23 Ağustos 2021

Sakarya Meydan Muharebesi (23 Ağustos-13 Eylül 1921)

Sakarya Meydan Muharebesi, Türk milleti için bir ölüm kalım mücadelesi olmuştur. Bu meydan muharebesi, Türk ordusunun taktik geri çekilmeleri bırakıp büyük çaptaki bir geri çekilme sonunda stratejik savunmayı uygulamaya koymasının en güzel örneklerinden birisidir. Birinci ve İkinci İnönü Muharebelerinde yenik duruma düşen Yunanlılar, Kütahya-Eskişehir Muharebelerindeki (10 – 24 Temmuz 1921) başarılarından elde ettikleri moral ve İngilizlerin de teşvikiyle Anadolu’da ilerlemelerine devam etmek ve Ankara Hükûmeti zor duruma sokmak istemişlerdir. Esasen İngiliz Başbakanı Lloyd George’un İngiltere Parlamentosunda “Millî Türk Kuvvetlerini yenmiş bulunan Yunanistan’ın Sevr Anlaşması esaslarıyla yetinemeyeceği” şeklindeki kışkırtıcı vaatleri de Yunanistan’ı bu konuda cesaretlendirir ve barışa değil taarruza teşvik eder. Yunan Genelkurmayı, Sakarya Nehri’nin doğusuna çekilen Türk ordusuna son darbeyi vurmak için bütün hazırlıklarını tamamlayıp harekete geçer. Öte yandan, Kütahya-Eskişehir Muharebelerinden sonra askerî mevcudunun ve silah  gücünün önemli bir kısmını kaybetmiş olan Türk ordusu da kesin sonuç alınabilecek bir meydan muharebesi için tüm birliklerini Sakarya Nehri’nin doğusunda, yaklaşık olarak 100 km genişliğinde bir cephe hattında toplar.

Batı Cephesi Komutanlığı birliklerinin Kütahya, Eskişehir ve Af­yon­ka­rahisar gibi önemli şehirlerimizle birlikte geniş bir arazi kesimini düşmana bırakarak Sakarya Nehri’nin doğusuna çekilmesi, kamuoyunda ciddi bir moral bozukluğu yaratır ve bu durum TBMM’de de çok sert tartışmalara neden olur. 23 Temmuz – 5 Ağustos 1921 tarihleri arasında oldukça sıkıntılı bir dönem geçiren Türk tarafı, Mustafa Kemal Paşa’yı 5 Ağustos 1921’de TBMM’de kabul edilen 144 sayılı kanunla ve geniş yetkilerle üç ay süre ile Başkomutanlık görevine getirir. (bk. Başkomutanlık Kanunu) Mustafa Kemal Paşa, verilen bu geniş yetkilere dayanarak 7-8 Ağustos 1921’de “Tekâlifi Milliye Emirleri”ni yayımlayarak orduyu personel, silah, malzeme ve araç-gereç bakımından güçlendirmeye çalışır. Zira Türk ordusu Sakarya Meydan Muharebesi öncesinde bir yokluk ve yoksulluk savaşı da vermektedir. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Sakarya Meydan Muharebesi öncesinde cephe faaliyetleriyle ilgilenirken üzücü bir kaza geçirir. Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ile 12 Ağustos 1921’de cephe durumunu yakından görmek, sevk ve idarede daha etkili olmak gayesiyle Ankara’dan Polatlı’ya hareket eder, cepheye varınca savunma mevzisinin rahatça görüldüğü Polatlı güneyindeki Karadağ’a çıkar. Buradan arazi ve mevzi durumunu görüp inceledikten sonra geri dönmek üzere atına bindiği sırada, atın ürkmesi nedeniyle düşerek bir kaburga kemiğini kırar. Tedavi olmak üzere Ankara’ya dönmek zorunda kalır. Doktorların istirahat tavsiye etmelerine rağmen çok kısa bir süre sonra 17 Ağustos 1921’de görevinin başına döner. Mustafa Kemal Paşa hemen Başkomutanlık karargâhını kurar. Ağustos ayı ortalarına doğru yapılan yeni düzenlemeye göre Türk Ordusunun konuş ve kuruluş durumu şu şekildedir: Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa’dır. Başkomutanlık Karargâhı Ankara’dadır. Batı Cephesi Komutanlığı, Yunan taarruzuna karşı, kuvvetlerini Sakarya Nehri doğusunda yedi grup (kolordu) hâlinde konuşlandırır. Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’dır ve karargâhı Ankara-Polatlı arasında yer alan Alagöz’dedir. Savaşın hemen öncesinde Türk kuvvetlerinin durumu şöyledir:  96.326 er, 5.401 subay, 54.572 tüfek, 825 makinalı tüfek, 196 top, 1.309 kılıç, 32.137 hayvan, 1.284 araba ve 2 uçak

Yunan kuvvetlerinin durumu da şu şekildedir: 120.000 er, 3.780 subay, 57.000 tüfek, 2.768 makinalı tüfek, 386 top, 1.350 kılç, 3.800 hayvan, 600 adet 3 tonluk kamyon, 240 adet 1 tonluk kamyon, 18 uçak.

Mustafa Kemal Paşa’nın Başkomutanlık görevine getirilmesinden sonra Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa ile Kolordu Komutanları arasında 15 Ağustos 1921 tarihinde bir durum değerlendirmesi yapılarak sonuç Başkomutana sunulmuş, böylelikle bir harekât planı ortaya çıkmıştır. Türk ordusu, 100 km’ye ulaşan cephe genişliği ve 25 km’ye yakın bir derinlik içerisinde arazinin önemli noktalarına yerleşerek ve Sakarya’yı bir engel hâlinde önüne alarak savunmayı oynak olarak idare etme kararını almıştır. Bu savaşa kadar savunmalar; orduların bir hat üzerinde yerleştirilmesi, bu hatta başarılı olunamazsa hep birlikte geride başka bir hatta çeki­lin­mesi biçiminde cereyan etmiştir. Ancak Mustafa Kemal Paşa, 26 Ağustos 1921’de “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır.” emrini verir. Böylece hat taktiği bırakılarak çekilmek zorunda kalan  birliklerin tutunabildikleri ilk yerde savunmaya devam etmeleri, diğerlerinin ise bulundukları mevzileri bırakmamaları sağlanmıştır. Gerçekten de bu safhada verilen mücadele olağanüstüdür. Açılan her gediği kapatmak için 70 km’yi bulan zorlu yürüyüşlerle birlik kaydırmaları yapılır. Her gelen asker, ertesi sabah çelikten bir kale hâlinde düşman karşısına çıkar, vuruşur, şehit olur fakat vatanın savunulmasına devam edilir. Mustafa Kemal Paşa bu muharebe için “Sakarya melhame-i kübrası” yani kan gölü, kan deryası demiştir. Yunanlar, Türk kuvvetlerini 23-30 Ağustos 1921 tarihleri arasında bütün imkânlarıyla zorlamalarına rağmen kuşatıp imha edemeyince kuvvetlerinin büyük kısmıyla Türk cephesini merkezden Haymana istikametinde yarmak istemişlerdir. 6 Eylül 1921 tarihine kadar da bunun için uğraşmışlar fakat başaramayınca bulundukları hatlarda savunmaya karar vermişlerdir. Ancak 10 Eylül’de başlatılan genel karşı taarruzla buna da engel olunmuştur. Bu muharebeler sırasında Meclisin de taşınması gündeme gelir. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Millî Savunma Bakanı Refet Paşa’ya 26 Ağustos akşamı gönderdiği telgrafta; muharebelerin Ankara’ya kadar intikal etmesi ihtimali olduğunu, her türlü ihtimale karşı Meclisin ve Bakanlar Kurulu’nun ilk merhale olarak Yahşihan üzerinden Keskin’e, oradan da zorunluluk hâlin­de Kayseri’ye naklinin gerekli olabileceğini bildirir. Ertesi gün çekilen başka bir telgrafla da bu taşınma emri durdurulmuştur. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın yönetiminde, Türk milletinin kanıyla yazılan ve dünya harp tarihine “en uzun meydan muharebesi”, Türk İstiklal Harbi tarihine de “subay muharebesi” diye geçen Sakarya Meydan Muharebesi aralıksız 22 gün geceli gündüzlü devam etmiş ve 13 Eylül günü Yunanlıların Sakarya Nehri’nin batısına atılmasıyla sona ermiştir. Bundan sonra takip harekâtı başlamıştır. Sakarya Meydan Muharebesi’nin askerî sonuçları bakımından Türk tarafına çok önemli katkıları olmuştur. Sakarya Zaferi ile inisiyatif Türk ordusuna geçmiştir. Sakarya Muharebeleri, Türk ordusunun moralini ne kadar yükseltmiş ise Yunan ordusunun moralini de o derece bozmuştur. Önce Sakarya Nehri’nin doğusu, sonra da Afyonkarahisar – Eskişehir hattına kadar olan vatan toprakları Yunanlılardan temizlenmiştir.

Savaş sonunda tarafların kayıpları da şu şekildedir:

Türkler: 5.713 şehit, 18.480 yaralı, 828 esir ve 14.268 kayıp.

Yunanlılar: 3.758 can kaybı, 18.955 yaralı, 354 kayıp.

Sakarya Meydan Muharebesi sonucu, askerî harekât yön değiştirmiştir. Sakarya Muharebesi sonuna kadar stratejik savunma yapılırken Sakarya’dan sonra stratejik taarruza dönülmüştür. Zira Yunan ordusu stratejik saldırı yapma gücünü kaybetmiştir. Sakarya Zaferi, Büyük Taarruz (26 Ağustos 1922) ve Başkomutan Meydan Muharebesi’nin (30 Ağustos 1922) hazırlıkları için gerekli zamanı kazandırmıştır. Sakarya Zaferi’nden sonra vefa duygusu ile dolu olan Türk milleti, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’ya TBMM aracılığıyla 19 Eylül 1921 tarihinde Gazi unvanı ve Mareşal rütbesini vermiştir. Sakarya Meydan Muharebesi’nin askerî sonuçları yanında siyasî sonuçları da Türk milleti için çok önemli kazanımlar sağlamıştır. Sakarya Zaferi’nden bir ay sonra, 13 Ekim 1921 günü Sovyetler Birliği Hükûmeti’nin aracılığıyla Ankara Hükûmeti ile Güney Kafkas Cumhuriyetleri arasında Kars Anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşmayla; Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan daha önce yapılan Moskova Anlaşması’nı kendileri için de geçerli saymışlardır. Böylece Türkiye’nin doğu sınırları kesinlikle güvenlik altına alınmıştır. Fransa, Sakarya Zaferi’nden sonra bekle – gör tutumunu bırakarak İtilaf Devletlerinden kopmuş ve TBMM Hükûmeti ile 20 Ekim 1921’de Ankara Anlaşması‘nı imzalamıştır. Bu anlaşma ile Fransa tarafından Hatay-İskenderun dışında bugünkü güney sınırımız tanınmıştır. Güney Cephesi güvenlik altına alındığından oradaki Türk birlikleri de Batı Cephesi’ne kaydırılmıştır. Batı Anadolu’daki Yunan egemenliğini hiçbir zaman kabullenemeyen İtalyanlar ise Sakarya Zaferi’nden sonra 1921 yılı sonuna kadar işgal ettikleri yerleri boşaltmışlardır. Sakarya Zaferi, İngiltere’yi de TBMM Hükûmeti’ni tanımaya zorlamış ve 23 Ekim 1921’de “Tutsakların Serbest Bırakılması Anlaşması” yapılmıştır. Anlaşmaya göre; İngilizler ellerinde bulunan Birinci Dünya Savaşı tutsağı Türk komutanları ile Malta Adası’na sürdükleri Türk devlet adamları ve aydınlarını, Türkler de Mustafa Kemal Paşa’nın tutuklattırdığı Anadolu’da bulunan İngiliz uyrukluları serbest bırakmışlardır. Sakarya Zaferi, İtilaf Devletlerinin Yunanlılara güvenini azaltmış, bu devletler Sevr Anlaşması ile kendilerine sağlanan çıkarları tekrar silahlı çatışmalara girmeden diplomasi yoluyla koruma çabası içine düşmüşlerdir. İtilaf Devletleriyle yapılan bu siyasî anlaşmalar Sevr Anlaşması’nın da geçerliliğini yitirmesi sonucunu doğurmuştur. Türk ordusunun Sakarya Meydan Muharebesi’ni kazanması, Yunan dış politikalarında da köklü değişikliklere sebep olmuştur. Sakarya’dan sonra, Yunanlıların “Ankara’nın alınması” ve “Büyük Bizans’ın kurulması” gibi düşleri Sakarya’nın bulanık sularına gömülecektir. Hatta, Batı Anadolu’daki isteklerini bile unutmuş görünüp bu kez yerli Rumların kuracağı bağımsız bir “İyonya Devleti” görüşüne ağırlık vererek, Avrupa’da da bu görüşe destek arayacaklardır. Sonuç olarak Sakarya Zaferi, 1683 yılında Osmanlı Devleti’nin Viyana önlerinde yenilmesiyle başlayan bozgunu durdurmuş, haçlı düşüncesini ve gücünü kırmıştır.  

ataturkansiklopedisi.gov.tr 

Sakarya Meydan Muharebesi

Turgut Uyar - Korkulu Ustalık

Şiir Üzerine Yazılar Söyleşiler, Soruşturmalar - Bir Şiirden "Eskiden" demeli artık: Şairler, eskiden, sadece şiir yazmaz, başta kendi şiirleri olmak üzere Şiir üstüne düşünür, bunun kavgasını da verirlerdi dergilerde; çünkü onların, yaşadıkları topraktan dünyaya, "insanlığa" diyecekleri vardı, ve belki bundan da önemli olarak kendilerine verdikleri bir "söz"leri vardı; bunun peşine düştüler. Turgut Uyar, "bu söz"ün peşine en sık ve en ısrarlı şekilde düşmüş olmasıyla ayrılıyor kuşağının şairlerinden. Dünyanın En Güzel Arabistanı adıyla, dünya durdukça duracak bir Şâh Şiir'in şairi olmakla yetinmeyip, şiire-şaire bugün de yol gösteren "Korkulu Ustalık", "İlkin Cesaret", "Dikiş Payı", "Ozanın İşi", "Efendimiz Acemilik" ve "Çıkmazın Güzelliği" adlı yazılarıyla, şairin, şiir yazmak dışında, başka, bambaşka sorumlulukları da olabileceğinin örneğini veriyor bize. Bu örneğin hâlâ benzersiz verimi ise Bir Şiirden: Şair, Abdülhak Hâmit'ten Yahya Kemal'e, Nâzım Hikmet'ten Orhan Veli'ye, Oktay Rifat'tan Metin Eloğlu'na, ele aldığı şairin "bir şiiri"nden yola çıkarak, "yol"u kendinden önce yürümüşlerin ve birlikte yürüdüklerinin, neyi-nasıl-niye yaptıklarına bakıyor; bizim için.

