20 Ekim 2012

Fernando Pessoa – Anarşist Banker – Şeytanın Saati

 
Şairlerin yaşamöyküsü yoktur

Onların yaşamöyküleri yapıtlarıdır.

– Octavio Paz

Şeytanın Saati, Fernando Pessoa

1910'da cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte, Portekiz edebiyatında büyük bir canlanma görüldü. Simgecilik, "dekadantizm", ulusal "saudade" (geçmiş özlemi) duygusunu öne çıkaran barışçı "Portekiz Rönesans akımı", fütürizm gibi çeşitli akımların etkisi altında çok sayıda yazar, şair, ressam bu dönemde yapıtlar verdiler. Dönemin öne çıkan isimleri Mário Beirão, Augusto Casimiro, João de Barros, Sá-Carneiro ve değeri ölümünden sonra anlaşılan, imgeleminde yarattığı "kökteş"leriyle değişik akımlarda yapıtlar veren Fernando Pessoa oldu.

"Gönüllü sürgünlük" yeri Lizbon'da silik bir memur olarak yaşayan Pessoa, geçimini İngilizce ve Fransızca ticaret mektupları yazarak sağlamıştır. Adalet Bakanlığı'nda memur olan müzik meraklısı bir babayla, çok dil bilen duyarlı bir annenin oğlu olarak 1888'de Lizbon'da doğmuş, beş yaşında babasını kaybedince, Güney Afrika Portekiz konsolosu üveybabasının görevi nedeniyle çocukluk yıllarını İngilizce eğitim gördüğü Durban'da geçirmiştir. Lizbon'a döndükten sonra hayatını, zamanının büyük bölümünü yazmaya ayıracak biçimde düzenlemiştir. Bu bağlamda Pessoa, eski Portekiz denizcilerinin bir sözünü hatırlatarak, "Denize açılmak gerekli, yaşamak gerekli değil," diyecektir.

Fernando Pessoa, Portekiz'in bu dönemdeki zengin edebiyat ortamına, ilk olarak A Aguia dergisinde Portekiz şiiri üzerine denemeler ve eleştiriler yazarak atılmıştır. 1905-1908 yılları arasında ilk şiirlerini İngilizce yazan Pessoa, Shakespeare, Milton, Shelley, Keats, Poe, Byron ve Whitman'ın yanı sıra, Fransız simgecilerinden, Verlaine'le Huysmans'dan etkilenmiş ve Baudelaire sonrası Avrupa edebiyatının izleklerini –dünyaya gelmiş olma sakıncası, yaşamla düş arasındaki ayrımın belirsizliği, başlangıçla sonun bilinmeyişi– eleştirel, çözümleyici bir düzlemde irdelemeye çalışmıştır. Pessoa, "bütün edebiyat akımlarının toplamı ve sentezi" olarak nitelediği, yalnızca iki sayı yayımlanan Orpheu dergisinde kökteşi fütürist şair Alvaro de Campos'un türkülerini –Zafer Türküleri, Denizci Türküleri– ve akımın Paris'te yaşayan üyesi, genç yaşta intihar eden Sá-Carneiro'nun şiirlerini yayımlayarak Portekiz fütürizminin özgün konumunu ortaya çıkarmak istemiştir. Nesnelerin kendilerinin değil, nesnelerden edindiğimiz duyumların önemini vurgulayan farklı bir algılayış biçimini savunmuş ve İtalyan fütüristi Marinetti'nin dışa dönük, iyimser yaklaşımından uzaklaşan, içe dönük varoluşsal bir sıkıntının, metafizik bir yıkımın, simgecilikten kopuşun öncülüğünü üstlenmiş, eşsiz imgelem gücüyle belki de daha o zamandan gerçeküstücülere göz kırpmıştır. Birinci Dünya Savaşı'nın ilerleyen yıllarında yayımlanan Portugal Futurista dergisinde Pessoa, ressam, oyun yazarı, şair Almada Negreiros'un XX. Yüzyıldaki Portekizli Kuşaklara Fütürist Ültimatom başlığıyla kaleme aldığı, milliyetçi gençleri geçmiş özlemine karşı çıkmaya çağıran; feminizme, eşitlikçiliğe şimşekler yağdıran; savaşkanlığı öven; Dante'yle Hugo'nun yerine Marinetti, Marconi ve Edison'un deneyimci yöntemlerini öneren modernizm hayranı bildirisine, kökteşi Alvaro de Campos aracılığıyla karşı çıkarak savaş ve milliyetçilik karşıtı, antiemperyalist bir metin kaleme almış, İtalyan fütüristi Marinetti'ye özgü modernizm hayranlığının karşısına, Portekiz'in geçmiş yüzyıllara uzanan gizemci arayışını, tarihin söylence alanında geri dönüşünü çıkarmış, tepkisel bir duyarlıkla değil, tümdengelen kendine özgü mantık dizgesiyle, gerçek bir fütürist doktrin denemesine girişerek temel uyumsuzluğun teknolojik gelişmeyle insan duyarlığı arasında olduğunu göstermek istemiştir. Uluslararası bir bildiri yayımlamaya kalkışmayan Portekiz fütürizminin, "Avrupa'ya sırtını dönmüş, kolu havada, Atlantik Okyanusu'nu seyreden, sonsuzluğu soyut bir biçimde selamlayan Portekiz"in, insanın tinsel iç dönüşümünde, barış özleminde bir aşama olabileceğini, farklı bir açı getirebileceğini savunmuştur.

