Sir George Darwin’e göre, bir zamanlar, Ay, yeryüzüne çok yakındı.Gel-gitler, ayın yavaş yavaş uzaklaşmasına yol açtılar. O gel-gitler, yeryuvarlağın sularında Ay yüzünden oluştular ve bu yüzden Dünya’nın enerjisi yavaş yavaş yok olur.
Çok iyi biliyorum! dedi yaşlı Qfwfq belki siz değil, ama ben anımsıyorum. O hep yanıbaşımızdaydı ve koskocamandı: Hele dolunayken gün gibi aydınlık geceler yaşardık, ama ışığımız şöyle tereyağı rengindeydi sanki bizi ezecek gibi gelirdi; yarım ayken ise gökte rüzgarın sürüklediği bir şemsiye gibi dolaşır dururdu; büyürken sanki iki ucunu batırıp, yeryüzüne takılı kalacak sanırdık. Ama, ayın dönemlerinin mekanizması da bugünkünden çok değişikti: Güneşten uzaklıklar değişik olduğundan ve yörüngeler ve neyin nesi olduğunu bilmediğim o eğimler; sonra elipsler: Dünya ile Ay birbirlerine o denli yakındılar ki, bunlar her an yaşanırdı. Bir de düşünün, bu iki dev yuvarlak, her an birbirlerine gölge yapma yarışındaydılar.
Yörünge mi? tabii ki elips biçimindeydi: biraz şu yana eğim yapardı, sonra yeniden yola koyulurdu. Ay daha da alçalınca denizler öyle yükselirdi ki, artık kimse erişemez olurdu. Bazı dolunay gecelerinde ay alçalınca, deniz de yükselince, ayın denizde ıslanmasına kılpayı kalırdı; haydi birkaç metre diyelim. Oraya tırmanmayı hiç denemedik mi? Hem de nasıl? Sandalla tam altına gitmek yeterliydi, sonra bir merdiven dayadın mı, kendini ayda bulurdun.
Ayın yeryüzüne en çok yaklaştığı nokta, Çinko Kayalıklarının açıklarıydı. O zamanın kürekli sandalları ile giderdik oraya. Yuvarlak, düz ve mantar olurdu bu sandallar. Pek çok kişi olurduk içinde: ben, kaptan Vhd vhd, onun karısı, benim sağır kuzenim ve bazan, o zaman on iki yaşlarında olan minik Xlthlx de takılırdı peşimize. O gecelerde deniz son derece sakin, civa gibi gümüşi olurdu. İçindeki mor renkli balıklar, sarı safran ayın çekimine karşı koyamaz, su yüzüne çıkarlardı, ahtopotlar ve denizanaları da öyle.
Her zaman mini mini hayvancıkların uçuştuğu görülürdü, sözgelimi, minik yengeçler, kalamarlar, hafif ve saydam yosunlar, mercan renkli bitkiler, bütün bunlar denizden kopar, aya kaçıverirlerdi. Ya oraya takılıp sarkarlardı aşağıya, ya da öylece havada fosforlu ışığın altında uçuşurlardı, biz de muz ağacı yapraklarını sallayarak kovalardık onları.
İşimiz şöyleydi: Sandala tahta bir merdiven yüklerdik; biri onu aşağıdan tutar, biri tepesine tırmanırdı, biri de tam ayın altına yaklaşmak için yavaş yavaş kürek çekerdi. Bu yüzden sandalda çok insan olması gerekirdi. (Sana yalnızca belli başlılarını saydım). O merdivenin en tepesindeki, aya yaklaşınca korkuyla bağırırdı: Dur! Başımı vuracağım! Gerçekten de öyle gelirdi insana, yanı başında sivri çıkıntıları, kesici dilimleri ile bunca görkemli bir cismi görünce. Belki, şimdi değişiktir ama, o zaman Ay, ya da daha doğrusu altı, göbeği, yani dünyaya değecek gibi olan kısmı, sanki balık pulu gibi bir şeyle kaplıydı. Balık karnı gibiydi, öyle kokardı, anımsadığıma göre, tam balık kokusu değilse de, daha hafif, hani tütsülenmiş somon balığı gibi bir kokusu vardı.