 

Yeni şiirimizin anlaşılması, anlaşılır olması (güçlüğünden ötürü değil, yeniliğinden ötürü) yolunda ozanların ve eleştirmecilerin ödevleri olduğunu söyleyenler var. Doğru elbet. Ama bunu ozandan, özellikle ozandan bekleyenler de var, yani yeni şiirin anlaşılmasını sağlamak için, şiirlerini veya şiir anlayışını açıklamasını bekleyenler, isteyenler, hatta bunu bir ödev olarak yükleyenler var ona. Bunun önemini, şiire ve ozana kazandıracaklarını yadsımıyorum, küçümsemiyorum. Yalnız ozanın buna zorunlu tutulmasını fazla buluyorum. Benim sandığım, ozan, şiire, şiirine değgin yazısını da ancak şiir yazdığı zamanda olduğu gibi, öznel bir zorunluluk, bir iç zorunluluğu duyduğunda yazar. Bu bakımdan ozanı bu açıklamaya zorunlu tutmanın zararlı olduğunu sanıyorum. Asıl iş, eleştirmecilerimize düşüyor. Üstelik onun, şiirleri yazmayan kişi olarak, daha dıştan, daha özel, ozana göre daha elverişli bir durumu da vardır. Onun birtakım karşılaştırmalar yapması daha kolay, daha dedikodusuz sayılır. Bir ozana iyi, bir ozana kötü derken, ondan bir ozandan olduğu kadar şüphelenilmez. Duygularına kapıldığı söylenemez. Ozana yahut eleştirmeciye düşsün, bu işin tek şartı var galiba. Ülkemizde sevilmiş, tutulmuş, çoğunluğa yayılmış, tanınmış, iyi yahut kötü bellenmiş ve en önemlisi, bu saydıklarımı hak etmiş veya etmemiş birçok ozan var. Ama yenisi, eskisi bir potada. İlkin cesaretle ad sayarak bir ayrım yapmak gerek diyorum. Bir şiirin, bir şiir akımının tanınması, öbürlerinden ayrılması ancak o akımın ozanlarını tek tek incelemekle, tanımakla mümkün olur diye geliyor aklıma da ondan. Bizim bugün şiir üstüne yazdıklarımızın çoğu, okuyup geçiverdiğimiz şiirlerin anılarına ve bunun yanında birtakım çok kişisel buluşlara dayanıyor.

 

Uğur Mumcu "Avni'nin Atları"


 Avni Arbaş ve Kuvayi Milliye Atlıları - Home | Facebook

İç siyasetin günden güne kısırlaşan havası, insanın yüreği ile beyni arasındaki
yolları tıkıyor.
İnsan boğucu bir havadan kurtulup dağlara, kırlara doğru koşmak ister.. Ben de
bugün sizleri ünlü ressam Avni Arbaş'ın Ankara'da Artiza'n Sanat Galerisi'nde
açtığı sergiye götürmek istiyorum.
Kapalı zarf usulü ile ihaleye çıkmış anayasanın bu 175. maddesi ile bugün
dilerseniz hiç ilgilenmeyelim.. Yıllar yılı insanların yüreklerine ve
beyinlerine takılmış kelepçeleri görmezlikten gelip yalnızca anayasanın «geçici
4. maddesi»ne takılı bencil yürekleri ve ipotekli beyinleri de hiç konu
etmeyelim.
Avni Arbaş'ın fırçasından süzülen ve o renk cümbüşü içinde sanki dörtnala koşan
atlara bakalım.. Nâzım Hik-met'in deyişi ile «Bu atlar Avni'nin atları/Kuvvayı
Milliye atları..» Bu atlara bakalım..
Ne 175. madde, ne anayasa kefaleti, ne geçici 4. madde, ne şu, ne bu..
— Bu atlar Avni'nin atları Kuvvayı Milliye atları
Kara yamçı altında ak sağrı dolgun Titrer burun kanatları Bu atlar Avni'nin
atları..
Abidin Dino gibi, Avni Arbaş gibi sanatçıları çıkaran bu halk, kimi devlet
yöneticilerince IMF'ye, OECD'ye milyarlık borç yükleri altına sökulsa da
insanlıktan hep alacaklı kalacaktır.
— Kuvvayı Milliye gelecek yine Şahin atlar aşarak yeli Çiğneyerek gâvuru da
Anzavur'u da Kuvvay: Milliye gelecek yine.
Kafalarında seçim sandığı taşıyan siyasetçiler unutulacak; aydınlara,
sanatçılara en acımasız cezaları verenler unutulacak; devlet adına yol kesen
eşkiya unutulacak, beyinlere dikenli teller dolayanlar unutulacak, devlet
başkanları unutulacak, kırmızı plâkalı arabalara tırmanmış başbakanlar
unutulacak; bakanlar unutulacak..
. Resimleri ile Dinolar, Arbaşlar; romanları, öyküleri ve yazıları ile Yaşar
Kemaller, Aziz Nesinler, Rıfat llgazlar, Sabahattin Aliler; şiirleri ile Nâzım
Hikmetler, Ceyhun Atuf-lar, Hasan Hüseyinler, Ahmet Arifler hep yaşayacaklar..
Yasak üstüne yasak konsa da yaşayacaklar; adları okul kitaplarından çıkarılsa da
yaşayacaklar, şiirlerinden, yapıtlarından devlet televizyonunda, radyosunda tek
sözcük bile olsun söz edilmese bile yaşayacaklar..
«Türküler söylendikçe Türk diliyle/Seni seviyorum, gülüm dendikçe Türk diliyle»
bu ressamlar, bu yazarlar, bu şairler hep anılacak..
Yasak olsa da anılacak..
Yasak olmasa da anılacak..
Bugün salonlarda anılacak..
Yarın alanlarda anılacak..
«Devletlüler» unutulacak ve yarınlara, ilkellikleri dışında bir iz bırakmadan
unutulup gidecekler bir bir. . «Avni'nin atları» kalacak yarınlara..
— Gülüm Kuvvayı Milliye atları, Gözüm Kuvvayı Milliye atları..
Bugün ne 175. madde, ne dönen dolaplar, ne arabesk oyunlar, ne geçici 4. madde..
— Bu atlar Avni'nin atları. Kuvvayı Milliye atları
Kara yamçı altında ak sağrı dolgun Titrer burun kanatları Bu atlar Avni'nin
atları..

 (3 Mayıs 1987)

 *

"Türkiye, bir İslamcı devlet değildir; laiktir, laik kalmalıdır. Ve laik kalacaktır. Amerikancı bütün etkilere karşın Türkiye, kendi bağımsız siyasetini kendisi çizecek ve bu siyaseti yine kendisi uygulacaktır.

Müslümanlığı, bir antikomünist ideoloji olarak Türkiye’nin komşularına karşı kullanmak, hem İslâm dinine saygısızlıktır hem de Türkiye Cumhuriyeti’ni sonu gelmez bir serüvene itmek demektir." 

"Tarikat - Siyaset - Ticaret"

Uğur Mumcu

Ünlü beyin cerrahı Gazi Yaşargil'den tarihi düzeltme

Prof. Dr. Gazi Yaşargil, dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in oğlu Can Yücel yerine kendisine burs vererek yurt dışına gönderdiği bilgisini düzeltti

Prof. Dr. Gazi Yaşargil, dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in oğlu Can Yücel yerine kendisine burs vererek yurt dışına gönderdiği bilgisini düzeltti. Yaşargil, “Ne bana burs verildi ne Can’a” dedi.

Can’ı ikna ettim

Gazi Yaşargil meslektaşlarıyla gerçekleştirdiği buluşmada çok sık paylaşılan tarihi bir anekdotla ilgili de düzeltme yaptı. “Can Yücel yerine bana burs verildiği çok söyleniyor” diyen Yaşargil şöyle devam etti:

“Ama ne bana burs verildi ne de Can’a. Hasan Ali Yücel, Temmuz 1943’te yanıma gelerek ‘Gazi Bey, Can bana söyledi Viyana’ya gitmeye karar vermişsiniz. Ben de Can’ı İngiltere’ye göndereceğim. Lütfen onu ikna edin’ dedi. Ben de ikna ettim, yol gösterdim sadece. Ama ikimize de burs verilmedi. İkimizde ailemizin imkânlarıyla yurtdışına çıktık. Can çok iyi arkadaşımdı.”

Aşık olunca koca beyin şaşırıyor

Her insanın beyninin 150-200 odacıktan oluştuğunu ve her odacığın başka düşünceler ürettiğini anlatan Yaşargil şöyle devam etti:

“Beyin hastalıkları da bir odayı vuruyor. Geri kalanı yerinde duruyor. Beyin hem uzayı algılamaya çalışıyor hem de atomu parçalamaya çalışıyor. Her kararımızı yüzde 51 ile veririz. Sadece aşık olduğumuz zaman yüzde 100 karar veririz. Yani kimyevi anlaşma. Bazen bir bakış, şimşek çakar. O zaman nasıl oluyor ki koca beyin, yüz milyar hücre birden şaşırıveriyor. İnsan her şeyi unutuyor. Bir hücre gidiyor milyarlarca hücre arkasından gidiyor.”

‘Cep’i çocuklara yaklaştırmayın

Cep telefonlarının beyne etkisi konusunda henüz kesin bir çalışmanın olmadığını da belirten Yaşargil, cep telefonu kullanmadığını ve cep telefonlarının çocuklardan uzak tutulması gerektiğini söyledi.
Yaşargil, çevre kirliliğinin genlerimizi olumsuz etkileyeceği uyarısında da bulundu.

 

Ümit Yaşar Oğuzcan "Hayatımdaki şairliğimi alıp çıkarırsanız geriye önemli bir şey kalmaz. Öylesine tutkunum şiire”

Şiir yer altı nehirleri gibi oluşur şairin iç dünyasında. Bir gün yeryüzüne çıkmak için bir çıkış noktası arar. O nokta ilhamdır işte! O noktada var olur şiir.

Aşk şairi olarak tanındım, hep böyle kalmak isterim. Bu konuda şiirlerimde çok şey söyledim. Daha da söyleyeceğim. Aşk şairiyim, fakat sevmekten sevilmeye vakit bulamadım. Karşılıklı sevenlerin değil, sevipte sevilmeyenlerin şiirini yazdım. Aşkın karşılık beklemeden sevmek olduğuna inanıyorum.
 
Sevgisiz sanat olmaz. Her sanat eserinin mayasında sevgi vardır. İnsanları sevmek, yaşamayı sevmek, tabiatı sevmek, müziği sevmek, ya da bir kadını sevmek arasında büyük farklar yoktur. Önemli olan, sevmek, sürekli sevmek, sevebilmektir.
 
Çoğu zaman kağıda geçirmeden önce, şiiri zaten yaşamış yazmış olurum. Şiiri kağıda geçirme anında kelimeleri, mısraları yüksek sesle defalarca okurum. Bu şiirde ritmi devam ettirmemi sağlar. Şiir bitince ilk işim onu yazı makinasında temize çekmektir. Bu da şiirin estetiğini ifade anında düzenlememe yardım eder. Şiirin ve özellikle şiirlerimin göz yerine dudakla okunmasından yanayım. Bu güne kadar ne yazmışsam yanlışsız, eksiksiz ezbere bilirim. Şiir yazışımın belirli şartları yoktur. Eğer o atmosferde isem her yerde, her zaman yazabilirim.
 

İki Kişiye Bir Dünya 

Birinci Bölüm:
Kader Kapıyı Çalıyor
(Andante)

Gelme diyorsun
Bu gel demektir
Birazdan güneş doğacak
Dolu dizgin atlılar geçecek yüreğimden
Seni düşüneceğim
Gümüş mahmuzların parlaklığında
Yağmur nal izlerini örtmeden
Sana geleceğim
Bekle beni
Hindistan ‘da Banaras şehrinde seni aradım
Ganj ‘ın sularında lanetlenmiş insanlar yıkanıyordu
Ganj ‘ın suları pisti bulanıktı
İçtim

Bir kadın tanıdım Haydarabat ‘da
Cüzamlıydı güzeldi üstelik
Sana benziyordu
Etli dudakları vardı
Brahman mabetlerinde seviştik üç gün üç gece
Taşların üstünde yattık
Bir hayvan tarafımız vardı alımlı
Bir Tanrı tarafımız vardı iğrenç
Bir insan tarafımız olacaktı
Aradık üç gün üç gece
Bulamadık
Bir Tanrı tarafımız vardı korkunç
Sevemedik

Sonra Nijerya ‘da Mozambik ‘te Altınsahillerinde
Kulaklarımda ulu ormanların uğultusu
Vahşetin musikisini dinledim yeşil yeşil
Zifir gibi bir yalnızlıktı içimde yokluğun
İri bir memeydin kalçaydın avuçlarımda
Belki bir tutam tuzdun kirli
Seni düşündükçe susuyordum
Nehirler göller kandırmıyordu beni
O kadınlara gidiyordum
O bakır tenli kadınlara
O kadınlarla da yattım
Adam boyu yaprakların üzerinde
Boyanıp boyanıp yeryüzüne çıkıyorduk derinlerden
Yorgundum
Kuşkuluydum
İliklerime kadar bendim
Bir yeşildim
Bir beyazdım
Karanlıktım
İnsan eti yiyenler anladı beni

Kanarya adalarında
Bir kamış kulübede iki ayna buldum
Birinde ellerim vardı kemik kemik
Parmaklarım beni çağırıyordu sana
Birinde gözlerim vardı
Ağlıyordum
Çiğnenmiş otlara döndüm
Ağlamaklı denizlere
Köpek balıklarının azı dişleri avutmaz beni

Bir gemiydim
Battım
Santa – İsabelle adasının önünde
Şimdi 3200 metre derindeyim
Sana ahtapot gözleri topluyorum
Sana mürekkep balıklarının gözyaşlarını getireceğim
Bırak beni
Yosunlarla bir çeşmeden su içiyorum
O derinliklerde bir mağarada buldum kendimi
Önce garipsedim çıplaklığımı
Utandım
Sonraları alıştım güzelliğime
Bir elim sendin
Bir elim ben
Ayaklarımı göremezdin
Öyle uzaktaydı
Sağ kolumu Mekke ‘de kestiler şafak vakti
Utanmaz yalnızlığımla kaldım çaresiz

Bitmez
Haçlı seferleri boyunca anlatsam maceramı
Yakına gel
Dört yanımız iri ıstakozlarla dolu
Yalnız değiliz
Tuk ki bu tuzlu balıklarda benim yüreklerim çarpıyor
Tut ki gözümün yarısı elmada yarısı kapanık
Tut ki ben beyaz peynirim ben zeytinim
Al
Ekmeğine katık et beni

Dufy ‘nin bir sokağı vardı bilir misin
İlkin seni o mor sokakta gördüm
Temmuzun ondördüydü
Bütün itliği üzerindeydi güneşin
Bir yeşil elbisen vardı
Bir siyah ayakkabın vardı
Bir gözlerin vardı
Bir dudakların vardı
Ama ben yoktum o sokakta
Tahiti adalarında
Gaugin ‘le seni düşünüyordum
Absent kadehlerinde ellerini içiyordum yudum yudum
Dufy ‘nin sokağı aklıma nereden geldi

Bir çift zar aldım
Attım gökyüzüne
Adis-Ababa şehrine düştü
Adis-Ababa şehrinde kadınlar
Hepyek bakıyordu yüzüme
Yüzümde cinayetler işleniyordu her gece
Kadmiyum kırmızısından kanlar akıyordu nehir nehir
Sen baksan görürdün
Her gözüme bir düşeş oturmuştu
Sen görsen anlardın
Titanyum beyazı yalnızlığımı
Budapeşte köprüsünün üzerinde
Bir çingene falıma baktı
Dedi üç günde öleceksin
Ben üçbin yıldır seni arıyorum
Kapılara sığmıyor umutsuzluğum
Lağım kokuları gibi çirkef gibi kederliyim
İçimden dünyayı ipe çekmek geliyor
Cümle yıldızlar şahidim olsun
Yapmazsam adam değilim

