06 Ekim 2018

Atatürk'ün İzinde Bir Arpa Boyu - Bahriye Üçok

Gerek İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyeliğim, gerek 1971'den 1977'ye kadar süren senatörlüğüm sırasında ve daha sonra, Atatürk'ün izindeyiz diyerek O'nun izinden ayrılanlar veya aynı izden geriye doğru gidenleri uyarmak için yazılar yazdım; parlemento konuşmaları yaptım; konferanslar verdim; raporlar hazırladım. İşte bunların çoğu bir kitapta toplanmış bulunuyor. Kitaba ne ad vereyim diye epey düşündüm ve kendi kendime sordum: "Atatürk'ün izinde ne kadar yol aldık? Arkama dönüp baktığımda gördüm ki, bir arpa boyu yol almamışız. Bunun için kitaba adını "Atatürk'ün İzinde Bir Arpa Boyu" koyuyorum.


Denis Diderot "İnsan, hayatının dörtte üçünü yapamayacağı şeylerle geçirir."

Yalanın faydası bir defa içindir, gerçeğin faydası ise sonsuz ve ölümsüz.

İnsanı taş ya da kırık kalpli yapan bu dünyadan gidiyorum. Beni nereye gömerlerse gömsünler.

Güler yüzle söylenen bir yalanı bir anda yuttuğumuz halde, acı gerçeği ancak damla damla yutarız.

Felsefeye ilk adım inançsızlıktır.

Aklımız tanrının bir hediyesi ise ve inancımız hakkında aynısını varsayarsak, tanrı bize uzlaşmayan, zıt iki hediye vermiştir demek.

Adaletin aklını kaybettiği yerde felsefe susar…

Arkadaşımın kusurları hakkında sadece kendisiyle konuşurum.

Yanlış yola girdiğinde, hızlandıkça daha da kaybolursun.

Bana bazı şeylerin aklımızı aştığını söyleseler de, bu, saçmalıklara inanmama yol açmaz. Hiç şüphem yok ki aklımızı aşan şeyler var; ama aklımıza aykırı olan herşeyi ve ona zıt düşen ne varsa, cesurca reddediyorum.

İnsan bir şeyi menfaatine, karakterine, zevkine, ihtiraslarına göre ya şişirir, ya küçültür.

Hoşumuza giden yalanları avuç dolusu yutarız da, acı gerçekleri yudum yudum içeriz.

Yalnız iyilik yapmak yetmez, iyiliği incelikle de yapmak gerekir…

Felsefe sadece gerçekle uğraştığı izlenimi verir ama belkide düşlemleri dile getirir, edebiyatsa sadece düşlemlerle uğraştığı izlenimini verir ama belkide doğruyu dile getirir.

Gün Eksilmesin Penceremden - Cahit Sıtkı Tarancı

BİR KIŞ GECESİ

Geceydi, dışarıda kar yağıyor, içeride soba yanıyor, radyoda bir facia oynanıyordu. Teyzemin yarı alaturka, yarı alafranga döşenmiş ve kış mevsimi icabı hem yatak, hem oturma odası vazifesini gören aydınlık ve rahat odasında, benden başka erkek olmamak üzere, muhtelif yaşlarda ve muhtelif bahtlarda altı kişiydik.

Kırk beşinde dul bir kadın olan teyzem, çini sobanın yanında, sedir cinsinden bir koltukta oturmuş, yerine daha iyi yerleşmek ve biraz daha ısınmak insiyakiyle farkında olmadan çok kıpırdandığı için ikide bir omuzlarından kayan yün atkısını tombul ve buruşuk elleriyle ikide bir düzeltiyor, radyoyu dinler gibi yapıyordu; fakat, mazlum ve yıpranmış gözlerinden belliydi ki merhum eniştemle geçirdiği mesut ve avdeti imkansız günleri düşünüyor.

