29 Ekim 2019

29 Ekim Cumhuriyet Bayramımızın 96'ncı yıl dönümü kutlu olsun.


• Türk milletinin karakterine ve adetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir.

• Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemiyle devlet şekli demektir.

• Cumhuriyet, yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir.

• Türk Milletinin tabiatına ve geleneklerine en uygun olan yönetim, cumhuriyet yönetimidir

• Cumhuriyet, yeni ve sağlam esaslarıyla Türk milletini emin ve sağlam bir istikbal yoluna koyduğu kadar, asıl fikirlerde ve ruhlarda yarattığı güvenlik itibariyle, büsbütün yeni bir hayatın müjdecisi olmuştur.

• Türkiye devletinin şekl-i hükûmeti cumhuriyettir.

• Bugünkü hükümetimizin, devlet teşkilatımızın doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet ve hükümet teşkilatıdır ki onun adı Cumhuriyettir. Artık hükümet ile millet arasında geçmişteki ayrılık kalmamıştır. Hükümet millet ve millet hükümettir.

• Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır.

• Cumhuriyetimiz öyle zannolunduğu gibi zayıf değildir. Cumhuriyet bedava da kazanılmış değildir. Bunu elde etmek için kan döktük. Her tarafta kırmızı kanımızı akıttık. İcabında müesseselerimizi müdafaa için lâzım olanı yapmağa hazırız.

• Onlar, kolaylıkla anlayacaklardır ki, çürümüş bir hanedanın, halife unvanıyla başının üstünden zerre kadar uzaklaşmasına imkân kalmayacak surette muhafazasının mecburî kılan bir devlet şeklinde, cumhuriyet idaresi ilân olunsa bile, onu yaşatmak mümkün değildir.

• Bugünkü hükûmetimiz, devlet teşkilâtımız doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet teşkilâtı ve hükûmettir ki, onun ismi Cumhuriyettir. Artık hükûmet ile millet arasında mazideki ayrılık kalmamıştır. Hükümet millettir ve millet hükûmettir. Artık hükûmet ve hükûmet mensupları kendilerinin milletten ayrı olmadıklarını ve milletin efendi olduğunu tamamen anlamışlardır.

• Son senelerde milletimizin fiilen gösterdiği kabiliyet, istidat, idrak, kendi hakkında kötü fikir besleyenlerin ne kadar gafil ve ne kadar tetkikten uzak görünüşe düşkün insanlar olduğunu pek güzel ispat etti. Milletimiz haiz olduğu özelliklerini ve liyakatini hükûmetinin yeni ismiyle medeniyet dünyasına daha çok kolaylıkla göstermeğe muvaffak olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti, cihanda işgal ettiği mevkiye lâyık olduğunu eserleriyle ispat edecektir.

• Temeli büyük Türk milletinin ve onun kahraman evlâtlarından mürekkep büyük ordumuzun vicdanında akıl ve şuurunda kurulmuş olan Cumhuriyetimizin ve milletin ruhundan mülhem prensiplerimizin bir vücudun ortadan kaldırılması ile bozulabileceği fikrinde bulunanlar, çok zayıf dimağlı bedbahtlardır. Bu gibi bedbahtların, Cumhuriyetin adalet ve kudret pençesinde lâyık oldukları muameleye maruz kalmaktan başka nasipleri olmaz. Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşayacaktır. Ve Türk milleti emniyet ve saadetinin kefili olan prensiplerle medeniyet yolunda, tereddütsüz yürümeğe devam edecektir.

• Gelecek nesillerin Türkiye’de Cumhuriyetin ilanı günü, ona en merhametsizce hücum edenlerin başında, cumhuriyetçiyim iddiasında bulunanların yer aldığını görerek şaşıracaklarını asla farz etmeyiniz! Bilâkis, Türkiye’nin münevver ve cumhuriyetçi çocukları, böyle cumhuriyetçi geçinmiş olanların hakikî zihniyetlerini tahlil ve tespitte hiç de tereddüde düşmeyeceklerdir.

• Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz Cumhuriyeti kurduk, o on yaşını doldururken demokrasinin bütün icaplarını sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır.

• Cumhuriyet düşünce serbestliği taraftarıdır. Samimî ve meşru olmak şartıyle her fikre hürmet ederiz. Her kanaat bizce muhteremdir. Yalnız muarızlarımızın insaflı olması lâzımdır


25 Ekim 2019

Âşık Veysel "Bu alemi gören sensin. Yok gözünde perde senin. Haksıza yol veren sensin. Yok mu suçun burda senin."


 
Türlü türlü dillerin var 
Ne acaip hallerin var 
Ne karanlık yolların var 
Sırat köprün nerde senin


Pablo Picasso



 Çiçekler,1901


Behçet Kemâl Çağlar, 1942 yılına 34 yaşındayken Kayseri’de yazdığı bir şiirinde ise kendini şöyle tanımlıyordu:





Kimlik kağıdım:

Yalınayak basardım yaz kış toprağa,
Odun toplamaya giderdim dağa,
Ata üzengisiz binmekti derdim,
Bazlamaya çaman sürer de yerdim,
Beziryağı idi yanan lambamda,
Yıldız saya saya uyurdum damda,
Yufka pişirmeye firez yolardım,
Yazları üst daldan kiraz yolardım,
Yonca otlatırdım sarı tosuna,
Bayılırdım yanık un kokusuna,
Güzün değirmende nöbet beklerken,
Büyük anam “Yasin”, babam “Türküm ben”
ezberlettirirlerdi kışın her gece,
Anam baş ucuma gelir gizlice,
“Keloğlan” masalı söyler giderdi,
Nutuk söyletmekti hocamın derdi,
Amcamın yanında askerdim dimdik,
Yazın köylü kışın şehirli idik,
Mektepte leyliydim bir uzun kıştı,
Kitaplar okudum, aklım karıştı,
Dünya güzelini düşümde gördüm,
Denizi onaltı yaşımda gördüm,
Maden mektebine zorla giderken,
Sonra Avrupa’yı dolaştım da ben,
Çeşit çeşit süsler, keyifler gördüm,
Yine de gözümde tüterdi yurdum,
Gurbette vatanı yaman özledim,
Yine acıkınca caman özledim,
Yine yıkanmaya aradım dere,
Bildim, çabalamam benim boş yere,
Ben ki hep bu dağın taşın çocuğu,
Yüz yıl geçse onbeş yaşın çocuğu.

İşte ben;

Yunus’lardan daha yaşlıyken başım,
Çırpınır göğsümde yirmibeş yaşım,
Her gece kendimden çıkar giderim,
Orhon Beyi Yulug Tikin yoldaşım,
Yerde beni boğadursun kederim,
Çoban olur yıldızları güderim,
Mikelanj’ın ellerini öpmeye,
Atilla’nin terkisinde giderim,
İmbiğimden geçen her haram helal,
En yakın sırdaşım Mevlana Celal,
Gönlüm beste yapar Karacoğlan’a,
Başımda konuşur Mustafa Kemâl.

Adalet Ağaoğlu - Hayır

 

Parçalanmış Bir Zamanın Romanı: Hayır 
Hayır, 12 Eylül sonrasının Türk aydınında yarattığı parçalanmanın romanıdır. Hayır, 12 Mart’tan 12 Eylül sonrasına kadar geçen sürede Dar Zamanlar kahramanlarının macerasının sonunu kapsar.  Aysel’in 1972’de düğün gecesi tutuklanmasının dolandırıcı ilkokul arkadaşı Sevil’in Aysel’den kendisini saklamasını istemesi yüzünden olduğunu, Engin’le olan ilişkisini Cemal’in fakülteye ihbar ettiğini ve bu yüzden üniversiteden uzaklaştırıldığını, ardından bilimsel sahtekârlıkla suçlandığını, Engin’in 12 Eylül öncesinde tutuklandığını, sonra 12 Eylül’de tutuklanacakken Aysel ve Ömer’de bir gece kaldığını sonra yurt dışına kaçtığını, vatandaşlıktan çıkarıldığını, Danimarka’da yaşadığını, Bir Düğün Gecesi’nde hiç adı anılmayan Aydın’ın 12 Mart sonrasında sol yayınlar yayınlayan bir yayınevi kurduğunu 12 Eylül’den sonra hastalanıp öldüğünü. Hayır, Dar Zamanlar’ın zaman kurgusu bakımından en karmaşık romanıdır. Adalet Ağaoğlu, romanın zaman stratejisinin ipuçlarını“Ân” adını taşıyan son bölümde açıklamıştır: 

“... Ancak, kırılmış kaygan zaman parçaları yan yana dizilebilir, üst üste yığılabilir, her biri ötekinden çeşitli uzaklıklara konulabilir. Elde avuçta olan-lar, elde avuçta olacak olanlar... Dünler, bugünler, yarınlar... Mayıslar, Martlar, Eylüller; şubat, haziran, aralık ve temmuzlar. Gündoğumları, günbatımları, acılar ve sevinçler, akşamlar, geceler ve yine sabahlar... Hepsi, hep birlikte durmadan yer değiştirmektedir. Yer zamanla, zaman yerle değişmekte. Yakalandığı an’da başka bir şeye dönüşen ân, aynı nedenle sonsuz çözme, bir o kadar da birleşme olanaklarıyla yüklüdür. Hayatın takvimi zamanı günlerle, haftalar, aylar, yıllarla sıraya dizer. Beynin takvimi bu sırayı bozar, karıştırır, ayıklar, seçer, birleştirir ve bunu, yüzünü görmeyi özlediği bir yarının merakıyla yapar.” (s. 310) 

Bu sözlerden Hayır’da bütüncül bir zaman anlayışının olmadığı anlaşılır; ancak zaten diğer romanlarında da Adalet Ağaoğlu, zamanı takvim zamanına uygun olarak kurgulamamıştı. Ayrıca ay adlarından mart, mayıs ve eylülün diğer ay adlarından farklı olarak büyük harfle başlatılması, bu ayların romanın kurmaca zamanı bakımından önemli olduğunu göstermenin yanında tarihsel zaman ilişkisini de ima etmektedir. Özellikle “hayatın takvimi” ile “beynin takvimi” ayrımının yapılmış ve beynin kronolojik sırayı bozmasının vurgulanmış olması modernist zaman taktiklerinin bu romanda da uygulandığı konusunda okuyucuyu uyarmaktadır.

Hayır, kurmaca zamanı olarak yaklaşık 24 saatlik bir günü kapsamaktadır. Öyküleme zamanı ise, 1968’den 1984’e kadar geçen süreyle ilişkilidir. Özellikle yakın tarihimizde çok tartışılan, 12 Mart ve 12 Eylül dönemleri, Aysel’in ve Engin’in yaşamında da travmalara neden olduğu için önemlidir. Ancak bu süre kronolojik sıra izlenerek öykülenmez. 