Şanghay ‘da orospular benimle yatmadı
Çirkinsin dediler
Pissin dediler
Yıkandım arındım
Afyon yüklü mavnalar geçiyordu Çin denizinden
Birisi geçmişime küfretti
Tuttum öldürdüm
Geçmişim seninle güzeldi temizdi aktı
Kirlettim
Affet beni

Hamamatsu ‘da bir geyşa kızı yüzüme tükürdü
Pyong-Yang ‘da kurşuna dizdiler beni
Tiz bir boru sesi üç defa ti çekti
Trampetler başımda zonkluyordu
Kederliydim
Çaresizdim
Canım Tchaikovski ‘yi dinlemek istiyordu
Ah o keman konçertoları öldürdü beni

Dinsizdim İstanbul ‘da minareler üstüme yıkıldı
Yoksuldum Kudüs ‘te kiliseler kabul etmedi beni
Gelme diyorsun
Bu gel demektir
Birazdan akşam olacak
Rachmaninof ‘la bir meyhanede içmeliyim bu gece
Sonra sana gelmeliyim
Rachmaninof nereye giderse gitsin

Şimdi bir derin mavide akşam oluyor
Gök mavi deniz mavi
Mor dağlar yeşil ağaçlar mavi
Bozuk düzen mavi gecelerden sesleniyorum sana
Ne opera aryaları
Ne beşinci senfonisi Beethoven ‘in
Bir yalnızlık marşıdır çalınıyor uzakta
Gün ışığı arkamızda kaldı bak
Tanyerinde unuttuk gözlerimizi
Gel artık
Hayata yeniden baçlayalım
Gel artık
Bu mavilerde kimseler görmez bizi

Solfej anahtarlarını kaldıralım
Do ‘ların mi ‘lerin önünden
Bırakalım bu dünyayı alabildiğine dönsün
Ölmekse daha kolay ne var
Yaşamaksa sensiz mümkün değil
İskender adam edemedi bu dünyayı
Biz mi edeceğiz
Eflatun çözemedi yaşamanın sırrını
Biz mi çözeceğiz
Bütün yataklar bir kişilik
Git diyorsun
Nereye gideyim
Birazdan gece olacak
Ağır kılıçlar parçalayacak yüreğimi
Pis bir koku gibi çökecek üstüme yalnızlığım
Seni düşüneceğim stepler ortasında yorgun kimsesiz
Dolu dizgin atlılar geçmeyecek yüreğimden
Bir gözümde gümüş mahmuzların pırıltısı hazin
Bir gözümde bozulmuş nal izleri
Durup durup ağlayacağım

Sen bu ayrılıklar için mi yaratıldın söyle
Bu zehir zemberek kederler için mi
Bak bütün orkestralar sustu
Bütün ışıkları söndü dünyanın
Korkma
Haydi uzat ellerini
Geçmiş yılları yeniden yaşayalım bir bir
Bak dinle
Bir seslenen var uzaklardan
Bak dinle
Kader kapıyı çalıyor
Gelme diyorsun
Gelme diyorsun
Bu gel demektir.

İkinci Bölüm :
Seninle Kardeş Değiliz
(Allegro)

Tanrının bıraktığı yerden biz başlıyalım
Üç milyar insanın yarısını sen öldür yarısını ben
Üç kişi kalsak yetişir yeryüzünde
Yaklaş bana
Seninle kardeş değiliz

Hüzünle karışık sevinçlerden kurtul artık
Arzuların o belli belirsiz sıcaklığını sev
Biliyorsun
Önce Tanrı insanı yarattı
Sonra insan sevgiyi
Ne yapsak boş
Ne kadar çabalasak faydasız
Geriye dönemeyiz
Olanlar oldu iş işten geçti
Çamurumuza sevgi katılmış bir kere

Kim bu şarkıları söyleyen
Karcığar faslından düm tek üzere
Aklım bir yere erişti durdu
Susun
Şimdi üçgenlerle oynuyorum
Kaldırın bu daireleri
Bir model kız geldi soyundu karşımda
Saçlarından üç fırça yaptım
Üç tüp boyan vardı
Verenoz yeşili zümrüt yeşili krom yeşili
Hepsini kattım birbirine
Senin yeşilini buldum
Senin yeşilinde orkestralar Debussy ‘den çalıyordu
Senin yeşilinde unuttum siyahlığımı

Bu deli eden uğultu nerden geliyor
Kim kırdı bu aynaları
Toplayın yüzümüzü görelim
Çirkin değiliz artık
Bir kapı açılda önümüzde ölümsüzlüğe
Güzeliz
Sabahlar bizimle dolu
Işık diyordun al işte
Kör kiyilara kadar isidi yeryüzü
Renk diyordun iste bak
Buram buram mavi
Çarsilar dolusu kirmizi
Süt beyazindan geceler
Sari günesler ortasinda turuncu bir gün
Yitirilmis saadetlerin bahçesinde mor çiçekler

Kardes degiliz diyorum inanmiyorsun
Yalan bunca faziletler yalan
Bizi bu cigeri bes para etmez insanlar mahvediyor
Aldirma diyorum sana
Dünya ikimiz için yaratildi
Üç milyar insan is olsun diye geldi yeryüzüne

Verdigin her kederin yüregimde yeri var
Hangi kitabi açtiysam seni okudum yillardir
Hangi aynaya baktiysam seni gördüm
Gel desen gelemem
Git desen gidemem
Öl desen kanim akmaz
Anladim artik seni sevmek yüce bir sey
Anladim seni sevmek Tanri'ya yaklasmak gibi

Insanlar içinde bir sana inandim
Bir seni sevdim kendimden baska
Uykularimin bölündügü saatlerde
Sendin düsündügüm soluk soluk
Sivri biçaklar gibiydin karanligimda
Gözümü yumsam seni görüyordum
Oynak türkülere benzeyen yürüyüsünle
Sen çikiyordun karsima
Karanligimda
Iki yildizdi ellerin görülmedik
Karanligimda
Bir orman yanginiydi dudaklarin

Istesen hayat verirdim bu karanliklara
Istersen gökyüzünü bir mendil gibi yirtardim
Denizlerden göllerden nehirlerden
Sana görmedigin renkler yaratirdim
Zamanin ötesinde
Yeni bir dünya kurardim sana
Insansiz Tanrisiz kedersiz
Severdin
Dag rüzgarlarinin serinligince
Yasardin
Bu sefil dünyamizdan uzak

Bir yanip bir sönen isiklar gibiyim
Yumruk kadar yüregimde sen varsin
Kutsal kederler içinde seninleyim artik
Sari badanali evlerde basbasayiz
Bütün duvarlara gölgen kazinmis
Kokun sinmis bütün perdelere
Kapilarda parmaklarin beyaz beyaz
Sokaklarda ayaklarinin izi
Ben bu sokaklarda ölsem
Kaldirimlar çekmez agirligimi
Söylesem askimi asirlar boyunca
Bu iki yüzlü insanlar anlamaz beni

Desem ki yeryüzüne bes peygamber geldi
Besincisi sensin
Desem ki iki kisi kaldik dünyada
Ikincisi sensin
Desem ki biri var yeri gögü var eden
O da sen olurdun
Sana tapmak için
Kilden bir heykel yapardim güzelligince
Bilsem ki sen Tanri'dan iyisin
Bilsem ki Tanri senden güzel degil

Senin o kocaman kocaman gözlerin yok mu
Nasil duruyor boslugunda arzularin anlamiyorum
Nasil nasil bakiyor bana
Böyle merhametten uzak
Git diyorsun
Nereye gideyim
Ümitlerim ne olacak
Bunca siirleri kim söyleyecek sana
Kim anlatacak dünyaya sigmayan güzelligini

Gitmek mümkün olsa da gitsem uzaklara
Sevmesem seni bir daha
Paramparça etsem yüregimi cam gibi
Sonra yaksam
Savursam küllerini karli daglardan açik denizlerden
Yine seni severdim toz toz
Yine sana tapardim küllerimin agirliginca

Bu oksijen gazi olmasa da olurdu
Ama Beethoven gelmeseydi dünyaya
Seni bu kadar sevemezdim
Ikimizin ortasinda o duruyor
Sagimizda birinci keman
Solumuzda ikinci keman
Karsimizda üçüncü keman
Sonra orglar flütler kontrbaslar
Sustur su orkestrayi Beethoven
Simdi dokuzuncu senfoninin sirasi mi

Bunca yalnizliklar bunca yokluklar benim isim degil
Bu çirkinligi ben yaratmadim
Ne de bu kahpe güzellikleri
Bende sevmedigin ne varsa senden türedi
Su karanlik bakislar
Su ellerimin pisligi
Su dudaklarimdan çikan igrenç sözler
Besbelli senin eserin
Ne buldumsa sende buldum kötülükten yana
Ne ögrendimse senden ögrendim
Seni sevdikten sonra basladim yasamaga

Seni Tanri yarattiysa beni kim yaratti
Bu azabi kim verdi bana
Çingirakli yilanlarin zehirini içtim
Balinalarin kusmuklarini
Kükürt kokulu imkansizliklar içindeyim
Oysa güzeldim tarihin ilk çaglarinda
Görsen sasardin
Öyle aydinliktim
Öyle iyiydim
Kobalt mavileriyle doluydu yüregim
Kursun beyazlariyla
Severdin beni
Midye kabuklarinin yesilligince

Sonunda dedigim çikti iste
Samanyolundan bir yildiz düstü dünyaya
Sinekler gibi eziliverdi insanlar
Her sey bir anda olup bitti
Yapayalniz kaldik
Ne radyo aktivite ne mantar seklinde bulutlar
Ne yasamak sevinci ne ölüm korkusu
Sonunda üç kisi kaldik dünyada
Sen
Ben
Bir de Jiro'nun Manon Lesko'su

Yine bana bakarken yüzün kizariyor
Toplum kurallarindan kurtulamadin daha
Bütün çayirlar bombos

Görmüyor musun
Al basini daglara çik
Avaz avaz sarki söyle sokaklarda
Bir kibrit çak
Bütün evler yansin
Yüzbin yilin öcünü al bu serefsiz dünyadan
Sonra kaldir kendini denize at
Biraz serinle
Sevebildigim kadar insanim ben
On gram arsenik yeter canima
Beni düsünme

Uzun mistral rüzgarlarinin üzerine
Nimbüs bulutlari geliyor kaç
Uykumuz bölündü çiril çiplagiz
Kum firtinalari basladi
Çin seddinin ötesinde
Gölgemizi bir Asya sehrinde unuttuk
Taklamakan çöllerinde kaldi rüyalarimiz
Haydi git
Yok olduk iki oldugumuz yerde
Haydi git
Bir kalirsak yine var olacagiz.

Besyüz borazan birden çaliyor
Bin davul birden vuruyor basimda
Gök gürültüleri
Çekiç sesleri makine sesleri
Daglardan kopan kocaman çiglar
Taslar
Kayalar
Ey üstüme üstüme gelen deniz
Ey cam kiriklarindan kader
Yeter artik
Nerdeyse çildiracagim
Bir yesil ötesine geldim durdum iste
Merdivenin son basamagindayim
Bir adim daha atsam
Kimseler tutamaz beni
Bir adim daha atsam karanliktayim

Kaç kere söyledik
Su potpuriyi çalmayin diye
Anlamiyor musunuz
Fa diyez bemol çaresizlikler içindeyi
Bir duvar yikiliyor altinda kaliyoruz
Bir adam ölüyor bizi gömüyorlar
Susturun su kemanlari
Biraz da ilahlar aglasin yoklugumuza
Kirli gözyaslari kirik iskemleler
Basi bozuk Çigan havalari
Yeminler notalar akortsuz teller
Ve sakat çocuklari Nagazaki'nin
Biz bunun için mi geldik yeryüzüne
Devirin su putlari
Mukaddes kitaplar bize göre degil artik

Sinemaskop rezaletler içindeyiz
Café Chantant'larda dua ediyoruz
Mabetlerde çiftlesiyoruz artik
Mesuduz
Dokunmayin keyfimize
Saint Pierre'in doksandokuzuncu göbekten torunu
Strip tease yapiyor
Foli Bergere revüsünde her gece
Gelsin arkasindan sampanya siseleri
Kauçuk gögüslü kizlarda bir naz bir çalim
On derste ask
On derste güzellik
On derste cinsiyet
Ve tam onbin yildir arayip bulamadigimiz fazilet
Sonra mezarliklar dolusu günah
Genelevler dolusu namus
Velhasil ailece rock'n roll dansi ögrendik
Tepinip duruyoruz

Pirinç tanelerine çizdigimiz kral resimleri bizi kurtarmadi
Ne de Babil'in asma bahçeleri
Hakkini veremedik alin terimizin suçluyuz
Har vurup harman savurduk ömrümüzü
Akilli bir maymun olmaktan öteye gidemedik
Simdi bu kördögüsünde yenildikse suç bizim
Geç anladik zavalliligimizi
Her seyi bu sagir göklerden bekledik yillardir
Bizi kimseler inandiramadi ölüme
Bize kimseler ögretmedi insanligimizi

Kim kurdu bu düzeni nerdeyiz
Bu tekerlekler nasil dönüyor boslukta
Bu umutlar bu dualar bu kahrolasi hayaller
Nasil bunca yildir barindirdi bizi
Bu kati yürekli topraklar
Bu gülünç mezartaslari
Ölümler ölümler ölümler
Ölümlerden beter yalnizligimiz
Bu macera ne zaman bitecek söyleyin
Söyleyin ne zaman aydinlanacak
Bu karanlik alin yazimiz

Harun-er Residin gazabina ugradik cümlemiz
Basparmaklarimizin birinci bogumundan vurdular bizi
Bir düsüs düstük Eiffel kulesinden
Sersefil oldu ölümüz caddelerde
Nice evlerin nice apartmanlarin bütün agirligi üzerimize kursun gibi çöktü
Sokak köpekleri isedi kanli gömlegimize
Yedi yildiz senesi bagirdik agladik
Kimseler duymadi sesimizi Lili Marlen
Besyüz sene sonra anlasildi yoklugumuz
Iste biz böyle yitirdik inancimizi Tanriya
Keyfimize dokunmayin
Adamakilli sarhosuz

Ya bir gül koparin bahçenizden
Koklayalim
Ya bir yudum su doldurun taslarimiza
Içelim
Ya da bir dilim ekmek verin
Sükredelim yasadigimiz
Karanliklar içinde
Çamurlar içindeyiz
Tutun kaldirin bizi
O yalanci sevginiz sizin olsun
Biz yasamak için geldik yeryüzüne
Alin basiniza çalin merhametinizi

Körsünüz ya da sagirsiniz
Beyaz çorap giydi diye
Ku Klux Klan derneginin adamlari
Bir zenciyi linç ettiler
Görmediniz
Ibni Mansurun besinci karisini topraga gömdüler beline kadar
Sabahtan aksama dek yedibin kisi tasladi
Yedibin kisi tükürdü yüzüne görmediniz
Su gökkubbenin altinda
Bosa gitti nice bonjour'larimiz
Sonra üç kere good night dedik
Duyan olmadi

Ya savas meydanlarinda yitirip bulamadigimiz gerçek
Engizisyon iskenceleri yirminci yüzyilin
Firinlar
Gaz odalari
Kitle halinde ölümler
Kara sineklerin kondugu çürümüs et yiginlari
Yaylim ateslerile delik desik olmus insanligimiz
O azgin atlarin çignedigi kollar bacaklar
O kan çanagi gözler
O süngü uçlarinda yükselen kesik baslarimiz

