütüphanelerimizin sağladığı, kendi
kendimizi daha açık yüreklilikle
tanımaya yönelik tanıklığın
mahiyetine dair bu endişelere, bir de
bize kadar ulaşmış olan şeylere dair
sorular eklenir. Kitaplar, az ya da çok
esinlenen insan dehasının yarattığı
şeyin sadık yansıması mıdır? Bu soru
ortaya atılır atılmaz, kafaları
bulandırır. Onca kitabın yanıp kül
olduğu ve olmaya da devam ettiği
ateşleri birden hatırlamazlık edebilir
miyiz? Sanki kitaplar ve derhal simgesi
haline geldikleri ifade özgürlüğü,
onların kullanımını ve dağıtımını
denetlemeye, bazen de ebediyen
onlara el koymaya meraklı onca
sansürcüyü yaratmışçasına. Örgütlü
bir yok etme eylemi söz konusu
olmadığında ise, ateş, sırf yakmak ve
küle döndürmek tutkusuyla, koskoca
kütüphaneleri sessizliğe gömdü;
tutuşturulan odun yığınları,
birbirlerini beslemesine, bu
denetlenemez bolluğun bir çeşit
düzene sokuşu meşrulaştırdığı fikrini
devam ettirir oldu. Şu halde kitap
üretimi tarihi, daima yeni baştan
başlanan hakiki bir bibliyokost
tarihinden ayrılamaz. Sansür, cahillik,
ahmaklık, Engizisyon, kitap yakma,
ihmal, dalgınlık, yangın; bunların her
biri kitapların yolunun üstüne, kimi
zaman önüne geçilemeyen engeller
olarak çıkacaklardı böylelikle. Yani
tüm arşivleme ve muhafaza çabaları
Îlahî Komedyaların ebediyen bilinmez
kalmasını asla engellemeyecekti.
Kitap üzerine ve tüm o yıkıcı
hamlelere rağmen bizlere ulaşan
kitaplar üzerine yapılan bu
değerlendirmelerden, iki fikir çıkıyor;
Paris’te Jean-Claude Carriere’in
konutunda ve Monte Cerignone’de
Umberto Eco’nun evinde yürütülen bu
dereden tepeden söyleşiler işte bu iki
fikrin etrafında şekillendi. Kültür
dediğimiz şey gerçekte uzun bir
ayıklama ve eleme sürecidir. Koskoca
kitap, resim, film, çizgi roman, sanat
nesnesi koleksiyonları bu şekilde ya
sorgu memuru tarafından alıkondu ya
alevler arasında yok olup gitti yahut
da sırf ihmal yüzünden kayboldu.
Önceki yüzyılların muazzam mirasının
en iyi kısmı mıydı bunlar? En kötü
kısmı mı? Yaratıcı ifadenin filanca
alanında, elimize geçen altın külçesi
mi oldu, çamur mu? Eski Yunan’ın en
büyük üç trajedi şairi olarak
gördüğümüz Euripides’i, Sophokles’i,
Aiskhylos’u hâlâ okuyoruz. Ne var ki
Aristoteles, Poetika'sında, trajediye
hasrettiği eserinde, trajedinin en ünlü
temsilcilerini sayarken bu üç isimden
hiçbirini zikretmiyor. Kaybetmiş
olduğumuz muhafaza etmiş
olduğumuzdan daha mı iyiydi, Eski
Yunan tiyatrosunu daha mı iyi temsil
ediyordu? Kafamızdaki şüpheyi kim
söküp atacak?
İskenderiye Kütüphanesi yangınında
yok olmuş papirüs tomarları arasında
ve duman olup uçan bütün
kütüphanelerde muhtemel
paçavraların, zevksizlik ve saçmalık
abidelerinin uyukladığını düşünerek
teselli mi bulacağız?
Kütüphanelerimizin barındırdığı
değersiz hazinelere bakarak, geçmişin
o muazzam kayıplarını, hafızamızın
isteyerek veya istemeyerek işlediği o
cinayetleri göreceleştirebilecek miyiz;
dünyanın tüm teknolojileriyle
donanmış toplumlarımızın hâlâ emin
bir yere koymaya uğraştığı -ama kalıcı
olarak bunu bir türlü başaramadığımuhafaza
ettiklerimizle mi
yetineceğiz? Geçmişi konuşturma
konusunda ne kadar ısrarlı olursak
olalım, kütüphanelerimizde,
müzelerimizde veya
sinemateklerimizde zamanın yok
etmediği veya edemediği eserleri
bulabileceğiz ancak. Kültürün, tam da,
her şey unutulduğunda geride kalan
şey olduğunu her zamankinden daha
iyi kavrıyoruz.