Adalet Ağaoğlu, Hayır’da zaman kurgusunu özellikle üç zaman kesitini, yani geçmiş, şimdi ve gelecek zamanı birlikte, birbirinin içine geçmiş olarak gerçekleştirmiştir. 

Romanda özellikle gelecek zaman kurgusu, sanki an kurgulanıyormuş gibi anlatıldığı için okuyucu, gelecek tasarıları konusunda dikkatli değilse yanılgıya düşebilir.

Hayır’da geçmiş zaman öğeleri ve bunların kurgulanışı da oldukça önemli bir yer tutar.  Hayır’da parçalanmışlık bütün zaman boyutlarında kendini gösterir. Geçmişin tasarlanışı da parçalanmışlığı daha belirginleştirir ve bu romanın iletisiyle de ilgilidir. 

Hayır’ın geçmiş zaman taktiğinde anlatının odaklandığı üç figürün zamanı algılayışları önemli bir hareket noktası oluşturur. Özellikle romanın ana kahramanı Aysel, ân’ın içinde yaşarken sanrıları ve geçmişle hesaplaşması ile yansıtılmıştır.

Romanın karmaşık yapısı içinde Aysel’in ödül törenine gitmek veya kaybolmak için hazırlanırken anımsadığı geçmiş, bazen sadece bir cümle, özellikle Ömer’le yapılmış bir konuşma, bazen bir olay, bazen bir karşılaşma, bazen de bir davadır. Aysel’in bilincine göre hareket eden anlatıcı da, bizzat Aysel’in bilinci de geçmiş zamanı kronolojik bir sırayı izleyerek aktarmaz. 

Aysel’in geçmişi anımsaması, çoğunlukla bir hesaplaşma şeklinde gerçekleşmiştir. Hayır’daki geçmiş, Aysel için yenilgilerin, baskıların, travmaların zamanıdır. Bu bakımdan geçmişin geleceği kurma şansı da yoktur. 

Aysel’in bilincinden yansıyan geçmiş zaman an’larına bakıldığında bunların birkaç grupta toplanabileceği görülür: Aysel’in kişisel yaşamı, akademik yaşamı ve darbelerin yarattığı travmalar.

Aysel 12 Mart ve 12 Eylül’de bir aydın olarak baskıya maruz kalmıştır. Yaymadığı bir bildiri yüzünden hakkında dava açılmıştır; üniversiteden uzaklaştırılmıştır. 

Kısacası Aysel için geçmiş kaybediş anlamına gelmektedir. Artık onu geleceğe taşıyacak hiçbir geçmiş öğesi yoktur. Bu da Aysel’in geleceğe dair sanrılarının neden bu kadar fazla ve karanlık olduğunun yanıtını verir. Ama Aysel, bu geçmişe ve onu bekleyen belirsiz geleceğe direnmek ister. Ödül töreni için hazırlanırken yazı makinesinde büyük harflerle yazdığı ve aslında romanın da iletisi olarak okunabilecek şu satırlar onun nasıl bir direnme seçtiğini gösterir: 

“Her durumda özgür kimliğimizi koruyabilmek ancak edimle söylenebilecek şu iki sözcüğe bağlı: Yinelemeye hayır... Aynılaşmaya hayır. Aynılığa hayır. Yinelemeye hayır...”  (s.51) Bu bir yenilgi değildir. 

Engin’in zamanı ise ân ve geçmişin anımsamalarından oluşmuştur. Hayır, kuşkusuz sadece ân’ı muğlaklaştıran sanrılar açısından bile oldukça ilginç bir romandır. 

Aysel’in gelecekle ilgili neredeyse hiçbir seçeneğinin kalmadığı da gösterilmiştir. Aysel’in kaybolması, gelecekle ilgili umutlarının da tükendiği anlamına gelir. Çünkü artık altmışlı yaşlarını yaşamaya başlayan Aysel, roman boyunca kendisini ayakta tutacak hiçbir hayal üretemez. Geçmişte hakkında açılan davada bile kendini yeterince savunamamış olması, onu geçmişi bile deforme etmeye itecektir. Aysel, geçmişi kişisel ve toplumsal travmalarla dolu olan, an’a hükmedemeyen, geleceği elinden alınmış bir aydındır. Bu durumda kendi öznel zamanını, özgür iradesiyle durdurmaktan başka bir karşı çıkışyolu da kalmaz. Zaten Yazar dostu bile Aysel’e intihar dışında bir seçenek bırakmamıştır. Ancak Aysel’in intihar edip etmediği romanın sonunda açıkça belirtilmez. Ancak ister intihar etsin, ister kaybolmayı seçsin Aysel’in son eylemi aynılaşmaya, uzlaşmaya “hayır” anlamı taşımaktadır. 
Sonuç  
 Adalet Ağaoğlu için romanda zaman kurgusuyla oynamak, sadece romanın teknik sorunlarıyla uğraşmak anlamına gelmemektedir. Dar Zamanlar’ın Türk toplumunda bireyleşme sorunlarını irdelediğini ve bunu da Cumhuriyet ideolojisiyle ve demokrasinin kesintiye uğratıldığı dönemlerle ilintilendirdiğini de romanlardaki zaman öğesini incelerken mutlaka göz önünde bulundurmalıyız...dergipark.org.tr

22 Ekim 2019

Deepak Chopra - Niyet ve Arzu Yasası

"Her niyet ve arzunun özünde onu gerçekleştirebilecek bir mekanizma vardır. Niyet ve arzunun alanında sonsuz bir düzenleme gücü vardır. Verimli toprağına bir niyet ektiğimizde, bu sonsuz düzenleme gücü bizim için çalışmaya başlar."
 
Niyetinizin sahip olduğu bu gücü kullanmayı öğrenin, çünkü bu sayede arzu ettiğiniz her şeye ulaşabilirsiniz. Tabii ki istediğiniz sonuçları büyük bir çaba ve emekle de elde edebilirsiniz, ancak bunun bir bedeli olacaktır. Bu bedel de stres, kalp krizleri ve bağışıklık sistemi problemleri olabilir. Aşağıdaki sayacağım ‘’Niyet ve Arzu Yasası’’nın beş basamağını uygulayarak herhangi bir bedel ödemeden tüm arzularınızı gerçekleştirebilirsiniz, çünkü bu yolla niyetiniz kendi iç gücünü yaratacaktır.


1-Kendinize bir boşluk yaratın. Yani düşüncelerin arasındaki sessiz alanda kendi merkezinizi bulun, sessizliğin içine girin. Bu sessizlik sizin öz haliniz, var olma halidir.

2-Var olma halindeyken tüm niyet, arzu ve düşüncelerinizden arının. Gerçekten boşluk içindeyseniz burada artık düşünce ve niyet yoktur. Niyetlerinizi, boşluktaki düşüncelerin kavşağında sunarsınız. Birçok hedefiniz varsa bunları önceden yazabilir, boşluğa girmeden önce niyetinizi bu hedeflere yönlendirebilirsiniz. Örneğin başarılı olmak istiyor ve boşluğa bu niyetle giriyorsanız, niyetiniz ufak bir ışık gibi boşlukta sizinle birlikte, sizin farkındalığınızda olur. Niyet ve arzularınızı boşlukta serbest bırakmak onları alanının verimli topraklarına ekmek ve doğru mevsim geldiğinde çiçek açmalarını beklemek demektir. Ektiğiniz arzu tohumlarının büyüyüp büyümediğini görmek için yerlerini eşelemenize ve nasıl açacaklarını görmek için onlara yapışık kalmanıza gerek yoktur. Sadece onları serbest bırakmayı istemelisiniz.

3-İç referans halinde kalmalısınız. Yani kendi gerçek benliğinizin, ‘’Öz’’le bağlantınızın farkındalığında kalmalısınız. Kendinize dış dünyanın gözünden bakmayı ve başkalarının fikir ve eleştirilerinden etkilenmeyi bırakmalısınız. İç referans halinde kalabilmeye yardımcı olacak yollardan biri arzularınızı kendinize saklamak ve başkalarıyla paylaşmamaktır. Ancak etrafınızdaki insanlar sizinle aynı arzuları hedeflemişlerse ve sizinle onlar arasında kalpten bir bağ varsa paylaşmayı tercih edebilirsiniz.

4-Sonuç odaklı bağımlılıklarınızdan kurtulun. Buda bir sonuca olan katı bağımlılığınızı bırakarak belirsizliğin bilgeliğinde yaşamaya başlamak ve sonuçlarını bilmeseniz bile, hayat yolculuğunuzda her anın tadını çıkarmak demektir.

5-Bırakın detayları evren halletsin. Boşlukta serbest bırakılınca niyet ve arzularınız sonsuz bir planlama gücüne sahip olur. Niyetinizin bu sonsuz planlama gücüne güvenin, o da tüm detaylarla sizin için ilgilensin.

Gerçek doğanızın saf ve ilahi güç olduğunu hatırlayın. ‘ÖZ’ünüzün bu bilincini her yere yanınızda götürün, arzularınızı sakince serbest bırakın. Evren detayları sizin için halledecektir.


Jack Kerouac - Zen Kaçıkları


Jack Kerouac yine yollarda Bu sefer kendi içsel yolculuğuna çıkmış “Zen Yolu”na koyulmuş. Soruyor: “Bu sonsuz evrende bulunuşun anlamı nedir?” Dağlara tırmanıyor, meditasyon yapıyor Yıldızlara bakıyor, Dostlarla sohbete dalıyor. Aklında aynı soru hep, cevabını arıyor. Onca yolculuk, onca âlem ve ayrılıktan sonra Bu sefer dağlarda buluyor özgürlüğü, Kendi yalnızlığında “sevecen”olmayı öğreniyor. Değiştiğini duyumsuyor, bazı şeyler dışında; ...Jack Kerouac yine yollarda anlayacağınız, Kendi zirvesini arıyor. Seviyor dünyayı sevmesine de Acınası ve tekinsiz buluyor yaşamın kendisini. Ölmek için doğulan dünyada,Yaşamı arıyor yollarda, yolculuklarda Dağlarda, Buda’da ve Tanrı’da…Yolda’yı Beat Kuşağı için bir manifesto olarak kabul ediyor ve saygıda kusur etmiyoruz, peki Jack Kerouac’ın Zen Kaçıkları nedir ve nasıl tanımlarız onu? Tanımlama işi bana kalırsa şunları söylerim: Bu Yolda manifestoysa Zen Kaçıkları da Beat Kuşağı’nın teorisidir…Çünkü Yolda bir kuşağın maceralarını anlatırken Zen Kaçıkları aynı kuşağı yaratan düşüncenin ilham kaynağını inceler.