Gerçekten de, merdivenin en üst basamağında dimdik durup kolumu kaldırdım mı, aya değebiliyordum. Ölçüsünü almıştık (henüz bizden uzaklaştığının ayırdına varamamıştık). Önemli olan elleri nasıl değdireceğini bilmekti. Sağlama benzeyen bir pulkaya seçip (sırayla hepimiz çıkıyorduk, beş altı kişi) onu yakalardım, sonra öbür elimle de tutunca, merdivenin de sandalın da altımdan kayıp gitiiğini hissederdim. Ayın devinimi, beni yerçekiminden koparıverirdi. Evet ayın, insanı koparıp çekiveren bir gücü vardı, birinden ötekine geçerken bunu duyumsardım.
Kendini hemen yukarı çekmen gerekiyordu, bir tür takla atar gibi, kayalara yapışıp, bacakları yukarı alıveriyor ve sonunda ayın üzerine basıveriyordun. Dünyadan bakıldığında, sanki başaşağı, aya asılıymışsın gibi görünüyordun, ama insan, kendini tıpkı dünyada olduğu gibi ayakta duruyor hissediyordu. Tuhaf olan tek şey, gözlerini yukarı çevirdiğinde ışıl ışıl mavi denizin dalgalandığını görmek ve ters duran sandaldaki arkadaşlarının, asma salkımından sarkan üzümler gibi tepeteklak durmalarıydı.
Bu tırmanışlarda özellikle becerikli biri varsa, o da sağır kuzenimdi. Kaba saba elleri, Ay’ın yüzüne değer değmez (sandaldan ilk fırlayan o olurdu) birden yumuşak ve güvenli ellere dönüşürlerdi. Hemen tutacak en sağlam yeri yakalayıverirdi, sanki avuçlarının gücü ile uydumuzun kabuğunu kendine çekerdi. Bir kez gerçekten de, Ay’a ellerini değdirdi ve sanki ayküre bize daha da yaklaştı.
Daha zor bir işlem olan dünyaya inmede de, onun üstüne yoktu. Bizler için bu, elleri havaya kaldırarak, olabildiğince yükseğe sıçramayı gerektiren bir işti. Dünyadan bakıldığında, denize, derinlere dalan birinin yaptığı hareket gibi görünürdü, aslında dünyadan aya atlamak için yapılan zıplamanın tıpkısıydı, ama bu durumda merdiven yoktu. Ay’da merdiven dayayacak bir yer yoktu ki. Ama benim kuzen, kollar ileride atlayacağına, takla atacak gibi ay yüzeyine eğilir, ellerinin üzerinde zıplamaya başlardı. biz sandaldan seyrederken, onu dev Ay topunu iter gibi, onu vurarak zıplatır gibi görürdük. Bu zıplamanın sonucunda bacakları bize değer değmez, onu ayak bileklerinden yakalar, sandala çekiverirdik.
Şimdi, bana Ay’da ne işiniz vardı diyeceksiniz. Anlatayım: Büyücek bir kaşık ve tahta bir kapla, süt bulmaya gidiyorduk oraya. Ay sütü pek pek yoğun olurdu, neredeyse çökelek peynir gibi. Yeryüzünün ormanlarından, lagünden, kırlarından uçan ve Ay'ın çekimine kapılan pek çok dünyasal maddenin, pulkayalar arasındaki çukurlarda mayalanmasında oluşuyordu bu süt.
En çok da şunlar oluyordu içinde: sebze suları, kurbağa larvaları, katran, mercimek, bal, kola, mersin balığı yumurtası, küf, çiçek poleni, jelatinli maddeler, kurtlar, reçine, biber, mineral tuzlar ve yakacaklar. Ay yüzeyini örten pulların arasına kaşığı daldırmak yeterliydi, bu değerli bulamaçtan bir dolu toplayabiliyordum. Saf olmuyordu tabii, çöpü, kılçığı pek boldu; mayalanma sırasında (ay çöllerinin sıcak yüzeyünden uçarken) bütün cisimler erimiyorlardı; kimi öylece batıp kalıyorlardı: tırnaklar, kıkırdaklar, çiviler, denizatları, cevizler, çekirdekler, çömlek kırıkları, olta iğneleri ve bazan da bir tarak bile çıkıveriyordu içinden. Bu yüzden bu püreyi topladıktan sonra, şöyle bir süzgeçten geçirmek gerekiyordu; ama işin asıl güç yanı o değildi: onu dünyaya aktarmaktı asıl sorun. Bunu da şöyle yapıyorduk: Kaşığı iki elle tutuyor, bu püreyi içine koyup mancınık gibi fırlatıyorduk yeryüzüne. Peynirimiz uçuyordu ve eğer yeterince güçlü bir atış olmuşsa, gidip tavana, yani deniz yüzeyine yapışıyordu. Oraya düşünce de, yüzmeye başlıyor, benim sağır kuzen, müthiş bir beceriyle hem gözü, hem bileği keskin biri olarak, sandaldan uzattığımız bir kepçeyle onu yakalayıveriyordu. Ben bazan beceremiyordum ve attığım peynir, ay çekimini yenemeyip gelip gözümün üstüne düşüveriyordu.