Teyzemin yanı başında, bir sandalyeye ilişmiş olan komşu kızı Feride, teyzeme bir gecelik entarisi diktiği ve dizlerinde pertavsızla büyültülmüş bir sonbahar yaprağı gibi duran portakal rengi, yünlü bir kumaş üzerinden, siyah, parlak ve hafif kıvırcık saçların çerçevelediği küçük ve sevimli başını kaldırmadan radyoyu dinler gibi yapıyordu; fakat, ellerinin ve dizlerinin sık sık tekerrür eden sinirli hareketlerinden belliydi ki sarhoş bir baba ile çaçaron bir ananın fasılasız ve yeknesak kavgaları arasında kararıp giden bahtına gizlice ağlıyor.

Ellisini geçtiği halde yüzü hâlâ buruşmamış olan, iri mavi gözleri daima çileli bakan aşçı kadın -merhum eniştemle uzak akrabalığı dolayısıyla evde kendisine Hala Hanım deriz- mangal başında, küçük hasır iskemlesi üzerinde oturmuş, sigarasını sarıyor ve radyoyu dinler gibi yapıyordu. Fakat, mangalın küllerini eşelemek bahanesiyle ikide bir maşaya sarılan ellerinin titremesinden belliydi ki yirmi seneden beri kocasız, desteksiz, el kapısında türlü acıları sineye çekerek geçen ömrünün, bütün ümitlerini alıp giden soğuk rüzgarında, vücudundan ziyade ruhuna bir hararet, bir teselli arıyor.

İkisi de öksüz olan hizmetçi kızlardan biri, Hala Hanım'ın yanında yere çömelmiş, kahve pişiriyor; diğeri ise, sobanın arkasında duvar dibinde, teyzemin en küçük bir arzusunu sezmeye hazır bir vaziyette, ayakta, bir tazı gibi uyanık ve tetik duruyor, ikisi de radyoyu dinler gibi yapıyordu; fakat ikisinin de mahzun ve kin dolu bakışlarından belliydi ki hizmetçilik kaderlerini bir türlü benimseyemiyorlar.

Ben ise ara sıra gece yatısına geldiğim bu evin içinde geçenleri yakından bilen, bu evdeki insanların her birinin dert ortağı olan adam, pencere önündeki sedirde yan gelmiş, ara sıra perdeyi aralıklayarak dışarıda karanlıkta lapa lapa yağan karı seyrediyor, bazen de sigaramın dumanlarına dalarak, görünürde, herkes gibi, radyoyu dinliyordum; fakat ikide bir, komşu kızı Feride'ye kayan gözlerimden belliydi ki, ben de radyoyu dinlemiyorum.

Hasılı, herkes kendi kendisiyle meşguldü ve dışarıda kar yağıyor, içeride soba yanıyor, radyoda oynanan facia devam ediyordu. Birdenbire kapının zili öttü, hepimiz bir rüyadan uyanmış gibi silkindik. Teyzem, omuzlarındaki atkıyı bir kere daha düzelterek doğruldu, komşu kızı Feride, akşamdan beri işi üstüne eğik duran küçük ve sevimli başını kaldırdı, göz göze gelmiştik, gülüştük; Hala Hanım elindeki maşayı bıraktı ve sigarasını tablaya bastırdı. Hizmetçilerden kahve pişireni, beyzi, gümüş bir tepsiye dizdiği fincanları doldurup ayağa kalktı, sobanın arkasında ayakta duranı ise teyzemin bir göz işaretiyle kapıya koştu. Ben de yerimden doğrularak kravatımı düzelttim. O âna kadar zahiren radyoya müteveccih olan alâkamız bu sefer hakikaten kapıya çevrilmişti. Gecenin bu saatinde -saat ondu- kim olabilirdi? Teyzem, yorgun bir sesle, "Şevket olacak," dedi. "Sultanahmet'teki evin kirasını getirecekti." (Şevket, merhum eniştemin akrabasından bir tüccardı, teyzemin ev dışarısı işlerini o görürdü.)

