21 Mart 2021

Aşık Veysel Dostlar Seni Unutmadı


1. Yaşamı

"Üçyüzonda gelmiş idim cihana"

Veysel Şatıroğlu, 1894'te bir Orta Anadolu kenti olan, Sivas'ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde dünyaya geldi. Veysel'in dünyaya geliş öyküsü, Anadolu köylerinde hemen birçok çocuğun yaşadığı olağan bir doğum biçimidir. Ama, bugün, özellikle dışarıdan bakanlar için ilginçtir, olağandışıdır. Anlatmak gerekirse, annesi Gülizar ana, Sivrialan dolaylarındaki Ayıpınar merasına koyun sağmaya giderken sancısı tutmuş, oracıkta dünyaya getirmiştir Veysel'i. Göbeğini de kendisi kesmiş, bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye dönmüştür.

Veysellere, yörede "Şatıroğulları" derler. Babası, "Karaca" lakaplı, Ahmet adında bir çiftçidir.

Veysel'in dünyaya geldiği sıralar, çiçek hastalığı Sivas yöresini kasıp kavurmaktadır. Veysel'den önce, iki kız kardeşi çiçek yüzünden yaşamlarını yitirmiştir.

Yedi yaşına girdiği 1904'te Sivas'ta çiçek salgını yeniden yaygınlaşır; o da yakalanır bu hastalığa. O günleri şöyle anlatıyor:

"Çiçeğe yatmadan evvel anam güzel bir entari dikmişti. Onu giyerek beni çok seven Muhsine kadına göstermeğe gitmiştim. Beni sevdi. O gün çamurlu bir gündü, eve dönerken ayağım kayarak düştüm. Bir daha kalkamadım. Çiçeğe yakalanmıştım... Çiçek zorlu geldi. Sol gözüme çiçek beyi çıktı. Sağ gözüme de, solun zorundan olacak, perde indi. O gün bugündür dünya başıma zindan"

Bu düşmeden sonra Veysel'in belleğine bir de renk işler: Kırmızı. Düşerken büyük bir olasılıkla elinde sıyrık oluyor, kanıyor. Bunu eşi Gülüzar Ana şöyle anlatıyor:

"Bilmez değilsin, renklerden yalnız kırmızıyı hatırlardı. Gözleri gönlüne çevrilmeden önce, yani çiçek hastalığına yakalanmadan önce düşmüştü. Kan görmüştü. Kanın rengini hatırlardı yalnız. Kırmızıyı... Yeşili de elleriyle bulur ve severdi!"

Sağ gözünün görme şansı varmış, ışığı seçebiliyormuş bu gözüyle. O sıralar yalnız yakınlardaki Akdağmadeni'nde doktor varmış. Babasına "Çocuğu Akdağmadeni'ne götür, orada bu gözünü açacak bir doktor var" demişler. Sevinmiş babası.

Ne var ki, olumsuzluklar yakasını bırakmamış Veysel'in.

"Bir gün inek sağarken babası yanına gelmiş. Veysel ansızın dönüverince; babasının elinde bulunan bir değneğin ucu öteki gözüne girivermiş. O göz de akıp gitmiş böylece"

Ali adında bir ağabeyisi ve Elif adında bir kızkardeşi varmış Veysel'in. Tüm aile çok üzülmüş, günlerce göz yaşı dökmüş bu hale. Bundan böyle bacısı Elif elinden tutarak gezdirmeye, dolaştırmaya başlar Veysel'i. Gittikçe içine kapanmaktadır Veysel. Emlek yöresi olarak adlandırılan Sıvas'ın bu âşığı / ozanı bol diyarında, Veysel'in babası da şiire meraklı, tekkeyle içli-dışlı biriymiş. Veysel'in dertlerini birazcık da olsa unutacağı bir uğraş olsun diye bir saz verir eline. Halk ozanlarından da şiirler okuyup, ezberleterek avutmağa çalışırmış oğlunu. Ayrıca yöre ozanları da zaman zaman babası Şatıroğlu Ahmet'in evine uğrar, çalıp söylermiş. Merakla dinlermiş bunları Veysel. Komşuları Molla Hüseyin de sazını düzenler, kırılan tellerini takarmış.