Fakat bu söyleşilerin en nefis yanı,
insanlığın o muazzam inatçı çabasının
başucunda sessizce bekleyen ve bazen
son derece dediğim dedik olduğunu
kabule hiç yanaşmayan aptallığa
düzülen övgü belki de İkisi de kitap
koleksiyoncusu ve sevdalısı olan
göstergebilimci ile senarist arasındaki
buluşmanın anlamı tam da burada
yatıyor. İlki, hakikate aykırı, sahte ve
hatalı olan üzerine son derece nadir
eserlerden meydana gelen bir
koleksiyon oluşturmuş; ona göre, bir
hakikat kuramının temelini atmaya
yönelik her girişim bunlara bağlı
çünkü. “İnsan kendine özgü bir şekilde
olağandışı bir yaratıktır, ” diye
açıklıyor Umberto Eco. “Ateşi keşfetti,
şehirler inşa etti, muhteşem şiirler
yazdı, dünyaya çeşitli yorumlar getirdi,
mitolojik imgeler yarattı vs. Fakat aynı
zamanda, hemcinslerine savaş
açmaktan, yanılgıya düşmekten,
çevresini yok etmekten vs. bir türlü
vazgeçmedi. Terazinin bir kefesine
yüksek zihinsel meziyeti, öbür kefesine
bayağı salaklığı koyduğunuzda terazi
neredeyse dengede kalır. Dolayısıyla,
aptallıktan bahsetmeye karar
vermekle, bu yarı-dâhi yarı-ahmak
yaratığa saygılarımızı sunuyoruz bir
anlamda. " Kitaplar, daha iyinin ve
varlığını yüceltme arayışındaki bir
insanlığın özlemlerinin ve
istidatlarının tam bir yansıması
sayılıyorsa, o halde bu saygınlık
aşırdığı ile bu liyakatsizliği kaçınılmaz
olarak dile getirmeliler. Onun için de
bu asılsız, yalan yanlış, hatta şaşmaz
bakış açımıza göre, hepten abes
eserlerden kurtulacağımızı
zannetmeyelim dahi. Vaktimiz dolana
kadar sadık gölgeler gibi bizi takip
edecek ve eskiden ne olduğumuz
hakkında ve dahası, şu an ne
olduğumuz hakkında yalan
söylemeksizin konuşacaklar. Yani
tutkulu ve inatçı ama doğrusunu
söylemek gerekirse, hiç ahlaki kaygı
gütmeyen araştırmacılar olduğumuz
hakkında. Hata, yalnızca arayıp da
yanılanlara ait olduğu ölçüde
insancadır. Çözülen her denklem,
doğrulanan her varsayım, değişime
uğrayan her deneme, paylaşılan her
görüş için, hiçbir yere çıkmayan ne
kadar yol kat edilmiştir? Onun için de
kitaplar, bezdirici rezilliklerinden
nihayet kurtulmuş bir insanlığın
hayalini aydınlatır, aynı zamanda bu
hayali soluklaştırır ve karartır.
Tanınmış senarist, tiyatro adamı,
denemeci Jean-Claude Carriere de
değeri bilinmemiş ve ona kalırsa
yeterince ziyaret edilmemiş aptallık
denen bu anıta yakınlık duyar ve
devamlı yeniden basılan bir
çalışmasını ona adamıştır: “Altmışlı
yıllarda, Guy Bechtel ile Dictionnaire
de la betise imizi (Aptallık Sözlüğü)
hazırlamaya giriştiğimizde, kendi
kendimize şöyle dedik: Niye sadece
zekânın, şaheserlerin, zihnin büyük
anıtlarının tarihine yapışıp kalalım?
Flaubert’in de çok sevdiği aptallık,
elbette ki alabildiğine daha yaygın,
ama aynı zamanda daha bereketli,
daha ifşa edici ve bir anlamda daha
doğruymuş gibi geldi bize. ” Ayrıca
görülüyor ki aptallığa gösterdiği bu ilgi
onu, bu ateşli ve kör yanılma
tutkumuzun en parlak tanıklıklarını bir
araya getirmek için Eco’nun harcadığı
çabalan gayet iyi anlayacak konuma
getirmiş. Hata ile aptallık arasında bir
çeşit akrabalık, hatta yüzyıllardır hiçbir
şeyin bozacak güçte görünmediği gizli
bir suç ortaklığı olduğu ortaya
konabilir şüphesiz. Fakat bizim için
daha şaşırtıcısı, “Aptallık Sözlüğü'nün
yazanyla La Guerre dufaux nun
(Sahtenin Savaşı) yazarının sorulan
arasında, bu söyleşilerin geniş ölçüde
açığa çıkardığı ruh yakınlıkları ve
duygudaşlıklar olduğuydu.