Halk Ozanı Karamanlı Nevzat "Ben demokrat değilim" (Ağabeyim, arkadaşım, öğretmenim Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’yı Sevgi ve saygı ile anıyorum)

Ben demokrat değilim (Ağabeyim, arkadaşım, öğretmenim Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’yı Sevgi ve saygı ile anıyorum)

Ekonomiyi satış, kültürümüzü Arap, Görenler demokratsa, ben demokrat değilim. Milleti afyonlayıp, başına kara çorap, Örenler demokratsa, ben demokrat değilim. Dini alet edenler, biniyor ithal ata, Demokrasi yoluyla çıkıyor en üst kata, Makam, ticaret için belli bir tarikata, Girenler demokratsa, ben demokrat değilim. Terörü kolluyorsa demokrasi kulisi, Nasıl görev yapacak kaymakamı, valisi? Görevinin başında mehmetçiği, polisi, Vuranlar demokratsa, ben demokrat değilim. Neden kurmak isterler ikinci cumhuriyet? İlkini yıkmak için böyle çok mu hürriyet? Atatürk’ü dışlayıp, bilmem kimden zürriyet, Verenler demokratsa, ben demokrat değilim. Güya sanat yaparlar barda çekip kafayı, Eşi, dostu kollayıp sürüyorlar sefayı. Birbirinden ayırıp Kemal’i Mustafa’yı, Yerenler demokratsa, ben demokrat değilim. Kimileri açılıp yüzer yelkenler fora, Ulusunu sevenler neden düşüyor dara? Soyguncu kãrı için çalışıp da huzura, Erenler demokratsa, ben demokrat değilim. Muhbir yalancılarla çöküyor hukuk damı, Yargıç, savcı izleyen acep kimin adamı? Adaleti köreltip, sisleyerek ortamı, Gerenler demokratsa, ben demokrat değilim. Şehidi kelle gören şaşırır nisabını, Sayın diye niteler insanlık kasabını. Teröristi aklayıp, gaziden hesabını, Soranlar demokratsa, ben demokrat değilim. Emperyalist plana kimler oluyor alet? Onlar için gerçekler sanki birer hayalet. Bu vatanı bölerek orda burda eyalet, Kuranlar demokratsa, ben demokrat değilim. Herkes gördü milliyi globale gömeni, Mazlum rolü oynayıp, bekliyorlar yemeni. Anayurt denizinde ABD’ye dümeni, Kıranlar demokratsa, ben demokrat değilim. Mazlumları silahlar savururken kül gibi, Irak’ta olanları gizliyorlar tül gibi. Emperyalist önünde dut yemiş bülbül gibi, Duranlar demokratsa, ben demokrat değilim. Ulusunu sevmeyen akil oldu ne yazık. Devletin parasıyla geziyor ezik ezik. Birliğe, bütünlüğe atmak için bir kazık, Varanlar demokratsa, ben demokrat değilim. Soros’un vakıfları acep kimleri besler? Altanlar, Karakaşlar neden dinciyi süsler? Uraslar, Çalışlarlar, Çandarlar, Karasesler, Oranlar demokratsa, ben demokrat değilim. İktidara yanaşıp, yoksul halkı sömüren, Bulduğu arpalıkta yiyip yiyip semiren; Dincilerle bir olup laikliği kemiren, Yarenler demokratsa, ben demokrat değilim. Nevzat, demokrasinin özüne saygılıdır. Ülke bütünlüğünü bozandan kaygılıdır. Yurtsevere karayı, utanmadan kaç yıldır, Sürenler demokratsa, ben demokrat değilim.

Halk Ozanı Karamanlı Nevzat
Not: Bu taşlama, 21 Ekim 1999 günü katledilen Kemalist Şehit Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’nın, “Ben demokrat değilim” başlıklı yazısından esinlenerek yazıldı.

Alphonso de Lamartine - Eski Ev


İlk günden hatırlarım etrafını saçağın,
Bir asma kuşatırdı körpe filizleriyle.
Kokularla cezbedip küçük, çapkın kuşları,
Buğulu taneleri uzardı pencereye.

O baldan salkımları bize yaklaştırırdı
Uzatarak annemiz bembeyaz ellerini,
Biz ,onun çocukları geri verirdik tekrar
Kuşlara üzümleri, emilmiş dallarını.

Seneler aktı gitti, artık ne kuş, ne anne
Biçare yaşlı asma sarardı ve çürüdü.
Kapıyı, duvarları vahşi otlar bürüdü,
Ve ben, ben ağlıyorum, o günlerin peşinde.
   
 

Arthur Rimbaud - Tan

                Sarıldım yaz şafağına.

Hiçbir şey kımıldamıyordu daha alnacında sarayların.Ölüydü  su.  Orman  yolundan   ayrılmıyordu alacakaranlığı   konak  yerleri. Yürüdüm,   diri   ve  ılık  solukları uyandırıp;  ve   baktı   değerli taşlar, ve gürültüsüzce havalandı kanatlar.

    Şimdiden yepyeni ve solgun ışıklarla dolu bir patikada,  bir çiçek yaptı ilk girişimi ve adını söyledi bana.

            Gülümsedim çamların arasında saçını dağıtan sarışın çağlayana: Keşfettim tanrıçayı gümüş rengi dorukta.

    O zaman kaldırdım örtüleri birer birer. Ağaçlı yolda sallayıp kollarımı.  Onu   horoza  gösterdim  ovada.  Çan  kuleleri  ve  kubbeler  arasında  kaçıyordu  büyük kentte, ve,  tıpkı  bir  dilenci gibi, koşarak kovalıyordum onu mermer rıhtımlarda.

    Yolun  yukarısında,  bir  defne  ormanının  kıyısında, sardım onu mat mat örtüleriyle,  ve  duyumsadım uçsuz bucaksız gövdesini. Ormanın alt yanına indi tan ve çocuk.

    Öğle olmuştu uyandıklarında.


Başka Bir Yer - Ursula K. Le Guin

Başka bir yer olmalı, insan için…

Nefes almaktan fazlasını yaşayacağı, konuşmadan derdini anlatacağı…

Yalnızca bakmasının yeterli olduğu, çünkü baktığıyla gördüğünün her zaman aynı olduğu…

Bambaşka bir yer…

Her an kulağında bir ‘an’ şarkısının çaldığı, en berbat anında bile bir an mutlu olduğu…

Başka türlü bir şey…


*



İnsanın kendini başka, bambaşka bir yerde bulması neye benzer? 
Kitaptaki üç öykü, bu soruyla çeşitli şekillerde yüzleşmek zorunda kalan kişileri anlatıyor. 



Arif Damar - Gitme Kal



Nice nice acıları aklına getir
Bunca yoksulluğu aklına getir
Gözyaşlarını aklına getir
“GİTME KAL” var yok dinlemez bir çocuk isteğidir
Gitme aklına getir

Kıraç mı kıraç toprakların üstüne
Güneşler açar yağmurlar kesilince
Çırılçıplak kayada yeşerir inci ağacı
Dağların kuytusunda bir uslu çiçek
Dağıtır mavisini kendi kendine
Gitme beraberlik içinde
Nasıl sevinirdik aklına getir

Her şeyi her şeyi aklına getir
Gece yarılarını aklına getir
Söylediklerini aklına getir
Sinsi yağmurlar yağıyordu
Soğuktu
Yaktığımız ateşi aklına getir

Nelerden geçiyorsun aklına getir
Gitme dünyamızın her yerinde
Yorgun eller gülleri derleyince
Ellerin sevincini aklına getir
Güllerin sevincini aklına getir

Ne çok severdik seni aklına getir


Ortega y Gasset - İnsan ve Herkes

"Eğer yapılabilseydi, ki tabii yapılamaz, bir toplumun içinde, örneğin koskoca ulusumuzda, acaba kaç kişi iki kere iki nasıl dört eder ya da güneş yarın doğacak mı diye kafa yormuştur, şöyle durup düşünmüştür yani, bunu bir istatistikle saptayabilsek ilginç olurdu. Buradan da ortaya çıkan sonuç fikirlerimizin pek büyük çoğunluğunun, fikir olmalarına ve bizi kanı gibi etkilemelerine karşın, hiç de akıl ürünü olmadıkları, göreneklerden ibaret olduklarıdır; mekanik ve anlaşılmazdırlar ve bize baskı yoluyla benimsetilmişlerdir. Eğer bir halkın bu korkunç çağı sağ salim atlatabilmesi isteniyorsa, alınacak önlemlerden biri, karınca kararınca, ama vazgeçilmez bir tanesi şu: O halkın içinde yeterli sayıda kişinin, tüm o fikirlerin -adlarına öyle diyelim bari- üstünde konuşulan, tartışılan, uğrunda savaşılan ve insan boğazlanan tüm o fikirlerin ipe sapa gelmez ve son derece havada kalan şeyler olduğunu anlamasını sağlamaktır." – Ortega y Gasset



19 Ekim 2019

Ara Güler " Hayat ya bir aşktır ya bir tesadüf, belki de bir hatıradır ama ne olursa olsun iyidir, güzeldir. "








Oscar Wilde Seçme sözler

Herkes benim düşünceme katılırsa yanılmış olmaktan korkarım.

Ben dehamı yaşamıma,yeteneğimi yapıtlarıma yansıttım

Dünya için bir şey yapmaya çalışanlar,katlanılmazdırlar;dünya onlar için bir şey yapınca cana yakın olurlar.
 
Düşen bir çığda hiçbir kar tanesi kendisini olup bitenden sorumlu tutmaz.
 
Doğa,sanatı taklit ediyor.

Gençlik, sahip olunmaya değer tek şeydir.
 
Güçtür, insanın sevdiklerine haksızlık etmemesi.

Her şeyi bilecek kadar genç değilim.
 
İnsanların yüzde doksanı yaşamazlar, sadece vardırlar.

Kişinin dertleriyle başa çıkmasının en kolay yolu onu başkalarına yüklemektir.

Sığ olanların tek sığınağı ciddiliktir.
 
Sanat tek düzeliğe makineleşmeye ve monotonluğa savaş açmaktır.
 
Sanatsız sanayi barbarlıktır.
 
Her terkediş bir vazgeçiştir.
 
Hayat, hakkında ciddi konuşamayacağımız kadar ciddi bir konudur.

Şanssızlığa katlanabiliriz , çünkü dışarıdan gelir ve tümüyle rastlantısaldır. Oysa yaşamda bizi asıl yaralayan , yaptığımız hatalara hayıflanmaktır.

Tanrı için kırık bir kalbi onarmak kolaydır. Yalnız insan onu bütün parçalarıyla O'na verirse.

Tarihe karşı görevimiz onu yeniden yazmaktır

Ufak tefek bir çizgi çizmeye çalışırsan zorlanırsın.

Vicdan ile korkaklık aslında tümüyle aynı şeylerdir,vicdan daha ticari bir isimdir,hepsi bu.

Yüksek sosyetede kişileri ilginç yapan maskedir, maskenin arkasındaki gerçek değil.

 Yaşamak dünyadaki en nadir şeydir. İnsanların çoğu var oluyorlar, hepsi bu.