İlk saz derslerini babasının arkadaşı olan Divriği'nin köylerinden Çamışıhlı Ali Ağa (Âşık Alâ)dan almış. Kendini de iyice saza vermiş; usta malı şiirlerden çalıp söylemeye başlamış. Karanlık dünyasını aydınlatan ozanlar dünyasıyla Çamışıhlı Ali tanıştırıyor daha çok Veysel'i. Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Dertli, Rühsati'nin dünyalarıyla tanışıyor böylece.

"Âşık Veysel'in hayatında ikinci mühim değişiklik seferberlikte başlamıştır. Kardeşi Ali de cepheye gitmiş, küçük Veysel kırık telli sazıyla yalnız kalmıştır. Harp patladıktan sonra Veysel'in bütün arkadaşları, emsali cepheye koşuyorlar. Veysel bundan da muhrum... Böylece münvezi olan ruhunda ikinci bir inziva da açılmıştır. Arkadaşsızlık acısı, sefalet, onu çok bedbin, umutsuz ve mahzun ediyor. Artık küçük bahçesindeki armut ağacının altında yatıp kalkmakta, geceleri ağaçların ta tepelerine çıkarak içindeki derdini göklere ve karanlıklara bırakmaktadır."

O günlerini Âşık Veysel şöyle anlatır Enver Gökçe'ye:

"Eve girerim, yüzüm asık: anam babam halimi bilmez. Ben onlara derdimi, dokunmasın diye, açamam. Onlar benim kafa tuttuğumu zannederler, bense derdimi dökmekten çekinirim, öyle ki, sazdan bile farır gibi oldum."

Bunda biraz Anadolu'da 'erkek oğlan' olgusunun etkisi varsa, daha çok Veysel'in vatanseverliğinin, vatana olan borcunu ödeme duygusunun ağırlığı vardır. Sonradan şöyle dizeleştirir bunu:

Ne yazık ki bana olmadı kısmet

Düşmanı denize dökerken millet

Felek kırdı kolum, vermedi nöbet

Kılıç vurmak için düşman başına.

Bugünler müyesser olsaydı bana

Minnet etmez idim bir kâşık kana

Mukadder harici gelmez meydana

Neler geldi bu Veysel'in başına.

Veysel'in annesi ve babası seferberlik sonlarına doğru "belki biz ölürüz ve kardeşi Veysel'e bakamaz" düşüncesiyle Veysel'i Esma adında, akrabalarından, bir kızla evlendiriyorlar. Esma'dan bir kız, bir oğlu oluyor Veysel'in. Oğlan çocuğu daha on günlükken annesinin memesi ağzında kalarak ölüyor... Veysel'in acıları bununla da bitmiyor; aksilikler, talihsizlikler üstüste gelmeye başlıyor. 1921'in 24 Şubat'ında annesi, 17 gün yattıktan sonra, ondan onsekiz ay sonra da babası ölüyor. Bu arada bağ, bostan işleriyle uğraşıyor. Köye de birçok âşık gelip gitmekte, Karacaoğlan'dan, Emrah'tan, Âşık Sıtkı, Âşık Veli gibi saz şairlerinden çalıp söylemektedirler. Köy odalarındaki bu âşık fasıllarından Veysel de geri kalmamaktadır.

Ağabeyisi Ali'nin bir kız çocuğu daha olunca çocuklara ve işlere bakması için bir azap (hizmetkar) tutuyorlar. Bu hizmetkar ileride Veysel'in bağrında açılacak başka bir yaranın sebebi olacaktır. Bir gün Veysel hasta yatarken, kardeşi Ali de keven toplamakta iken, Veysel'in ilk eşi olan Esma'yı kandırarak kaçırıyor bu yanaşma. Veysel'in acılı yaşamına bir acı daha ekleniyor böylece.

Karısı birbaşına bırakıp gittiğinde Veysel'in kucağında henüz altı aylık kızı varmış. İki yıl kucağında gezdirmiş Veysel onu, ne çare o da yaşamamış. Bir şiirinde dile getirdiği gibi:

"Talih çile kadar sözü bir etmiş,

Her nereye gitsem gezer peşimde."

Bin katmerli acılar silsilesi kısacası.