Hala Hanım da, "Belki de Salahattin'dir," dedi. (Salahattin, Evkaf'ta çalışan, otuz beş yaşlarında, altı kere evlenmiş ve son karısından henüz yeni ayrılmış bulunan çapkın, kendi menfaatinden başka bir şey düşünmez bir adamdı. Hala Hanım'ın kardeş çocuğuydu ve Hala Hanım kendisini çok severdi. Bunun için Salahattin eve sık sık gelip gidenler arasındaydı.)

Komşu kızı Feride, "Belki de babamdır," dedi. "Beni almaya gelmiş olacak."

Hizmetçi kız da fikrini söyledi: "Baban bizde gece kalacağını biliyor Feride Hanım. (Hala Hanım'a dönerek) Salahattin Bey bu saatte gelmez, kim bilir şimdi hangi meyhanededir. (Teyzeme dönerek) Telgrafçı olacak, Manisa'dan biraderinizden telgraf bekliyordunuz ya."

Ben de ilave ettim:

"Bir arkadaş bana uğrayacaktı, belki de odur."

Kapıyı açmaya giden hizmetçinin getireceği haberi hepimiz, bir müjde gibi, heyecanla bekliyorduk. Nihayet hizmetçi kız odanın kapısında göründü:

"Kimse yok."

Bu muzipliği, geceleri karanlıkta, kapıların zillerini çalıp kaçan sokak çapkınlarından biri yapmış olacaktı; belki de karnı zil çalan ve bu karlı, soğuk kış gecesinde yatacak sıcak bir yeri olmayan bir kaldırım çocuğunun, müreffeh insanlara karşı beslediği hudutsuz hıncın bir gönül eğlencesi halinde tezahüründen başka bir şey değildi.
6 Ocak 1938


Meditasyondaki Filozof - Rembrandt





Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

"Bir salı sabahı uyandım. Bütün gazeteler hayatta en çok sevdiğim kadının bir cinayet işlediğini yazıyordu. Bunu hiç beklemiyordum. Beynimden vurulmuşa döndüm. İç dengelerim şiddetle sarsıldı. Oysa gerçeği biliyordum ama bana kimse tek bir şey sormamıştı. Onu mahkum etmişlerdi! Kapı çalındı. İki asker beni almaya gelmişti. İç savaş çıkmış, seferberlik ilan edilmişti. Bunu bekliyordum. Hiç şaşırmadım. Bunu uzun zamandır korku ve kuşkuyla hep bekliyordum. Hazırlandım ve o salı sabahı evden çıktım."

Genç bir öğretmen bir sabah Kuzguncuk'taki evinden apar topar alınıp, askere götürülür. O, bunun bir kabus olduğuna, arkadaşlarıysa onun iç savaşa katıldığına inanmaktadır. Oysa annesi oğlunun bir ambulansla evden götürüldüğünü anlatmaktadır.

Kumral Ada - Mavi Tuna, iç savaşın içimizde ve dışımızda, bireysel ve toplumsal olarak yarattığı yangınları umutsuz bir aşk üçgeni ekseninde anlatan sarsıcı bir roman.

Dört dile çevrilen Kumral Ada - Mavi Tuna birçok toplumsal yaramızı irdelerken unutulmaz bir aşk hikayesi anlatıyor.

 

Mevlana 'Rübailer'

 



Göğsünün içindekini gerçek gönül sanan kimse,
Hak yolunda iki üç adım attı da herşey oldu bitti sandı
Aslında tesbih, seccade, tövbe, sofuluk, günahdan sakınma bunların hepsi yolun başıdır. Hak yolcusu aldandı da, bunları varacağı yer sandı.
 
O eşsiz, parlak incinin hayali, gözümün önüne geldi.
O anda kendimi tutamadım, ağlamaya başladım.
Gözyaşlarım akarken içim yanıyordu. 
Heyecandan şaşırmıştım.
Gizlice gözümün kulağına dedim ki; biliyormusun? 'Gelen konuk, çok değerlidir, çok azizdir'
Ona bol bol aşk şarabı sun.