Pessoa şiirlerinde, gündelik hayatın tanıdık ögelerinden yola çıkarak, tarihsel olana gizemli bir açıklama getirme yoluyla, yalnızca gördüğü şeyin gerçekliğini değil, aynı zamanda kendi gerçekliğini de sorgulayarak geçersiz kılmaya çalışmıştır. Okura, belirsizlik ve bilinmeyen karşısında duyduğu huzursuzluğu aktarmıştır... Arayışında, –dini olmayanların dini– okültizmin (gizliciliğin), gizemciliğin, felsefenin, tarihin, dinlerin sağladığı esin alanlarından yararlanarak, geleneksel tanrısallık anlayışını "tanrının ötesi" adını verdiği metafizik bir kavramla aşmaya yönelmiştir. Amacı, şiiri, rastlantısal ve olağan şeylerin alanından kurtararak, zamansız, evrensel değerde başka bir alana çekmektir. Bilinmeyenin verdiği korku, metafizik düşünceler, parçalanmış ben bilincinden kaynaklanan belirsizlik ve kuşku, her ne kadar Pessoa'nın temel uğraşını oluştursa da, Pessoa bu uğraşın salt yazar Pessoa adıyla anılmasını istememiş, aralarında kendisinin de yer aldığı kökteş şairleriyle birlikte karşıtlıklar, koşutluklar, çelişkilerle dolu özgün bir edebi dünya kurmayı, belki de tek başına "bütün edebiyat" olmayı başarmıştır.

Fernando Pessoa'nın parçalanmış ve hızla çoğalmış imgelem gücünden doğan şairler, "tekil bir çoğulluk" oluştururlar; bu isimler Pessoa'nın takma isimleri değil, kökteş şairleridir. Casais Monteiro'nun dediği gibi, "Pessoa yapıtları için yaşamöyküleri bulmuştur, yaşamöyküleri için yapıtlar değil". Ya da Octavio Paz'ın belirttiği gibi "Pessoa'nın kökteşleriyle ilişkisi, romancı ya da oyun yazarının karakterleriyle kurdukları ilişkiye benzemez." Pessoa, kökteşlerini, gerek kendi kadar gerçek ancak ayrı kişiler, gerek kendinin parçaları olarak, olabileceği ya da olamayacağı şairler olarak nitelemiştir. Doğum-ölüm tarihleriyle, astrolojik haritalarıyla, edebiyattaki yerleriyle kökteşlerini, parçalanmış bir "ben bilinci"nin, varlıkla varoluşun örtüşmediği bir "şimdi özlemi"nin farklı ama kökteş sesleri olarak ele almıştır.

Kökteşlerin başında, yalın şiirleriyle duyumlar dünyasını dile getiren ve 1889 yılında Lizbon'da doğup 1915'te aynı kentte genç yaşta ölen, pagan şair, bütün kökteşlerin ustası Alberto Caeiro vardır. Başka bir kökteş, 1887 doğumlu doktor Ricardo Reis, biçimci bir tanrıtanımaz, Yunan-Roma geleneğine bağlı, Brezilya'ya göçmüş bir neo-klasiktir. 1890 doğumlu gemi mühendisi Alvaro de Campos, fütürist, deneyci bir aylaktır. Bernardo Soares, hayatını yaşamaktansa düşlemeyi seçmiş umutsuz bir nihilisttir. Pessoa'nın "kendisi" ise, simgeler dünyasında gezinen, güç anlaşılır metafizik bir şairdir. Pessoa'nın ölümünden sonra bir sandıktan çıkan yirmi bini aşkın elyazmasında bu saydıklarımız dışında yirmi dört kökteş yazarın daha izine rastlanmıştır.

Kökteşlerinin doğuşunu Pessoa, Adolfo Casais Monteiro'ya yazdığı mektupta şöyle anlatır:

"Aşağı yukarı 1912 yılından beri pagan nitelikte şiirler yazmaya niyetleniyordum. Birkaç kuralsız dize (ama Alvaro de Campos tarzında değil) yazdıktan sonra bu niyetten vazgeçtim. Aynı dönemde, belirsiz alacakaranlığın içinde, kendisine dönüştüğüm kişinin tanımsız bir portresini hayal meyal fark ettim (Ricardo Reis, ben farkına varmadan doğmuştu). Bir buçuk-iki yıl sonra, aklıma Sá-Carneiro ile dalga geçme düşüncesi geldi – çoban türküleri yazan, oldukça güç anlaşılır bir şair yaratma ve onu, hangi biçimde şimdi hatırlayamıyorum, gerçek bir varlık olarak tanıtma düşüncesi. Sonuç elde edemeden birkaç gün geçti. Bir gün –1914 Martı'nın 8'iydi– nihayet vazgeçmişken, yüksek bir dolaba yaklaştım ve bir tomar kâğıt alarak, her zaman yaptığım gibi, ayakta yazmaya başladım. Doğasını tanımlayamadığım coşkulu bir esriklik içinde, art arda otuz kadar şiir yazdım. Bu, hayatımın en muhteşem günü oldu, bir daha böyle bir gün yaşamadım. Bir başlıkla başladım: Sürü Bekçisi. Ortaya çıkan şey, içimde, Alberto Caeiro adını taktığım bir kimsenin belirişi oldu. Bu cümlenin saçmalığını lütfen bağışla: Ustam, içimde ortaya çıkmıştı. O anda hissettiğim buydu. Ve bu otuz şiiri yazar yazmaz, başka bir kâğıda, yine ara vermeden, Fernando Pessoa'nın Eğri Yağmur'unu yazdım. Bir anda, hepsini bir solukta... Bu, Fernando Pessoa-Alberto Caeiro'dan Fernando Pessoa'ya ani bir geçişti. Daha doğrusu, Fernando Pessoa'nın Alberto Caeiro olarak var olmayışına bir tepkiydi... Caeiro ortaya çıkınca, bilinçsiz bir biçimde, sezgisel olarak, ardıllar bulmaya çalıştım ona..."