Bu yol kazalarının şakacı gözlemcileri
ve anlatıcıları olarak, hem ışık
saçanları hem dikiş tutturamayanları
sayesinde insan macerasından bir
şeyler anlayabileceğimiz kanısında
olan Jean-Claude Carriere ile Umberto
Eco, hafızanın etrafında parlak bir
doğaçlamaya dalıyorlar burada, bunu
da tıpkı şaheserlerimiz kadar hafızayı
meydana getiren fiyaskolardan,
boşluklardan, unutmalardan ve telafi
edilemez kayıplardan hareketle
yapıyorlar. Kitabın, eleme işlemlerinin
verdiği zararlara rağmen, kurulan
bütün tuzakları -en iyi ama bazen de
en kötü sonuca ulaşmak için4sonunda
nasıl aştığını göstermenin keyfini
çıkarıyorlar Yazıların dünya çapında
dijitalleşmesinin ve yeni elektronik
okuma gereçlerinin benimsenmesinin
temsil ettiği meydan okuma
karşısında, kitabın bahtına ve
bahtsızlığına değinmek, ilan edilen
değişimleri göreceleştirmeyi sağlıyor.
Gutenberg galaksisine mütebessim bir
saygı duruşu olan bu söyleşiler, tüm
okurları ve kitap denen nesnenin
sevdalılarını mutlu edecek. E-kitapları
olanlarda özlem uyandırması da
mümkün.
JEAN-PHILIPPE DE TONNAC
Kitap ölmeyecek
JEAN-CLAUDE CARRIERE: 2008’deki
son Davos zirvesinde, önümüzdeki on
beş yıl içinde insanlığı altüst edecek
olaylar konusunda fikri sorulan bir
fütürolog, yalnızca belli başlı dört
olayı aklımızda tutmamızı önerdi; ona
göre bunların olacağı kesindi. Birincisi,
petrolün varili 500 dolar olacak.
İkincisi suyla ilgili; tıpkı petrol gibi
suyun da ticari bir alışveriş ürünü
olması kaçınılmaz. Borsada su rayicini
göreceğiz. Üçüncü kehanet Afrika’ya
ilişkin, önümüzdeki on yıllarda
kesinlikle ekonomik bir güç haline
gelecek, hepimizin dileği bu tabii.
Bu profesyonel kâhine göre dördüncü
olay, kitabın ortadan kalkacak olması.
O halde asıl mesele şu: Kitabın kesin
olarak silinip gitmesi, eğer hakikaten
ortadan kalkarsa, insanlık için, mesela
suyun öngörülen programa göre
azalmasının ya da ulaşılmaz hale gelen
petrol fiyatlarının yol açacağı türden
sonuçlar doğurur mu, doğurmaz mı?
UMBERTO ECO: Kitap, internetin
ortaya çıkması yüzünden ortadan
kalkacak mı? Bu konuda zamanında
yazmıştım, yani bu soru tam da
yerinde görünürken. O gün bugündür,
bu konuda fikrim her sorulduğunda,
aynı metni yeniden yazmaktan başka
bir şey gelmiyor elim den. Kimse
bunun farkında değil, çünkü birincisi,
daha önce yayımlanmış olan bir metin
hiç yayımlanmamış gibidir; İkincisi,
kamuoyunda (yahut da en azından
gazetecilerde) kitabın ortadan
kalkacağına dair hep aynı sabit fikir
var (yahut da o gazeteciler okurlarının
bu sabit fikre sahip olduklarını
düşünüyorlar) ve herkes bıkıp
usanmadan aynı soruyu dile getiriyor.
Konu üstünde söylenecek çok az şey
var gerçekte. İnternetle, alfabe çağına
döndük. Biz görüntü uygarlığına
girdiğimizi zannetmiş olsak da,
bilgisayar bizi gerisingeri Gutenberg
galaksisinin içine soktu ve herkes
okumak mecburiyetinde artık. Okumak
için, maddi bir ortam gerekir. Bu
maddi ortam sadece bilgisayar
olamaz. Bir roman okumak için
bilgisayar başında iki saat geçirin,
gözleriniz tenis topu gibi olur. Benim
evde polaroid gözlüğüm var, ekran
karşısında devamlı okumanın yol açtığı
zararlardan gözlerimi korumamı
sağlıyor. Kaldı ki bilgisayar elektriğin
olmasına bağlı ve banyo küvetinde
okuyamazsınız, yatakta yan yatarken
de. Dolayısıyla kitabın daha esnek bir
gereç olduğu ortada.