Ey gece, neşelisin, hep böyle neşeli gel, neşeli gel! Ömrün bitmesin, kıyamete kadar uzasın gitsin, dostun yüzünün güzelliğinden, hatırında öyle bir ateş var ki, ey üzüntü, eğer cesaretin varsa gel, benim hatırıma gir!
 
Sesin, gönlümüzün sesine, gönlümüzün huyuna uysun! Gece, gündüz neşelensin, söyledikçe
söylesin. Sesin yorulunca, biz de yoruluruz, hasta oluruz. Sesin, kamış gibi sekerler çiğnesin, ballar
yesin.

Omür tükendi ise Allah başka bir ömür verdi. Geçici ömür kalmadıysa, te şuracıkta
tükenmeyen, ölümsüz ömür.. Aşk, hayat suyudur, bu suya dal! u denizin her damlasında başka bir
hayat, başka bir ömür var.

Yazıklar olsun ki vakit geçti, bizse çılgın aşıkız, deli divaneyiz. Kıyısı belli olmayan bir
denizdeyiz. Bir gemiye binmişiz, gece, bulutlu bir gece... Allah'ın denizinde Allah'ın lütfu ile, onun
ihsan ettiği güçle, başarıyla gemimizi sürüp durmadayız.


Ey seher rüzgarı! Bize haber ver; sen geçtiğin yolda, o alev alev yanan, o ateş dolu, o sevda
dolu gönlü gördün mü? 0 gönül, yüzlerce yalçın kayaları,graniti ateşiyle yaktı, eritti.

 
Ey sevgili, geceleri gökyüzünde dolaşan ay senin çevreni bulamamıştır. Geceleri seni bulmak
için uğraşana, dönüp dolaşana senin ayından armağanlar gelir. Her ne kadar şafağın çevresi, al
yanaklı ise de, bu onun tabîi renginden değil, senin sapsarı yüzünün güzelliğinden mahcup
oluşundan, utanışındandır.

 
Ey dost! Dostlukta sana çok yakınız. 0 kadar ki nereye ayağını bassan, sevine sevine o yerin
toprağı oluruz. Sevgilim, aşıklık mezhebinde reva mıdır ki, alemi seninle görelim de seni
görmeyelim?


Ben bir müddet taklit ile kendimi bildim, kendimi beğendim. Ben o vakitler kendimde idim ama,
asıl kendi varlığımı sezememiş, anlayamamıştım. Çünkü, o zaman ben kendimi görememiş,
kendimi tanıyamamıştım. Sadece adımı işitmiştim. Fakat ne zaman ki, kendimden çıktım, benliğimi
terkettim;işte asıl o zaman kendimi gördüm, kendimi buldum.


Benim zatım, bahr-ı küll, bütünlük aleminin denizi haline gelince, zerre-lerin güzelliği, Hakk'ın
yarattığı bütün varlıkların hoşluğu, nizamı, bana aydınlanıp görünür. Ben ilahî tecellilerin
heyecanına kapılırım da bütün vakitlerimin bir vakit olması için, aşk yolunda gece.gündüz mum
olup yanmak isterim.

 
Eğer yaşıyorsan, canın varsa, gel, orada can feda et! Oradaki sen, buraya gelmeden önce orada
idin. Orası senin asıl vatanındı. Can bir nükte duydu, bir buyrukla o yerden ayrıldı, buraya geldi.
Burada yüzlerce nükte duyduğu, yüzlerce işaret aldığı halde nasıl oldu da o yere dönmedi?

 
Hakk yolunda ten pamuğundan can esvabını ayıran o efendi Mansur idi. Aslında Mansur; "Ben
Hakk'ım!" demedi, bu sözü Hakk dedi. Mansur nerede;bu söz nerede? Bu sözü söyleyen Hakk idi,
Hakk idi.


Bizim sarhoş olmamız için, şaraba ihtiyacımız yoktur. Meclisimizin neşelenmesi için çeng ve
rebab da istemeyiz! Biz gönül alıcı bir güzelin yüzünü görmeden, hoş sesli çalgıcıyı dinlemeden
mest olmuşuz, kendimizden geçmişiz.