Pessoa'nın özgün edebi dünyasını, kendisi de dahil, hiçbir kökteş tek başına temsil etmez. Ancak, bütün kökteşlerinin tek başlarına birer şair olmadıkları anlamını da taşımamalıdır bu. Pessoa, bütün kökteşleri aracılığıyla, okurunu karşıtlıklardan tat almaya yöneltir. Gerçeği gerçekdışıyla, maddeciliği tinle, bilinci bilinçdışıyla zıtlaştırır. Birinden birini seçme zorunluluğunun olmayışına yerinerek, seçmeyi kendine yasaklayarak, çelişkinin kendi dilini bulma yöntemiyle sonuca varmakta ne kadar zorlandığını okuruna göstererek, hiç tükenmeyen sonsuz bir tartışma alanını özgün akıl yürütme yöntemi, şaşırtıcı bir ikna yeteneğiyle sürekli yaratarak ilerler.

Pessoa, 20. yüzyılın başında, varlığın kendisini, gerçekle birlikte, benzeri hiç görülmemiş bir sarsıntıya, kökten bir parçalanmaya uğratmıştır. Pessoa'nın kendisi, birbirleriyle çatışan birçok şair ve düşünür olmakla kalmaz, kökteşlerden her biri, bir satırdan, bir dizeden ötekine, kendi kendileriyle de çelişirler.

Pessoa, Portekizce'de kişi, kimse (hiç kimse) demek ve maske anlamına gelen persona sözcüğünden türemiş. Bir yazgı, düşsel dünya kişisi, PESSOA.

"Hayatımdan zevk almayı amaçlamıyorum. Sadece onun yüce olmasını istiyorum; bu ateşi sürdürmek için bedenimi, ruhumu yavaş yavaş yakmak zorunda kalsam bile." Pessoa'nın bu sözleri biraz Doktor Faust'un anlaşmasını andırır. Çünkü Pessoa, Faust'una, "İçimde gördüğüm aydınlığa kavuştukça, gördüğüm belirsizleşiyor," dedirtecektir.

Pessoa'nın görüntüsü, kendi kendini yaratan bir çiçek dürbününün prizmaları gibi, sürekli değişebilir, bizi hep yeniden şaşırtabilir. Ama bütün bu alacakaranlık içinde Pessoa'nın silueti hep olacak. Çünkü "Pessoa'nın yapıtı, gerçekte negatif bir yapıt. Bir örnek işlevi görmüyor, ne yönetmeyi, ne de yönetilmeyi öğretiyor. Tam tersine, ruhları disiplinsizleştirmeye hizmet ediyor." (Casais Monteiro)

Şeytanın Saati, farsla tragedya arasında gidip gelen bu metin mizanseni, Pessoa'nın başlıca izleklerinin bir antolojisini sunuyor okura.

Yararlanılan Kaynaklar:1) Fernando Pessoa Poète Pluriel, BPI, Centre Georges Pompidou ve Éditions de la Différence, Paris, 1985.2) Fernando Pessoa, Antología, Der. Octavio Paz, Editorial Laia, Barcelona, 1985.

 

Fernando Pessoa - Anarşist Banker - Şeytanın Saati

Anarşist Banker 

1922’de Pessoa adıyla yayımlanan bu metin 1 , gerçek bir ateş gemisidir; bugün de, basıldığı zamandaki kadar tehlikeli, bir o kadar patlayıcı ve coşkundur. Eser, bir roman gibi okunabilir: hatalarıyla, tereddütleriyle ve nihayetinde muzaffer sonucuyla bir hayatın romanı. Sıfırdan başlayan Banker, bir servet kazanır: Neden ve nasıl? Acımasız bir keskinlikte ama bir o kadar da eğlenceli bir kötü niyet taşıyan bir dizi uslamlamayla bize göstermeye çalıştığı budur. Bu Banker, –katıksız ve sağlam bir anarşist olduğunu ilan eden– bize “hakikat”ini kanıtlamak için yanıltmacalara, çelişkilere ve inanılmaz çarpıtmalara başvurmakta tereddüt etmez. Ama hangi hakikati? Yapıtın gerçek boyutuna ulaştığı nokta burasıdır. Söz konusu olan aslında “burjuva toplumu”na –biz kapitalist derdik– onun ikiyüzlülüklerine ama özellikle ve daha derinlikli olarak insanı mutlak bir yabancılaşmaya götüren ve onu bu en büyük şerre, özgürlüğün yokluğuna mahkûm eden mekanizmalara karşı yapılan kışkırtıcı bir yergidir. Bu metin, “burjuva toplumu”nun en etkili ve en iyi gizlenmiş çarklarını oluşturan en karanlık ilkelerine kadar sorgulanmasıdır. Banker’in çözümlemesi amansızdır, burjuvaziyi kendi kazdığı kuyuya düşürür ve ustalığıyla Provinciales’i anımsatan şaşırtıcı bir belagat sergiler: Hakikaten de ispatlama bu metinde absürd yoluyla yapılır; dolayısıyla savuşturulması olanaksızdır. Birbirinin içine geçen savlardan, kinik olumlamalardan ve apaçık uydurmalardan oluşan bu labirent boyunca beklenmedik sona varıncaya kadar yazar, dolambaçlı bir yola davet eder bizi. Oyun, gücünü –içerden bakıldığında– son derece “görünür” olan bir ikiyüzlülüğü gözlerimizin önüne sermekten alan kurnaz bir banker tarafından maharetle yönetilmesinden alır. Ne var ki Pessoa, burjuva toplumunun yapısını yerle bir etmekle ve bize en şaşırtıcısından yeni bir “toplumsal sözleşme” önermekle yetinmez; metnin bozguncu mizahının, sonu gelmez dönekliklerinin ve süregiden “ikili söylem”inin altında zaman zaman, sanatçının, acımasız bir makinenin dişlileri arasında ezilen dâhinin gerçek acısı da uç verir, son isyanı haykırır. Yemeği bitirmiştik. Karşımda banker, tüccar ve namlı bir istifçi olan dostum, dalgın dalgın sigarasını tüttürüyordu. Sohbet can çekişerek ilerlemiş artık bir ölü gibi aramızda yatıyordu. Ben de bu sohbeti diriltme çabasıyla aklımdan tesadüfen geçiveren ilk düşünceye sarıldım. 