İki şeyden biri: Ya kitap, okumanın
maddi ortamı olarak kalacak ya da
kitabın, matbaanın icadından önce
bile, hep olageldiği şeye benzeyecek
bir şey çıkacak ortaya. Kitap
nesnesinin etrafındaki çeşitlemeler
beş yüz yılı aşkın süredir onun ne
işlevini değiştirdi ne de sentaksını.
Kitap tıpkı kaşık, çekiç, tekerlek veya
makas gibidir. Bir kere icat ettikten
sonra daha iyisini yapamazsınız. Bir
kaşıktan daha iyi olacak bir kaşık
yapamazsınız. Tasarımcılar, mesela
tirbuşonu daha iyi hale getirmeye
çalışıyorlar, başarı oranları pek zayıf,
kaldı ki çoğu da işlemiyor. Philippe
Starck limon sıkacaklarında yenilik
yapmayı denedi, fakat onunki (belli bir
estetik uyumu korumak adına)
çekirdekleri de limon suyuyla birlikte
geçiriyor. Kitap değerini kanıtladı, aynı
şekilde kullanmak üzere kitaptan daha
iyisini nasıl yapabileceğimiz bir
muamma. Belki bileşimine giren
unsurlar gelişim gösterecektir, belki
sayfaları kâğıttan olmayacaktır artık.
Fakat neyse o olarak kalacaktır.
J. -C. C. : Görünüşe göre e-kitabın son
versiyonları, onu basılı kitabın
doğrudan rakibi haline getirdi artık.
"Reader” modelinde daha şimdiden
160 başlık var.
U. E. : Bir hâkimin, görülen bir davaya
ait 25000 dosyayı, şayet bir e-kitabın
belleğine yerleştirilmişlerse, evine
daha kolay götüreceği aşikâr.
Elektronik kitap pek çok alanda
olağanüstü bir kullanım rahatlığı
getirecek. Yalnız, okumanın
gereklerine en iyi uyarlanmış
teknolojiyle bile, Savaş ve Barış’ ı bir
e-kitapta okumak çok elverişli olur mu
diye merak etmeden duramıyorum.
Göreceğiz. Her halükârda Tolstoyları
ve kâğıt hamuruna basılmış tüm
kitapları artık okuyamayacağız, sebebi
çok basit, kütüphanelerimizde çoktan
eriyip dağılmaya başladılar çünkü.
Ellili yıllarda Gallimard ve Vrin
yayınevlerinden çıkmış kitapların
büyük bölümü çoktan ortadan yok
oldu. Tezimi hazırladığım dönemde o
kadar işime yaramış olan Gilson’un
Ortaçağ’da Felsefe'sini bugün elime
bile alamıyorum. Sayfaları kelimenin
gerçek anlamıyla parçalanıp dağılıyor.
Yeni bir baskısını satın alabilirim
şüphesiz ama benim bağlandığım
eskisi, ona her başvurduğumda değişik
renkte kalemlerle notlar almış
olduğum.
JEAN-PHILIPPE DE TONNAC: İster
elektronik ortamdaki ansiklopedilerin
ister romanların okunması olsun, her
durum ve koşulda yapılabilen bir
okuma eyleminin gereklerine ve
rahatlığına gittikçe daha iyi uyarlanan
yeni veri depolama ortamlarının
geliştirilmesiyle, geleneksel biçimiyle
kitap nesnesinden yavaş yavaş
soğumak her şeye rağmen tahayyül
edilemez mi?
U. E. : Her şey olabilir. Yarın öbür gün
kitaplar, geçmiş hayranlığına dair
meraklarını müzelerde,
kütüphanelerde tatmin etmeye
gidecek olan bir avuç iflah olmaz
tutkunu ilgilendirebilir sadece.
J. -C. C. : Müze ve kütüphane kalırsa
tabii.
U. E. : Fakat internet denen müthiş
icadın da gelecekte ortadan
kaybolacağını aynı şekilde tahayyül
edebiliriz. Tıpkı güdümlü balonların
göklerimizden kaybolduğu gibi.