Bizi alçaltan bu kanli zafer taçlari iste
Öptügümüz o pis eller
O maymun maskara soytarilar
Küçük orospular
Kirli zevklerimiz
Yatagimiza giren frengili kadinlar
Aldigini geri vermez bir karanlik dört yanimizda
Hangi perdeyi aralasak gece
Hangi tasi kaldirsak çaresizlik
Ölüm isli bir fener isigi bu karanliklarda
Ölüm yorgun askerlerin tek umudu sicak
Biz bu ölümlerle yakiniz ölümsüzlüge
Bu karanliklarla uzak

Siz dilediginiz sarkiyi söyleyin yine
Yine karamelalarla kandirin küçük kizlari
Irzina geçin torunlarinizin
O sapik arzulariniz yükseltecek sizi
O karanlik odalarin basibos rahatligi
Varin dilediginiz gibi yasayin artik
Bir gün bütün günahlariniz bagislanacak Tanri katinda
Ne cehennem atesleri ne o köprüler kildan ince
Sizin için degil
Siz öyle Tanrilarin böyle kullarisiniz iste

Simdi de oturmus tuz biber ekiyorsunuz yaramiza
Kiliselerde camilerde ögütler veriyorsunuz Tanri adina
Sonra her gece bir cinayet isliyorsunuz
Temiz çarsaflarda pis kaniniz
Uykularimizda gölgeniz korkunç belali
Sizi sayiyla mi verdiler bize
Defolun karsimizdan
Bize kendi derdimiz yeter
Kaninizi bulastirmayin ellerimize

Yüzsüzlügün bu kadarina pes dogrusu
Haydi biraz egin basinizi
Bizden af dileyin
Kederimizi anlayin artik
Saygi gösterin sevgimize
Belki sizi affedebiliriz
Ne de olsa insaniz biz de
Bir zayif tarafimiz vardir

Nasil aldandik bunca zamandir
Nasil inandik güzelligine hayatin
Bize ne dogan günesten
Büyüyen bugdaydan akan sudan bize ne
Alabildigine kederliyiz yorgunuz
Bize dostlugu ögrettiniz
Bize sevmesini ögrettiniz böyle delicesine
Sevdikse günahlarimiz Tanri ‘nin boynuna
Sevilmedikse insanlar utansin kederimizden
Ne aradik ne bulduk dünyanizda söyleyin
Bir sevgiyi bile çok gördünüz bize
Öpüstük uykularimizda ayipladiniz
Kara kara yengeçleri saldiniz üstümüze
Simdi de bir yasamaktir tutturmussunuz
Rahat birakin bizi
Gögüyle deniziyle
Tasiyla topragiyla
O yoktan var ettiginiz Tanri'siyla
Dünyaniz sizin olsun.

Bogaz tokluguna yasamalar bizi kurtarmaz artik
Biz oldum olasi kör dogmusuz
Brakisefal kafalarimiz bir ise yaramiyor
Hele su bizimsiz ayaklarimizin haline bakin
Aptalligimiz yüzümüzden belli
Aynaya bakip gülüyoruz
Oysa bütün çirkinligimiz asikar ayna gibi
Söyleyin bir Shakespeare mi akilliydi içimizde
To be or not to be

To be or not to be bir sey degil yine
Sen olmasan benim varligimdan ne çikar
Ama sen yoksun iste
Bense bütün insanlar gibi ha varim ha yogum
Yine sana çikiyor bütün yollar
Yine bütün iki kere ikiler dört ediyor
Dönüp dolasip ayni yere geliyorum.

Hani o iki kişilik dünyalar bizimdi
Hani sen iyiydin
Halden anlardın
Hani sen git demiyecektin bana
Ve ben herşeye rağmen gelecektim
İçimde bir umut
Ellerimde olgun meyvalar
Dünya nimetleri
Gözlerimde yanıp yanıp sönen bir pırıltı
Ama ne sen gel dedin
Ne de ben gelebildim herşeye rağmen
Aşkımız ayrılıklarla başladı

Deli dolu akan nehirlerden tas tas sular içtik
Öyle ateşlerle doluydu yüreklerimiz öyle tutkundu
Karlı dağların serinliğinde uyurduk geceleri
Deniz fenerinin ışığında yıkanırdık
Köpükten bir çalkantıydı içimizde zaman
Ne yana baksak denizdi maviydi ışıktı
Sonra bir çaresizlikti zifir
Akıntıya kapılmış gemiler gibiydik

Bir org çalınır gibi yanıbaşımızda
Öyle kendinden geçmiş öyle başıboş
Öyle derin duygular içindeydik anlatılmaz
Sarhoş rüzgarlara bıraktık kendimizi
Aldığını geri vermez dalgalara
Görmediğimiz ülkeler gördük gün doğusunda
Tatmadığımız yemişlerden tattık günahkar olduk
Alevden bir tasta eridi günler
Bir cehennem ateşiydi aşk içimizde
Hiç sönmeyecekmiş gibi yanıyorduk

Tutsaklığımız nasıl başladı bilinmez
Paslı demir kapılar kapandı üstümüze
Taş duvarlarda kayboldu boğuk seslerimiz
Çaresizliğimizi bize aynalar söyledi inanmadık
Kuşatıldık ansızın kederle ayrılıkla
Aman vermez karanlıklar sardı dört yanımızı
Yalnızlık bir ağrı gibi çöktü başımıza
Uyuduk bir daha uyanamadık

Şimdi bir kutup var sana çeker beni
Bir kutup var senden öteye
Ben onun için böyle ortalıklarda kaldım
Dağ yollarında caddelerde sokaklarda
Onun için bulup bulup yitirdim seni
Hangi kapıyı çaldıysam sen açtın bana
Hangi gözümü yumduysam seni gördüm
Zamandın zamandan öte bir şeydin
Yıllarca bir meşale gibi yandın uzaklarda

Bu manyetik alanda boğulmam senin yüzünden
Bu zincirleri sen vurdun ellerime
Sen getirdin bunca karanlıkları
Al şunu mum yak
Korkuyorum
Bir taş aldım attım denize
Günahlarımdan kurtuldum
Alfabenin yirmisekizinci harfindeyim
Öteye gidemem
İtme beni

Benim de bir insan tarafım vardı
Bakma böyle kötü olduğuma
Benim de dileklerim vardı
Benim de bir beklediğim vardı yaşamaktan
Yeter artık vurma yüzüme çirkinliğimi
Hergün bir kadın ağlar benim yüzümde
Büyük dertler için benim ellerim
Anlamıyor musun
Sen sevildiğin için güzelsin bu kadar
Ben sevilmediğimden böyle çirkinim

Bütün kötü yerlerde ben korkarım
Biliyorum
Bir hayvan leşiyim öleli kırk gün olmuş
Fabrika bacalarında bir kara dumanım
Zehirim akrep kuyruklarında
Kötüyüm sevemediğin kadar
Öyle fenayım
Kapanmış bıçak yaralarında
Bu pis çöp tenekelerinde unut beni
Unut artık
Bayat bir ekmek gibi
Çürümüş bir elma gibi

Sarı badanalı evlerde kazanlar kaynar
Sarı badanalı evlerde günahlar işlenir her gece
Sarı badanalı evlerde ölüler yıkanır
Sarı badanalı evleri sev biraz
Bu evlerde zaman benim akşamlarımdır yitirilmiş
Bu kazanlarda benim gözbebeklerimdir kaynayan
Bu sarılarda benim yüreğim bir ölür bir dirilir
Anladım
Bu dünyada benden başka kimse yok beni anlayan

Tosca' dan bir arya hatırlıyorum şimdi
Sus biraz
Ensemde bir akrep yürüyor
Bırak yürüsün
Sabaha asacaklar beni
Dokunma
Yedi canım vardı ikisi gitsin
Bunca ölümler az gelir bana

Kalbimi yardım
Bir damla kan aktı
Kutuplara kar yağıyordu
Üşüdüm
Failatun vezniyle seni çağırıyorum
Bana imbiklenmiş yeşilliğini getir
Dur gitme
Beş kuruşum vardı kaybettim
Dur gitme
Isırgan otlarından kurtar beni

Deniz analarının gözlerini çaldım
Sana bakmak için
Güneşi üçe böldüm
Al biri senin olsun
Yüzümde beş bıçak yarası var
Bir de sen vur
Barut kokusunu severim
Bir portakalı dilim dilim soy
Acıktım
Tut ki ben yoğum artık yeryüzünde
Tut ki bir marul yaprağıydım
Öldüm

Al şu serçe parmağım sende kalsın.
Ben kötüyüm
Allahsızım
Korkunç çirkinim
Ben seksensekizinci tul dairesiyim
Sağ gözümün üç kirpiğini kestim
Al
Ben lanetlendim

Chopin' in cenaze marşı çalınıyor
Ölüler ayağa kalktı
Görüyor musun
Şu soldan ikinci benim
Senin yüzünden öldüm
Şimdi seni getiriyorlar karanlığıma
Ağlıyorum
Biraz sev beni
Gül biraz
Yaklaş biraz
Seni affediyorum

Kuşkonmaz dallarına astım kendimi
Sedir ağaçlarına gül yapraklarına
Başımı taşlara vurdum
Gözbebeklerimde büyük camlar parçalandı
Tanrısal duygular içindeydim
Bütün tanrısızlığımdan uzakta
Bir kemiklerinin sertliğini aldım
Bir teninin aklığını
Sonra sıcaklığını dudaklarının
Gel bak
sana bir tanrı getirdim
Gel bak
bir tanrı yarattım senden

 

Afganistan'ın modernleşmesinde Türkiye'in Rolü


Afganistan, Avrasya bölgesinin güneydoğusunu oluşturan, Orta Asya ile Orta Doğu ve güneydoğu Asya ülkeleri arasında bir geçit konumundadır. Jeopolitik öneminden dolayı bölgesel ve küresel güçler bu bölgede hakim olmak istemişlerdir. Avrasya bölgesindeki yeni gelişmeler, Afganistan’ı yeniden önemli bir hale getirmiş dolayısıyla bölgesel ve küresel güçlerin mücadele sahasına dönüştürmüştür. İpek yolu güzergahında bulunan Afganistan, Kuşanlar, Gurlular, Gazneliler, ve Selçuklular döneminde bir Türk yurdu olmuştur. Günümüzde ise ülkede önemli bir Türk nüfusu yaşamaktadır. 1919 yılında İngilizlerden bağımsızlığını aldıktan sonra, Afganistan ile Türkiye arasında 1 Mart 1921 yılında ilk Türk – Afgan ittifakı Moskova’da imzalanmıştır. Sadece askeri düzeyde olmayan anlaşmaya göre Türkiye, Afganistan’a eğitim ve modernleşme konusunda yardımcı olacaktır. Mayıs 1928 yılında Afgan Kralı Emanullah Han Türkiye’yi ziyaret etmiş, kendi ülkesine döndükten sonra, Türkiye’yi bir model ülke olarak almıştır. Afgan Kralı Türkiye’deki yapılanları kendi ülkesinde yapmaya çalışmıştır. Türkiye’den bir uzman grup da Afganistan’ın modernleşme çabalarını destek vermek amacıyla Afganistan’a gitmiştir. Atatürk döneminde Türkiye, Afganistan’ın modernleşmesi ve yeniden yapılandırılması sürecinde aktif bir şekilde rol almıştır. Türkiye ile Afganistan arasındaki din birliği, nispeten ırk birliği ve iki ülke arasındaki ortak bölgesel menfaatler her iki ülke açısından büyük önem arz etmektedir. Türkiye Müslüman bir NATO ülkesi ve Afganistan idarecileri nezdinde güvenilir bir devlet konumunda olduğundan dolayı, bölgenin önemli belirleyicilerinden biri durumundadır. Şu anda barış gücü adı altında Afganistan’da 1840 Türk askeri görev yapmaktadır. Bunun yanında Türkiye’nin, Afganistan’ın iki kentinde imar çalışmalarının devam ettiğini görmekteyiz. Türkiye eğitim alanında da Afganistan’ın çeşitli kentlerinde faaliyet göstermektedir. Türkiye uluslararası arenada da, Afganistan meselesi konusunda önemli bir ülke konumundadır. Son zamanlarda Afganistan’da artan şiddet olayların ardından, Afganistan – Pakistan ilişkileri kötüye giderken, iki ülke arasındaki sorunları gidermek amacıyla İstanbul’da 6. İstanbul Konferansı düzenlenmiştir. Türkiye’nin eskiden olduğu gibi günümüzde de Afganistan’ın modernleşme çabalarına yaptığı katkılar bu bildirinin konusunu teşkil edecektir... Abdullah Mohammadi

   Giriş
Afganistan, Kuzeyden Türkmenistan, Güneyden eski Hint yarımadası ve Batıdan İran’la çevrilmiştir. Bölge, Hindistan, Çin ve İran’da oluşan imparatorlukların ve uygarlıkların karşılaşma noktası  olmuştur.  Özellikle  İpek  Yolunun  bu  ülkeden  geçmesi  hasebiyle  her  türlü  etkiye  açık duruma  gelmiştir.  Afganistan  Budizm  dininin  doğuya  ve  İslam  dininin  Hindistan’a  taşıyıcısı olmuştur.


Türk  unsurları  Türkistan  ve  Afganistan’da  M.Ö.  VII.  Yüzyılda  Sakalar  ve  daha  sonra Kuşanilerle yerleşmeye başlamıştır. Bölgede İslam dininin yayılmasıyla ve bölgede Türk asılları devletlerin kurulmasıyla birlikte Türk nüfusunun iyice arttığını görmekteyiz.


Afganistan  eski  Horasan  bölgesidir.  1801  yılında  ilk  defa  Afganistan  adı  İngilizler tarafından tüm bölge için kullanılmıştır. Afganistan bölge olarak önemli bir noktada durmaktadır.


Afganistan, jeopolitik öneminden dolayı her zaman dış güçlerin mücadele ettiği bir alan olmuştur. Afganistan’ın eski adı olan Horasan M.Ö II. yüzyıldan XIX. yüzyıla kadar zaman zaman ülkenin  hepsini  veya  çoğunluğunu  içine  alan  bir  bölgenin  adı  olmuştur.  Afganistan’da  devlet kurmuş olan Yefteli hükümdarlarının bastırdıkları paraların üzerinde “Horasan Şahı” yazısı yer almıştır.

Hatta Afgan Devletinin kurucusu olan Ahmet Şah Dürrani bile kendini “Horasan Şahı” olarak nitelendirmiştir. Afganistan adı resmi antlaşmalarda kullanılmamıştır. Bu isim ilk defa 1801 yılında İran ve İngiltere arasındaki antlaşmada geçmiştir.


Peştun  kabilelerin  bölgeye  hakim  olmalarından  sonra  Horasan  yerine  Afganistan  ismi yavaş yavaş tüm bölge için yerleşmeye ve kullanmaya başlamıştır. Abdurrahman Han ve oğlu Habibullah Han zamanına kadar ülkenin kuzey ve merkez (Hazaracat) vilayetleri Afganistan olarak tanınmamaktaydı. Fakat 1919 yılından sonra Afganistan adı tüm ülke için geçerlilik kazanmıştır. İngilizlerin de Afganistan adını tüm ülke için kullandıkları görülmektedir.