"O artık âlemden, bu diyardan uzaklaşmak, göçmek isteyen bir ruh haleti içindedir. 1928'de en iyi arkadaşı olan İbrahim ile Adana'ya gitmeye karar veriyorlar. Fakat Sivas'ın Karaçayır köyünde Deli Süleyman isminde birisi âşığı bu ilk seyahatinden vaz geçiriyor. Veysel'i dinleyelim:

"Bu adam, saz çalarım dinler, söze başlarım keser. Gideyim derim, "ah kivra, çoluk çocuk ağlaşıyor, gel gitme" diye elime ayağıma düşer. Nihayet dayanamadım, gitmiyor vesselam diye bu seyahattan vazgeçtim."

Veysel'in köyünden ilk ayrılışı şöyledir: Zara'nın Barzan Beleni köyünden Kasım adında birisi Veysel'i köyüne götürerek iki üç ay beraber yaşıyorlar. Kendisini Adana'ya göndermeyen Deli Süleyman, Sıvas'lı Kalaycı Hüseyin, Veysel'e yol arkadaşlığı ediyorlar. Dönüşte Veysel, Hafik'in Yalıncak köyüne ve Zara'nın Girit köyüne uğrayarak 9 liraya güzel bir saz alıyor; Sıvas'tan Sivralan'a dönerlerken arkadaşları bir "üç kağıtçı" gurubuna yakalanarak bütün paralarını kaybediyorlar. Arkadaşları Veysel'in 9 lirasını da alarak kumara veriyorlar. Veysel bu hadiseden bir müddet sonra Hafik'in Karayaprak köyünden Gülizar adlı bir kadınla evleniyor."

1931 Yılında Sıvas Lisesi edebiyat öğretmeni olan Ahmet Kutsi Tecer ve arkadaşları "Halk Şairlerini Koruma Derneği"ni kuruyorlar. Ve 5 Aralık 1931 tarihinde de üç gün süren Halk Şairleri Bayramı'nı düzenliyorlar. Böylece Veysel'in yaşamında önemli bir dönüm noktası işlemeye başlıyor. Denebilir ki, Veysel için A. Kutsi Tecer'le tanışması hayatında yeni bir başlangıcın da işaretleyicisidir.

1933'e kadar usta ozanların şiirlerinden çalıp-söylüyor. Cumhuriyet'in onuncu yıldönümünde A. Kutsi Tecer'in direktifiyle bütün halk ozanları cumhuriyet ve Gazi Mustafa Kemal üzerine şiirler düzmüşler. Bunlar arasında Veysel de var. Veysel'in günışığına çıkan ilk şiiri böylece "Atatürk'tür Türkiye'nin ihyası"... dizesiyle başlayan şiir oluyor. Bu şiirin günyüzüne çıkışı, Veysel'in de köyünden dışarıya çıkması oluyor.

O zaman Sivrialan'ın bağlı olduğu Ağcakışla nahiyesi müdürü Ali Rıza bey, Veysel'in bu destanını çok beğeniyor, "Ankara'ya gönderelim" diye istiyor. Veysel de "Ata'ya ben giderim" diye vefalı arkadaşı İbrahim ile yayan yola düşüyor. Karakışta yalınayak, başı kabak yola çıkan bu iki arı gönül, bu iki insan örneği, üç ay yol çiğneyerek Ankara'ya geliyorlar. Veysel Ankara'da konuksever tanıdıkların evlerinde kırkbeş gün misafir kalıyor. Destanı Atatürk'e getirmek hevesiyle geldiğini söylüyorsa da destanı Atatürk'e okumak kısmet olmuyor. Eşi Gülizar ana: "Ata'ya gidemediğine bir, askere gidemediğine iki; yanardı ki o kadar olur..." diyor. Ancak, Hâkimiyeti Milliye (Ulus) basımevinde destanı gazeteye veriliyor. Destan gazetede üç gün boyunca yayınlanıyor. Bundan sonra da bütün yurdu dolaşmaya, dolaştığı yerlerde çalıp-söylemeye başlıyor. Seviliyor, saygı görüyor.