Kuzenimin becerilerini sayıp bitirmedim daha. Ay karaları arasından süt sağmak, onun için sanki bir oyundu. Sırasında kaşık yerine kayaların altına çıplak elini, bazan da tek bir parmağını daldırırdı. Sırayla gitmezdi, bir şuraya bir buraya sokardı elini, ıssız köşelerde, sanki ayla şakalaşır gibi, onu gıdıklar gibi bir hali olurdu. Ve elini değdirdiği yerden keçi memesinden akar gibi fışkırıverirdi süt. Bize de peşinden kaşıkla dolaşıp bulduğu sütü toplamak kalırdı. Bu dolaşmamızın da bir yolu yordamı yoktu, sağır kuzenin izlediği yollara akıl ermiyordu. Bazı noktalar vardı ki, onlara yalnızca dokunmuş olmak için dokunurdu.
Şu pulla, bu pul arasında Ay kabuğunun çıplak ve yumuşak katmanları arasında gezinirdi. Kuzenim, arada sırada buralara başparmağını değil, ayağının en büyük parmağını sokardı (Ay’a yalınayak çıkardı) ve çıkarttığı seslere, sıçrayışlara bakılırsa, bu işten pek hoşlanırdı.
Ay’ın yüzeyi hep böyle pullarla kaplı değildi, çıplak, kaygan, soluk bir kille örtülü yerler de vardı. Bu yumuşak uzamları görünce sağır kuzen, taklalar atmaya, kuşlar gibi uçmaya heveslenir, bu ay hamurunda bütün kişiliği ile yoğrulmak isterdi. Böyle böyle uzaklaşır ve bir an gözden yiterdi. Ay üzerinde asla keşfetmeye cesaret edemediğimiz, ya da gitmeye bir neden olmayan yerler de vardı; bana kalırsa, bütün o taklalar, sıçramalar, o uzaklaşma niyetinin bir ön hazırlığı, hatta bizi kandırmadan başka bir şey değildi. O görünmeyen yerlerde gizli birşeyler çevirdiğine eminim.
Öyle gecelerde, Çinko Kayalıklarının açıklarında değişik bir havaya girerdik; neşeliydik, ama sanki, başımızın içinde beynimiz yokmuş da, Ay’ın çekimine kapılmış, yüzen bir balık olduğunu duyumsardık. O zaman da şarkılar söyleyerek, çalgılar çalarak açılırdık denize. Kaptanın karısı arp çalardı, o gecelerde bu kollar, yılan balıkları gibi gümüşümsü parıltılar saçarlardı, kol altları da deniz kestaneleri gibi karanlık ve esrarengiz olurdu. Ve arpın sesi öylesine tatlı, öylesine yüksekti ki buna karşı konulamazdı ve biz de bağırışmaya başlardık, hem müziğe eşlik etmek, hem de o sesten kendimizi sakınmak için.
Saydam denizanaları deniz yüzeyinde gezinirler, şöyle bir titrerler, dalgalanarak Ay’a doğru yükseliverirlerdi. Minik Xlthlx, bunları havadayken yakalamaya bayılırdı, ama pek de kolay değildi bu. Bir kez, kollarını havaya kaldırmışken öyle bir sıçradı ki, zayıflığı nedeniyle, ayçekimi, yerçekimini altetti ve minik kız, denizin üzerinde denizanalarıyla birlikte uçmaya başladı. Birden korkuya kapıldı ve ağlamaya başladı, sonra gülüşmeye ve kaptırdı kendini bu oyuna, havada uçuşan balıklardan, yengeçlerden yakalamaya, bazılarını ısırmaya başladı.
