04 Nisan 2016

Andrey Tarkovski - Mühürlenmiş Zaman

"Koca bir evreni içinde taşıyan insan: işte benim tek ilgi odağım. Zira hayat, her zaman hayal gücümüzden daha zengindir. Bu yüzden gerçek bir sanatçı, ancak kendisi açısından hayati bir zorunluluksa yaratma hakkına sahiptir. Ben de sinema sanatıyla seyirciye, hayatın gerçek akışını neredeyse hiç bozmadan aktarma yeteneğini taşımak istiyordum. Sinema sanatının gerçek ‘şiirsel’ özü burada yatar. Benim ‘kurgu sineması’nı reddetmemin sebebi, seyircinin perdede gördüklerini kendi deneyimleriyle bağdaştarmasına imkân tanımamasıdır. Biz sanatçıların taşıdığı tek sorumluluk, kendi yapıtlarımızın düzeyini yükseltmektir. Nitekim ben de kendi filmlerimde hep, birlikte yaşadıkları insanlara bağlı olmalarına, yani özgür olmamalarına rağmen ‘içlerindeki’ özgürlüğü korumasını bilen insanları anlatmak istemişimdir."
 
* * *
 
 
Sanat akılsızlığı aşmakla yükümlüdür.

Yönetmen olmaya çalışan bir insan bütün yaşamını tehlikeye atmış demektir.

Benim bütün ilgim, görünüşte dingin, ancak esiri oldukları ihtiraslar yüzünden içsel gerilimle dolu karakterlere yöneliktir.

Gerçek yaşanılır, öğrenilmez. Haydi savaşa!

Film, hayatın dolaysız gözleminden doğar.

Sinemanın en temel öğesi, filmin en belirsiz karesinden en sonuncusuna dek var olan ve onu belirleyen en önemli şey, gözlemdir.

Sinemacılık hem yönetmen hem senaristten tek tek her durum hakkında geniş bilgi ister.

Edebi senaryo, belli bir çalışma aşamasında “ çekim senaryosu” olarak adlandırılan yeni bir yapıya dönüştürülmelidir.

Sinemada mizansen, seçilmiş nesnelerin bir çekim alanı üzerindeki düzeni ve hareketini belirler.

Bence sinemanın geleceği önünde dikilen en zararlı eğilim, kağıtta yazılı olanı, kelimesi kelimesine çalışmaya aktarmak, daha önceden düşünülmüş, genelde spekülatif yapıları doğrudan beyazperdeye yansıtmaya kalkmaktır.

Ne tür olursa olsun, bir sanat eseri yaratmak malzemeyle boğuşmak demektir.

Anılar bizi saldırılara açık, acı çekmeye hazır kılar.

Anı, zihinsel bir kavramdır.

Zaman, insana verilmiş hem tatlı hem acı bir armağandır.

Özgür olan, yalnızca kayıtsızlıktır. Kişilik sahibi olan özgür değildir, aksine kendi damgasının izini taşımak, gereklerine uymak ve esiri olmak zorundadır.

Bence insan, özü itibarıyla manevi bir varlıktır ve hayatının anlamı da bu maneviyatı geliştirmekte yatar. bunu yapmazsa, toplum çöker.

Dünyada ne kadar fazla kötülük varsa, güzellik yaratmak için de o kadar sebebimiz var demektir.

 Şiir, insanlara bütün hayatı boyunca eşlik eden bir felsefedir.

Dinleme ve anlama yeteneği çok değerlidir… Bir kez olsun, aynı şeyleri hissetmeyi başarabilen iki insan birbirini hep anlayacaktır. Bunlardan biri buzul, diğeri isterse atom çağında yaşamış olsun fark etmez.

Genelde anılar çok değerlidir. Bu yüzden olsa gerek, insan her zaman onları şiirsel renklerle süsler.

Bilindiği gibi Adem ile Havva her şeyden evvel çıplaklıklarının farkına vardılar ve çok utandılar. Utandılar, çünkü kavradılar ve birbirlerinin farkına varmanın zevk dolu yolunda ilerlediler. Bu, sonu olmayan bir yolun başlangıcıydı. Ulvi bir bilgisizlikten faniliğin düşman ve bilinmedik topraklarına fırlatılıp atılanların trajedisi hiç de anlaşılmaz değildir.
“Ve alnının teriyle ekmek yiyeceksin.

Ve insan, “yaradılışın bu baş tacı”, yeryüzüne işte böyle indi ve onu sahiplendi. O günden bugüne katettiği yol genelde evrim olarak adlandırılır. Bu aynı zamanda insanın kendisinin bilincine varmasının acı dolu süreci oldu.