 Gülümseyerek yüzüne baktım: “Sadede gelecek olursak, geçenlerde bana, eskiden sizin anarşist olduğunuzu söylediler.” “Eskiden mi, hayır! Eskiden de anarşisttim, şimdi de anarşistim. Bu noktada değişmedim. Ben anarşistim.” 2 “Bakın hele! Siz bir anarşistsiniz, öyle mi? Hangi açıdan anarşistsiniz? Tabii eğer bu sözcüğe farklı bir anlam vermiyorsanız…” “Bildik anlamdan farklı mı kullanıyorum? Kesinlikle değil. Bu sözcüğü en sıradan anlamıyla kullanıyorum.” “Yani, şu işçi örgütlerinde görülen tipler gibi mi anarşistsiniz siz de bunu mu demek istiyorsunuz? Bombaları ve sendikalarıyla ortalıkta dolanan o tipler ile sizin aranızda gerçekte hiç fark yok mu?” “Fark var elbette… Ama sizin sandığınız noktada değil. Siz belki de benim sosyal kuramlarımın onlarınkine benzemediğini sanıyorsunuz?” “Aa, evet, anlıyorum! Siz kuramsal olarak anarşistsiniz; ama uygulamada…” “Kuramda ne kadar anarşistsem uygulamada da o kadar anarşistim. Uygulamaya gelince fazlasıyla anarşistim; hem de sizin sözünü ettiğiniz tüm o tiplerden daha fazla. Üstelik tüm yaşamım da bunun kanıtı.” “Anlamadım?” “Tüm yaşamım bunun kanıtı elbette. Sizin bu sorunu bilinçli bir biçimde incelemediğiniz ortada. İşte bu yüzden, aptalca şeyler söylediğimi ya da sizinle alay ettiğimi düşünüyorsunuz.”

 

Acıya Kurşun İşlemez - Adnan Yücel

Sabrın çalkalanıp taştığı sulardadır
Çığlıklarla parçalanmış uykularda
Buruşturulup atılmış aşklarda
Ve çalınmış mutluluklardadır
Ses ile yürek
Büyük rüzgarların o yanı k şarkısı
Hala yükselir içimizden dağılır
Coşkunun doruklarında sürer yankısı

ilk kurban adanırken bir nehire
Korkunun ilk nişanında başlamıştır
Gözyaşının ilk damlasından kalma
Yaslı baharlarla gelmiştir bugüne
Kanla yazılan yasalarla
Açlığın otağ kurduğu sabahlarla
Ve sonuçsuz kalan ahlarla gelmiştir
Acıya kurşun işlemez artık
Ölüm bile bu acıyı cellat bilm iştir

Yok bundan böyle ter yarası
Zincir tutsaklı ğı ve sabır
Kırbaç yalvartması sessizliğin
Can pazarı ve kahı r yok
Her şey yaşanan şu gün gibi gerçek
Adı m ız halk olduğu günden beri
Bir direnç olmuştur bizde sevinçler
Şimdi acı nın her kuraklığı nda
Onlar
Yüreğimizin ovaları na çiselenirler

Boşuna değil bu ölürcesine sevmek
Ve ölürken bile yürümek
Boşuna değil
Hep yatağı olduk tarih ırmağının
Yenilgilerle durulmanın
Zaferlerle köpürüp kabarmanın
Ama hiç bir zaman
Anası olamadık geçmişi doğurmanın

Yıldızlar ve sular tanıktır bize
Aç ve kavruk bir memeden
Direnmeyi yudum yudum emen
Bir çocuk gibi öğrendik
Ve direndik
Ordular kurduk türkü renklerinden
Bütün ağıtları bir hücumda yendik
Acıya kurşun işlemez artık
Biz yaşamayı zulümsüz sevdik


Akşam Türküleri - Afşar Timuçin

Beyaz bir gün üstüme kapanıyor
Yeşilini süze süze ormanların
Ah deniz dipleri neredesiniz
Derin deniz dipleri 

Gözleri kadar güzel sevdalımın
Uzayan gölgelere uzanıyorum
Üstümde hırçın bir mavi
Yeni bir zamana başlar gibiyim
Batan günün ölgün kırmızısında
Usulca koyuluyor akşam türküleri

Gün bir koşuda dağıldı gitti
İnsan olursa olsun diyemiyor
Dokunduğum ne varsa kayıyor ellerimden
Ben bir şey olmamış gibi
Ölümsüz bir tutkuya davranıyorum
Nasıl olsa geceye daha çok var
Yasalarına sıkı sıkıya bağlı güneş
Ufka doğru süzülüyor olsa da
Her sevince yeniden başlıyorum
 

İlhan Berk - Acının El Yazısı

 

Ben acıyım. Yani senin hazan düşen yüzün. Umarsız
Boyun bazan. Bazan ağzın, gölgeli gözlerin