O günleri şöyle anlatıyor:

"Köyden çıktık. Yaya olarak Yozgat köylerinden, Çorum-Çankırı köylerinden geçip üç ayda Ankara'ya gelebildik. Otele gistek para yok. "Nere gidek? Nasıl edek?" diye düşünüyoruz. Dediler ki: "Burada Erzurumlu bir Paşa Dayı var. O adam misafir perverdir." O zamanlar Dağardı diyorlardı, (şimdiki Atıf Bey Mahallesi) orada ev yaptırmış Paşa Dayı. Gittik oraya. Adamcağız biri hakikaten misafir etti. Birkaç gün kaldık o zaman, Ankara'da şimdiki gibi kamyon filan yok. Bütün işler at arabalarıyla görülüyor. At arabaları olan, Hasan Efendi adında bir adamla tanıştık. O, bizi evine götürdü. Kırkbeş gün Hasan Efendi'nin evinde kaldık. Gideriz, gezeriz, geliriz; adam yemeğimizi, yatağımızı, herşeyimizi sağlar. Dedim ki:

- Hasan Efendi biz buraya gezmek için gelmedik! Bizim bir destanımız var. Bunu, Gazi Mustafa Kemal'e duyurmak istiyoruz! Nasıl ederiz? Ne yaparız?

Dedi ki:

- Vallahi ben böyle işlerle ilgili değilim. Burada bir Milletvekili var. Adı Mustafa Bey, soyadını unuttum. Bu işi ona anlatmak gerek. Belki size o yardımcı olabilir. Gittik Mustafa Bey'e derdimizi anlattık. Böyle böyle bir destanımız var. Gazi Mustafa Kemal'e duyurmak istiyoruz. Bize yardım et! dedik.

Dedi ki:

- Amaan! Şimdi şairine filan önem veren yok. Kıyıda köşede çalın çağırın. Geçin gidin!

- Yok öyle değil dedik. Biz destanımızı okuyacağız, Mustafa Kemal'e!

Milletvekili Mustafa bey, "okuyun da bir dinleyeyim bakayım" dedi. Okuduk dinledi. O zamanlar Ankara'da çıkan Hakimiyet-i Milliye Gazetesi'yle konuşacağını söyledi. "Yarın bana gelin!" dedi. Gittik. "Ben karışmam" dedi. Sonunda kesti attı. Biz ordan döndük geldik. "Ne yapsak?" diye düşünüyoruz. Sonunda, "Matbaaya biz gidelim" dedik. Saza, tel alıp takmak eski telleri yenilemek de gerekti. Ulus meydanındaki çarşıya, o zamanlar Karaoğlan Çarşısı diyorlardı. Saz teli almak için Karaoğlan Çarşısı'na yürüdük.

Ayağımızda çarık. Bacağımızda şal-şalvar, şal ceket. Belimizde kocaman bir kuşak.! Efendim polis geldi:

- Girmeyin dedi. Çarşıya girmek yasak! Bizi tel alacağımız çarşıya sokmadı. Polis:

- Yasak diyoruz. Siz yasaktan anlamaz mısınız? Orası kalabalık. Kalabalığa girmeyin! diye diretti.

- Peki girmeyelim dedik. Polisi güya savmış gibi yürümeye devam ettik. Adam geldi, arkadaşım İbrahim'e çıkıştı:

- Kafadan gayri müsellah mısın? Girmeyin diyorum. Beynini patlatırım senin! diye çıkıştı.

- Beyefendi biz dilenmiyoruz! Biz çarşıdan saz teli alacağız! dedik. O zaman polis İbrahim'e:

- Tel alacaksan bu adamı bir yere oturt. Git telini al! Neyse gitti İbrahim, teli aldı geldi. Tel taktık. Ama sabahleyin çarşıdan da geçemiyoruz. Sonunda matbaayı bulduk.

- Ne istiyorsunuz? dedi müdür.

- Bir destanımız var. Gazeteye vereceğiz! dedik.

- Çalın bakayım; bir dinleyeyim! dedi. Çaldık dinledi!

- Ooo! Çok iyi dedi. Çok güzel.