Bizim şarabımız, kadehsiz olarak sunulmaktadır. îçimize bir ateş düşmüştür, yüreğimiz yanıp
tutuşmaktadır. Fakat, bu gönül yangınının dumanı görülmemektedir. Aşk rebabının feryadı,
inlemesi gerçek sevgilimizin, gönül sultanımızın yayından, O'nun mızrabındandır. Sakın; "Bu
rebabdır, bu sesi rebab çıkanyor." deme!


Düşünme! Boş yere kafanı yorma! Kendini uykuya ver, uyu! Çünkü düşünce, gönlün ay yüzüne
perde olur. Gönül ay gibidir. Düşünce bulut olur, onu örter, nürunu gizler. Bu sebeple gönülde
düşünceye yer verme, düşünüp taşınmayı suya at!


Uyku geldi, göze girmek istedi fakat gözde yer bulamadı. Çünkü, göz senin sevdan yüzünden
ateşler içinde kalmış, yaşlarla dolmuştu. Göze giremeyen uyku, bu defa gönle doğru gitti. Civa gibi
yerinde duramayan kararsız bir gönül buldu, sonra o, tene doğru yol aldı, oraya yerleşmek istedi,
orayı da harap, hem de çok harap gördü.


Ey uyku! Sen tadı hoş, içilmesi hafif bir ab-ı hayat bile olsan, bu gece bizim yanımızda işe
yaramazsın, senin bizimle işin yok. Ey uyku, başındaki saç sayısınca başın olsa, bu gece bir baş
kadar işe yaramaz, kendi başını bile kaşıyamazsın.


Sakî! Cananın güzel yüzü aşkı için, sevabına bana o toprak ve su görmeyen aşk şarabından
sun! Ben beden hastası değilim, hastasıyım. Ben, şerbeti ne yapayım? Sen bana şarap sun, şarap!


Gece geldi. Şu gönüldeki yanışın acaba sebebi nedir? Ben sanıyorum ki, tanyeri ağardı, acaba
gündüz mü oldu? Şaşılacak şey! Aşkın gözüne ne gece sığar, ne de gündüz... Şu aşkın gözü acaba,
gözleri mi bağlıyor... însanı görmez hale sokuyor.


Dostların hatırı için bu gece uyuma! Gecenin kulağını tut, bük, uyuma! "Fitnenin uyuması daha
iyidir." derler. Sen de bir fitnesin. Fakat senin gibi güzel bir fitnenin uyanıklığı daha iyidir. Bu
sebeple acele etme, uyuma!

 
Ey ay yüzlü, böyle bir gecede ay gibi sen de uyuma! Şu dönüp duran gökkubbe gibi dönmeye
başla, uyuma! Bizim uyanıklığımız, alemi aydınlatan ışık olur, çerağ olur. Sen de bir gece ışığı
bekle, onu koru, gözet uyuma!


Ey yar, senin gibi bir sevgili yoktur! Senin benzerin bulunmaz. Her iş seninle yola girer, senden
düzenlenir. Sen uyuma! Bu gece senin güzel nürlu yüzünden yüzlerce ışık parlayacak, etrafı
aydınlatacaktır. Zaten sen bizim içimizdesin, sakın,uyuma!


Ey sevgili, yine bize yakınlık göster, dostluk et, bize yar ol! Bizi sensiz bırakma, uyuma! Ey
sarhoş bülbül, gül bahçesinde uyuma, garip olan, kimsesiz bulunan dostalan düşün, onları gözet,
koru, uyuma! Bu gece, lutuf gecesi, bağış gecesi, ihsan gecesidir, sakın uyuma!


Eğer sonsuz bir hayat ve mutluluk istiyorsan, uyuma, dostun aşk ateşiyle yan, yakıl, uyuma!
Yüzlerce gece uyudun, ondan ne elde ettiğini, ne kazandığını gördün. Allah için olsun bu gece
sabaha kadar uyuma!