Biz de onun peşinden ayrılmamaya çalışıyorduk: Ay, kendi yörüngesinde ilerliyor, gökyüzü boyunca peşine takılan o kalabalığı sürüklüyor, uzun bir dizi yosunların peşinden iki araya asılı kalmış bir de kız çocuğu uçuşuyordu. Xlthlx’ın iki ince saç örgüsü vardı, sanki onlar da kendi başlarına uçuşuyorlardı, Ay’a doğru kaldırmışlardı uçlarını, ama arada kız onlara şöyle bir vuruveriyordu, çorapları da uçarken sandaletleri düşmüştü ayaklarından çıkmak üzereydi, yeryüzünün çekimiyle aşağı sarkıyorlardı. Biz de merdivenin tepesinde kızı yakalamaya uğraşıyorduk.
Havada uçuşan hayvancıkları yemek, iyi bir düşünceydi; Xlthlx ağırlık kazandıkça, yere doğru yaklaşıyordu, daha doğrusu o cisimler arasında en büyük kütle onun gövdesinde olduğu için, yosunlar, planktonlar ve denizanaları, onun ağırlığına eklenmeye başladılar, sonunda kızın gövdesi minik deniz hayvanlarına benzer bir kabukla örtülmeye, yosunlarla kaplanmaya başladı. Bu kabuğa büründükçe, Ay’ın etkisinden kurtuldu, sonunda yüzüne değecek kadar alçaldı ve suyun içine battı. Hemen onu kurtarmaya seğirttik: mıknatıs gibi çekmişti bu kabuğu üzerine, onu soymalıydık, güç işti doğrusu. Yumuşak mercanlar sarmıştı başını ve saçlarına her tarak vuruşta, hamsiler, minik yengeçler dökülüyordu; göz kapaklarına sımsıkı yapışan salyangozlarca mühürlenmişti, ahtopot kolları onun kollarına, boynuna dolanmıştı, üzerindeki giysisi de sanki süngerden ve yosundan dokunmuş gibi duruyordu. Önce kaba bir temizlik yaptık üzerinde; sonra kendisi, üzerinden kılçıklar, midye kabukları soydu haftalarca; ama neredeyse o göze görünmez tek hücreli yosuncuklar gövedesinde benimsi bir leke bıraktılar.
İşte Ay ve Dünya arasındaki çekim böylece dengeleniyordu. Dahasını da söyleyeceğim: Uydumuzdan yeryüzüne inen bir cisim, hala ayçekimi ile güçlü olarak bir süre dünyamızda kalıyor, ama bizim yerküremizin çekimini kabul etmiyordu. Ben ki, bunca iri, bunca şişmanım, her Ay’a çıkışta, benim tepede, Dünya’nınsa altta oluşuna bir türlü alışamazdım, arkadaşlarım beni kollarımdan çekmek zorunda kalırlardı, sandalda üzüm salkımları misali, ben de ayaklarım tepede Ay’da, başım aşağıda yerde öyle kalakalırdım.
Tutun! Bize sıkı tutun! diye bağırırlardı, ben de bu itiş kakış sırasında birkaç kez Vdh vdh’nin, yuvarlak, iri göğüslerine tutunmuşum. Ay’ınkine yakın, hoş ve güvenli bir temastı, hatta daha güçlü bir çekimi vardı, hele ki, bu iniş sırasında öteki kolumla da onun kalçasına sarılabilirsem, bu dünyaya yeniden gelebildiğime inanırdım; sonunda sırtüstü düşüverirdim sandalın içine ve kaptan Vhd vhd beni canlandırmak için bir kova su dökerdi başımdan aşağı.
İşte kaptanın karısına olan aşkım böyle başladı ve bütün acılarım. Neden derseniz, hanımın onca inatla diktiği bakışların kime çevrili olduğunu anlamakta gecikmemiştim: benim kuzen, ellerini Ay’a dayar dayamaz, ona bakıyordum ve gözlerinde Ay ile bizim sağır arasındaki içten yakınlığın onu heyecanlandırdığını görüyordum, anlıyordum; bizimki, esrarlı ay gezilerinde yitip gidince, onun huzursuzlandığı, diken üzerinde oturmaya başladığı farkediliyordu. Artık açık açık görüyordum: Bayan Vdh vdh, Ay’ı kıskanıyordu, ben de kuzenimi. Gözleri pırlanta gibiydi Bayan Vdh vdh’nin; ışıl ışıldılar, Ay’a bakarken sanki şöyle der gibiydi: Ona sahip olamayacaksın! Ben de kendimi dışlanmış gibi hissediyordum.