1747 yılında Nadir Şah’ın öldürülmesi üzerine Dürraniler’in Sadozey kolunun reisi olan Muhammed Zaman Han’ın oğlu olan Ahmet Şah bunu fırsat bilip Dürrani kabilesinin reislerini toplayarak  ilk  Afgan  Devleti’ni  kurmuştur.  Ahmet  Şah,  kurmuş  olduğu  devletin  sınırlarını genişletmek amacıyla (1748–1760) yılları arasında Hindistan’da hâkim olan Babürlülere karşı dört sefer yapmıştır. Ahmet Şah’ın 1772 yılında  ölümü üzerine  oğlu Timur Şah (1772–1793) başa geçmiştir.

 
1793 yılında Timur Şah’ın ölümünden sonra oğlu Zaman Han tahta geçmiştir. Mahmut Şah, kardeşini yenerek onun yerine geçmiştir. Mahmut Şah döneminde Fetih Han ve kardeşlerinin nüfuzları her gün artmaktaydı. Bunun üzerine Mahmut Şah’ın emriyle 1818 yılında Fetih Han öldürülmüştür.  Fetih  Han’ın  kardeşi  olan  Dost  Muhammed,  kardeşinin  intikamını  almak  için Mahmut Şah ile giriştiği savaşta galip gelmiştir. Böylece yönetim Dürraniler’in Sadozey kolundan el değiştirerek Barekzeyler’in (Muhammedzey) eline  geçmiştir. Dost Muhammed  Han’ın 1839 yılında ölümü üzerine oğulları arasında başlayan saltanat kavgası beş yıl sürmüştür. 1868 yılında büyük  oğlu  olan  Şir  Ali kardeşlerini  yenerek  tahta  geçmiştir.  Şir  Ali  Han  Rus  yönetimindeki  Türkistan’a kaçmak zorunda kalmıştır. Şir Ali Han’ın amcası olan Abdurrahman Han Afganistan tahtına geçmiştir.


Abdurrahman Han’ın izlediği iç ve dış politikalar ülkeyi bir çıkmaza sürüklemiştir. O, Peştun olmayan diğer etnik gruplarını ortadan kaldırmak için her türlü insanlık dışı uygulamalarda bulunmaktan geri kalmamıştır.


Abdurrahman Han’dan sonra oğlu Habibullah Han, Afgan tahtına geçmiştir. O, babasının sürgüne  gönderdiği  insanları  geri  çağırmış  ve  bu  insanlardan  aldıkları  toprakları  geri  vererek babasının yaptığı zulümleri az da olsa kapatmaya çalışmıştır.


19  Şubat  1919  yılında  Habibullah  Han’ın  ölümü  üzerine  oğlu  Emanullah  Han,  Afgan tahtına geçmiştir. Emanullah Han, başa geçtikten sonra ilk düşüncesi ülkenin bağımsızlığını ilan etmek ve yeni reformları getirmek olmuştur. Afganistan’ın bağımsızlığını tanımayan İngilizler ile Afganistanlılar  arasında  üçüncü  Afgan-İngiliz  savaşı  patlak  vermiştir.  Bu  savaşta  başarı  elde edemeyen  İngilizler  8  Ağustos  1919  yılında  Afganistan’ın  bağımsızlığını  kabul  etmiş  ve Ravulpindi Antlaşması’nı imzalamıştır.


Emanullah Han gezdiği birçok ülkelerde antlaşma imzalayarak 1 Mart 1921 yılında uzman öğretmen ve subay gönderme konusunda Türkiye ile antlaşma imzalamıştır. Bu antlaşmaya ek olarak  “Türkiye  ve  Afganistan  Arasındaki  Dostluk  ve  Teşrik-i  Mesai  Muahedenamesi”  adıyla başka bir antlaşma daha imzalanmıştır. Emanullah Han, getirdiği yenilikleri uygulamaya çalışmışsa da  halkın  tepkisini  çekmiş  ve  bu  tepkiler  sonucunda  1929  yılında  İtalya’ya  gitmek  zorunda kalmıştır.


Emanullah  Han’ın  daha  önce  Fransa’ya  sürgüne  gönderdiği  Nadir  Şah,  kardeşleriyle birlikte Peşaver üzerinden Afganistan’a girerek kısa bir zamanda Kabil’i kontrol altına almayı başarmıştır. Nadir Şah’ın Kasım 1933 yılında Abdulhalik13 tarafından öldürülmesinden sonra oğlu Zahir Şah Afganistan tahtına geçmiştir.


Davut Han, Zahir Şah’ı 1973 yılında kansız bir darbe ile devirmiştir. Davut Han Ordudaki Marksist subayların giriştiği bir darbeyle Davut Han ve ailesi başbakanlık sarayında öldürülmüştür. Muhammed  Tereki,  Sovyetler  Birliği’nin  desteğini  alarak  Nisan  1978  yılında  Afganistan’ın başbakanı olmuştur. Hafizullah Emin, Sovyetler Birliği’nin istediğinin hilafına Eylül 1979 yılında Muhammed Tereki’yi öldürterek Afganistan başbakanı olmuştur. Ama bu iktidar fazla sürmeyip Sovyetler Birliği Afganistan’a askeri bir müdahalede  bulunarak Hafizullah  Emin’i öldürdükten sonra  Babrek  Karmel’i  başa  geçirmiştir. Karmel’den  sonra  Necibullah  başa  geçince  en  büyük destekleyicisi olan Sovyetler Birliği’nin yardımlarını da kaybetmiştir. Necibullah’ın ilk attığı adım, direniş güçleriyle ateşkes ilan etmek olmuştur.

Ekim 1996 yılında Kabil’in Taliban tarafından düşürülmesinden sonra Necibullah, yanında
bulunan kardeşiyle birlikte idam edilmiştir.


Necibullah  hükümeti,  düşürülmeden  önce  bazı  Mücahit  grupların  liderleri  Pakistan’da bulunan Peşaver kentinde bir araya gelerek Afganistan’da kurulacak olan İslami Devlet ile ilgili bazı  anlaşmalar  yapmışlardır.  Afganistan  İslam  Devleti’nin  ilk  Cumhurbaşkanı  iki  ay  süreyle Sıbgatullah Müceddedi seçilmiştir. Sıbgatullah Müceddedi’den sonra dört ay süreyle Burhaneddin Rabbani bu görevi yapmıştır.


11  Eylül  saldırısından  sonra  ABD  bu  saldırılardan  Taliban’ın  içinde  barındırdığı  El-Kaide’yi  sorumlu  tutmuştur.  ABD,  Birleşik  Cephesi’nin  yardımıyla  Taliban  rejiminin  sonunu getirmiştir.  Bonn’da  Birleşmiş  Milletlerin  yardımıyla  Mücahit  gruplar  bir  araya  gelerek  bazı anlaşmalara varabilmişlerdir. Hamit Karzey ilk cumhurbaşkanı olarak seçilmiştir. Geleneksellik ve Modernleşme
Her toplum ne kadar geleneksel veya tutucu olsa bile değişme ile karşı karşıyadır.

Zira tam  anlamıyla  statik  veya  durağan  bir  toplumdan  bahsetmek  mümkün  değildir.

Her  toplum sürekli olarak bir değişim süreci içindedir. 

Bu bağlamda sosyologlar, toplumların oluş nedeni olarak  değişmeyi  göstermişlerdir.

Toplumlarda  meydana  gelen  değişmeye  paralel  olarak toplumsal yapılar, toplumsal sistemler ve toplumsal kurallar devamlı bir değişiklik ve hareketlilik göstermektedirler.

Ancak bu değişme, toplumsal hayatın farklı alanlarında farklılık arz etmekle beraber  hız  bakımından  her  dönemde,  toplumdan  topluma  farklı  olabilir. Teorik planda toplumlarda  meydana  gelen  bu  değişim  ve  farklılaşmalar,  sosyologlar tarafından  gelişme  veya modernleşme kavramlarıyla izah edilmiştir. Bazı düşünürlere göre gelişme, sürekli büyümeyi ve toplumun  ekonomik  yapısındaki  değişmeleri  ve  modernleşme  ise  sosyal,  kültürel,  siyasi  ve psikolojik değişme süreçlerini kastetmiştir. Toplumsal yapının bu çerçevede değişmesiyle birlikte toplumda  mevcut olan  değer yargıları, toplumsal kurallar veya  roller,  toplumsal  sistemler  ve sosyal  davranışlar  bir  “bütünlük”  ve  “süreklilik”  içinde  değişmektedir. Dolayısıyla endüstrileşmeyle  birlikte  toplumlarda  meydana  gelen  değişmeler  daha  fazla  hız  kazanmış, değişmelere  paralel  olarak  sorunlar, bu sorunların  çözüm  arayışları  ve  tekrar yeni  sorunlar  ve çözümler birbirlerini izleyerek günümüze kadar gelmiştir.

 
Geleneksel dönemden sonra modern dönem gelmektedir. Ama unutmamak gerekir ki bütün toplumlarda  değişim  birdenbire  ortaya  çıkmayıp  aşamalı  olarak  gerçekleşmektedir. Buna  göre modern toplumlarda geleneksel döneme ait  bazı izler hala varlığını sürdürebilir.

Örnek olarak İngiltere’de ne kadar sembolik olsa bile Kraliçe hem dinin hem de devletin başı sayılmakta ve taç giyme  merasiminde  Anglikan  kilisesinin  inanç  ve  esaslarını  koruyacağını  yemin  etmektedir.


Kısaca  “modernlik  bazen  gelenekselleşmiş,  geleneksel  düzen  de  modernleşmiş  olabilir”. Bu   çerçevede  modernliği  eskiden  tamamen  ayırarak  bir  kopuş  noktası  olarak  algılamak  ve  aşırı uçlara  kaymak  hatalı  sonuçlara  sebep  olabilir.  Dolayısıyla  geleneksel  ile  modern  arasında devamlılık  söz  konusudur  ve  bu  ikisini  birbirinden  tamamen  ayrı  düşünmek  hatalı  sonuçlara götürebilir.


Modernliği,  Batı  ülkelerinin  bugün  temsil  ettikleri  teknik,  bilgi  ve  zihniyet  olarak  da söylemek mümkündür. Bugün ise modernlik Batı toplumunun adeta bir simgesi haline gelmiştir.


Zira “Batı uygarlığının Rönesans ve Aydınlanma dönüşümünden sonra kazandığı kültürel değer ve sosyal ilişkilerin özümsenmesi ile ortaya çıkan” bir hayat şekli olarak tanımlanmıştır. Nietzsche’nin bir asır önce Tanrı’nın ölümünden söz ettiği dönemi adeta tasvir etmiştir.


Bu bağlamda modernizmi “tanrıdan kurtuluş” çabası olarak da yorumlana gelmiştir. Böylelikle bireylerin diğer bireylerle ve içinde yaşadıkları toplumlarla ilişkilerini yeniden yapılandırılmasına yol açmıştır. 


Modernliği,  din ile  ilişkisi  perspektifinden  bakıldığında  artık  tanrısal  varlıklar  ve kuvvetlerle dolu bir evren mevcut değildir. Modernite akla önem vermekte ve bu yolla elde edilen bilgilere daha fazla itibar etmektedir. Akılla uyuşmayan her çeşit otoriteyi kabul etmemektedir.


Modernliğin getirmiş olduğu hesaplayıcı ve yasa koyucu çabalarıyla ahlaki meselelerine, tanrıya ve ruhun ölümsüzlüğüne olan inancın sarsılmasına sebep olmuştur.


Afganistan  gibi  ülkeler,  hızlı  toplumsal  değişmenin  karşısında  ayak  uydurmada zorlanmıştır. Bu geçiş süreci çok sancılı ve problemli geçecektir. Bu süreçte toplumsal çatışma ve kargaşa değişme sırasında yaşanabilir. Afganistan’da modernleşme hareketleri, Emanullah Han’ın iktidara gelmesiyle başlamıştır. Emanullah Han Batı modelini örnek alarak, Afganistan’da modern ve milli bir devlet kurmak amacındaydı. Bu doğrultuda ülkede Batı yaşam tarzını ve düşüncesini yerleştirmeye çalışmaktaydı. Ama Emanullah Han’ın bu çabaları dine yani İslam dinine doğrudan bir saldırı olarak algılandı. Özellikle kırsal alanlarda mollaların ve dini önderlerin öncülüğünde isyanlar  başlatılmış  ve  sonuç  olarak  Emanullah  Han  ülkeyi  terk  etmek  zorunda  kalmıştır.


Afganistan’da modernleşmeyi savunan aydın kesim ile din adamları ve kabile mensupları arasında çatışma ve anlaşmazlılar çıkmıştır. Bu çatışmalar, ülkede iktidarların ve hükümetlerin değişmesine sebep olmuştur. Afganistan’da  yapılan  reform  çabaları,  birçok  alanda  tartışmalara  yol  açmıştır.  Bu çerçevede kız çocuklarının eğitimi tartışmaların odak noktası olmuştur. Kız çocuklarının eğitimi için bazı reformlar yapılmıştır. Bu reformların arasında kız çocuklarını Türkiye’ye göndermek ve tesettürü kaldırmak gibi uygulamalar da vardı. Emanullah Han’ın bu gibi yenilik çabaları sonuç vermediği  gibi  ülkede  büyük  protestolara  da  sebep  olmuştur.

Afganistan’da  modernleşme  ve yenilik hareketleri, Emanullah Han’ın döneminde başlayıp Emanullah Han’ın ülkeden kaçmasıyla birlikte sonuç vermeden bitmiştir. Türk-Afgan İlişkilerinin Arka Planı Türk  kabileleri  Orta  Asya’ya  yerleşmesiyle  birlikte  Türklerle  Afganistan’da  yaşayan kabileler  arasında  ilişkiler  başlamış  oldu.  Bu  ilişkileri,  dinsel,  kültürel,  siyasal  ve  ekonomik alanlarda  görmek  mümkündür.  Gazneliler  ve  Selçuklular  döneminde  Afganistan,  Türkler  için önemli geçitlerden biri sayılmaktaydı. Türk devletlerinin Kuzey Hindistan’a yapılan fetih seferleri Afganistan üzerinden olmuştur.  İki ülke arasındaki ilişkiler ise Osmanlı döneminde II. Abdulhamit zamanında başlamıştır. Bu dönemde Osmanlılar, Ruslarla olan 93 harbi olarak bilinen savaşın sıkıntılarıyla uğraşmaktaydı. Afganistan’da  ve  Orta  Asya’da  Rusların  nüfuzu  her  gün  artmaktaydı.  İngilizler  de  Rusların bölgedeki artan gücünü kırmak amacıyla Osmanlı devletinin İslam dünyasındaki manevi gücünü kullanarak dönemin Afganistan Emiri Şir Ali Han’a (1877) bir heyet göndermiştir. Ancak Afgan Emiri Osmanlı  heyetinin  tekliflerine  sıcak  bakmamıştır. 

Afganistan  Birinci  Dünya  savaşında tarafsız kalmıştır. Ancak Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra iki ülke ilişkileri farklı boyutlarda devam ederek, bu ilişkiler Afganistan’ın yeniden yapılandırılmasında ve modernleşmesinde hız kazanmıştır. 1  Mart 1921 tarihinde  Moskova’da  Türk  heyeti  ile  Afgan  heyetinin bir  araya  gelmesi sonucunda İngilizlere karşı İslam ülkeleri arasında dayanışmayı sağlayacak paktlar imzalanmıştır.