Geçen Şey - Fazıl Hüsnü Dağlarca



Kocaman yıldızlar altında ufacık dünyamız,
Ve minnacık bir ``hane'':
Kokar kır çiçekleri gün ağarmadan,
Anısız, uykusuz,
Kokar nane.

Ta öncelerden beri mestolmuş herkes,
Bir bakıma her şey ``mestane''.
Hayal edilir nazlı yar yönlerden,
Aşk ile kuşlar süzülür,
Değisir gökler şahane.

Farkında değil gönül,
Sanki hepten divane;
İçimizden, dışımızdan
Geçer vakit
Zalim, zalimane !


Senden Sonrası - Cemal Safi


Aşkın hudûdunu aştı muradım,
Maksûda varıştır senden sonrası;
Erenler katına belki bir adım,
Belki bir karıştır senden sonrası. 
Bana bu gayreti sağlayan kudret,
Eyyûb'ün sabrından aldığım ibret.
Ne riya, ne kibir, ne kin, ne nefret;
Ebedî barıştır senden sonrası. 
Bir gonca Bakî'nin gül destesinden,
Bir yudum sakînin sır testisinden,
Yüce Mevlâna'nın gel bestesinden,
Feyz alış veriştir senden sonrası. 
Yumup gözlerimi yalan dolana;
Açtım can evimi gerçek olana.
Elifi bırakıp Karac'oğlana,
Yunûs'la yarıştır senden sonrası
 
 

Michel Foucault - Özne ve İktidar

Hükümetlere karşı, insan hakları (müdahale) - Özne ve iktidar
   M. Foucault bu metni, Haziran 1981’de Korsanlığa Karşı Uluslararası Komite’nin Cenevre’de kuruluşunu duyuran basın toplantısı vesilesiyle, yazdıktan birkaç dakika sonra okudu. Ardından, yeni bir İnsan Hakları Bildirgesi’ ne varmak umuduyla mümkün olduğunca fazla insanı bu metin dolayısıyla harekete geçirmeye çabaladı.

Konuşmak ve bir arada konuşmak için burada bulunan bizler, meydana gelen olayları hoş görmekte belli bir ortak güçlük çekmekten başka sıfatı olmayan özel" kişileriz. Biliyorum ve gerçeği kabul etmek gerekir: însanlan ülkelerinde yaşamak yerine terk etmeye yönelten nedenlere ilişkin fazla bir şey yapamıyoruz. Bu olay bizim gücümüzün dışındadır.

Kim bizi görevlendirdi? Kimse. Bizim hakkımızı oluşturan da tam budur. Ile-de-Lumiere, Anamour Burnu, El Salvador İçin Uçak ve İnsanların Yeryüzü, Uluslararası Af Örgütü* gibi önceki birçok inisiyatife rehberlik etmiş olduğunu düşündüğüm üç ilkeyi unutmamamız gerektiği kanısındayım.

1) Faili kim olursa olsun, kurbanları kim olursa olsun, bütün iktidar suiistimallerine karşı çıkmaya davet eden, haklan ve ödevleri olan bir uluslararası yurttaşlık vardır. Sonuçta hepimiz birer yönetileniz ve bu sıfatla da, dayanışma içindeyiz.

2) Hükümetler, toplumlann mutluluğuyla ilgilenmek iddiasında olduklanndan, kararlarının insanlarda neden olduğu veya ihmallerinin yol açtığı mutsuzluklar hükümetlerin kâr-zarar hanesine geçirilmelidir. İnsanlann mutsuzluğundan hükümetlerin sorumlu olmadıklan fikri yanlış olduğundan, insanların mutsuzluğunu hükümetlerin gözlerine ve kulaklarına sokmak bu uluslararası yurttaşlığın her zaman görevidir. İnsanlann mutsuzluğu asla siyasetin dilsiz bir kalıntısı olmamalıdır. Bu mutsuzluk iktidan ellerinde tutanlara seslenmeyi ve başkaldırmayı mutlak bir hak olarak meşrulaştım.

3) Bize sıkça önerilen şu görev paylaşımını reddetmek gerekir: Bireylere sinirlenme ve konuşma hakkı; hükümetlere de düşünme ve harekete geçme hakkı. Doğrudur: İyi hükümetler yönetilenlerin kutsal kızgınlığını severler, yeter ki bu kızgınlık bir coşku olmaktan öteye geçmesin. Genellikle konuşanlann yöneticiler olduğunu, konuşmaktan başka bir şey yapamayacaklarım ve yapmak istemediklerini fark etmek gerektiği kanısındayım. Bize önerilen teatral rol olan saf ve basit hoşnutsuzluk rolünü reddetmek gerektiğini ve reddedilebileceğini deneyim göstermektedir. Uluslararası Af Örgütü, İnsanların Yeryüzü, Dünya Doktorları, özel bireylerin uluslararası stratejiler ve siyasetler düzenine fiili müdahale hakkı biçimindeki bu yeni hakkı yaratmış olan inisiyatiflerdir. Bireylerin iradesi hükümetlerin tekelinde tutmaya çalıştığı bir gerçekliğin içine dahil edilmelidir, bu tekel her gün ve adım adım sökülüp alınmalıdır.  
Çev.: Işık Ergüden

Italo Calvıno - Ayın Uzaklığı

  Sir George Darwin’e göre, bir zamanlar, Ay, yeryüzüne çok yakındı.Gel-gitler, ayın yavaş yavaş uzaklaşmasına yol açtılar. O gel-gitler, yeryuvarlağın sularında Ay yüzünden oluştular ve bu yüzden Dünya’nın enerjisi yavaş yavaş yok olur.

Çok iyi biliyorum!  dedi yaşlı Qfwfq belki siz değil, ama ben anımsıyorum. O hep yanıbaşımızdaydı ve koskocamandı: Hele dolunayken gün gibi aydınlık geceler yaşardık, ama ışığımız şöyle tereyağı rengindeydi sanki bizi ezecek gibi gelirdi; yarım ayken ise gökte rüzgarın sürüklediği bir şemsiye gibi dolaşır dururdu; büyürken sanki iki ucunu batırıp, yeryüzüne takılı kalacak sanırdık. Ama, ayın dönemlerinin mekanizması da bugünkünden çok değişikti: Güneşten uzaklıklar değişik olduğundan ve yörüngeler ve neyin nesi olduğunu bilmediğim o eğimler; sonra elipsler: Dünya ile Ay birbirlerine o denli yakındılar ki, bunlar her an yaşanırdı. Bir de düşünün, bu iki dev yuvarlak, her an birbirlerine gölge yapma yarışındaydılar.

Yörünge mi? tabii ki elips biçimindeydi: biraz şu yana eğim yapardı, sonra yeniden yola koyulurdu. Ay daha da alçalınca denizler öyle yükselirdi ki, artık kimse erişemez olurdu. Bazı dolunay gecelerinde ay alçalınca, deniz de yükselince, ayın denizde ıslanmasına kılpayı kalırdı; haydi birkaç metre diyelim. Oraya tırmanmayı hiç denemedik mi? Hem de nasıl? Sandalla tam altına gitmek yeterliydi, sonra bir merdiven dayadın mı, kendini ayda bulurdun.

Ayın yeryüzüne en çok yaklaştığı nokta, Çinko Kayalıklarının açıklarıydı. O zamanın kürekli sandalları ile giderdik oraya. Yuvarlak, düz ve mantar olurdu bu sandallar. Pek çok kişi olurduk içinde: ben, kaptan Vhd vhd, onun karısı, benim sağır kuzenim ve bazan, o zaman on iki yaşlarında olan minik Xlthlx de takılırdı peşimize. O gecelerde deniz son derece sakin, civa gibi gümüşi olurdu. İçindeki mor renkli balıklar, sarı safran ayın çekimine karşı koyamaz, su yüzüne çıkarlardı, ahtopotlar ve denizanaları da öyle.

Her zaman mini mini hayvancıkların uçuştuğu görülürdü, sözgelimi, minik yengeçler, kalamarlar, hafif ve saydam yosunlar, mercan renkli bitkiler, bütün bunlar denizden kopar, aya kaçıverirlerdi. Ya oraya takılıp sarkarlardı aşağıya, ya da öylece havada fosforlu ışığın altında uçuşurlardı, biz de muz ağacı yapraklarını sallayarak kovalardık onları.

İşimiz şöyleydi: Sandala tahta bir merdiven yüklerdik; biri onu aşağıdan tutar, biri tepesine tırmanırdı, biri de tam ayın altına yaklaşmak için yavaş yavaş kürek çekerdi. Bu yüzden sandalda çok insan olması gerekirdi. (Sana yalnızca belli başlılarını saydım). O merdivenin en tepesindeki, aya yaklaşınca korkuyla bağırırdı: Dur! Başımı vuracağım! Gerçekten de öyle gelirdi insana, yanı başında sivri çıkıntıları, kesici dilimleri ile bunca görkemli bir cismi görünce. Belki, şimdi değişiktir ama, o zaman Ay, ya da daha doğrusu altı, göbeği, yani dünyaya değecek gibi olan kısmı, sanki balık pulu gibi bir şeyle kaplıydı. Balık karnı gibiydi, öyle kokardı, anımsadığıma göre, tam balık kokusu değilse de, daha hafif, hani tütsülenmiş somon balığı gibi bir kokusu vardı.

Gerçekten de, merdivenin en üst basamağında dimdik durup kolumu kaldırdım mı, aya değebiliyordum. Ölçüsünü almıştık (henüz bizden uzaklaştığının ayırdına varamamıştık). Önemli olan elleri nasıl değdireceğini bilmekti. Sağlama benzeyen bir pulkaya seçip (sırayla hepimiz çıkıyorduk, beş altı kişi) onu yakalardım, sonra öbür elimle de tutunca, merdivenin de sandalın da altımdan kayıp gitiiğini hissederdim. Ayın devinimi, beni yerçekiminden koparıverirdi. Evet ayın, insanı koparıp çekiveren bir gücü vardı, birinden ötekine geçerken bunu duyumsardım.

Kendini hemen yukarı çekmen gerekiyordu, bir tür takla atar gibi, kayalara yapışıp, bacakları yukarı alıveriyor ve sonunda ayın üzerine basıveriyordun. Dünyadan bakıldığında, sanki başaşağı, aya asılıymışsın gibi görünüyordun, ama insan, kendini tıpkı dünyada olduğu gibi ayakta duruyor hissediyordu. Tuhaf olan tek şey, gözlerini yukarı çevirdiğinde ışıl ışıl mavi denizin dalgalandığını görmek ve ters duran sandaldaki arkadaşlarının, asma salkımından sarkan üzümler gibi tepeteklak durmalarıydı.

Bu tırmanışlarda özellikle becerikli biri varsa, o da sağır kuzenimdi. Kaba saba elleri, Ay’ın yüzüne değer değmez (sandaldan ilk fırlayan o olurdu) birden yumuşak ve güvenli ellere dönüşürlerdi. Hemen tutacak en sağlam yeri yakalayıverirdi, sanki avuçlarının gücü ile uydumuzun kabuğunu kendine çekerdi. Bir kez gerçekten de, Ay’a ellerini değdirdi ve sanki ayküre bize daha da yaklaştı.