Bütün bu olan bitenden haberi olmayan biri varsa, o da sağırdı. Onun inmesine yardım edilirken daha önce anlattığım gibi bacaklarından çekilirken Bayan Vdh vdh, gururunu sanki ayaklar altına alıyor, uzun gümüşsü kolları uzatıyor, onu sarmalıyordu; ben, yüreğimde bir sıkışma duyuyordum (benim ona tutunduğum kereler gövdesi yumuşak ve nazikti, ama kuzenime yaptığı gibi öyle kendini uzatır bir hali olmazdı,) ne var ki bizim kuzen buna kayıtsız kalıyordu, aklı hala Ay’daki kaçamaklardaydı.
Karısının davranışlarını farketmiyor mu diye kaptana bakardım, ama deniz tuzundan yıpranmış, katran lekeli çizgiler bulunan yüzünden hiçbir şey anlaşılmazdı. Sağır, Ay’dan her zaman en son inen kişi olduğu için, onun dönüşü, sandalların yola çıkışını haber verirdi. O zaman, son derece nazik bir edayla, Vhd vhd arpını alır, karısına uzatırdı. Artık hanım bunu alıp, bir kaç nota çalmak zorundaydı. Onu, Sağır’dan, arpın sesinden başka hiçbir şey ayıramazdı. Ben de o hüzünlü şarkıya katılırdım. “Her parlak balık su yüzünde, su yüzünde, her kara balık su dibinde, su dibinde…” ve herkes, sağır kuzenin dışında herkes, bana katılırdı.
Her ay, Ay öbür yana geçer geçmez, Sağır, dünyaya küser, her şeyle ilgisini keserdi; yalnızca dolunayın yaklaşması onu uyandırırdı. O zaman, ben sandalda, kaptanın karısı ile kalabilmek için, Ay’a tırmanışlara katılmamıştım. Ama kuzenim, merdivene tırmanmaya başlayınca, Bayan Vhd vhd “Bugün ben de çıkmak istiyorum” demez mi!
Kaptanın karısının Ay’a çıktığı görülmüş şey değildi. Ama Vhd vhd buna karşı koymadı, hatta onu merdivene itti bile denebilir, bir yandan da bağırıyordu: Haydi git bakalım! hepimiz ona yardım ettik, ben arkadan tutuyordum, kollarımda yumuşaklığını, yuvarlaklığını duyuyordum, onu düşürmemek için yüzümle ve avuçlarımla dayanıyordum, sonunda ayküreye yükselince, yitirdiğim o dokunuş, bir boşluk bıraktı bende; ardından seğirttim, bir yandan da şöyle sesleniyordum: “Ben de çıkıyorum! Ona yardım etmeye!”
Sanki bir diş geçirilmiş gibi kalakaldım geride. Sen burada kal, biraz sonra burada gerekli olacaksın! diye buyurdu , kaptan Vdh vdh sesini yükseltmeden.
O anda herkesin niyeti açıktı. Gene de ben toparlayamıyordum, daha doğrusu, duyduklarımı doğru yorumladığımı sanıyordum. Tabii, kaptanın karısı, kuzenimle oraya kaçmayı çoktan istiyordu (ya da en azından Ay’la bunca kaçamağında yalnız olmasını istemiyordu), ama belki de planının daha tutkulu bir yanı vardı: Bunu Sağır’la da kararlaştırmış olabilirlerdi, Ay’da birlikte saklanmak ve bütün bir ayı orada birlikte geçirmek… Ama belki benim kuzen, sağır olduğu için, onun ne anlatmaya çalıştığını anlamamış olabilir, onun niyetini, isteğini kavramamış bile olabilirdi.
Kaptan’a gelince; o, karısından kurtulmaktan başka birşey düşünmüyordu, gerçekten de Bayan Vhd vhd, Ay yüzeyüne çıkar çıkmaz, onun büyük bir keyif ve hoşnutluk içinde olduğunu gördük, karısının gitmesine neden karşı çıkmadığını o zaman anladık. Ama acaba, o Ay’ın yörüngesinin gitgide genişlediğini başından beri biliyor muydu? İçimizden hiçbiri böyle birşeyden kuşkulanmazdı. Sağır? Belki yalnızca sağır: kozasının içinde her şeyi sezinleyen o, belki de önceden duyumsamıştı o gece Ay’la vedalaşmak zorunda olduğunu. Bu yüzden, kendi gizli köşesine saklandı ve sandala dönmek üzere görünmedi. Ve kaptanın karısı da onu izledi. Geniş pulkayalıklardan geçtiğini birkaç kez gördük, bir an dönüp baktı, sanki onu farkedip farketmediğimizi anlamak ister gibiydi.