Çirkin, nasıl güzelin içinde varsa, güzel de çirkinin içinde vardır.
Hayat, bu saçmalığa varan muazzam çelişkinin içine gömülmüştür.

Sanatçı, kendisine neredeyse bir mucize sonucu bahşedilmiş sayabileceğimiz yeteneğinin bedelini ödemek zorunda olan bir hizmetkardır.

Şair, bir çocuğun hayal gücüne ve ruhsal yapısına sahip bir insandır. Hangi dünya görüşünü savunursa savunsun, dünyadan edindiği izlenim dolaysızdır; yani sanatçı dünyayı tanımlamaz, dünya onundur.

Sanatın amacı, daha çok, insanı ölüme hazırlamak, onu iç dünyasının en gizli köşesinden vurmaktır.

Batı uygarlığı maddi hayat beklentilerini karşılayarak Doğu’yu yutuverdi. Bunu anlamak için Doğu müziğiyle Batı müziğini karşılaştırmak yeter de artar bile. Batı, “İşte, ben buyum!” diye bağırıyor. “Bana bakın! Dinleyin! Ben ben, ben…” Oysa Doğu kendi hakkında tek kelime etmez.

Özgür olan yalnızca kayıtsızlıktır. Kişilik sahibi olan özgür değildir, aksine kendi damgasının izini taşımak, gereklerine uymak ve esiri olmak zorundadır.

Stavrogin: Apocalyps’te melek, bundan böyle zamanın olmayacağını ilan eder.
Krillov: Biliyorum. Orada bu, yoruma yer bıraktırmayacak açıklıkta yer almış. Bütün insanlar mutluluğa kavuştuğunda da ortadan kalkacak, çünkü artık gerekmeyecek. Çok doğru bir düşünce.
Stavrogin: Peki ama zamanı nereye saklayacaklar?
Krillov: Hiçbir yere. Zaman bir eşya mı? Hayır, yalnızca bir düşünce. Zihinlerden silinip gidecek.

İnsan, öyle bir hatırlama yeteneğiyle donatılmıştır ki kendi sınırlarının farkına yine kendisi varır. Anılar bizi saldırılara açık, acı çekmeye hazır kılar.

Zaman, insana verilmiş hem tatlı hem de acı bir armağandır. Hayat, var olmak için kendine koyduğu hedeflere uygun bir ruh geliştirmesi için insana tanınmış bir süreden başka bir şey değildir ve insan bu gelişimi gerçekleştirmek zorundadır.

Geçmiş, bir anlamda, içinde yaşanan zamandan çok daha gerçektir, en azından çok daha dayanıklı, çok daha süreklidir. Şimdiki zaman akıp gider, kaybolur, parmaklarımızın arasından kum gibi kayar. Maddi ağırlığına ancak anılarda kavuşur. Bilindiği gibi Hazreti Süleyman’ın yüzüğüne şu satırlar kazılmıştır: Her şey gelip geçicidir.

Genelde insan, yitirilmiş, kaçırılmış ya da henüz erişilmemiş zaman yüzünden sinemaya gider. Hayat deneyimleri arayışı içinde oraya gider, çünkü sinema, başka hiçbir sanat türünün başaramayacağı kadar insanın olgusal deneyimini genişletir, zenginleştirir ve derinleştirir, hatta yalnız zenginleştirmekle de kalmaz, adeta gözle görülür bir şekilde uzatır da.

Seyirci aldığı bir sinema biletiyle kendi deneyimindeki gedikleri kapatmaya çalışır, yani bir anlamda yitirilmiş bir zamanın peşini kovalar. Bu sayede, huzursuzluk ve iletişimsizlikle belirlenen çağdaş hayatın yarattığı o manevi boşluğu doldurmayı umar.

Tek öğrenilemeyen şey, bağımsız olarak saygın bir biçimde düşünebilmektir. Tıpkı kişilik sahibi olmanın da öğrenilemeyeceği gibi.

Denir ki sanatsal yaratı, hayatı vs. yansıtmalı. Ne saçma! Hayatı yaratanlar yazarların/şairlerin ta kendileridir, üstelik öyle bir hayat ki bu çapta asla var olmamıştır.

Acının kaynağı memnuniyetsizliktir, insanın o an içinde bulunduğu durumla ideal arasındaki çatışmadan doğar. İnsanın gerçek bir Tanrısal özgürlük uğruna mücadeleyle ruhunu güçlendirmesi, mutluluk duygusundan çok daha önemlidir.