Yazdılar. "yarın gazetede çıkar" dediler. "Gelin de gazete alın!" Orada bize telif hakkı olarak biraz da para verdiler. Sabahleyin gidip 5-6 gazete aldık. Çarşıya çıktık. Polisler:

- Oooo! Âşık Veysel siz misiniz? Rahat edin efendim! Kahvelere girin! Oturun! dediler. Bir iltifat başladı ki sormayın! Çarşıda bir zaman gezdik. Fakat yine Mustafa Kemal'den ses yok. Dedik: Bu iş olmayacak. Amma Hakimiyet-i Milliye Gazetesi'nde destanımı üç gün birbiri üstüne yayınladılar. Mustafa Kemal'den yine ses çıkmadı. Köye dönmeye karar verdik. Fakat cebimizde yol paramız da yok. Ankara'da bir avukatla tanışmıştık. Avukat:

- Ben belediye başkanına bir mektup yazayım. Belediye sizi köyünüze parasız gönderir!... dedi. Elimize bir mektup verdi. Belediyeye gittik. Orada bize dediler ki:

- Siz sanatkar adamsınız. Nasıl geldinizse öyle gidersiniz!

Döndük avukata geldik. "ne yaptınız?" dedi. Anlattık. "Durun bir de valiye yazalım!" dedi. Valiye de dilekçe yazdı. Vali dilekçemizi imzalayıp yine Belediyeye buyurdu. Belediyeye ilettik. Belediye bize:

- Yok! dedi. Paramız yok! Sizi gönderemeyeceğiz! dedi.

Avukat içerledi ve kahretti:

- Gidin! İşinize gidin! dedi. Ankara Belediyesi'nin sizin için parası yokmuş; tükenmiş! dedi. Acıdım avukata.

Nasıl edelim? Ne edelim? derken bir de Halkevine uğrayalım bakalım. Belki oradan birşey çıkar diye düşündük. Mustafa Kemal'e gidemiyok. Halkevine gidek. Bu defa, Halkevine, bizi kapıcılar bırakmıyor ki girelim. Orada dinelip duruyorduk. İçerden bir adam çıktı:

- Ne geziyorsunuz burada? Ne arıyorsunuz? diye sordu

- Halkevine gireceğiz ama bırakmıyorlar! diye cevap verdik.

- Bırakın! Bu adamlar, tanınmış adamlar! Âşık Veysel bu! dedi.

O içerden çıkan adam, bizi edebiyat şubesi müdürüne gönderdi. Orada:

- Ooo! Buyurun! buyurun! dediler. Halkevinde bazı milletvekilleri varmış. Şube müdürü onları çağırdı:

- Gelin halk şairleri var, dinleyin dedi.

Eski milletvekillerinden Necib Ali Bey:

- Yahu dedi bunlar fakir adamlar. Bunlara bakalım. Bunlara birer kat elbise de yaptırmalı. Pazar günü de Halkevinde bir konser versinler!

Hakikaten bize, birer takım elbise aldılar. Biz de o pazar günü Ankara Halkevi'nde bir konser verdik. Konserden sonra cebimize para da koydular. Ankara'dan köyümüze işte o parayla döndük."

Plağa okuduğu ilk türkü ise Emlek yöresinin ünlü ozanlarından Âşık İzzetî'nin:

Mecnunum, Leyla'mı gördüm

Bir kerrece baktı geçti.

Ne söyledi ne sordum

Kaşlarını yıktı geçti

Soramadım bir çift sözü

Ay mıydı gün müydü, yüzü

Sandım ki zühre yıldızı

Şavkı beni yaktı geçti

Ateşinden duramadım

Ben bu sırra eremedim

Seher vakti göremedim

Yıldız gibi aktı geçti

Bilmem hangi burç yıldızı

Bu dertler yareler bizi

Gamzen oku bazı bazı

Yar sineme çaktı geçti

İzzetî, bu ne hikmet iş

Uyur iken gördüm bir düş

Zülüflerin kement etmiş,

Yar boynuma taktı geçti

şiiridir.

Köy enstitülerinin kurulmasıyla birlikte, yine Ahmet Kutsi Tecer'in katkılarıyla enstitülerde, sırasıyla, Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli ve Akpınar Köy Enstitülerinde saz öğretmenliği yapıyor. Bu okullarda Türkiye'nin kültür yaşamına damgasını vurmuş birçok aydın sanatçıyla tanışma olanağı buluyor, şiirini iyiden iyiye geliştiriyor.

1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, özel bir kanunla Âşık Veysel'e, "Anadilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden ötürü", 500 lira aylık bağlamıştır.