O gece olağan dışıydı gerçekten de. Denizin yüzeyi, her dolunayda olduğu gibi düz değildi, deniz sanki göklere değmek ister gibiydi, ama bir bakıyordunuz, dinginleşiveriyordu, sanki Ay’ın çekiminden kurtulmuş gibi. Işık da, öbür dolunaylarda olduğundan başkaydı; gecenin karanlığı baskın çıkıyordu. Yukarıdaki arkadaşlar da birşeyler olduğunun farkındaydılar, gözlerini korkuyla bize dikmişlerdi. Onların da bizim de ağzımızdan aynı anda şu çığlık koptu: Ay uzaklaşıyor!
Daha sesimizin yankısı sönmemişti ki, Ay’ın üzerinde kuzenim göründü, koşuyordu. Korkmuş gibi bir hali yoktu, şaşırmışa da benzemiyordu: Ellerini dayadı, her zamanki taklalarını atmaya hazırlandı, ama bu kez bir kez sıçradı ve öylece kalakaldı, geçen sefer minik Xlthlx’e olduğu gibi havaya asılı kaldı, bir an Ay ile Dünya arasında uçtu, başaşağı döndü, sonra akıntıya karşı yüzen biri gibi bizim gezegenimize yöneldi.
Ay’daki öteki denizciler de onun gibi yapmaya yeltelendiler.
Kimse, aysütünü getirmeyi düşünmüyordu, kaptanın da böyle bir şey söylediği yoktu aslında çok bile beklemişlerdi, aradaki uzaklık aşılamayacak hale gelmişti; ötekiler, benim kuzenin yüzüşüne, ya da uçuşuna öykünmeye kalkıştılar, ama öylece havada asılı kaldılar. Birbirinizin omuzuna çıkın sersemler! Haydi! diye haykırdı kaptan. Onun buyruğuyla, denizciler, biraraya gelmeye , birbirinin omuzlarına tırmanmaya, birbirlerini dünyanın çekim alanına itmeye başladılar: Sonunda yağmur gibi birbiri ardına denize dökülmeye başladılar.
Şimdi sandallar orada burada onları toplamaya çaılşıyordu. Bekleyin!-Hanımefendi yok! diye bağırdım. Kaptanın karısı da sıçramayı denemişti ama Ay’a birkaç metre yükseklikte takılı kalmıştı, gümüş renkli kollarını boşlukta sallayıp duruyordu. ben, merdivene tırmandım, ona bir tutanak osun diye arpı uzattım. Yetişmiyor! Gidip onu almamız gerek! dedim ve arpı geri verdim. Üzerimde, Ay kocaman ayküresi, eski görünümünü yitirmişti, öylesine küçülmüştü ki, gözle görülürcesine öyle küçülüyordu ki, sanki benim bakışlarım onu geri itiyor gibiydi.Gökyüzü gittikçe açılıyor, yıldızlar çoğalıyordu ve gece üzerime bir boşluk ırmağı gibi akıyor, beni, çaresizlik ve tedirginlik içinde bırakıyordu.
Korkuyorum! diye düşündüm. Atlamak için fazlasıyla korkuyorum! Aşağılığın tekiyim ve o anda atladım. Gökte öfkeyle yüzüyordum, arpı hanıma uzatıyordum ama, o bana uzanmaktansa, kendi içinde kıvrılıyor, bana bir yüzünü dönüyordu, bir arkasını.
Birleşelim! diye bağırdım, ona uzandım, belinden tutmak üzereydim, tüm bedenimle ona yapışmaya çalışıyordum.
Birleşelim, birlikte düşelim! Ona daha sıkı tutunmaya çalışıyordum, bu duygu da içimi bir hoş ediyordu. Ona sarıldıkça, birlikte Ay’a doğru düşmekte olduğumuzu neden sonra ayrımsadım. Bunu anlamamış mıydım, yoksa baştan beri niyetim bu muydu? Henüz bir düşünce geliştirmeye zaman bulamamıştım ki boğazımdan şöyle bir bağırış koptu: Seninle bir ay kalacak olan ben olacağım! Hem de: Senin üzerinde! diye bağırıyordum heyecanla. “Tam bir ay, senin üzerinde!” O anda Ay’ın üzerine düşmemizle kollarımız birbirinden ayrıldı, o buz gibi kayaların üzerinde sağa sola yuvarlandık.