Ağza sığmayan lokmayı iste! Rüh gıdası gönül lokması ara! Kitaplarda yazılı olmayan ledün
ilmini ehlinden öğrenmeye çalış! Cenab-ı Hakk ile kamil insanların, ermişlerin gönülleri arasında
öyle bir sır vardır ki, Cibril bile oraya girip o sırrı öğrenemez. îşte sen o sırra aşina olmaya gayret
sarfet!


Dînî vazifelerini yapmadan, iyj, yararlı bir insan olmadan Cenneti isteme! Hakk'a layık bir kul
olmadan, onun lütfuna, ihsanına nail olmadan Süleyman mülkünü taleb etrne. Mademki, işin
sonunda ecel vardır, ölüm bir gün gelip yakana yapışacaktır, hiç bir müslümanın hatta hiç bir
insanın kalbinin incinmesini arzu etme!


Müşkülünü çözen, seni hakikata ulaştıran bilgiyi, ölüm gelip çatmadan önce iste, öğrenmeye
çalış. Aklını başına al da, şu dünyayı, yani var gibi görünen yoğu bırak, yok gibi sandığın varı iste!


Bu gece, dosta kavuştuğum için sevinç içindeyim, pek mutluyum. Bu gece ayrılık kaygısından
kurtuldum. Dostla kucaklaştık, sarmaş dolaş olduk. Bu uğurlu, bu mes'ud anlarda gönlüme sesleniyor, diyorum ki; "Allah bana acısa da, bu gecenin anahtarı kaybolsa; ne olur; sabahın kapısı açılmasa.


Bu seher vakti esen rüzgar, Hakk aşıklarının gönüllerindeki sırlara aşinadır. Bu uğurlu zamanda
sen de uyuma. Bu zaman yalvarma, yakarma zamanıdır, uyuma zamanı değildir! îki cihanın halkına,
ilahî bir lütuf olarak ezelden ebede kadar kapanmayan dilek kapısı, seher vaktinde açıktır. Fırsatı
kaçırma, yatıp uyuma!


Her iki gözüm, o mahmur gözlerinden mest olmuştur. Şunu anla ki, senin aşkından, senin
elinden ben elden çıktım. Bari bana uy da sen de başını salla, peki de! Başında aşk havası esiyorsa,
bu haller sende de vardır.


Yarla hoş geçinen kimse yarsız kalmaz. Müşterisi ile uzlaşan tacir, müflis olmaz. Ay geceden
ürkmediği, karanlığından kaçmadığı içindir ki nürlandı.gül, o güzel kokuyu dikenle hoş geçinmekle
kazandı.


0 padişah, kötü huylu kullarından yüz çevirmez. Senin gibi yüzlerce kulunun suçuna,
edepsizliğine bakmaz. Bu sözü sen söyleme, bunu onun deniz gibi sonsuz olan lütfu söylesin. 0 öyle
merhamet sahibidir ki, bizim kötülüğümüzden kara şeytan kaçar da, o kaçmaz!

 
Yağmur, aşkla gönlü yanan, birisinin başına yağıp durmadaydı. 0 kadar çok yağdı ki, aşık
hemen eve kaçtı. Bu hali gören hoş bir kaz, kanadını çırparak dedi ki: "Yağmuru benim üstüme
yağdır, çünkü Allah benim canımı sudan yarattı, benim su ile ülfetim vardır


Sevgilim! Gönül seni anınca şenlendi, neşelendi. Allah'a yemin ederim ki, o neşeyi, zevki
şaraptan almayı düşünmedi de elindeki kadehi içmeden yere döktü. Gönül sensiz kendini cansız ölü
bir kalıp gibi gördü. Zaten candan kaçanın layıkı da işte budur.