21 Mart 1973 günü, sabaha karşı saat 3:30'da doğduğu köy olan Sivrialan'da, şimdi adına müze olarak düzenlenen evde yaşama gözlerini yumdu.

Âşık Veysel'in yaşamını özetlemek gerekirse Erdoğan Alkan'ın şu betimlemesi en güzel cümleleri oluşturur:

"Kızılırmak soru işaretine benzer. Zara'dan doğar, Hafik ve Şarkışla'dan sonra Sivas topraklarını terkeder. Bir yay çizip Kayseri'yi, Nevşehir'i, Kırşehir'i, Ankara'yı ve Çorum'u sular, Samsun'un Bafra ilçesinde denize dökülür. Âşık Veysel'in yaşam öyküsü Kızılırmak gibidir. Bir ucu Bafra'dadır, bir ucu da Zara'da. Bafra'ya dek uzanan acılı bir yaşam Zara'nın doğusundaki Kızıldağın gür sularıyla beslenip sona erer."

2. Gelenek ve Âşık Veysel

Bütün halklar da olduğu gibi, Türklerin de en eski sanat ürünleri büyüsel törenlerden kaynaklanmaktadır.

Türk edebiyatı tarihine ilişkin mükemmel denebilecek kaynakların bulunamayışı, Türklerin biraz geniş bir alana yayılmalarından ve sürekli hareket halinde olmalarından kaynaklanıyorsa da, biraz da yazılı edebiyatının çok geç tarihlerde oluşmaya başlamasından ileri gelmektedir. Hatta, Türk edebiyatı ve tarihine ilişkin en eski belgeleri de Çin kaynaklarından öğreniyor olmamız da bunun açıkça gösteriyor.

"En eski Türk şairleri-Tonguzlar'ın Şaman, Mogol ve Boryatlar'ın bo veya Bugué, Yakutlar'ın Oyun (Ouioun), Altay Türkleri'nin Kam, Samoitler'in Tadibei, Finovalar'ın Tietoejoe, yani bakıcı, Kırgızlar'ın Baksı-Bakşı, Oğuzlar'ın Ozan dedikleri- sahir-şairl'lerdir. Sihirbazlık, rakkaslık, mûsikişinâsilik, hekimlik gibi birçok vasıfları kendilerinde toplayan bu adamların, halk arasında büyük bir yer ve ehemmiyetleri vardı. Muhtelif zaman ve mekanlarda bunlara verilen ehemmiyet derecesi, kıyafetleri, kullandıkları mûsikilatleri, yaptıkları işlerin şekli tabiî değişiyor; fakat semadaki ma‘butlara kurban sunmak, ölünün ruhunu yerin dibine göndermek, fenalıklar, hastalıklar ve ölümler gibi fena cinler tarafından gelen işleri önlemek, hastaları tedavi eylemek, bazı ölülerin ruhlarını semaya yollamak, hatıralarını yaşatmak gibi muhtelif vazifeler hep ona aitti. Bütün bu muhtelif işler için tabî muhtelif ayınlar vardı: Bunların bir kısmı unutulmakla , yahut şekil değiştirmekle beraber, bir kısmı hâlâ Kırgızlar'da, Altaylar'da, Kazaklar'da yaşamaktadır. Şaman, yahut baksı, bu ayinlerde istiğrak hâline gelerek birtakım şiirler okur ve onları kendi mûsikî aletiyle çalar; beste ile beraber olan ve sihirli bir mâhiyeti haiz sayılan bu güfteler, Türk şiirinin en eski şeklini teşkil etmektedir."

Bu ayinlerde kullanılan müzik aletlerinden biri davulsa, kuşkusuz diğeri de kopuzdur. Abdülkadir İnan 11. yüzyıl tarihçilerinden Gardizi'ye dayanarak, Eski Yenisey Kırgızları'nın Şaman ayinlerinde saz çaldıklarını belirtir. Abdülkadir İnan

"Bugünkü Kırgız kazak baksıları kopuz kullanırlar. Eski Oğuzlarda, İslâmdan sonra, şamanizm geleneklerini devam ettiren ozan'lar kopuzu mübarek saymışlardır. Dede Korkut her hikayede kopuzu ile meydana çıkıyor, ad verirken, dua (alkış) ederken hep kopuz çalıyor; Oğuz kahramanı kopuzun sesinden kuvvet alarak mücadelede galip oluyor.

der.