Ay yüzeyine her gelişimde yaptığım gibi, gözlerimi yukarı çevirdim., tavan gibi denizi görebileceğimi düşünüyordum, evet onu bu kez de gördüm, ama öylesine yüksekti ki; denizin kıyıları, çevresindeki kayalar, dağlar da seçiliyordu ve sandal ne kadar küçüktü, arkadaşların yüzü tanınmıyordu, sesleri duyulmuyordu! O sırada bir ses gelir gibi oldu yakından, Bayan Vhd vhd arpını bulmuştu ve iniltiye benzer bir ezgi çıkararak okşuyordu çalgısını.
Uzun bir ay başladı. Ay, dünyanın çevresinde yavaş yavaş dönüyordu. Asılı olan kürede tanıdık o kıyıyı değil, ama derin okyanusları, parlak kumlarla örtülü çölleri, buzdan anakaraları, sürüngenlerin kaynaştığı ormanları, coşkun ırmakların yardığı dağ zincirlerinin kayalık duvarlarını, tüf kaplı mezarları, kil ve çamur uzamları görüyorduk. Uzaklık hemen hemen herşeyi aynı renge boyamıştı: yabancı görüntüler, uzaklıkla daha da yabancılaşıyorlardı; fil ve çekirge sürüleri, geniş ovalardan birbirlerinden ayırdedilemeden geçip gidiyorlardı.
Mutlu olmalıydım. Hayallerimde olduğu gibi işte onunla başbaşaydım, kıskandığım kuzenim ve onun Ay’la olan yakınlığı idiyse, şimdi onun da yerindeydim ve ay bir gecesi, gündüzü önümüzde uzanıyordu, uydunun kayalıkları, bizi o tanıdık, ekşi sütü ile besleyecekti, gözlerimiz doğmuş olduğumuz o dünyaya çevrili, hiçbir dünyalının görmediği şekilleri seyirde, ya da olgun meyveler büyüklüğündeki yıldızların karşısında, herşey ışıltılı umutların ötesindeydi ve biz, biz, herşeye karşın, sıladaydık.
Dünyadan başka bir düşündüğümüz yoktu. İnsanı insan yapan, o dünyanın ta kendisiydi; burada, dünyadan koparılıp atıldığımız bu yerde ise, ne ben bendim, ne de o eski o’ydu; yeryüzüne dönmek istiyordum, onu temelli yitirmiş olma duygusu beni perişan ediyordu. Aşk hayallerimin mutluluğu, Ay ile dünya arasında yuvarlandığımız an boyunca sürmüştü, yeryüzünden ayağım kesilince, aşkımın yerini, eksikliğini duyumsadığım şeyin özlemi almıştı, bir nerede, bir çevre, bir önce, bir sonra.
Benim hissettiklerim bunlardı. Ya o? bunu kendi kendime sorunca korkularım bölündü. O da dünyadan başka bir şey düşünmüyorsa, bu iyi bir işaret olurdu, en azından aynı şeyleri hissediyor olurduk; ama bir yandan, bu her şeyin boşuna yaşandığı, onun hala Sağır’ın peşinde olduğu anlamına da gelebilirdi. Oysa, bütün bunlar boşunaydı. Gözlerini asla eski gezegenimizden ayırmıyor, geniş düzlüklerde solgun yüzüyle, ağıtlar yakarak ve Ay yüzeyinde besteleyiverdiğini sandığım parçalar çalıyordu arpıyla. Rakibimi yendiğimin bir göstergesi miydi bu? Hayır, yitirmiştim, bu umutsuz bir yenilgiydi. Çünkü o, kuzenimin tek aşkının Ay olduğunu iyice anlamıştı, artık onun istediği, Ay olabilmek, o insanüstü aşkın nesnesiyle özdeşleşebilmekti.
Ay, Dünya çevresindeki dönüşünü tamamladı ve Çinko Kayalıkları gene tam tepemizde göründüler. Bunu ayırdettiğimde müthiş telaşlandım. En karamsar tahminlerimde bile, oraların bunca uzaklıkla bu kadar küçük görüneceklerini düşünmemiştim. Arkadaşlar gene denize açılmışlardı, ama bu kez gereksiz merdivenleri yanlarına almamışlardı; bu kez her birinin elinde çok uzun direkler vardı, direklerin uçlarında da kıvrık çengeller, kancalar takılıydı. Belki biraz daha ay sütü toplamak, belki de biz zavallılara bir yardım eli uzatmaktı niyetleri. Ama onların Ay’a yetişmeleri olanaksızdı; ya arkadaşlar, ya da değnekleri suya düştü, bazı sandallar da devrildiler. İşte tam o sırada, bir başka sandaldan, upuzun bir sopa yükselmeye başladı. Bambudan yapılmış olmalıydı, daha doğrusu pek çok bambu kamışının birbirine eklenmesiyle oluşmuştu; onu yavaş yavaş kaldırmak gerekiyordu, çünkü çok ince olduğundan, her an bükülebilirdi ve büyük bir güç ve beceriyle havaya kaldırdıklarında bu düşey ağırlık sandalı altüst edebilirdi.