Rüzgar, sevgilinin dağınık saçlarını okşayınca, ay, o güzelliğe hayran olur da, ona candan dua
eder: "Ömrün uzun olsun!" der. Ey bana öğüt veren kişi, aşktan, gönlümün aldığı manevî zevki, sen
de tatsaydın, beni bırakır, kendine öğüt verirdin!

 
0 nedir ki, sürete, şekle lezzet ondan gelir? 0 ne şeydir ki, onsuz şekil de kederlidir, bulanıktır,
süret de? 0 şey, bir an olur ki süretten gizlenir. Bir an olur ki mekansızlık aleminden sürete
akseder, şekilde parlar, görünür.


Ey cahil nefsinin havasına uyan kişi! Ey başkalarının halinden ibret almayan! Senin bütün
hayrın, su içilecek yere bir tas koymaktan ibaret. Sen istiyorsun ki, bu tastan bütün şehir halkı
senin hayrına su içsinler, kansınlar değil mi?


Ay yüzlü sevgilim, bugün ellerini çırpa çırpa gelmiş, can gibi gelmiş; can, nasıl hem apaçık
meydanda, hem de gizli, görünmez ise, o da öyle gelmiş. Sevgilim, kendinden geçmiş, hoş neşeli ve
aman bilmez bir halde gelmiş. 0 öyle geldiği için ya, ben de bu haldeyim.

 
Bugün nasıl bir gündür ki, güneş, hergünkü gibi parlamıyor? îki misli kuvvetli parlıyor. Bugün
ayrı bir gün, günlerden hiç birine benzemiyor. Bugünkü günde başka bir tecellî nüru görünüyor. "Ey
aşıklar, ey gönüllerini yitirmiş kişiler! Size müjdeler olsun, bugün sizin gününüz diye gökten
yeryüzündekilere sesler gelmede, saçılar saçılmada.

 
"Hayatta olduğum müddetçe, eğri gitmeyeyim, doğruluktan ayrılmayayım." diye tevbe ettim.
Fakat eğriye, doğruya bakıyorum ve her baktıkça görüyorum ki; bütün eğri de doğru da,
sevgilimizin doğru ve eğrisidir.

 
Bu evde bir ışık vardı, ne oldu? Şimdi nerededir? 0 ışık gözde idi. Şimdi gönüllerdedir. Hoş bir
hayal gibi geldi, gönülde oturdu, kalktı. Hayır, hayır gönülden gitmedi, hala da bizim gönlümüzün
içindedir.

 
Ne aşağıda, ne yukarıda olmayan ay, acaba nerededir? Ne bizsiz, ne de bizimle olan değerli
nesne, nerededir? Sakın, orada, burada deme! Bütün alem onun kudretiyle, sanatıyla doludur. Ama
gören nerede?

 
Dünyada sabırsız, aşıktan daha bîçare, daha zavallı kim vardır? Çünkü bu aşk, devasız bir
derttir. Aşk gamının dermanı, ne cimriliktir, ne de riyadır. Gerçek aşkta, ne vefa vardır, ne de cefa...

 
Bazı insanlar vardır ki, gamlıdırlar, bu gamın nereden geldiğini bilmezler. Bazı insanlar da
vardır ki, neşelidirler, onlar da bu neşenin Hakk'tan geldiğini bilmezler... Ne kadar solda, sağda
bulunanlar, eğri, doğru yolda yürüyenler vardır ki, soldan, sağdan, eğriden, doğrudan haberleri bile
yoktur. Ne kadar;"ben ve biz" diyenler vardır ki, onların da "ben ve biz"den haberleri yoktur.

Louis Aragon - Dorukların Uykular Üstüne Yükseldiği Yer


Büyük kayalar bana dedi ki aramıza geliyorsun ama
Seni saran bu yürek yok mu hiç yeryüzünde
Başımı salladım ve öldü diye yanıtladım
Dilsiz koca kayalar diz çöktüler önümde.



André Maurois "Gerçekten birbirine bağlı bir çift için, gençliğin elden gidişi bir felâket değildir, birlikte ihtiyarlama tatlılığı, ihtiyarlama acısını unutturur."