Daha zor bir işlem olan dünyaya inmede de, onun üstüne yoktu. Bizler için bu, elleri havaya kaldırarak, olabildiğince yükseğe sıçramayı gerektiren bir işti. Dünyadan bakıldığında, denize, derinlere dalan birinin yaptığı hareket gibi görünürdü, aslında dünyadan aya atlamak için yapılan zıplamanın tıpkısıydı, ama bu durumda merdiven yoktu. Ay’da merdiven dayayacak bir yer yoktu ki. Ama benim kuzen, kollar ileride atlayacağına, takla atacak gibi ay yüzeyine eğilir, ellerinin üzerinde zıplamaya başlardı. biz sandaldan seyrederken, onu dev Ay topunu iter gibi, onu vurarak zıplatır gibi görürdük. Bu zıplamanın sonucunda bacakları bize değer değmez, onu ayak bileklerinden yakalar, sandala çekiverirdik.

Şimdi, bana Ay’da ne işiniz vardı diyeceksiniz. Anlatayım: Büyücek bir kaşık ve tahta bir kapla, süt bulmaya gidiyorduk oraya. Ay sütü pek pek yoğun olurdu, neredeyse çökelek peynir gibi. Yeryüzünün ormanlarından, lagünden, kırlarından uçan ve Ay'ın çekimine kapılan pek çok dünyasal maddenin, pulkayalar arasındaki çukurlarda mayalanmasında oluşuyordu bu süt.

En çok da şunlar oluyordu içinde: sebze suları, kurbağa larvaları, katran, mercimek, bal, kola, mersin balığı yumurtası, küf, çiçek poleni, jelatinli maddeler, kurtlar, reçine, biber, mineral tuzlar ve yakacaklar. Ay yüzeyini örten pulların arasına kaşığı daldırmak yeterliydi, bu değerli bulamaçtan bir dolu toplayabiliyordum. Saf olmuyordu tabii, çöpü, kılçığı pek boldu; mayalanma sırasında (ay çöllerinin sıcak yüzeyünden uçarken) bütün cisimler erimiyorlardı; kimi öylece batıp kalıyorlardı: tırnaklar, kıkırdaklar, çiviler, denizatları, cevizler, çekirdekler, çömlek kırıkları, olta iğneleri ve bazan da bir tarak bile çıkıveriyordu içinden. Bu yüzden bu püreyi topladıktan sonra, şöyle bir süzgeçten geçirmek gerekiyordu; ama işin asıl güç yanı o değildi: onu dünyaya aktarmaktı asıl sorun. Bunu da şöyle yapıyorduk: Kaşığı iki elle tutuyor, bu püreyi içine koyup mancınık gibi fırlatıyorduk yeryüzüne. Peynirimiz uçuyordu ve eğer yeterince güçlü bir atış olmuşsa, gidip tavana, yani deniz yüzeyine yapışıyordu. Oraya düşünce de, yüzmeye başlıyor, benim sağır kuzen, müthiş bir beceriyle hem gözü, hem bileği keskin biri olarak, sandaldan uzattığımız bir kepçeyle onu yakalayıveriyordu. Ben bazan beceremiyordum ve attığım peynir, ay çekimini yenemeyip gelip gözümün üstüne düşüveriyordu.

Kuzenimin becerilerini sayıp bitirmedim daha. Ay karaları arasından süt sağmak, onun için sanki bir oyundu. Sırasında kaşık yerine kayaların altına çıplak elini, bazan da tek bir parmağını daldırırdı. Sırayla gitmezdi, bir şuraya bir buraya sokardı elini, ıssız köşelerde, sanki ayla şakalaşır gibi, onu gıdıklar gibi bir hali olurdu. Ve elini değdirdiği yerden keçi memesinden akar gibi fışkırıverirdi süt. Bize de peşinden kaşıkla dolaşıp bulduğu sütü toplamak kalırdı. Bu dolaşmamızın da bir yolu yordamı yoktu, sağır kuzenin izlediği yollara akıl ermiyordu. Bazı noktalar vardı ki, onlara yalnızca dokunmuş olmak için dokunurdu.

Şu pulla, bu pul arasında Ay kabuğunun çıplak ve yumuşak katmanları arasında gezinirdi. Kuzenim, arada sırada buralara başparmağını değil, ayağının en büyük parmağını sokardı (Ay’a yalınayak çıkardı) ve çıkarttığı seslere, sıçrayışlara bakılırsa, bu işten pek hoşlanırdı.

Ay’ın yüzeyi hep böyle pullarla kaplı değildi, çıplak, kaygan, soluk bir kille örtülü yerler de vardı. Bu yumuşak uzamları görünce sağır kuzen, taklalar atmaya, kuşlar gibi uçmaya heveslenir, bu ay hamurunda bütün kişiliği ile yoğrulmak isterdi. Böyle böyle uzaklaşır ve bir an gözden yiterdi. Ay üzerinde asla keşfetmeye cesaret edemediğimiz, ya da gitmeye bir neden olmayan yerler de vardı; bana kalırsa, bütün o taklalar, sıçramalar, o uzaklaşma niyetinin bir ön hazırlığı, hatta bizi kandırmadan başka bir şey değildi. O görünmeyen yerlerde gizli birşeyler çevirdiğine eminim.

Öyle gecelerde, Çinko Kayalıklarının açıklarında değişik bir havaya girerdik; neşeliydik, ama sanki, başımızın içinde beynimiz yokmuş da, Ay’ın çekimine kapılmış, yüzen bir balık olduğunu duyumsardık. O zaman da şarkılar söyleyerek, çalgılar çalarak açılırdık denize. Kaptanın karısı arp çalardı, o gecelerde bu kollar, yılan balıkları gibi gümüşümsü parıltılar saçarlardı, kol altları da deniz kestaneleri gibi karanlık ve esrarengiz olurdu. Ve arpın sesi öylesine tatlı, öylesine yüksekti ki buna karşı konulamazdı ve biz de bağırışmaya başlardık, hem müziğe eşlik etmek, hem de o sesten kendimizi sakınmak için.

Saydam denizanaları deniz yüzeyinde gezinirler, şöyle bir titrerler, dalgalanarak Ay’a doğru yükseliverirlerdi. Minik Xlthlx, bunları havadayken yakalamaya bayılırdı, ama pek de kolay değildi bu. Bir kez, kollarını havaya kaldırmışken öyle bir sıçradı ki, zayıflığı nedeniyle, ayçekimi, yerçekimini altetti ve minik kız, denizin üzerinde denizanalarıyla birlikte uçmaya başladı. Birden korkuya kapıldı ve ağlamaya başladı, sonra gülüşmeye ve kaptırdı kendini bu oyuna, havada uçuşan balıklardan, yengeçlerden yakalamaya, bazılarını ısırmaya başladı.

Biz de onun peşinden ayrılmamaya çalışıyorduk: Ay, kendi yörüngesinde ilerliyor, gökyüzü boyunca peşine takılan o kalabalığı sürüklüyor, uzun bir dizi yosunların peşinden iki araya asılı kalmış bir de kız çocuğu uçuşuyordu. Xlthlx’ın iki ince saç örgüsü vardı, sanki onlar da kendi başlarına uçuşuyorlardı, Ay’a doğru kaldırmışlardı uçlarını, ama arada kız onlara şöyle bir vuruveriyordu, çorapları da  uçarken sandaletleri düşmüştü ayaklarından çıkmak üzereydi, yeryüzünün çekimiyle aşağı sarkıyorlardı. Biz de merdivenin tepesinde kızı yakalamaya uğraşıyorduk.

Havada uçuşan hayvancıkları yemek, iyi bir düşünceydi; Xlthlx ağırlık kazandıkça, yere doğru yaklaşıyordu, daha doğrusu o cisimler arasında en büyük kütle onun gövdesinde olduğu için, yosunlar, planktonlar ve denizanaları, onun ağırlığına eklenmeye başladılar, sonunda kızın gövdesi minik deniz hayvanlarına benzer bir kabukla örtülmeye, yosunlarla kaplanmaya başladı. Bu kabuğa büründükçe, Ay’ın etkisinden kurtuldu, sonunda yüzüne değecek kadar alçaldı ve suyun içine battı. Hemen onu kurtarmaya seğirttik: mıknatıs gibi çekmişti bu kabuğu üzerine, onu soymalıydık, güç işti doğrusu. Yumuşak mercanlar sarmıştı başını ve saçlarına her tarak vuruşta, hamsiler, minik yengeçler dökülüyordu; göz kapaklarına sımsıkı yapışan salyangozlarca mühürlenmişti, ahtopot kolları onun kollarına, boynuna dolanmıştı, üzerindeki giysisi de sanki süngerden ve yosundan dokunmuş gibi duruyordu. Önce kaba bir temizlik yaptık üzerinde; sonra kendisi, üzerinden kılçıklar, midye kabukları soydu haftalarca; ama neredeyse o göze görünmez tek hücreli yosuncuklar gövedesinde benimsi bir leke bıraktılar.

İşte Ay ve Dünya arasındaki çekim böylece dengeleniyordu. Dahasını da söyleyeceğim: Uydumuzdan yeryüzüne inen bir cisim, hala ayçekimi ile güçlü olarak bir süre dünyamızda kalıyor, ama bizim yerküremizin çekimini kabul etmiyordu. Ben ki, bunca iri, bunca şişmanım, her Ay’a çıkışta, benim tepede, Dünya’nınsa altta oluşuna bir türlü alışamazdım, arkadaşlarım beni kollarımdan çekmek zorunda kalırlardı, sandalda üzüm salkımları misali, ben de ayaklarım tepede Ay’da, başım aşağıda yerde öyle kalakalırdım.

 Tutun! Bize sıkı tutun! diye bağırırlardı, ben de bu itiş kakış sırasında birkaç kez Vdh vdh’nin, yuvarlak, iri göğüslerine tutunmuşum. Ay’ınkine yakın, hoş ve güvenli bir temastı, hatta daha güçlü bir çekimi vardı, hele ki, bu iniş sırasında öteki kolumla da onun kalçasına sarılabilirsem, bu dünyaya yeniden gelebildiğime inanırdım; sonunda sırtüstü düşüverirdim sandalın içine ve kaptan Vhd vhd beni canlandırmak için bir kova su dökerdi başımdan aşağı.