İşte o çubuğun Ay’a değeceği belliydi. Bir an bize değer gibi oldu, ama sıyırıp geçti, sonra başka bir sallantıyla yine yakınımızı dövdü ve gene gitti, bir saat rakkası gibi. O anda tanıdım onu, daha doğrusu ikimiz de tanıdık ben ve hanım kuzenimdi, ondan başkası olamazdı bu; Ay ile oynaşan oydu, onun şakalarından biriydi yine; sanki Ay’ı o kamışın üzerinde taşıyor gibiydi.
Bu yaptığının hiçbir yararı olmadığını sonradan anladık; hiçbir şey becermek amacı yoktu ve hatta Ay’ı ittiği bile söylenebilirdi. Bu da ona yaraşırdı doğrusu. Ay’ın doğasına, gidişine, yazgısına ters giden istekler duyması olanaksızdı, eskiden ayın yakınlığıyla coşarken, şimdi de onun uzaklaşmasından haz duyuyordu.
Bu durum karşısında Bayan Vhd vhd, ne yapmalıydı? Sonunda, Sağır’a karşı olan duygularının bir şımarıklık değil, gerçekten karşılıksız bir aşk olduğunu gösterdi. Eğer o sırada kuzenim uzaktaki bir Ay’dan hoşlanıyorsa, o da uzakta kalacaktı, Ay’ın üzerinde. Uzanan bambu kamışa tutunmak istemeyişinden, arpı yükseklikteki dünyaya çevirip tellerini tıngırdatmaya başlamasından anladım bunu. Onu gördüm diyorum, ama aslında gözümün ucuyla yakaladım onun bu görüntüsünü, çünkü çubuk, Ay yüzeyine değer değmez, onu yakalamak üzere atladım ve bir yılan gibi ona tırmanmaya başladım. Kollarımın, bacaklarımın olanca gücüyle boşlukta yükseliyordum, sanki dünyaya dönmemi buyuran doğal bir güce kapılmış gibiydim. Beni oraya iten nedeni unutmuştum, belki de her zamankinden daha çok bilincindeydim o nedenin ve o şanssız sonucunun. Artık daha fazla çaba göstermeme gerek kalmayan bir noktaya ulaşmıştım, tam o sırada kamış kırıldı, bin parça oldu ve ben sandalların arasından suya düştüm.
Dönüş çok tatlıydı, yeniden kavuşulan ülkem, ama ona karşı duyduğum, bir yitirmenin kederinden başka bir şey değildi; gözlerim, artık hiç ulaşamayacağım Ay’a çevrili, onu arıyordum. Ve onu gördüm. Tam bıraktığım yerde, tam başlarımızın üzerinde, bir kumsala uzanmış yatıyordu ve hiçbir şey söylemiyordu. Ay rengindeydi; arpını yanında tutuyordu, bir elini yavaş yavaş tellerde gezidiriyordu. Göğsünün, kollarının, kalçalarının biçimi tam anımsadığım gibi görünüyordu, şimdi Ay da onun gibi yuvarlak ve uzaktı.
Ay’ın incecik dilimi görünür görünmez, gözlerimi Ay’a çevirir, Ay büyüdükçe onu görme hayallerim artar, onu, ya da ona ait bir şeyi, ama yalnız onu, belki yüz, belki bin değişik biçimde onu, Ay'ı ay kılan onu ve her dolunayda gece boyunca köpekler ulur ve ben de onlarla ulurum.
Hala Ay’ın o incecik dilimi gökyüzünde görünür görünmez, bakışlarımla onu ararım; Ay büyüdükçe onu görebileceğim hayallerim de artar, onu veya ona ait bir şeyi, ama asla ondan başka bir şeyi değil, ister yüz, ister bin değişik biçimde olsun, çünkü Ay’ı ay kılan odur ve her dolunay köpeklerin gece boyunca ulamasına yol açar ve ben de onlarla ulurum.
Kozmokomik Öyküler