Yani çocukluğun. Bursa’da bir sokak yani
(Bursa’yı hiç görmemişim gibi gelir bana)

Bir akşam yaktığın mum sonra bir kilisede
Daha hiç bilmediği bir yüz için ölümün

Zaman ki senden başka nedir
Ve hep bir yüz dönüşür bende

Bir yüze
Hem geceyi, hem tanyerlerini taşır kendinde

Ben ki bir yıkıntınım senin, senin büyüttüğün
Acının el yazısında

 

Nilgün Marmara - Daktiloya Çekilmiş Şiirler

 
Bir hiç iyilik için gözlerim
evetliyor bir mavi, bir gri,
bir kırlangıç, bir buz pembeyi.
Bir hoş esinti omuzlarımı serinletiyor
İki göreli güç dövüşürken yerellik çıkmazında

Bu an; bu baskıcı bu tiksinç bu anlamsız
bu hoşgörülü bu eşsiz bu gülyüzlü
zaman parçası
Karanlık bir kutu belleğimde...(Kitaptan)

* * *
 Nilgün Marmara KISA HAYATINDA SAKİN BİR SERÇE
 
 "YABANCILARIN EN YAKINIYDIN SEN!"
 
 Nilgün Marmara'nın çeşitli dergilerde şiirleri yayımlandı. Küçük İskender, Lale Müldür, Orhan Alkaya, Cezmi Ersöz, Ece Ayhan, Gülseli İnal, Onur Göknil ve Serdar Aydın gibi şairleri derinden etkiledi. Mezun olduktan sonra Marmaris'te bir tatil köyünde çalışmaya başladı. Farklı şirketlerde sekreterlik, Mısır Konsolosluğunda memurluklarda bulunsa da iş hayatı çok uzun süreli olmadı. 1982'de, arkadaş ortamında tanıştığı endüstri mühendisi Kağan Önal ile evlendi. Eşinin işi dolayısıyla 16 ay Libya'da yaşadılar. Sylvia Plath sevgisi, Marmara'yı ölümde de sevdiği şairin yazgısıyla birleştirdi. 13 Ekim 1987'de 29 yaşındayken kaldığı evin penceresinden atlayarak intihar etti.
 SYLVIA PLATH'IN ÜLKEMIZDEKI YANSIMASI
OLAN NILGÜN MARMARA, 29 YAŞINDA KENDINI
BEŞINCI KATTAKI EVININ PENCERESINDEN
AŞAĞI BIRAKARAK HAYATINI SONLANDIRMIŞTI.
TÜRK EDEBIYATINDA ÖNEMLI BIR YERI OLAN,
“IKI ADIMLIK YERKÜRE SENIN BÜTÜN ARKA
BAHÇELERINI GÖRDÜM BEN” 
NİLGÜN Marmara, Balkan göçmeni olan bir ailenin iki kızından biri olarak, 13 Şubat 1958'de İstanbul, Moda'da doğdu. Babası Fikri Marmara, muhasebe müdürüydü. Babası, Bulgaristan'ın Plevne şehrinden, annesiyse Vidin'den İstanbul'a göç etmişlerdir. Liseyi Kadıköy Maarif Koleji'nde okudu. Üniversite hayatına İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden başladı ancak siyasi sebeplerle burada devam edemeyip tekrar sınava girdi ve Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü kazandı. Okulu, Sylvia Plath'in Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi tezi ile 1985'te bitirdi. Sylvia Plath üzerine incelemeler yaptı. Plath'ın bireyin yalnızlığına ve varoluş sorununa bakışı genç şairi etkiledi.
ESERLERI
ŞIIR