İşte kaptanın karısına olan aşkım böyle başladı ve bütün acılarım. Neden derseniz, hanımın onca inatla diktiği bakışların kime çevrili olduğunu anlamakta gecikmemiştim: benim kuzen, ellerini Ay’a dayar dayamaz, ona bakıyordum ve gözlerinde Ay ile bizim sağır arasındaki içten yakınlığın onu heyecanlandırdığını görüyordum, anlıyordum; bizimki, esrarlı ay gezilerinde yitip gidince, onun huzursuzlandığı, diken üzerinde oturmaya başladığı farkediliyordu. Artık açık açık görüyordum: Bayan Vdh vdh, Ay’ı kıskanıyordu, ben de kuzenimi. Gözleri pırlanta gibiydi Bayan Vdh vdh’nin; ışıl ışıldılar, Ay’a bakarken sanki şöyle der gibiydi:  Ona sahip olamayacaksın!  Ben de kendimi dışlanmış gibi hissediyordum.

Bütün bu olan bitenden haberi olmayan biri varsa, o da sağırdı. Onun inmesine yardım edilirken daha önce anlattığım gibi bacaklarından çekilirken Bayan Vdh vdh, gururunu sanki ayaklar altına alıyor, uzun gümüşsü kolları uzatıyor, onu sarmalıyordu; ben, yüreğimde bir sıkışma duyuyordum (benim ona tutunduğum kereler gövdesi yumuşak ve nazikti, ama kuzenime yaptığı gibi öyle kendini uzatır bir hali olmazdı,) ne var ki bizim kuzen buna kayıtsız kalıyordu, aklı hala Ay’daki kaçamaklardaydı.

Karısının davranışlarını farketmiyor mu diye kaptana bakardım, ama deniz tuzundan yıpranmış, katran lekeli çizgiler bulunan yüzünden hiçbir şey anlaşılmazdı. Sağır, Ay’dan her zaman en son inen kişi olduğu için, onun dönüşü, sandalların yola çıkışını haber verirdi. O zaman, son derece nazik bir edayla, Vhd vhd arpını alır, karısına uzatırdı. Artık hanım bunu alıp, bir kaç nota çalmak zorundaydı. Onu, Sağır’dan, arpın sesinden başka hiçbir şey ayıramazdı. Ben de o hüzünlü şarkıya katılırdım. “Her parlak balık su yüzünde, su yüzünde, her kara balık su dibinde, su dibinde…” ve herkes, sağır kuzenin dışında herkes, bana katılırdı.

Her ay, Ay öbür yana geçer geçmez, Sağır, dünyaya küser, her şeyle ilgisini keserdi; yalnızca dolunayın yaklaşması onu uyandırırdı. O zaman, ben sandalda, kaptanın karısı ile kalabilmek için, Ay’a tırmanışlara katılmamıştım. Ama kuzenim, merdivene tırmanmaya başlayınca, Bayan Vhd vhd “Bugün ben de çıkmak istiyorum” demez mi!

Kaptanın karısının Ay’a çıktığı görülmüş şey değildi. Ama Vhd vhd buna karşı koymadı, hatta onu merdivene itti bile denebilir, bir yandan da bağırıyordu: Haydi git bakalım! hepimiz ona yardım ettik, ben arkadan tutuyordum, kollarımda yumuşaklığını, yuvarlaklığını duyuyordum, onu düşürmemek için yüzümle ve avuçlarımla dayanıyordum, sonunda ayküreye yükselince, yitirdiğim o dokunuş, bir boşluk bıraktı bende; ardından seğirttim, bir yandan da şöyle sesleniyordum: “Ben de çıkıyorum! Ona yardım etmeye!”

Sanki bir diş geçirilmiş gibi kalakaldım geride. Sen burada kal, biraz sonra burada gerekli olacaksın! diye buyurdu , kaptan Vdh vdh sesini yükseltmeden.

O anda herkesin niyeti açıktı. Gene de ben toparlayamıyordum, daha doğrusu, duyduklarımı doğru yorumladığımı sanıyordum. Tabii, kaptanın karısı, kuzenimle oraya kaçmayı çoktan istiyordu (ya da en azından Ay’la bunca kaçamağında yalnız olmasını istemiyordu), ama belki de planının daha tutkulu bir yanı vardı: Bunu Sağır’la da kararlaştırmış olabilirlerdi, Ay’da birlikte saklanmak ve bütün bir ayı orada birlikte geçirmek… Ama belki benim kuzen, sağır olduğu için, onun ne anlatmaya çalıştığını anlamamış olabilir, onun niyetini, isteğini kavramamış bile olabilirdi.

Kaptan’a gelince; o, karısından kurtulmaktan başka birşey düşünmüyordu, gerçekten de Bayan Vhd vhd, Ay yüzeyüne çıkar çıkmaz, onun büyük bir keyif ve hoşnutluk içinde olduğunu gördük, karısının gitmesine neden karşı çıkmadığını o zaman anladık. Ama acaba, o Ay’ın yörüngesinin gitgide genişlediğini başından beri biliyor muydu? İçimizden hiçbiri böyle birşeyden kuşkulanmazdı. Sağır? Belki yalnızca sağır: kozasının içinde her şeyi sezinleyen o, belki de önceden duyumsamıştı o gece Ay’la vedalaşmak zorunda olduğunu. Bu yüzden, kendi gizli köşesine saklandı ve sandala dönmek üzere görünmedi. Ve kaptanın karısı da onu izledi. Geniş pulkayalıklardan geçtiğini birkaç kez gördük, bir an dönüp baktı, sanki onu farkedip farketmediğimizi anlamak ister gibiydi.

O gece olağan dışıydı gerçekten de. Denizin yüzeyi, her dolunayda olduğu gibi düz değildi, deniz sanki göklere değmek ister gibiydi, ama bir bakıyordunuz, dinginleşiveriyordu, sanki Ay’ın çekiminden kurtulmuş gibi. Işık da, öbür dolunaylarda olduğundan başkaydı; gecenin karanlığı baskın çıkıyordu. Yukarıdaki arkadaşlar da birşeyler olduğunun farkındaydılar, gözlerini korkuyla bize dikmişlerdi. Onların da bizim de ağzımızdan aynı anda şu çığlık koptu: Ay uzaklaşıyor!

Daha sesimizin yankısı sönmemişti ki, Ay’ın üzerinde kuzenim göründü, koşuyordu. Korkmuş gibi bir hali yoktu, şaşırmışa da benzemiyordu: Ellerini dayadı, her zamanki taklalarını atmaya hazırlandı, ama bu kez bir kez sıçradı ve öylece kalakaldı, geçen sefer minik Xlthlx’e olduğu gibi havaya asılı kaldı, bir an Ay ile Dünya arasında uçtu, başaşağı döndü, sonra akıntıya karşı yüzen biri gibi bizim gezegenimize yöneldi.

Ay’daki öteki denizciler de onun gibi yapmaya yeltelendiler.

Kimse, aysütünü getirmeyi düşünmüyordu, kaptanın da böyle bir şey söylediği yoktu aslında çok bile beklemişlerdi, aradaki uzaklık aşılamayacak hale gelmişti; ötekiler, benim kuzenin yüzüşüne, ya da uçuşuna öykünmeye kalkıştılar, ama öylece havada asılı kaldılar. Birbirinizin omuzuna çıkın sersemler! Haydi! diye haykırdı kaptan. Onun buyruğuyla, denizciler, biraraya gelmeye , birbirinin omuzlarına tırmanmaya, birbirlerini dünyanın çekim alanına itmeye başladılar: Sonunda yağmur gibi birbiri ardına denize dökülmeye başladılar.

Şimdi sandallar orada burada onları toplamaya çaılşıyordu. Bekleyin!-Hanımefendi yok! diye bağırdım. Kaptanın karısı da sıçramayı denemişti ama Ay’a birkaç metre yükseklikte takılı kalmıştı, gümüş renkli kollarını boşlukta sallayıp duruyordu. ben, merdivene tırmandım, ona bir tutanak osun diye arpı uzattım. Yetişmiyor! Gidip onu almamız gerek! dedim ve arpı geri verdim. Üzerimde, Ay kocaman ayküresi, eski görünümünü yitirmişti, öylesine küçülmüştü ki, gözle görülürcesine öyle küçülüyordu ki, sanki benim bakışlarım onu geri itiyor gibiydi.Gökyüzü gittikçe açılıyor, yıldızlar çoğalıyordu ve gece üzerime bir boşluk ırmağı gibi akıyor, beni, çaresizlik ve tedirginlik içinde bırakıyordu.

Korkuyorum! diye düşündüm. Atlamak için fazlasıyla korkuyorum! Aşağılığın tekiyim  ve o anda atladım. Gökte öfkeyle yüzüyordum, arpı hanıma uzatıyordum ama, o bana uzanmaktansa, kendi içinde kıvrılıyor, bana bir yüzünü dönüyordu, bir arkasını.

Birleşelim! diye bağırdım, ona uzandım, belinden tutmak üzereydim, tüm bedenimle ona yapışmaya çalışıyordum.

Birleşelim, birlikte düşelim! Ona daha sıkı tutunmaya çalışıyordum, bu duygu da içimi bir hoş ediyordu. Ona sarıldıkça, birlikte Ay’a doğru düşmekte olduğumuzu neden sonra ayrımsadım. Bunu anlamamış mıydım, yoksa baştan beri niyetim bu muydu? Henüz bir düşünce geliştirmeye zaman bulamamıştım ki boğazımdan şöyle bir bağırış koptu: Seninle bir ay kalacak olan ben olacağım! Hem de: Senin üzerinde! diye bağırıyordum heyecanla. “Tam bir ay, senin üzerinde!” O anda Ay’ın üzerine düşmemizle kollarımız birbirinden ayrıldı, o buz gibi kayaların üzerinde sağa sola yuvarlandık.

Ay yüzeyine her gelişimde yaptığım gibi, gözlerimi yukarı çevirdim., tavan gibi denizi görebileceğimi düşünüyordum, evet onu bu kez de gördüm, ama öylesine yüksekti ki; denizin kıyıları, çevresindeki kayalar, dağlar da seçiliyordu ve sandal ne kadar küçüktü, arkadaşların yüzü tanınmıyordu, sesleri duyulmuyordu! O sırada bir ses gelir gibi oldu yakından, Bayan Vhd vhd arpını bulmuştu ve iniltiye benzer bir ezgi çıkararak okşuyordu çalgısını.

Uzun bir ay başladı. Ay, dünyanın çevresinde yavaş yavaş dönüyordu. Asılı olan kürede tanıdık o kıyıyı değil, ama derin okyanusları, parlak kumlarla örtülü çölleri, buzdan anakaraları, sürüngenlerin kaynaştığı ormanları, coşkun ırmakların yardığı dağ zincirlerinin kayalık duvarlarını, tüf kaplı mezarları, kil ve çamur uzamları görüyorduk. Uzaklık hemen hemen herşeyi aynı renge boyamıştı: yabancı görüntüler, uzaklıkla daha da yabancılaşıyorlardı; fil ve çekirge sürüleri, geniş ovalardan birbirlerinden ayırdedilemeden geçip gidiyorlardı.