Hindenburg, savaştan kısa süre önce
New York’ta alev aldığında, güdümlü
balonların geleceği öldü. Aynı şey
Concorde için geçerli: 2000’de
Gonesse’teki kaza onun sonu oldu.
Tarih her şeye rağmen olağandışıdır.
Atlas Okyanusu’nu sekiz saatte geçen
uçak yerine, yalnızca üç saatte geçen
bir uçak icat ediliyor. Böyle bir
gelişmeye kim itiraz edebilirdi? Ama
Gonesse’teki o facianın ardından,
Concorde’un çok pahalıya mal
olduğunu düşünerek vazgeçtiler.
Ciddiye alınacak bir sebep mi bu?
Atom bombası da pahalıya mal
oluyor!
J. -P. de T. : Size Hermann Hesse'nin şu
tespitini aktarayım. Ona göre teknik
gelişmeler kitabın muhtemel “yeniden
meşrulaşması"na imkân verecekti.
Bunu ellili yıllarda dile getirmiş olmalı:
"Zamanla, eğlence ve yaygın eğitim
ihtiyaçları yeni icatlarla tatmin
edilebildikçe, kitap da saygınlığını ve
sözü geçerliğini yeniden kazanacaktır.
Radyo, sinema vs. gibi genç rakip
icatların, basılı kitabın, kendi işlevleri
arasından tam da zarar görmeksizin
kaybedebileceği o kısmını elinden
alacakları noktaya henüz tam olarak
ulaşmadık. "
J. -C. C. : Bu bakımdan yanılmadı.
Sinema ile radyo, hatta televizyon
kitabın elinden hiçbir şey almadı,
kitabın “zarar görmeksizin” kaybettiği
bir şey olmadı.
U. E. : Bir ara insanlar yazıyı icat etti.
Yazının elin uzantısı olduğunu ve bu
bakımdan neredeyse biyolojik
olduğunu düşünebiliriz. Doğrudan
doğruya vücuda bağlı iletişim
teknolojisidir yazı. Bunu icat ettiğiniz
zaman, artık bundan vazgeçemezsiniz.
Bir kere daha söylemek gerekirse,
tekerleği icat etmiş olmak gibi bir şey.
Günümüzün tekerlekleri
tarihöncesininkiler. Modem icatlarımız
sinema, radyo, internet ise biyolojik
değil.
J. -C. C. : Altını çizmekte haklısınız:
Okuma ve yazmaya hiç günümüzdeki
kadar ihtiyacımız olmamıştı. Yazmayı
ve okumayı bilmiyorsak bilgisayar
kullanamayız. Hatta okuma yazma
eskisinden daha karmaşık bir hal aldı,
çünkü yeni işaretler, yeni anahtarlar
soktuk işin içine. Alfabemiz genişledi.
Okumayı öğrenmek giderek daha zor
oluyor. Bilgisayarlarımız
söylediklerimizi doğrudan yazıya
dökebilselerdi sözelliğe bir geri dönüş
yaşardık. Fakat bu da karşımıza başka
bir soru çıkarıyor: İnsan okumayı da
yazmayı da bilmiyorsa kendini doğru
bir şekilde ifade edebilir mi?
U. E. : Homeros olsa hiç şüphesiz şu
cevabı verirdi: Evet.
J. -C. C. : Ama Homeros sözel bir
geleneğe aitti. Bildiklerini bu gelenek
vasıtasıyla öğrenmişti, Eski Yunan’da
hiçbir şeyin henüz yazılı olmadığı bir
dönemde. Romanını yazının aracılığı
olmadan yazdıran ve kendinden
önceki edebiyat hakkında hiçbir şey
bilmeyen bir yazar tahayyül edebilir
miyiz bugün? Eseri naifliğin, keşfin, hiç
işitilmemiş olanın cazibesine sahip
olabilir belki. Ama gene de bana öyle
geliyor ki, daha iyisini
bulmadığımızdan kültür diye
adlandırdığımız şey eksik olacaktır
onda. Rimbaud müthiş yetenekli, eşi
benzeri olmayan dizeler yazmış bir
gençti. Fakat kendi kendini yetiştirmiş
değildi. On altı yaşındayken, sağlam,
klasik bir kültür almıştı zaten. Latince
dizeler yazabiliyordu.
KİTAPLARDAN KURTULABİLECEĞİNİZİ
SANMAYIN
JEAN-CLAUDE CARRIERE, UMBERTO
ECO
Çeviren: Sosi Dolanoğlu