Daktiloya Çekilmiş Şiirler (1988)
Metinler (1990)
GÜNLÜK
Kırmızı Kahverengi Defter (1993, Gülseli İnal
tarafından hazırlandı)
Defterler (2016)
Kağıtlar (2017)
INCELEME
Sylvia Plath'ın Şairliğinin Intiharı Bağlamında
Analizi (1985, Dost Körpe tarafından 20 yıl
sonra Türkçeye çevrildi)
 Çok Güzel
Durma artık burada uysal âşık!
Aydınlık milinin yatağında.
Bilemiyoruz belki de meşe o ağacın adı,
Anlamıyoruz varolduğumuzu gölgesinde ağırbaşlılığın.
Veda geliyor şimdi, öğretmek için
Sergilenmeyi, uçuşan geriye dönen vakitte.
Kime, kime gönderiyor incelen yapraklarını
güzün, kavisin beyaz yanağıyla?
Bu aklıkta, minarem mavi benim.
Işığım denize kayıyor, bir sayıklama
Izleğiyle, bir zamanlar pay verdiğimiz insanlığa!
* * *
Niye izin vermiyorsun yoluna kuş
konmasına
niye izin vermiyorum yoluma kuş
konmasına
niye kimseler izin vermez yollarına kuş
konmasına?
öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna" 
* * *
“Çok yalnızım, mutsuzum
göründüğüm gibi değilim aslında
karanlıklarda kaybolmuşum
...bir ışık arıyorum, bir umut arıyorum
uzun zamandır
aradıkça batıyorum karanlık kuyulara
kimse duymuyor çığlıklarımı”
* * *
“Aydınlıkta köhneliği belirginleşen ve
kentte ve konutta hiçbir şey neyse ben
oyum. Öylesine
bağsız ve yeğniyim ki bu hafifliğin
şiddetinin bedelini bir gün öderim diye
düşünüyorum.
Sanki varoluş beni cezalandırmak ister
gibi; yoğunluğundan bana düşen payını
benden geri”
* * *
“Böyle düşüş görmemiştim ölgün ve
kırık çakılmış
kalmıştım / gelecek zamanlı düşler
çatıyordum
kapladığım şuncacık yerde; / bu ölçüm-
süz gökyüzünde…”
* * *
Düşü Ne Biliyorum
Kimdi o kedi, zamanın
eşyayı örseleyen korkusunda
eğerek kuşları yemlerine,
bana ve suçlarıma dolanan?
Gök kaçınca üzerimizden ve
yıldız dengi çözüldüğünde
neydi yaklaşan
yanan yatağından aslanlar geçirmiş
ve gömütünün kapağı hep açık olana?
Yedi tül ardında yazgı uşağı,
görüldüğünde tek boyutlu düzlüktür o
ve bağlanmıştır körler
örümcek salyası kablolarla birbirine
sevişirken,
iskeletin sevincini aklın yangınına
döndüren, fil kuyruğu gerdanlıklarla.
Yine de, zaman kedisi
pençesi ensemde, üzünç kemiğimden
çekerken beni kendi göğüne,
bir kahkaha bölüyor dokusunu
düşler marketinin,
uyanıyorum küstah sözcüklerle:
Ey, iki adımlık yerküre
senin bütün arka bahçelerini
gördüm ben!
 * * *
"Uçurumlar var
diyorum,
insanla insan arasında,
Kendiyle kendi arasında."
* * *
Daktiloya Çekilmiş Şiirler
Hiç kullanılmamış bir zamanın gözka-
paklarını açıyorum
Dünyamsın benim, zorbam, düzenim
bundan gözlerim göğe çevrili
ellerim denizde
hiç katılmadan sende yaşıyorum
dirimimsin benim
doğarken öldüğüm
Aşağılık belirtileri sahipliğin, birleştirdi
ne geceyi ne gündüzü
kölelik yetişemedi aralık paylarına
sevincin
Üşümüşüm
bu yaklaşan kışla değil
deniz ürpertisi, göğün alacasıyla değil
ellerimin soğukluğu hep bir kalabalıkta
kaçışının gizini gönlünde tuttuğun
bilisiz aşkı/nı ver bana
üşümeyeyim
Kendimizle oynayan güçsüz mahluklarız
biz, yaptırımla ödülü gönlümüzde barışık
tutan. mesafemiz kuyruğumuzla başımız
arasında gider gelir, dehşetli sevincimiz
bulunca ayrılmazlığını yengimizle yenil-
gimizin.
devimimiz: felcimizin kayna-
ğından fışkıran. güçsüzlüğümüz: kıvrak
istemimizin yatağı. böylece doldururuz
biz her kaygının, her doyumun kucağın
 * * *
Dinle susturduğun geceyi.
Silmek ve bilmek artık
Görevin tutmamak arzuyu senin olmayan
dokunmalar ve umarsız bakışınla,
Çünkü zaman ben'im, yaralıyım.

Budala - Dostoyevski

Bu devir, sıradan insanın en parlak zamanı; duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir. Kimse bir şeyin üzerinde durup düşünmüyor. Kendisine bir ülkü edinen çok az. Umutlu birisi çıkıp iki ağaç dikse herkes gülüyor: “Yahu bu ağaç büyüyünceye kadar yaşayacak mısın sen?” Öte yanda iyilik isteyenler, insanlığın bin yıl sonraki geleceğini kendilerine dert ediniyorlar. İnsanları birbirine bağlayan ülkü tümden yitti, kayıplara karıştı. Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes kendini düşünüyor. Kendisi kapabileceği kadar kapsın, geride kalanlar isterse açlıktan, soğuktan ölsün, vız geliyor.

Yalnızın Durumları - Özdemir Asaf

I. 
Her şeyi süpürebilirsin;
Sonbaharı süpüremezsin. 
Sen her şeyi süpürebilirsin;
Sonbaharı süpüremezsin. 
Yalnızsa
Sürekli bir sonbaharı
Süpürür hep.
Düşünemezsin.
II.
Yanar
Sobasında
Yalnızın
Üşüyen
Bakışları. 
Lambasında
Karanlığa donuk
Bir ışık
Titrer
Sönük-sönük. 
Penceresi
Dışına kapanmıştır,
Kapısı
İçine örtük.
III.
Yalnız
Bin yıl yasar
Kendini
Bir anada.
IV.
Yalnızn
Nesi var, nesi yoksa
Tümü birdenbiredir.
V.
Yalnız
Bir ordudur
Kendi çölünde 
 Sonsuz savaşlarında
Hep yenen
Kendi ordusunu.
VI.
Yalnızın
Sakladığı bir şey vardır;
Boyuna yerini değiştirir,
Boyuna onu arara.
Biri bulsa diye.
VII.
Yalnız
Hem bilgesi,
Hem delisidir
Kendi dünyasının.
Ayrıca;
Hem efendisi
Hem kölesidir
Kendisinin 
Tadını çıkaramaz
Görecesiz dünyasında
Hiçbirinin
VIII.
Yalnız
Sürekli dinleyendir
Söylenmemiş bir sözü.
IX.
Sözünde durması
Yalnızın yalancılığıdır
Kendisine. 
Hep yüzüne vurur utancı.
O yüzden
Gözlerini kaçırır
Gözlerinden.
X.
Yalnızın odasında
İkinci bir yalnızlıktır
Ayna.
XI.
Yalnız
Hep uyanır
İkinci uykusuna.
XII.
Yalnız
Kendi bencinin
sen’idir. 
XIII.
Bir sözde saklanmış bir yalanı
Bir gözde okuduğundan
Bakmaz kendi gözlerine bile.
XIV.
Hep susadığında
O
Kendi çölündedir.
XV.
Kendi öyküsünü
Ne anlatabilen
Ne de dinleyebilen. 
Kendi türküsünü
Ne yazabilen,
Ne söyleyebilen.
XVI.
Bir zamanlar güldüğünü
Anımsar
da...Yoğurur hüzünün çamurunu
Avuçlarında.
XVII.
Yalnız
Aranan tek görgü tanığıdır
Yargılanmasında
Kendi davasının... 
Her duruşması ertelenir
Kavgasının.
XVIII.
Yalnız
Hem kaptanı
Hem de tek yolcusudur
Batmakta olan gemisinin. 
Onun için
Ne sonuncu ayrılabilir
Gemisinden,
Ne de ilkin.
XIX.
Yalnızın adı okunduğunda
Okulda ya da yasamda
Kimse
'Burda'
diyemez ..
Ama
Yok da..
XX.
Uykunun duvarında başladı...
Önceleri bir toz gölgesi sanki;
Sonra bir yumak yun gibi. 
Ama simdi iyice görüyor
Örümceğin ağını
Gün gibi
XXI.
Yalnız
Duymuş olduğunun sağırı,
Görmüş olduğunun koru
Dur 
Ölür ölür ölür
Öldürür öldürür öldürür 
 Duyduklarını unutur,
Duyacaklarını düşünür.
XXII.
Yalnızın adına
Hiç kimse konuşamaz.. 
O
Kendi kendisinin
Sanığıdır.
XXIII.
Yalnız
Önceden sezer
Sonra olacakları 
Paylaşacak biri vardır;
Anlatır anlatır ona
Olanları, olmayacakları.
XXIV.
Her leke
Kendisiyle çıkar. 
 