Mutlu olmalıydım. Hayallerimde olduğu gibi işte onunla başbaşaydım, kıskandığım kuzenim ve onun Ay’la olan yakınlığı idiyse, şimdi onun da yerindeydim ve ay bir gecesi, gündüzü önümüzde uzanıyordu, uydunun kayalıkları, bizi o tanıdık, ekşi sütü ile besleyecekti, gözlerimiz doğmuş olduğumuz o dünyaya çevrili, hiçbir dünyalının görmediği şekilleri seyirde, ya da olgun meyveler büyüklüğündeki yıldızların karşısında, herşey ışıltılı umutların ötesindeydi ve biz, biz, herşeye karşın, sıladaydık.

Dünyadan başka bir düşündüğümüz yoktu. İnsanı insan yapan, o dünyanın ta kendisiydi; burada, dünyadan koparılıp atıldığımız bu yerde ise, ne ben bendim, ne de o eski o’ydu; yeryüzüne dönmek istiyordum, onu temelli yitirmiş olma duygusu beni perişan ediyordu.  Aşk hayallerimin mutluluğu, Ay ile dünya arasında yuvarlandığımız an boyunca sürmüştü, yeryüzünden ayağım kesilince, aşkımın yerini, eksikliğini duyumsadığım şeyin özlemi almıştı, bir nerede, bir çevre, bir önce, bir sonra.

Benim hissettiklerim bunlardı. Ya o? bunu kendi kendime sorunca korkularım bölündü. O da dünyadan başka bir şey düşünmüyorsa, bu iyi bir işaret olurdu, en azından aynı şeyleri hissediyor olurduk; ama bir yandan, bu her şeyin boşuna yaşandığı, onun hala Sağır’ın peşinde olduğu anlamına da gelebilirdi. Oysa, bütün bunlar boşunaydı. Gözlerini asla eski gezegenimizden ayırmıyor, geniş düzlüklerde solgun yüzüyle, ağıtlar yakarak ve Ay yüzeyinde besteleyiverdiğini sandığım parçalar çalıyordu arpıyla. Rakibimi yendiğimin bir göstergesi miydi bu? Hayır, yitirmiştim, bu umutsuz bir yenilgiydi. Çünkü o, kuzenimin tek aşkının Ay olduğunu iyice anlamıştı, artık onun istediği, Ay olabilmek, o insanüstü aşkın nesnesiyle özdeşleşebilmekti.

Ay, Dünya çevresindeki dönüşünü tamamladı ve Çinko Kayalıkları gene tam tepemizde göründüler. Bunu ayırdettiğimde müthiş telaşlandım. En karamsar tahminlerimde bile, oraların bunca uzaklıkla bu kadar küçük görüneceklerini düşünmemiştim. Arkadaşlar gene denize açılmışlardı, ama bu kez gereksiz merdivenleri yanlarına almamışlardı; bu kez her birinin elinde çok uzun direkler vardı, direklerin uçlarında da kıvrık çengeller, kancalar takılıydı. Belki biraz daha ay sütü toplamak, belki de biz zavallılara bir yardım eli uzatmaktı niyetleri. Ama onların Ay’a yetişmeleri olanaksızdı; ya arkadaşlar, ya da değnekleri suya düştü, bazı sandallar da devrildiler. İşte tam o sırada, bir başka sandaldan, upuzun bir sopa yükselmeye başladı. Bambudan yapılmış olmalıydı, daha doğrusu pek çok bambu kamışının birbirine eklenmesiyle oluşmuştu; onu yavaş yavaş kaldırmak gerekiyordu, çünkü çok ince olduğundan, her an bükülebilirdi ve büyük bir güç ve beceriyle havaya kaldırdıklarında bu düşey ağırlık sandalı altüst edebilirdi.

İşte o çubuğun Ay’a değeceği belliydi. Bir an bize değer gibi oldu, ama sıyırıp geçti, sonra başka bir sallantıyla yine yakınımızı dövdü ve gene gitti, bir saat rakkası gibi. O anda tanıdım onu, daha doğrusu ikimiz de tanıdık ben ve hanım kuzenimdi, ondan başkası olamazdı bu; Ay ile oynaşan oydu, onun şakalarından biriydi yine; sanki Ay’ı o kamışın üzerinde taşıyor gibiydi.

Bu yaptığının hiçbir yararı olmadığını sonradan anladık; hiçbir şey becermek amacı yoktu ve hatta Ay’ı ittiği bile söylenebilirdi. Bu da ona yaraşırdı doğrusu. Ay’ın doğasına, gidişine, yazgısına ters giden istekler duyması olanaksızdı, eskiden ayın yakınlığıyla coşarken, şimdi de onun uzaklaşmasından haz duyuyordu.

Bu durum karşısında Bayan Vhd vhd, ne yapmalıydı? Sonunda, Sağır’a karşı olan duygularının bir şımarıklık değil, gerçekten karşılıksız bir aşk olduğunu gösterdi. Eğer o sırada kuzenim uzaktaki bir Ay’dan hoşlanıyorsa, o da uzakta kalacaktı, Ay’ın üzerinde. Uzanan bambu kamışa tutunmak istemeyişinden, arpı yükseklikteki dünyaya çevirip tellerini tıngırdatmaya başlamasından anladım bunu. Onu gördüm diyorum, ama aslında gözümün ucuyla yakaladım onun bu görüntüsünü, çünkü çubuk, Ay yüzeyine değer değmez, onu yakalamak üzere atladım ve bir yılan gibi ona tırmanmaya başladım. Kollarımın, bacaklarımın olanca gücüyle boşlukta yükseliyordum, sanki dünyaya dönmemi buyuran doğal bir güce kapılmış gibiydim. Beni oraya iten nedeni unutmuştum, belki de her zamankinden daha çok bilincindeydim o nedenin ve o şanssız sonucunun. Artık daha fazla çaba göstermeme gerek kalmayan bir noktaya ulaşmıştım, tam o sırada kamış kırıldı, bin parça oldu ve ben sandalların arasından suya düştüm.

Dönüş çok tatlıydı, yeniden kavuşulan ülkem, ama ona karşı duyduğum, bir yitirmenin kederinden başka bir şey değildi; gözlerim, artık hiç ulaşamayacağım Ay’a çevrili, onu arıyordum. Ve onu gördüm. Tam bıraktığım yerde, tam başlarımızın üzerinde, bir kumsala uzanmış yatıyordu ve hiçbir şey söylemiyordu. Ay rengindeydi; arpını yanında tutuyordu, bir elini yavaş yavaş tellerde gezidiriyordu. Göğsünün, kollarının, kalçalarının biçimi tam anımsadığım gibi görünüyordu, şimdi Ay da onun gibi yuvarlak ve uzaktı.

Ay’ın incecik dilimi görünür görünmez, gözlerimi Ay’a çevirir, Ay büyüdükçe onu görme hayallerim artar, onu, ya da ona ait bir şeyi, ama yalnız onu, belki yüz, belki bin değişik biçimde onu, Ay'ı ay kılan onu ve her dolunayda gece boyunca köpekler ulur ve ben de onlarla ulurum.

Hala Ay’ın o incecik dilimi gökyüzünde görünür görünmez, bakışlarımla onu ararım; Ay büyüdükçe onu görebileceğim hayallerim de artar, onu veya ona ait bir şeyi, ama asla ondan başka bir şeyi değil, ister yüz, ister bin değişik biçimde olsun, çünkü Ay’ı ay kılan odur ve her dolunay köpeklerin gece boyunca ulamasına yol açar ve ben de onlarla ulurum.
Kozmokomik Öyküler

Zerdüşt Böyle Dedi ! - Nietzsche

Zerdüşt Böyle Dedi !  
Türkümü öğrendiniz mi artık? Türkümün  manasını kavradınız mı? Pek ala haydi! Yüksek  insanlar, şimdi benim koroma  katılın. Şimdi adı: bir defa  daha  ve manası: bütün ebediyete olan türküyü söyleyin. Yüksek insanlar, Zer­düşt'ün korosuna katılın!

Ey insan, dikkat et !
Derin gece yarısı ne  diyor?
Uyuyordum, uyuyordum,
Derin rüyadan uyandım:
Dünya derin,
Gündüz düşündüğümden daha derin,
Elem derin,
Haz elemden daha derin,
Elem der: «zeval bul!
Fakat her haz ebediyet ister
Derin, derin ebediyet ister.
 
Çeviren: Ord.  Prof.  Dr.  Sadi Irmak
 
 

14 Ekim 2019

Osho "Sen aydınlandığın an, varoluşun tümü aydınlanır. Eğer sen karanlıksan, tüm varoluş karanlıktır. Bu tamamen sana bağlı."


Meditasyon hakkında dünyanın her yerinde hüküm süren bin bir yanlışlık var. Meditasyon çok basittir: O, bilinçten başka bir şey değildir. Kutsal sözleri yinelemek değil, o bir mantra tekrarlamak veya zikir çekmek değildir. Bunlar hipnotize edici metotlardır. Onlar sana belirli bir tür rahatlama verebilir ― bu rahatlamada hiçbir yanlışlık yok; şayet biri sadece gevşemeye çalışıyorsa, o mükemmelen iyidir. Herhangi hipnotize edici bir metodun yardımı olabilir, ama biri gerçeği bilmek istiyorsa, o yeterli değildir. 

Meditasyon basitçe senin bilinçsizliğini bilinçliliğe dönüştürmek anlamına gelir. Normalde zihnimizin sadece onda biri bilinçlidir, ve onda dokuzu bilinçsizdir. Zihnimizin yalnızca küçük bir kısmı, ince bir tabaka, ışığa sahiptir; başka bir deyişle adeta tüm ev karanlığın içindedir. Ve meydan okuma, kuytu bir yer veya karanlık bir köşe bile kalmamacasına tüm ev ışıkla dolana kadar bu küçük ışığı yaymaktır. 

Tüm ev ışıkla dolduğunda, yaşam bir mucize olur; büyüleyici bir niteliğe sahip olur. Artık o sıradan değildir ― her şey olağanüstü olur. Sıradan olan kutsala dönüşür, ve hayatın küçük şeyleri kimsenin hayal edemediği kadar olağanüstü derecede anlamlı olmaya başlar. Sıradan taşlar elmas kadar güzel görünür; tüm varoluş aydınlanır. Sen aydınlandığın an, varoluşun tümü aydınlanır. Eğer sen karanlıksan, tüm varoluş karanlıktır. O tamamen sana bağlıdır. 
 

Çerçöp - Haydar Ergülen

 

“Hem ‘çerçöp’ün hem de ‘çer’in çeşitli anlamları var sözlüklerde. Hem o anlamlara uygun bir kitap bu hem de ‘çer’e benim yakıştırdığım ya da öyle sandığım ‘yol’a. Öyleyse çerçi de yolcu oluyor. Ama eli boş gitmeyen yolcu.”  