Bizim ozanlarımızın çaldıkları çalgının da bu ayinlerde kullanıldığını gösteren kanıtlar fazlasıyla vardır. 14-15. yüzyıllardan yazıya geçirildiği sanılan, Dede Korkut hikayelerinde de kopuza ilişkin kutsal davranışların varlığını görüyoruz. "Uşun Koca Oğlu Segrek Boyu" adlı hikayede:

"-Bre kâfir, Dedem Korkut'un kopuzunun hürmetine (adına), çalmadım! dedi, eğer elinde kopuz olmasaydı, ağamın başı için, seni iki parça kılardım! Çekti kopuzu elinden aldı." diye geçmektedir.

Bütün ilkel topluluklarda görüldüğü üzere, eski Türk topluluklarında da ozan ya da kam, baksı gibi adlarla anılan bu kişilikler, söz söyleme, saz / kopuz / davul çalma gibi yeteneklerin yanısıra, büyücülük, hekimlik vb. çeşitli görevleri de üzerlerinde toplamışlardır. Bu bakımdan da toplum üzerinde oldukça etkindirler.

İşbölümünün yaygınlaşması ozan, kam, baksı gibi toplumun ileri gelen ve birçok işi birarada yürüten bu kişiliklerini de değiştirmiş, dinsel törenler için din adamları, sağaltım için hekim, vb. meslekler gelişmiştir.

"İslamiyetin kabulü ile terkedildiği düşünülen Ozan-Baksı geleneğinin, beş asır sonra birden bire İslami biçimde ortaya çıkması kanaatimizce mümkün değildir."

diyen Prof. Dr. Umay Günay, bunu şöyle açıklıyor:

"Bu edebiyatın geçiş devri ile ilgili örneklerin şimdiye kadar tesbit edilememiş olması şansızlıktır. İslamiyetin kabulünden sonra yeni bir yurt edinme gayreti ve mücadelesi içinde olan Türklerin bu dönemde yeni dini benimseme ve yayma çabası ile bugün Tekke Edebiyatı adı ile anılan tarzda eser vermeleri ve bunlara daha çok itibar etmeleri makul bir düşüncedir. Ancak unutulmamalıdır ki bu konudaki ilek eserler de Arap-Fars edebiyatından daha sonraki yüzyıllarda alınan nazım şekilleri ve nazım unsurları ile değil milli nazım şekillerimiz ve unsurlarımız dahilinde meydana getirilmiştir. Ozan-baksı geleneği ise bu arada bir ölçüde tekke tarzında tesirli olurken diğer taraftan yok olmama çabası göstermiş ve kendi kural ve kalıplarını daima sahip olduğu bir esnekliği kullanarak yeni şartlara uydurmuştur. XV. yüzyılda yazıya geçirildiği XI-XII. yüzyıllarda teşekkül ettiği kabul edilen Dede Korkut hikayelerindeki ozan tipi ve şiir icra geleneği ayrıca hikaye kahramanlarının zaman zaman karşılaştıkları olayları ve duygularını anlatmak için sazlarını ellerine alarak deyişler söylemeleri XVI. asırdan günümüze kadar izlediğimiz Âşık Edebiyatından farklı değildir. Ozan-Basakı geleneğinin hususiyetlerinden olan büyücülük, hekimlik, din adamlığı gibi hususiyetler İslamiyetten sonra terkedilmiştir. Âşıklar eğitimciliği ve sanat temsilciliğini üstlenmişlerdir."

Âşık olarak adlandırılan sanatçı tipi, şiir, nazım ve düzyazı karışımı bir öykü çeşidinin yaratıcısı olarak tanımlanmakta. Boratav:

"... Bir yönüyle eski destan (épopé) geleneğini sürdüren, ama başka bir yönüyle, adının da belirttiği gibi "sevda şiirleri" (lirik türden şiirler) söylemekle görevlenmiş bir sanatçıdır. Onun yaratıcılığı irtical iledir: şiiri yazmaz, söyler. Onda şiir müzikten ayrılmaz; demek ki sadece söylemez, çalar ve çağırır. Âşıklar düz konuşma biçiminde söylemekle şiir söylemeyi dilden söylemek ve telden söylemek deyimleriyle ayırırlar; bununla âşıkın şiirini söylerken sözlere eşlik eden müzik aracının, sazın, âşıkın şiirinden ayrılmaz bir öge olduğu anlıtalmak istenir." diyor ve ekliyor: "demek ki âşık şiiri sözlü gelenekte oluşan ve gelişen bir sanattır; müzikten ayrı düşünülemeyeceği, bir kerteye kadar "seyirlik-dramatik" ögeleri olan "katışık" bir anlatı sanatını kapsar."