Ayın En Çıplak Günü - Buket Uzuner

Herkesin yaşamında çıplak günler vardır; savunmasız, iddiasız, direnmesiz, gösterişsiz, öylece...Yalın ve kendi halinde. İçine kimsenin kabul edilmediği, alınmadığı, hani o ‘en yakınlar’ın bile...Bu kitaptaki öyküler benim en çıplak günlerimde yazıldılar.

“Kıvırcık saçlı kadın, ilk kez korkmadan altı yıl boyu çekinerek sakladıklarını çıkarttı, gözünün önüne serdi. İnsanın en korkunç sırları kendisinden sakladıklarıdır. Kocasını, onun kendisiyle ilgili en küçük şakayı kaldıramayışını, kendini uyurken bile önemseyişini, karısının problemleri söz konusu olduğunda işlerinin aniden yoğunlaşmasını, altı yılı dolduran hep onun kitapları, filmleri, dostları, sorunları, iş kaygıları, plakları, rı, rı, rıları düşündü.”

Ayın En Çıplak Günü

Nietzsche & Soren Kierkegaard

Kanmışlıklar, doğruluğun yalanlardan daha tehlikeli düşmanlarıdır.

Yılanın ilkin büyüyüp ejderha haline gelmesi gerekir ki birisi onunla kahraman olabilsin.

Kendinden hiç sözetmemek çok soylu bir - ikiyüzlülüktür.

Kötü işiten hep işittiğine bir şeyler ekler.

Kişi düzenli çalışmayı hiç öğrenmemişse, can sıkıntısı duymaz.

Kişi, ışığını karartmayı da bilmelidir, böceklerden ve hayranlardan kurtulmak için.

İzleyicilerimizin asla bağışlamayacakları bir şey, kendimize karşı çıkmamızdır.

Aşırıya kaçmanın anası neşe değil, neşesizliktir.

Altın olan her şey parıldamaz: bunun için fazlaca narindir.

İnsanlar ışığın çevresinde toplaşırlar, daha iyi görmek için değil, daha iyi parıldamak için.

Erdem uyumuşsa deha zinde kalkar.

Kişi suçunu bir başkasına itiraf edince, unutur.

Teselli arayana en iyi gelen teselli, onun durumu için hiçbir teselli bulunmadığı savıdır.

Kendinden çok söz etmek, kendini gizlemenin de bir yoludur.

Bütün yargılayanların gözünden bir cellat bakar.

Kendini görmezden gelmek -iyi görmek için gereklidir.

"Kahraman neşelidir" - bu şimdiye kadar trajedi yazarlarının gözünden kaçtı.

Ahlaksal olay yoktur, yalnızca olayların ahlaksal yorumu vardır.

Acı çeken dostuna dinlenmesi için yer göster ama dikkat et yatak sert olsun.

Barış zamanında savaşçı kendine çatar.!

Başarının sonu yalnızlıktır.

Birini suçlamak üzere ileri uzattığın elinin 3 parmağının seni gösterdiğini unutma.!

Beni öldürmeyen herşey beni güçlendirir.

Babanın gizlediği şey, oğulda açığa çıkar.

Biz arzulanana değil arzulamanın kendisine âşığızdır.

Bence hayatın kendisi gelişme içgüdüsü , idame içgüdüsü , güçlerin biriktirlmesi içgüdüsüdür : Güce yönelmenin olmadığı yerde çöküş vardır.

Doğrular ve yanlışlar yoktur, sadece yorumlar vardır.

Dünyada hiçbir şey insanı kin besleme duygusu kadar yıpratmaz.

Fatihler şansa inanmaz.

Fırtınayı getiren en derin ve yumuşak sözlerdir.

Gerçeğin düşmanı tabular ve inançlardır.

Hayat; kendisini alt edenindir.

Issız ve yorucu dorukları sevenlerin kanatları olmalıdır!

İnsanoğlu hayatta o kadar acı çeker ki, canlılar arasında yalnız o, gülmeyi icat etmek zorunda kalmıştır.
 