 

Yorgunsun - E. E. Cummings

Yorgunsun,
(Sanırım)
Daimi bulmacasından yaşamanın ve
yapmanın;
Ben de öyleyim.

Benimle gel, öyleyse,
Ve gideriz uzak, çok uzaklara––
(Sadece sen ve ben, anlasana!)

Oynadın,
(Sanırım)
Ve kırdın en düşkün olduğun
oyuncakları,
Ve biraz yorgunsun şimdi;
Kırılan şeylerden bıkmış, ve––
Sadece yorgun.
Ben de öyleyim.

Fakat gözlerimde bir rüya ile gelirim
bu gece,
Ve bir gül ile çalarım umutsuz
kapısını kalbinin––
Aç!
Sana göstereceğim için kimsenin
bilmediği yerleri,
Ve eğer istersen,
Mükemmel yerlerini uykunun.

Hadi, gel benimle!
Seni üfleyeceğim şu harika kabarcığa,
aya,
Süzülen daima ve bir gün;
Sana sümbül şarkısını söyleyeceğim
Muhtemel yıldızların;
Girişeceğim korkutulmamış bozkırlarına
rüyaların,
Tek bir çiçeği bulana kadar,
Senin küçük kalbini (sanırım) saklayacağım
Ay denizden çıkarken.

Çev. Nihan Albayrak


Yanılgı - Cahit Sıtkı Tarancı


Değil kardeşim değil , dal yeşil gök mavi değil
Bilsen ben hangi alemdeyim sen hangi alemde
Aklından geçer mi dersin, aklımdan geçen şeyler
Sanmam
Yıldız ve rüzgar payımız müsavi değil
Sen kendi gecende gidersin ben kendi gecemde
Vazgeç
Ayrıdır bindiğimiz gemiler


Oğuz Atay "sensin ümidi bütün karanlıkların bütün yaralı Donkişotların yeraltında yaşayanların "

Selim derdim bu belki senin çevrendekilerin tarifi senin değil zavallı çocuk derdi anlamıyorsun güneş girmeyen eve bizler gireriz benim gibi görünüşü zararsız olanları da vardır asıl onlar tehlikelidir insanı kalbinden sokarlar elimi ısırırdı birden ben bağırınca gülerek Frankeştayn Kurt Adamı zehirledi diye bağırırdı bana senden başka kimse dayanamaz sen de dayanamazsın önümde eğilirdi sensin ümidi bütün karanlıkların bütün yaralı Donkişotların yeraltında yaşayanların ve ecinni tayfasının kaptanı sensin karanlıkta birbirlerine çarpanların sebepsiz gülenlerin sebepsiz ağlayanların acıyla dudaklarını kemirenlerin birbirinin suratına bardak fırlatanların sensin Floransnaytingeyli ey karanlıklar kuşu biraz da bizim için öt arkadaşlarının tavırlarını takınarak beni korkuturdu neden onlarla görüşüyorsun Selim’im derdim insanı bırakmazlar kanına girerler beni de ısırdılar bir kere bu nedenle her gece ay doğunca her yanımı kıllar kaplıyor dişlerim uzuyor ve pencerenin üzerine çıkarak oradan yapma Selim derdim bırak beni canım Selim bu hayalet tarifine hiç uymuyordu korkutucu arkadaşlarına hiç benzemiyordu onları tanıyor muydunuz Turgut hayır ben de tanımıyordum tanımak istemiyordum Selim’in üstüne çökerek her biri ayrı bir tarafa sürüklemek istiyordu onun iyi niyetini ülkücü tutumunu anlamadığım yanlış yollarda kullanmaya çalışıyorlardı Selim de onların etkisiyle benim bu anlayışsızlığımı bilgisizliğime ve kadınlık içgüdülerime ve küçük burjuvalığıma ve tutuculuğuma veriyordu ben ortalıkta kötü birşeyler olduğunu seziyordum herkesin birbirini kötülediği birbirinin suratına ve arkasından nefretini haykırdığı bir ortamda bunaltıyorlardı onu kime inanacağını bilmiyordu bilemiyordu ona da saldırıyorlardı bu bir cehennemdi içindekilerin farketmediği yakıcı bir hayattı birşeylere kin duyuyorlardı anlayamıyordum  Selim için korkuyordum arkadaşlarının iyiye güzele duydukları arzuya inanmıyordum herkesin birbirine gerçek bir saygı duyacağı toplumu özlemelerini yadırgıyordum birbirlerine saygıları yoktu kinle gülüyorlar en yakın dostlarının kurmaya çalıştıkları bütün iç ve dış düzenleri öfkeyle yıkmaya çalışıyorlardı Selim kızıyordu bunları söylediğim zaman onlara dokunulmasına izin vermiyordu benim aklım ermezdi düzenin ancak böyle yıkılacağını anlayamazdım bütün kötülüklerin düzende olduğunu görmek için belirli bir eğitim gerekiyordu benimle bu konuda konuşmak istemiyordu ona beni kötülüyorlardı tanımadan genellikle kötülüyorlardı karşılık veremiyordu onlara içine düştüğü çıkmazda çırpınıyordu benden ayrılmayı bile düşünüyordu bu yolun sonu tehlikeliydi bana da tehlikeyi bulaştırmak istemiyordu onu da sevmiyorlardı hor görüyorlardı bir gece bir arkadaşı çok sarhoş olduğu bir sırada senin ne işin var aramızda diye çatmış Selim’e ne arıyorsun bizim gibilerin arasında hepimizi ezen yaşatmayan ağırlıklar var onlara isyan ediyoruz seni ezen ne var seni aramıza hangi kuvvet sürükledi hangi dış etken buraya itti seni senin ezilmişliğini çarpılmışlığını anlamıyorum boş yere sürükleniyorsun bizimle sen aslında yumuşak çatışmasız çelişmesiz bir şeysin ağlamış masaları yumruklamış sen bizden değilsin bizi hor görüyorsun şimdi benden iğreniyorsun diye haykırmış pencereden kusmuş beni bırakma bende kal gitmeyeceksin değil mi beni bırakmayacaksın değil mi diye yalvarmış annesinden nefret ediyormuş bütün bu insanların arasında ne işim var benim diyordu bütün bu insanların içinde ne işin var senin diyordum peki Günseli bırakıyorum hepsini bütün bu karışıklıktan çıkıyorum istifa ediyorum kutu gibi bir eve yerleşiyoruz seninle kendi yağımızla kavruluyoruz tencerenin dibini tutmadan pişiyoruz kendi zevkimize göre döşüyoruz her tarafı tavana kadar aplikler dört bir yanı sarıyor tavandan sarkan lamba tam yemek masasının üstüne isabet ediyor kendi başımızın çaresine bakıyoruz kendi bacağımızdan asılıyoruz yatak odasına güllü perdeler asıyoruz ben çarşıdan patlıcan alıyorum sen ortalığa bakıyorsun resmini dairede masamın üstüne koyuyorum sen de resmimi tuvaletinin üstüne yerleştiriyorsun yatağımızın yanında kitaplarımız duruyor benim komodinimin üstünde benimkiler duruyor senin komodininin üstünde seninkiler duruyor ışıklarımız da gece lambalarımız da ayrı fakat kalplerimiz bir çarpıyor sen dört ben altı sayfa okuyunca uykumuz geliyor aynı anda birbirimize doğru dönüyoruz öpüşüyoruz aynı anda Fransızlar gibi iyi geceler diliyoruz Amerikalılar gibi birbirimize arkamızı dönüyoruz sabaha tekrar buluşmak üzere ayrılıyoruz büfenin üstüne hiçbir şey koymuyoruz radyonun üstüne hiçbir şey koymuyoruz çünkü diğer küçük burjuvalar gibi görmemiş değiliz onlardan farkımızı biliyoruz gene de söylemiyoruz birbirimize bilmiyormuş gibi yapıyoruz sehpa örtüsü de kullanmıyoruz ama bunları hesaplayarak değil içimizden öyle geldiği için yapıyoruz onlardan farkımızı belirtmeye tenezzül etmiyoruz mutfaktaki kavanozların üstünde tuzbiberşekerkahve yazmıyor nedense öyle kavanozları almak gelmiyor içimizden yolda yürürken sanki o anda aklımıza gelmiş gibi bir dükkâna girip sana bir ayakkabı alıveriyoruz akşam ben kapıdan içeri girer girmez öpüşmüyoruz beş dakika sonra öpüşüyoruz her gün ayrı bir zamanda öpüşüyoruz ne zaman ne yapacağımız belli olmuyor serseri bir küçük burjuva ailesiyiz ne kabul günümüz var ne de belirli toplanma günlerimiz dedikodu da yapmıyoruz yemekten sonra koltuklarımıza oturuyoruz öyle kimsenin belli bir koltuğu yok kim ne bulursa onun üstüne oturuyor kimseyi çekiştirmiyoruz saat on ikiye yaklaştığı halde yarın erken kalkacaksın yatsan iyi olur demiyorsun bana başıboş bir hayat sürüyoruz ben her sabah daireye gidiyorum fakat nasıl oluyorsa gidişim kimsenin gidişine benzemiyor serseri bir memurum evden durağa tam bir sokak serserisi gibi yürüyorum ne otobüse binişimde ne biletçiye para uzatışımda ne dairede masamın başında oturuşumda hiçbirinde beylik bir durum yok olamıyor istesek de küçük burjuvalaşamıyoruz onlar gibi düşünemiyoruz yatakta birbirimize şiirler okuyoruz kitapları tartışıyoruz dünya umurumuzda değil sersem derdim aptal derdim ona Selim aldırmaz bir tavırla devam ederdi sersem aptal diyoruz birbirimize diğer karıkocalar gibi şekerim canım tatlım balım birtanem filan demiyoruz anahtarı paspasın altına koymuyoruz kaç kere içerde unuttuk da çilingir getirmek gerekti hesabımızı bilmiyoruz paramız olduğu halde ayın sonunu getiremiyoruz Avrupa gezileri için para biriktiremiyoruz yeter canım Selim derdim çocuklarımız oluyor üst üste istediğimizden değil istemediğimizden de değil tedbir de almıyoruz olmasın diye doktora filan da gitmiyoruz bununla uğraşacak değiliz ya hiçbir şeyimizi beğenmiyor dostlarımız bize öğütler veriyorlar ne onlara ne de büyüklerimize aldırıyoruz kayınpederlerimize kaynanalarımıza saygıda kusur ediyoruz çocukların terbiyelerini bozuyorlar onları şımartıyorlar diye üzülmüyoruz eğitimleriyle de uğraşmıyoruz üstünkörü bir terbiye veriyoruz akşamları derslerine çalıştırmıyoruz okula gidip öğretmenleriyle konuşmuyoruz hangi biriyle uğraşalım tam altı tane gülüyordum bana acı Selim diyordum siz bu gerçeklerden hoşlanmıyorsunuz o halde başka gerçeklere dönelim
 
Tutunamayanlar