Türkiye-Afganistan arasında yapılan bu antlaşma hiçbir zaman geçerliliği olmamıştır. Ancak bu antlaşma  sayesinde  iki  ülkenin  uzak  mesafelerine  rağmen  hem  devlet  hem  de  millet  bazında dostluğunun kurulmasına vesile olmuştur.  Afganistan’da  gerçek  manada  modernleşme  sürecini  başlatan  Emanullah  Han’dır. Emanullah Han’ın ülkesinde başlattığı ıslahatları ve yenilikleri sürdürürken bir taraftan da bazı Avrupa ülkelerini görmek için 1927 yılında ülkesinden ayrılarak dünya turuna çıkmıştır. Emanullah Han  en  son Türkiye’ye  gelmiş, Türk makamlarınca en  üst düzeyde  karşılanmıştır. Bu  seyahat sırasında iki ülke arasında Moskova antlaşmasına ek olarak iki ülke arasında “Dostluk ve Teşrik-i Mesai Muahedenamesi” imzalanmıştır. Bu antlaşmaya göre: 

1. İki ülkenin birine üçüncü bir ülke saldırırsa, saldırı her iki ülkeye sayılacak, 

2. Türkiye-Afganistan ülkelerine zarar verecek üçüncü ülke ile antlaşma yapılmayacak, 

3. Türkiye, Afganistan’a eğitim ve askeri konularda yardımcı olacak, 

4. İki ülke arasında ticaret hacmi arttırılacak.

 
Emanullah Han ülkesinde başlattığı reform ve yenilikçi hareketleri sürdürürken, ülkenin sosyo-kültürel  sorunlarıyla  hiç  ilgilenmemiştir.  Kral,  başlattığı  reformların  sonucunu  hemen görmek istiyordu. Modernleşme adına yapılan bu reformlar sayesinde Emanullah Han 1929 yılında İtalya’ya kaçmak zorunda kalmıştır.  Emanullah Han’ın ülkeden gitmesiyle hem modernleşme adına yapılan reformlar yarıda kalmış hem de Türkiye-Afganistan ilişkileri sekteye uğramıştır.  Türkiye-Afganistan ilişkileri Emanullah Han’ın ülkeden kaçmasıyla sekteye uğramış, iki ülke  makamları  resmi  bayramlarda  birbirlerine  göndermiş  oldukları  resmi  mesajlardan  öteye geçmemiştir. Nadir Şah döneminde iki ülke ilişkileri, Afganistan’a yardım etme noktasında tekrar başlamıştır. Ancak Afganistan, Emanullah Han’dan sonra sancılı ve acılı bir döneme girmiştir. Günümüz bile Afganistan toplumsal sorunlarını hala çözememiştir.  11 Eylül 2001 yılında Afganistan için yeni bir dönem başlamıştı. Ancak aradan 12 yılı aşkın geçmesine rağmen ülkenin durumu düzelmiş görünmemektedir. Bu yeni dönemde Türkiye, Afganistan’ın yeniden yapılandırılması konusunda eğitim alanından askeri, sağlık alanına kadar yardım  etmiştir.  Bu  yardımlar  günümüz  hala  devam  etmektedir.  Her  yıl  Afganistan’dan  100 öğrenciye burs  vererek  Türkiye’nin  çeşitli  üniversitelerinde  eğitim  görmektedirler.  Afganistan ordusunu  eğitmek  amacıyla  her  yıl  belli  aralıklarla  Afganistan’dan  Türkiye’ye  subay  ve  asker gelmektedir. TİKA başkanlığında Afganistan’ın iki kentinde Türk imar ekibi görev yapmaktadır.     

 Afgan Modernleşmesinde Türk Etkisi Askeri Alanında 1920  yılında Afganistan  ordusunu  modernize  amacıyla  giden  Cemal  Paşa  Moskova üzerinden Kabil’e gitmiştir. Cemal Paşa, Mustafa Kemal Atatürk’e göndermiş olduğu mektupta şöyle yazmaktadır: “25 subaydan kurulu bir heyet gönderecek olursanız Afganistan’da mükemmel bir  ordu  meydana  getirebiliriz.  Gerçekte  burayı  elde  etmiş  oluruz.  Doğuda  istediğimiz  işlerde başarılı olabilirsem, İngiliz dostlarının başına bela olacağıma ve sizin yükünüzü hafifleteceğime eminim” bu mektup Mustafa Kemal’e ulaştıktan sonra “Savunma ve maliyemizce olumlu olması durumunda” Afganistan’a bir askeri heyet gönderilmesi konusunda Fevzi Paşa’ya vermiş oldukları 21 Aralık 1920 tarihli talimatta şöyle yazmaktadır: “Acizane fikrime göre bu heyeti oluşturacak subayların  seçiminde  ve  kendilerine  verilecek  talimatta  aşağıdaki  hususlar  dikkate  alınmalıdır. Öncelikle, bu heyetin başlangıçta kesinlikle siyasi konularla uğraşmayıp sadece askeri görevlerini yerine getirmesi gerek gerekirse Türkistan ve Buhara halkı ve askerlerine kendilerine fevkalade sevdirmesi, ikinci  olarak,  giden  subayların  görünürde  Afgan  hükümetinin  adamaları  gibi görünmekle birlikte daima ve her zaman Türk hükümetinin bütün emirlerine tabi olacak ahlak ve dayanıklılıkta olanlardan seçilmesi ve Afganistan hizmetinde bulundukları müddetçe her  istediği imkanı temin etme ve diğer hususlarda Türk ordusu kadrosunda dahil bulundurulmaları, üçüncü olarak, bu heyetle telli ve telsiz telgraf muhaberesinin kurulmasına çalışılması, dördüncü olarak, Afganistan Dış İşleri Direktörü entrikalar sayesinde İslamiyet ve Türklüğün menfaatine aykırı bir şekilde  hareket  etmeye  hazırlandıkları  takdirde  heyetimizin  bu  suretle  hareketlerine  mani olabilecek İslam ve Türk menfaatine hizmet eden bir Afgan grubunun iktidara getirebilecek kadar sağlam bir yer edinmesi.”

 Türkiye’nin o dönemdeki zor şartlarına bakılırsa Afganistan ordusunun yeniden yapılandırılması için çaba göstermiştir. Aynı zamanda Türkiye hem İslam hem de Türk olgusuna önem verdiği açıkça görülmektedir. Türkiye Kurtuluş savaşından yeni çıkmış hem sosyo-kültürel  hem  ekonomik  hem  de  siyasi  anlamda  sorunları  mevcuttur.  Ancak  dönemin  Türk Hükümeti yetkilileri Afganistan’ın jeopolitik önemini iyi okumaktadır. 


Afganistan  ordusunu  modernleşme  çabalarına  katkı  sağlamak  amacıyla  Türkiye’ye öğrenim  için  25  Ağustos  1926  yılında  8  yüzbaşı  daha  sonra  8  Eylül  1926  yılında  30  subay getirilmiştir. Bu subayların maaşları da Türk hükümeti tarafından ödenmiştir. Türkiye’ye gelen Afgan  askerleri  çeşitli  askeri  alanlarda  eğitim  almışlardır. Askeri  eğitimin  yanı  sıra  Afgan ordusunun  askeri  malzemelerin  ihtiyaçları  da  karşılanmıştır. Ancak  Türkiye’nin  Afganistan ordusunun modernleşmesi için yapılan yardımlar, Emanullah Han’ın ülkeyi terk etmesiyle sekteye uğramıştır.  Türkiye 2001 yılından itibaren İSAF barış gücü adı altında  tekrar yardımlarını başlatmış oldu. Türkiye, Afganistan ordusuna eğitim desteği verdiği gibi, askeri malzeme ve teknik destek de vermektedir.   Sağlık Alanında Afganistan’da  Hilali  Ahmer  (Kızılay)  Osmanlı  devleti  döneminde  kurulmuştur.
 

Cumhuriyet döneminde ise sağlık alanında yapılan yardım daha fazla olmuştur.

1930-1932 yılları arasında Afganistan’ın modernleşmesine katkı sağlayacak düşüncesiyle Türkiye’den  Afganistan’a  doktor  kadrosu  gönderilmiştir.  Afganistan’ın  ilk  ve  önemli üniversitelerinden Kabil Üniversitesinin Tıp Fakültesini kuran Prof. Dr. Kamil Rıfkı Urga’dır. Aynı zamanda  Tıp  Fakültesinin  ilk  dekanı  olarak  da  görev  yapmıştır.  Prof.  Dr.  Kamil  Bey  Tıp Fakültesini kurduktan sonra Türkiye’den Tıp alanında temel kitapları da Farsçaya çevirterek Tıp Fakültesinin kütüphanesini de oluşturmuştur. Aynı zamanda öğrencilerin kalması için de yurt inşa ettirmiştir. Türkiye’den tıbbin çeşitli alanlarında uzman doktor Afganistan’a gönderilmiştir. 2001  yılından  sonra  da  bu  yardımlar  devam  etmiştir.  Türkiye’nin  Afganistan’ın  sağlık alanının  modernleşmesi  için  ülkenin  çeşitli  kentlerinde  Kabil  başta  olmak  üzere  Samangan, Cevzcan ve Vardak illerinde hastaneleri ve doktorları mevcuttur. Afgan doktor ve hemşirelerin daha kaliteli hizmet verebilmek amacıyla kısa dönemli kurslar için Türkiye’ye gelmiştir.   Eğitim Alanında Afganistan’da modern anlamda lisenin açılması 1904 yılında Habibullah döneminde açılan Habibiye  lisesidir.  Ancak  1921  yılında  Afganistan’ın  modernleşmesine  katkı  sağlayacak  ve modern  anlamda liselerin açılması Emanullah Han dönemiyle birlikte başlamıştır. Bu dönemde Türkiye başta olmak üzere Avrupa’ya da okumak üzere öğrenci gönderilmiştir. Emanullah Han eğitime  önem  vermiştir.  Ancak  Emanullah  Han’ın  yanlış  politikaları  sonucunda  eğitime  atılan adımlar kendi dönemiyle sınırlı kalmıştır. Emanullah Han ülkenin sosyo-kültürel yapısını iyi analiz etmeden geleneksel yapıyı bir gecede değiştirmeye kalkmıştır. Dönemin şartlarına bakılırsa Batılı düşünce akımları doğru İslam’a karşı algısı vardır.  Kralın bu anlamda yaptıkları İslam’a karşı olarak algılanmıştır. Halbuki toplumsal zihniyet zaman içinde ancak değişebilir. 


Türkiye’deki çeşitli lise ve üniversitelerinde okutulmak üzere pek çok Afgan gencine Türk hükümeti burs sağlamıştır. Türkiye’ye okumak üzere gelen Afgan öğrencilerin sayısı konusu ile ilgili kesin bir bilgi mevcut değildir. Ancak “İzmir Erkek Lisesine on, Manisa Orta Mektebine de altı Afganlı öğrenci”nin kaydı bulunmaktadır. Ankara  Kabil  Büyükelçiliği  görevini  yapan  Ahmet Han  26  Şubat  1922  yılında  Eğitim Bakanı  Vehbi  Bey’den  öğretmen  istemiştir. Bunu  üzerine  “Afganistan’a  altı  öğretmen  ve Afganistan Maarif Vezareti’ne müşavir olarak İsmail Hikmet Ertaylan, Kabil Muallim Mektebi için bir müdür ve iki öğretmen gönderilmesine izin verilmiştir. Tıp Fakültesi’nde ve Kabil İlköğretmen okulunda görevlendirilmek üzere dört öğretmen daha Türkiye’den Afganistan’a gönderilmiştir.”

Türkiye’den  gönderilen  uzman  elemanlar  sayesinde  Afganistan’ın  eğitim  kurumları modernleşmeye ilk adımını atmıştır.


Emanullah  Han  döneminde  modernleşme  politikaları  hız  kazanmış,  bu  konunda  Türk modeli  uygulanmaya  çalışılmıştır.  Ancak  Afganistan’da  modernleşme  olgusunun  dine  karşı algılandığından dolayı bazı din adamların ve dindar kesimin tepkisini çekmiştir. 1924 yılında kız okulların  açılması,  kadınlara  verilen  anayasal  haklar  gibi  kanunlar  ‘din elden gidiyor’ propagandasıyla  karşı  karşıya  kalmıştır.  Ülkenin  bazı  bölgelerinde  din  adamları  liderliğinde isyanlar  başlatılmıştır.  İsyancılar  devlet  tarafından  idam  ettirilmiştir.  Islahat  kanunları  devam ettirmeye çalışılmıştır.  


1992 yılından bu yana Türkiye’nin verdiği destekle Afganistan’dan okumak üzere öğrenci gelmektedir. Afganistan’dan gelen öğrencileri iki gruba ayırmak mümkündür. Birinci grup lisede, ikinci grup ise  üniversitede  okumak  için  gelenlerdir.  Son  iki  yılda  Türk  Hükümeti  Afgan öğrencilere  verilen  kontenjanlar  arttırmıştır.  Her  yıl  100  öğrenci  okumak  amacıyla  Türkiye’ye gelmektedir. Bursun dışında da kendi imkanlarıyla okuyan Afgan öğrenciler mevcuttur. Şuanda çeşitli üniversitelerde okuyan Afgan öğrencilerin sayısı bine yaklaşmıştır. 


Sonuç
Afganistan  bulunduğu  coğrafi  konumundan  dolayı  eski  çağlardan  beri  dış  ülkelerin  ve çeşitli kabilelerin gözünden kaçmamıştır. Afganistan’ın jeopolitik önemi hala devam etmektedir. Bu bölgenin önemi zamanın şartlarına göre okumak ve değerlendirmek lazımdır.  Afganistan  eski çağlarda  ticaret, göç  ve  askeri yollarının üzerindeki konumundan  dolayı önemliydi. Bugün ise enerji hatlarının geçtiği veya geçeceği yollar üzerinde yer almaktadır. Dolayısıyla şunu diyebiliriz ki Avrasya ve Ortadoğu’daki yeni gelişmeler, Afganistan’ı önemli bir bölge haline getirmiştir.  Türkiye-Afganistan  ilişkileri  Osmanlı  döneminde  devlet  düzeyinde  başlamış  Türkiye Cumhuriyeti  kurulduktan  sonra  ikili  ilişkiler  devam  etmiştir.  

Ancak  Afganistan,  Türkler  için bilinmeyen  bir  yurt  değildir.  Zira  Afganistan,  Kuşanlar,  Gurlular,  Gazneliler,  ve  Selçuklular döneminde bir Türk yurdu olmuştur. Günümüzde ise ülkede önemli bir Türk nüfusu yaşamaktadır. Afganistan  ne  zaman  ki  iç  sorunlarından  kurtulmuşsa  modernleşme  politikalarını hızlandırmıştır. Afganistan’ın modernleşme süreci Habibullah Han döneminde başlar, Emanullah Han’la  devam  eder,  Emanullah  Han’ın  ülkeden  kaçmasıyla  sekteye  uğrar.  Bu  dönemde Afganistan’ın ıslahatlarını destek veren ve her konuda yardım eden tek ülke Türkiye’dir. Türkiye, Afgan  ordusunun  modernizasyonundan  tutun  sağlık,  askeri  ve  eğitim  alanlarına  kadar  yardım etmiştir.  