 
"Başıma harika bir şey geldi. Göğün yedi kat yukarılarına çekildim. Tanrılar orada saf saf dizilip oturuyorlardı. “Ne dilersin” dedi Merkür, “gençlik mi, güzellik mi, güç mü, uzun bir ömür mü, en güzel bakireyi mi; yoksa sandığımızda bulunan öteki nimetlerden birini mi? Sadece bir tanesini seçeceksin ama.” Bir an şaşırdım kaldım. Sonra tanrılara şu şekilde hitap ettim: “Çok saygıdeğer çağdaşlar, tek dileğim şudur ki kahkaha hep benden yana olsun. Tanrılardan hiçbiri tek kelime etmedi; hepsi gülmeye başladı. Bundan dileğimin kabul edildiği sonucuna vardım ve tanrıların kendilerini nasıl zevkli bir şekilde ifade ettiklerini keşfettim: ciddi bir tavırla dileğin kabul oldu, demek onlara yakışmazdı."
 
Kierkegaard Ya /Ya da’dan

Bertrand Russell 'Mutluluk Peşinde'

MUTLULUK PEŞİNDE
Mutluluğu fethetmek istiyorsanız, bakın neler yapacakmışsınız...

 
1- Yaşamdan tat alma duygunu geliştir. (Kimin itirazı olabilir? Yaptığın her ne ise, zevk alarak yap. Hiçbir şeyi öylesine yapma. Hücrelerinde hisset, keyfine var...)

2- Sevecen ol. İnsanlara sevgiyle yaklaş, karşılık da bekleme. (Bu da güzelmiş. Özellikle de karşılık beklemeden bir şey yapmak...)

3- İyi anne-baba ol. (A bu süpermiş diyorum. “Çok iyi bir yönetici oldum, patron oldum, lider oldum ama iyi bir baba olamadım” lafları beni üzüyor. Birinin dünyaya gelmesinde bir sorumluluğun varsa, kaçarın yok, iyi anne-baba olacaksın. Ötesi, berisi, öyleydisi, böyleydisi yok.)

4- Çok yönlü, ilginç, yaratıcılık isteyen bir iş yap. (Bu da doğru. Yaptığın iş, içini şişiriyorsa, mutlu olamıyorsun! Bazen lüks olabilir ama insan mutlu olacağı işi aramaktan vazgeçmemeli.)

5- Birbirinden farklı küçük ilgi alanları geliştir. Günlük yaşamına çeşitlilik kat. (Doğru. Ne kadar çok çeşitli, küçük küçük mutluluk alanın, ilgi alanın varsa, zaman o kadar kolay kayıp gidiyor. Mutluluk zamanı unutmaksa, işte fırsat...)

6- Mücadele ile teslimiyet arasında denge kur. Elinden geleni yap, geri kalanı gelişmelere bırak. (Değiştiremeyeceğin şeyler için ısrar etmek, mutsuzluktan başka bir şey getirmez. O zaman teslim ol. Ama değiştirebileceğin şeyler için de mücadeleye devam et...)
DAHASI VAR
Mutsuzluğu yenmek istiyorsanız:
1- Adaletsizliğe uğramışlık duygusunu abartma. Kendini gözünde fazla büyütme. Başkalarının sana olan ilgisini de. (Bu da müthiş bir tespit! Kurban psikolojisinden kurtul. Kendini çok ciddiye alma, övgülere de çok yüz verme.)

2- Başkalarının hakkında ne düşündüğünü fazla önemseme. (Haklı. Çünkü özellikle dışarıdan gelen övgüleri abartırsan, kendi gerçeğinle ilişkini kopartmış oluyorsun. Kendini olmadığın bir şey zannetmeye başlıyorsun, en kötüsü de bu. Bu, bırak mutlu olmayı, kendine zarar vermeye başladığın an...)

3- Suçluluk ve utanç duygularıyla mücadele et. (Evet, insanı mutsuz eden duygular onlar. Kurtulabilirsen ruhunu önemli ölçüde özgürleştirmiş oluyorsun. Benim mesela bu maddeye çalışmam lazım, bitmez tükenmez suçluluk duygularımdan kurtulmam lazım.)

4- Endişelerini ve korkularını somutlaştır ve “Olabilecek en kötü şey ne?” diye sor kendine. (Bu da insanı iyi hissettiren bir şey. Herkese tavsiye ederim: Stresten ölüyor musun, bir dur ve dedi ki kendine, “Yetiştiremezsem/ yapamazsam/ başaramazsam en kötü ne olur?” İşte bu sorunun cevabı, insanı
rahatlatıyor. Çünkü “Çok da katlanılmayacak bir şey değilmiş” dedirtiyor...)

5- Kıskançlık değil hayranlık duygusunu geliştir. Kendini başkalarıyla kıyaslama. (Artık neredeyse herkesin tecrübesiyle sabit ki, kıskanmak insanı mutsuz eden bir şey. Kendini başkalarıyla kıyaslamak da öyle. Ne birilerinin senden eksikliği, ne de birilerinin senden fazlalığı seni etkilememeli, etkilerse gücünün doruğuna ulaşamazsın. Başkalarını bırak, kendinle uğraş, kendi kabiliyetlerini arttır.)

6- Can sıkıntısı ve heyecan konusunda hayatında denge kur. (Ne sürekli can sıkıntısıyla yaşanır, ne de sürekli heyecan haliyle. En iyisi, bu ikisinin denge durumudur.)

7- Rekabet yarışlarından uzak dur. (Rekabet de insanı mutsuz eder, birini geçmek için uğraşma, sen kendini geçmeye çalış.)

 8- Kendini melankoliye kaptırma. (Söylenecek çok fazla şey yok, kaptırma...)