Emanullah  Han’ın  1929  yılında  Afganistan’dan  kaçmasıyla,  ülke  2001  yılına  kadar  iç huzura  kavuşmamıştır.  2002  yılında  geçici  hükümetin  kurulmasıyla  reformlar  uzun  zamandan sonra  tekrar  devam  ettirilmeye  çalışılmıştır.  Türkiye,  Emanullah  Han  dönemindeki  gibi Afganistan’a  her  konuda  yardım  eli  uzatmıştır.  Bugün  eğitim,  sağlık,  güvenlik  konularında Türkiye’nin büyük yardımları olmuştur. 2014 yılından sonra İSAF adı  altında görev yapan barış gücü  ülkeden  çıkma  planları  yapmaktadır.  Türkiye  bu  bölgede  söz  sahibi  olmak  istiyorsa Afganistan’da eğitim, sağlık ve güvenlik konularında eskide olduğu gibi yardımlarını devam etmesi gerektiğini düşünmekteyim.

Dünya Fotoğrafçılık Günü

Sekans  "Önüme serilen bütün güzellikleri yakalamaya can atıyor­dum ki, nihayet bu özlemimi gidermeyi başardım." (Julia Margaret Cameron) 
 
 "Eğer hikayeyi sözcüklerle anlatabilseydim, yanımda sürekli bir fotoğraf makinesi taşımaya ihtiyaç duymazdım." (Lewis Hine)
 
"Sizin fotoğrafçılığınız, yaşadıklarınızın bir kaydıdır -ger­çekten gören herkes açısından geçerlidir bu durum. Başka insan­ların usulleriyle görüp onlardan etkilenebilir, hatta kendi yolu­nuzu bulmak için başkalarının yöntemlerini kullanabilirsiniz, ancak eninde sonunda kendinizi onlardan kurtaracaksınızdır. Nietzsche'nin, 'Schopenhauer'u yeni okudum, artık ondan kur­tulmalıyım: dediğinde kastetmiş olduğu şey budur. Nietzsche, başka insanların benimsedikleri usullerin, özellikle de köklü bir deneyimin itkisiyle benimsenmiş olanların, kendinizle görüşü­nüz arasına girmesine ses çıkarmadığınızda ne denli sinsice et­kisini gösterebileceğini iyi biliyordu." (Paul Strand) 
 
 "Dıştaki insanın, içinin bir resmi, yüzünün de bütün karak­ terinin ifadesi ve açığa vurulmuş hali olması, kendi başına gü­zel sayılabilecek bir varsayımdır, bu yüzden güvenle ileri sürülmeye devam edilebilir; insanların her zaman için, üne kavuşmuş birini görmeye istekli olmasından dolayıdır ki Fotoğraf ... me­rakımızı eksiksiz gidermeye yarayan bir imkan sağlar." (Schopenhauer) "Bir şeyi güzel halde tecrübe etmek, onu mecburen yanlış ya­şamak demektir." (Nietzsche)   
 
"Şimdi, saçma derecede ufak bir meblağ karşılığında yalnız­ ca dünyanın en ünlü yerlerini değil, aynı zamanda Avrupa'da göze çarpan hemen herkesi de tanımamız mümkündür. Her yer­ de fotoğrafçı olması harika bir durum. Manş'ı aşmanın zorluk­ larına katlanmamıza gerek kalmadan, hepimiz artık Alpler'i gördüğümüzü, Chamonix'i ve Mer de Glace'ı ezbere öğrendiği­mizi söyleyebiliyoruz . Aynı şekilde hepimiz And dağlarında dolaştık, Temerife'e çıktık, Japonya'ya gittik, Niagara ve Thou­sand Ada'ları'nı 'gördük', (cameklinlarda) asilsadelerimizle sa­vaşa katılmanın sevincinden deliye döndük, kudretli kişilerin meclislerinde oturduk, krallar, imparatorlar, kraliçeler, prima­ donnalar, balenin gözdeleri ve 'zarafet içindeki aktörler'le kucak kucağa büyüdük. Gördüğümüz,hayaletler bizi korkudan titret­medi, kralın huzuruna davet edildik ama reverans yapmadık; kı­sacası şu üç inçlik mercek, sefil ama güzel dünyamızın en şaşa­alı ve gösterişli hallerinin hepsini görmemizi sağlamaya yetti." ('D.P:, Once a Week'te köşe yazarı, Londra, 1 Haziran 1861) 
 
 "Atget'in [bomboş Paris sokaklarını] suç mahalleri gibi fotoğrafIadığını söylemek son derece yerinde olur. Bir suç mahal­li de boşaltılmış bir yerdir çünkü, kanıtların elde tutulmasını sağlamak amacıyla fotoğraflan çekilmiştir, Fotoğraflar, Atget'in elinden çıktığında, tarihsel olaylann standart kanıtları haline gelmekte ve gizli bir siyasal anlam yüklenmektedir." (W.lter Benj.min) 
 
 "Marsilya'ya gittim. Küçük bir aylıkla rahatlıkla geçindim ve keyifle çalıştım. Leica'yı daha yeni keşfetmiştim. O benim gözü­mün uzantısı oldu ve ele geçirdiğim andan itibaren onu hiçbir za­man yanımdan ayırmadım. Onunla, içim kıpır kıpır ve her gördü­ğüm şeye atılmaya hazır bir ruh halinde, kendimi ve 'hayat'ı tuza­ğa düşürmeye hayatı, yaşandığı gibi korumaya kararlı olarak bü­tün gün sokaklarda dolandım durdum. Bunca çırpınıp durmamın esas sebebi, gözlerimin önünde sereserpe uzanan bir durumun özünü yakalayıp, tek bir fotoğrafı" çerçevesi içine sığdırmaktı." (Henri Cartier-Bresson) 
 
  "Ben resmini yapmak istemediğim şeylerin fotoğrafını çeker, fotoğrafını çekemeyeceğim şeylerin resmini yaparım." (Man Ray) 
 
 "Fotoğraf makinesini yalan söylemeye zorlamak için oldukça ciddi bir çaba harcamak gerekir: Esasında fotoğraf makinesi dü­rüst bir araçtır; bu yüzden fotoğrafçı, doğaya, kendine 'sanatçı' diyen sanatçıların kasıntlIı küstahlıklarından ziyade araştırıcı, paylaşımcı bir bakışla yaklaşmaya çok daha yatkındır. Zaten çağdaş görüş, yeni hayat da," ister ahlak ister sanat alanında ol­sun, bütün sorunları dürüst bir yaklaşımla ele almayı gerektirir. Binaların kusurlu cepheleri, ahlakta yanlış standartlar ve her türden dalavere ve maskaralık çöpe atılacaktır." (Edward Weston) 
 
 "Ben çoğu çalışmamda her şeye hatta 'cansız' denen nesne­lere bir insan ruhuyla can katmaya çalışırım. Sonra da kademe kademe, bu son derece 'canlılık kazandırıcı' projeksiyonun niha­ yetinde, insan hayatının mekanikleşmesinin gittikçe hızlanması (ve insan faaliyetinin sürdüğü bütün. alanlarda bireyselliğin bastırılmasıyla sonuçlanan girişimler) karşısında, içimin en de­rinIerinde duyduğum korku ve tedirginlikten kaynaklandığının farklıkla vardığım bir noktaya gelirim beni korkuya ve tedirgin­liğe sürükleyen bu süreç aynı zamanda, askeri endüstriyel top­lumumuzun baskın açıklamalarını temsil eder. " .. Yaratıcı fotoğ­rafçı nesnelerin insani içeriğini ortaya çıkarır ve kendi etrafındaki insanlık dışı dünyaya insanlık katar." (Clarence John Laughlin)  
 
"Şimdi her şeyin fotoğrafını çekebilirsiniz." (Robert Frank) 
 
"Ben hep stüdyoda çalışmayı tercih ederim. Stüdyo, insanı çevresinden kopartır; bir anlamıyla ... kendisinin simgesi haline gelir. Bana gelen insanların genellikle bir doktora görünmek ya da bir faleıyı dinlemek isteyecekleri şekilde fotoğraflarını çektirnek amacıyla kapımı çaldıkları kanısını taşırım. Bu yüzden, onların niyetlerinin gerçekleşmesi bana bağlıdır. Ben de mecburen onlara bağlı olurum. Aksi takdirde ortada fotoğrafını çekecek bir şey bu­lamam. Konsantrasyon benden gelmeli, onlarında içine çekmeIidir. Bazen bu öyle bir çekim gücü doğurur ki, stüdyonun içindeki ses­leri bile duyamaz hale geliriz. Zaman durur. Onlarla kısa süren, yoğun bir mahremiyeti paylaşırız. Yine de bu aslında pek adilane olmayan bir paylaşımdır. Geçmişi ... geleceği olmayan bir payla­şım. Oturdukları yerden kalktıklarında, yani fotoğraf çekme işle­mi tamamlandığında da geride fotoğraf (aslında fotoğraf ve bir tür iç sıkıntısı) dışında bir şey kalmaz. Sonra, bu insanlar çekip gider­ler ... onların hiçbirini tanımıyorumdur. Anlathkları şeylere bile laf olsun diye kulak vermişimdir. Diyelim bir hafta başka bir yer­de·karşılaşırsak da beni fark etmemelerini beklerim. Bana soracak olursanız, benliğim o stüdyoda değildir zaten. Veya, sadece bir parçam orada olmuştur ... şimdi de fotoğrafta. Başkaları için ol­mayabilir, ama benİm gôzümde fotoğraflarda bir gerçeklik vardır. İnsanların da fotoğralar aracılığıyla tanırım. Belki de fotoğrafçı ol­manın doğasından gelir bu. Ben hiçbir zaman gerçek anlamıyla araya girmemişimdir. Gerçek bilgilere sahip olmak zorunda da de­ğilim. Bu tamamen farkında olmayla ilgili bir sorun." (Rich"rd Avedon)   
 
"İnsan eseri olan ya da doğanın yarattığı şeyler hiçbir zaman bir Ansel Adams fotoğrafındaki azamete sahip olamamışlardır; Adams'ın görüntüleri izleyicinin dikkatini, o görüntünün ha­muru olan doğal nesnenin taşıdığından daha güçlü biçimde ya­kalayabilecek vasıftadır." (Adams'ın bir fotoğraf albümü kitabının tanıtımı, 1974)
 
 "Benim çektiğim fotoğrafların çoğu şefkat, nezaket ve şahsi­likle yüklüdür. Vaaz vermeyip, izleyicinin kendisini görmesini sağlarlar. Sanat oldukları iddiasında da değillerdir." (Bruce Davidson)   
 
 'Fotoğraf bize, arzulayabileceğimiz tamlığın her türlü garantisini sun­muş olduğuna göre (aptallar buna gerçekten inanıyor/ar!), fo­toğraf ile sanat aynı şeydir.' Şu andan itibaren bizim sefil top­lumumuz, Nareissus'un yaptığı gibi, bir metal parçası üzeri­ne yansıyan alelade görüntüsünü seyretmenin büyüsüne ka­pıldı . . " Demokratik olduğu söylenebilecek her yazar, burada, halkın nezdinde tarihin ve resmin değerini alçaltmanın ucuz bir yöntemini görüyor olsa gerektir." (Baudelaire) 
 
"Hayatın kendisinde gerçeklik yoktur. Taşa toprağa can ve­ren biziz." (Frederick Sommer) 
 
 "Genç sanatçı, Strasbourg ve Rheims katedrallerini yüzü aş­kın farklı baskıda kare kare kaydetmiş. Onun sayesinde çan ku­lelerine hepimiz tırmanmış olduk. Kendi gözlerimizle asla keşfedemeyeceğimiz şeyleri bizim adımıza o görmüş. "" Aynı şe­kilde, Orta Çağların aziz sanatçılarının, heykellerini ve taş oy­malarını sadece kulelerin etrafında uçan kuşların en ayrıntılı ve kusursuz halleriyle görüp takdir edebilecekleri yerlerde işleye­rek, daguerrotipi çağlar öncesinden tasavvur etmiş olduklarını düşünebiliriz. ... öyle ki, gün ışığı, gölgeler ve yağmurun hari­ka etkilerini barındırarak, katman katman yeniden inşa edilmiş bütün katedral. M. Le Secq de kendi anıtını yapmış." (H. de Lacretelle, La Lumiere, 20 Mart 1852) 
 
"Şeyleri uzamsal ve insani açıdan 'daha yaklaştırma' ihtiya­cı (onu fotoğramak suretiyle yeniden üreterek belirli bir olayın eşsiz ya da geçici niteliğini yadsıma eğilimi gibi) bugün nere­deyse bir saplantıya dönüşmüş durumdadır. Nesneyi fotoğrafik olarak, yakın çekimle çoğaltma dürtüsü de her gün biraz daha yoğunlaşmaktadır..." , (Walter Benjamin) 
 
"Fotoğrafçının bir fotoğrafçı vasfına ulaşmasının, aslan ter­biyecisinin aslan terbiyecisi olmasıyla aynı şekilde gerçekleşme­si tesadüfi değildir." (Dorothea Lange)  
 
"Eğer sadece meraklı biri olsaydım, birinin karşısına dikilip, 'Evinize gelip sizi benimle konuşturmak, bana hayat öykünüzü anlattırmak istiyorum' demek benim açımdan çok zor olurdu. Sanırım, insanlar böyle bir durumda 'sen delisİn' derlerdi bana. Ayrıca, elden geldiğince kendilerini kollarlardı. Oysa fotoğraf makinesi, bir tür izin belgesidir. Birçok insan dikkatlerin kendi­sine çevrilmesini ister, ki bu da makul karşılanması gereken bir ilgi beklentisidir." (Diane Arbus)  
 
" .. .Ansızın küçük bir çocuk yanımda yere düştü. Sonra, po­lisin uyarı ateşi açmadığını, doğrudan kalabalığın üzerİne ateş ettiğini anladım. Vurulup yere düşen başka çocuklar da oldu . ... Dibimde can çekişen küçük çocuğun fotoğraflarını çekmeye başladım. Ağzından kan geliyordu, bazı çocuklar da yanına diz çökmüşler, akan kanı kesmeye çalışıyorlardı. Sonra içlerin­den biri bana doğru bağırıp, beni öldüreceklerini söyledi. ... Be­ni kendi halime bırakmalarını istedim onlardan. Muhabirlik ettiğimi, olup bitenleri haber yapmak için orada bulunduğumu söyledim. Genç bir kız elindeki taşı başıma geçirdi. Sersemle­miştim, ama hala ayaktaydım. Sonra, beni suçsuz görmüş ol­malılar ki birkaçı koluma girip, beni oradan uzaklaştırdı. Tepe­mizde durmadan helikopterler tur atıyordu, etraftan silah ses­leri duyuluyordu. Rüyada gibiydim. Asla aklımdan çıkmaya­cak olan bir rüyada." (Johannesburg Sunday Times'ın siyah muhabiri AIf Kumalo'nun, Güney Afrika, Soweto'da patlak veren isyanlara dair haberinden -The Obseroer, Londra, 20 Haziran 1976)   
 
"Fotoğraf, dünyanın her köşesinde anlaşılan tek 'dildir ve bütün ülkelerle kültürler arasında köprü kurarak insanlık ailesi­ni birbirine bağlar. Siyasal etkilerden bağımsız olarak insanla­rın özgür yaşadıkları yerlerde fotoğraf, hayatı ve olayları doğ­rulukla yansıtır, başkalarının umutlarıyla çaresizliklerini pay­laşmamıza imkan tanır, siyasal ve toplumsal koşulları aydmla­tır. Böylece, insan türünün insani ve insani olmayan yönleri­nin canlı şahitleri haline geliriz... " (Helmut Gemsheim, Creative Photography, 1962) 
 
"Fotoğrar bir görsel kurgu sistemidir. Özüne indiğimizde,  bir insanın  doğru zamanda doğru yerde dururken görüş ufku­nun bir kısmını bir çerçeveye alma meselesidir. Satranç ya da yazmak gibi fotoğraf da, verili ihtimaller arasından seçim yap­makla ilgili bir. konudur, sadece fotoğraf söz konusu olduğunda bu ihtimaller sayılı değil, sonsuzdur." (John Szarkowski)
 
 "Bazen fotoğraf makinemi odanın bir köşesine yerleştirir, elimde uzaktan kontrol cihazıyla makineyle arama belli bir me­safe koyar ve Mr. CaldwelI'ın kendisiyle konuştuğu insanlara bakardım. O insanların yüzleri ya da hareketleri bizim ifade et­meye uğraştığımız şeyleri yansıtana kadar aradan belki bir saat geçerdi, fakat bu an gerçekleştiğinde de onlar neler döndüğünü kavramadan o sahneyi bir film rulosuna kaydetmiş olurdum." (Margaret Bourke-WIıite) 
 
"New York belediye başkanı William Gaynor'un 191 'da, tam suikasta uğradığı anda çekilmiş fotoğrafı. Amerika'da yayınlanan bir gazetenin muhabiri yanına geldiğinde belediye baş­kanı Avrupa tatiline çıkmak üzere bir gemiye binrnek üzereydi. Muhabir başkandan poz vermesini istedi ve makinesini kaldırdı­ğı anda kalabalığın içinden iki el ateş sesi geldi. Kargaşanın or­tasında fotoğrafçı sakin kalmayı becerince, yardımcılarından bi­rinin kollarına devrilen belediye başkanının kanlar içindeki res­mi, fotoğraf tarihinin ayrılmaz parçalarından birine dönüştü." (bir resim yazısı, Click": A Pictorial II History of the Photograph, 1974) 
 
 " Evde klozetimizin, muhteşem güzellikteki o parlak emayeden haznenin fotoğrafını çekiyordum. ... 'Kutsal insan figürü'nün bütün bedensel kıvrımları buradaydı, ama ortada bir ayıp yoktu. Yunanlılar da kendi kültürlerinde asla bundan daha kayda değer bir amaç gütmemişlerdi ve bu manzara bana bir şekilde, [Ege De­nizi'nde bir adanın adı olan] Semadirek Zaferi'ni, İnce hesaplar­la oluşturulmuş hatların ilerlemeye geçmesini hatırlattı." (Edward Weston) 
 
"Kadınlar ve erkekler işte, bir cevabı, çözümü olmadığı için, gerçekleştirilmesi imkansız bir fotoğraf konusu. Bu uğurda elde edebileceğimiz, küçük küçük ipuçlarından öteye gitmez. Bu kü­çük portfolyo da, üzerinde çalışmayı arzuladığımız bu konunun en kaba eskizlerinden ibaret kalır. Belki de günümüzde, kadınlar ile erkekler arasında daha dürüst ilişkiler kurulmasının tohum­larını atıyoruzdur." (Duane Michals) 
 
"İnsanlar fotoğrafları niçin saklarlar?" "Nİçin mi? Bilene aşkolsun'! İnsanlar bütün ıvır zıvır şeyle­ri, kırıntıları, çeri çöpü ve öte beriyİ de neden saklıyorlarsa on­dan. Saklarlar işte var mı ötesi!" "Bİr ölçüde seninle aynı fikirdeyim. Bazı insanlar saklamaya düşkündür. Bazı insanlar da eşyalarIa işleri biter bitmez başla­rından def ederler. Evet, rnizaç meselesi. Ama ben şİmdi fotoğ­raflardan bahsediyorum özel olarak. İnsanlar niçin, özellikle, fo­toğrafIarı saklarlar?" "Söyledim ya, atmıyorlar da ondan. Belki de onlara bir şey­leri hatırlatıyor... " Poirot sözün burasında atıldı: "Kesinlikle bu yüzden. Onlara bir şeyleri hatırlatıyor. Şimdi yeniden soralım: niçin? Niçin bir kadın gençken çektirdiği bir fotoğrafı atmaya kıyamaz? Bence bunun birinci sebebi? kendini aşırı beğenmesidir. Gençken güzel bir kızdır ve ona her bakışın­ da kendisine gençken ne kadar güzel olduğunu hatırlatsın diye fotoğrafını saklar. Şimdi baktığı ayna kendisine hoşuna gitmeye­cek şeyler söylerken, fotoğrafı. ona cesaret verİr. Belki de bir ar­kadaşı evine geldiğinde fotoğrafı çıkarıp ona gösterecek, 'On sekizimdeyken ne kadar güzeldim, bak,' deyip iç geçireeektir ve kendini doğrulatmak isteyecektir: 'Öyle değil mi?'" 'Eh, galiba doğru söylüyorsun." "İşte, sebep bu. Bir: kendini aşırı beğenme. Şimdi de ikinci . sebebi söyleyeyim: duygusallık." "İkisi aynı şey mi?" "Hayır, hayır, tam aynı diyernem. Çünkü böyle bir şey seni yalnızca kendi fotoğrafını değil, başkalarınınkini de saklamaya götürür. ... Evli kızınızın, siz onun saçlarını örerken şöminenin başında otururken çekilmiş çocukluk fotoğrafı, mesela... Fotoğ­raf açısından çok sıkıcı bir konu olabilir, ama bu annelerin hala hoşuna gider. Oğullarla kızlar da annelerinin fotoğraflarını sak­lamaya meraklıdırlar, özellikle de anneleri genç yaşta ölmüşse. 'Annem genç bir kızken böyleydi, bak' demeyi severler." "Nereye varmaya çalıştığını anlıyor gibiyim şimdi, Poirol." "Muhtemelen bir üçüncü kategori daha var. Kendini beğen­me değil, duygusallık değil, sevgi de değil belki de, nefret. Sen ne dersin? "Nefret mi?" "Evet, nefret. Öç alma arzusu diri kalsın diye. Sizi incitmiş olan birini unutmamak için onun bir fotoğrafını saklamak ola­maz mı?" (Agatha Christie, Mrs. McGinty's Dead, 1951)   
 
"Bir şeyin fotoğrafı çekildiğinde neye benzeyeceğini görmek için fotoğraf çekiyorum ben." (Garry Winogrand) 
 
"Nesnelerin kayboluşunu, yok edilişini, ortadan kalkışını an­latan bir nesne. Kendinden söz etmeyen, başkalarını anlatan bir nesne. Onları da içine katacak mı acaba ? " (Jasper Johns) 
 
"Fotoğraf, herkesin hakkında bir şeyler bildiği, ama pek aldı­rış etmediği şeylerle uğraşmanın iyi bir aracıdır. Benim fotoğ­raflarım sİzin görmediğiniz şeyleri göstermeyi amaçlıyor. " (Emmet Gowin)   
 
"Fotoğraf nuıkinesi, o başka gerçeklikle yüz yüze gelmenin akıcı bir yoludur," (Jerry N. Uelsmann) 
 
"Medya, eski dünyanın yerini almış bulunuyor. Eski dünyayı geri getirmeyi çok istesek bile, bunu ancak medyanın onu hangi yollarla yuttuğunu yoğun bir şekilde inceleyerek yapabiliriz." (Marshall McLuhan)
 
"Sırf pratik olsun diye gördüğüm her şeyin aklımdan fotoğ­rafını çekerim." (Minar White) 
 
"Her şeyin daguerrotipi korunuyor. ... Canlı olan, var ol­muş her şeyin baskılı halleri, sonsuz uzarnın çeşitli bölgelerine yayılıyor. " (Emest Renan) 
 
"Demek ki fotoğraf çeken kamerayla, nesnel görüşün başlan­gıcına dair en güvenilir yardımcıya sahip oluyoruz. Böylece her­kes, öznel bir konuma geçmeden önce optik bakımdan doğru, kendi başına izah edilebilir ve nesnel olan şeye bakmak zorunda kalacaktır. Sonra da bunun sonucunda, yüzyıllar boyunca aşı­lamadan gelen ve görüşümüzün üstünde büyük ressamların damgasını taşıyan resim kalıplarıyla, hayal gücüne dayalı modelleri ortadan kaldıracaktır. "Bu bakımdan mazisi yüz yıllık fotoğraf ve yirmi yıllık sine­ma sanatı sayesinde müthiş bir zenginliğe kavuştuğumuzu söyleyebiliriz. Ayrıca artık, dünyayı tamamen farklı gözler­le baktığımızı da vurgulayabiliriz. Yine de, bugün elimizde olan toplam sonuç, görsel bir ansiklopedik başarıdan çok öteye geçebilmiş değildir. Bu yeterli değildir. Yeni ilişkiler yaratma­yı sürdürdüğümüz hayat açısından önemli bir şey olduğu için sistemli bir şekilde üretmeyi dilemekteyiz. " (Laszlo Moholy-Nagy, 1925)
 
 "Alt sınıflar arasında aile bağlarının nasıl kıymetli olduğu­nu ve bir emekçinin şöminesİ üzerine dizdiği küçük portreleri görmüş olan herkes .. , her gün aile bağlarının altını oymaya ya­rayan toplumsal ve endüstriyel eğilimleri dengelemek açısın­dan, yoksulların gözünde üç kuruşluk fotoğrafın, dünyanın bü­tün hayırseverlerinden daha büyük anlam taşıdığı konusunda herhalde benimle aynı kanıda olacaktır," (Macmilla,,'s Magazine, Londra, Eylü1 1871) 
 
 "Onun fikrince, anında gösteren bir film kamerasım kim sa­tın almak ister? Dr. Land, bu konuda ev kadınlarının iyi bir profil sunduğunu söylemişti. 'Onun [ev kadınının} bütün yapması gereken kamerasını hedefe doğrultmak, objektif kapağını açık tutmak ve birkaç 'dakika içinde çocuğunun sevimli bir anını, belki de bir doğum günü partisini filme almış olmaktır. Ayrı­ca, fotoğrafları cihazlara tercih eden çok sayıda insan vardır. Gol! ve tenis tutkunları, hemen yeniden izleyerek vuruşlarını daha iyi değerlendirebilirler; kullanılması kolay cihazlarla des­teklenen tekrar gösterme imkanlarının kullanıldığı endüstri'de, okullarda ve başka alanlarda da faydalı sonuçlar alınabilir. ... Polavision'un sınırları haya gücünüzle aynı genişliktedir. Şim­di ve bundan sonra Polavision kameraları hiçbir açıdan sınır tanımayaeaktır. " (HA Preview of Polaroid's New Instant Movies", The New York Times, 8 Mayıs 1977) 
 
"Hayatı yeniden üreten modern araçların çoğu, fotoğraf ma­kinesi dahil olmak üzere, gerçekte hayatı yadsımaktadır. Bizler kötüyü yutuyor, iyiyi görünce de nefessiz kalıyoruz." (Wallace Stevens)  
 
"Savaş, bir asker olarak beni, mekanik bir atmosferin tam ortasına fırlattı. Orada, 'parça'nın güzelliğini keşfettim. Bir makinenin ayrıntılarında, sıradan nesnelerde yeni bir gerçek­liği duyumsadım. Modern hayatımıza dair bu parçaların plas­tik değerini bulmaya çalıştım. Beni sarsmış ve etkilemiş olan nesnelerin yakım çekimiyle onları makinenin ekranında yeni­den keşfettim." (Fernand Leger, 1923)
 
"1921 ilkbaharında, ülke dışında yeni icat edilmiş olan ve ay­nı kişinin altı -on pozunu tek bir karta basan iki otomatik fotoğ­raf makinesi Prag'da kuruldu. 
 
"Bu fotoğraf serilerinden birini Kafka'ya götürürken gülerek şunu söylemiştim: 'Üç krona insan kendi fotoğrafını her açıdan çektirebiliyor. Bu cihaz mekanik bir 'Kendini Bil' aygıtı.'"  "'Kendini-Yanılt' aygıtı demek istiyorsun galiba,' diye kar­şılık verdi Kafka, yüzünde hafif bir gülümseyişle. "Hemen karşı koydum: 'Ne demek istiyorsun sen? Kamera yalan söyleyemez ki!' '''Bunu sana kim söyledi deyip, başını omzuna eğdi. 'Fo­toğraf insan gözünü yüzeysel olana odaklar. Bu yüzden de, şey­lerin dış çizgilerinde bir ışık ve gölge oyunu gibi parıldayıp sö­nen gizli hayatı perdeler. Onu en keskin merceklerIe bile görüp yakalaman mümkün değildir. Ancak hissederek yoklamaya çalı­şabilirsin onu. : .. Bu otomatik fotoğraf makinası insanın gözle­rini çoğaltmaz, sadece inanılmaz derecede basitleştirilmiş bir sinek gözü bakışı kazandırır." (Gustav Janouch, Conversations with Kafka)  
 
"Hayat her zaman, onun derisİni örterek; o anı sabitIerken, kısa yorgun bir gülümseyişi, eldeki bir seğirmeyi, güneşin bu­lutlann arasından kaçarcasına süzülüşünü kaydederken fışkır­maya hazır belirtilerle var olmuştur sanki. Üstelik, fotoğraf ma­kinesi dışında hiçbir aracın, karmaşık, gelip geçici tepkileri kay­detme ve o anın göz kamaştıran tarafını ifade etme yeteneği yok­tur. Gerçekten, bunu hiçbir el başaramaz; aynı sebeple zihin de bir anın hiç değişmemiş hakikatini, ağır işleyen parmakların ay­rıntılanyla nakledilen bilgi kütlelerini kağıda geçirmesine im­kan tanıyacak kadar uzun süre kendinde tutamaz. Empresyo­nistIer buna uygun bir işaretlerne sistemi geliştirmek için nafile yere uğraşıp durdular. Öyle ki, onların ışığın etkileriyle geçiştir­meye çaba harcadıkları şeyler, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, O anların hakikatiydi; empresyonizm her zaman için burada ola­nın, şimdi olanın harika yanlarını yakalamayı istemiştir. Gelge lelim, çözümlemekle uğraşırken ışıkla oynamanın anlık etki­lerini elden kaçırıyorlardı; dolayısıyla onların 'izlenim'i de ge­nellikle birbiri üstüne bindirilmiş bir dizi izlenim olarak kaldı. Stieglitz kendine daha iyi bir yön çizmişti. Stieglitz doğrudan, kendine en uygun aracı buldu." (Paul Rosenleld) 
 
 "Benim aletim, fotoğraf makinesidir. Onun sayesinde etra­fımdaki her şeyde bir sebep bulurum." (Andre Kertesz) 
 
"Çifte bir düzey indirme, ya da kendi kendini aldatan düzey indirme yöntemi. "Daguerrotip sayesinde herkes kendi portresini çektirebile­cektir -eskiden bunu yalnızca seçkin insanlar yapabiliyordu; ay­nı zamanda her şeyin de hepimizi kesinlikle aynı şekilde göstere­cek bir şekilde gerçekleşmesini sağlamalıyız, öyle ki bu yolla yal­nızca tek bir portreye ihtiyacımız olduğu noktaya gelelim." (Kierkegaard, 1854)
  
"Kaleydoskobun fotoğrafını yapın." (William H. Fox Talbot, 18 Şubat 1839 tarihli not) 
 
Fotoğraf Üzerine - Susan Sontag