Âşık Veysel'i bu gelenek içerisinde düşündüğümüzde, âşık edebiyatında gördüğümüz ve giderek bir âşık edebiyatı esası olan bade içme / buta alma kavramının Âşık Veysel'de görülmediğini, usta-çırak ilişkisinin de, yaşam öyküsü bölümünde de ayrıntılı olarak görüldüğü gibi, Âşık Veysel'de bir yol gösterme biçiminde ortaya çıktığını, gelenekle öyle içiçe bir durum sergilemediğini görürüz. Gelenekte görülen usta-çırak ilişkisi, bir ustanın yanında hem sazı öğrenmek ve geleneği öğrenmek hem de bir süre birlikte dolaşmakla belirir. Âşık Veysel'de durum pek böyle değildir. Örneğin, Âşık Veysel bade içmemiştir. Badesiz âşıktır. Günümüzde bile kimi âşıkların uydurduğu pir elinden dolu içmek gibi bir ayrıcalığı da olmamıştır. Sonra Âşık Veysel'de âşık edebiyatında gördüğümüz esaslardan biri olan hikaye anlatma da yoktur. Âşık karşılaşması olan atışma, muamma asma ya da çözme gibi geleneğin içerisinde olan olgularla da pek oralı değildir. Âşık Veysel. Onun kimi atışmaları vardır ama, bunlar da gelenek içerisinde görülen tipte değildirler.

Gerçi Âşık Veysel, halk şiirimizde önemli yere sahip kimi ozanların adlarını anarak, (Karacaoğlan, Dertli, Yunus soyum var / Mansur'a benzeyen bazı huyum var) bu geleneğe bağlılığını dile getirir ama, onun bu dile getirmesi geleneksel halk şiirinde görüldüğü türden bir dile getirme değildir. Hatta bir şiirinde:

"Elinden bir dolu içtim

Türlü türlü derde düştüm"

diyerek bade içme / buta alma geleneğiyle çağrışım yaratsa da, gerçekte o anlamda bir işlevi yoktur bu dizelerin. Adnan Binyazar'ın biraz daha ileri giderek "Veysel de "dolu içmiş", Hak âşığı ozanlar kuşağına katılmıştır." vurgulaması bu bakımdan aşırı abartma sayılmalıdır.

Kurt Reinhard "Sivas Vilâyeti Âşık Melodi tipleri" başlıklı çalışmasında, Âşık Veysel Ekolü olarak nitelendirilen ve Orta Anadolu bölgesini içeren âşık ezgilerinin anonim halk türküleri ve ezgilerinden farklı olarak şöyle ifade etmektedir:

"Âşık ezgileri, güftenin mısralarında sayısıyla bağlantılıdır. Doldurma veya tekrar edilen kelimeler açık biçimde telaffuz edilmektedir. Ezgilerde belli motifler sık sık tekrarlanmakta, türkülerde sazın belli bir bölümü kullanılmaktadır. Türkülerde ani bitiş veya yavaşlayarak sona ulaşma büyük ölçüde sazı icra edenin arzusuna ve sanatına bağlıdır. Âşık ezgilerinde sol sesi ana ton olmakla beraber lâ ve mi seslerinin anases tonu olarak kullanıldığı örnekler vardır.

Âşık ezgileri, konuşma uslûbunun ağır bastığı ezgiler ve ezgilerin ağız basıp konuşma uslûbunun gerilediği iki gruptan oluşur. Konuşma uslubunun yaygın olarak benimsendiği örneklerde ezgi yavaşlar ve konuşma ritmine ayak uydurur. Ezgi çok kere güftenin arkasındadır, bu uslûpta önemli olan sözlerin anlaşılması olduğu için ezgiden zaman zaman feragat edildiği olur. Sözlerden ziyade ezgilerin ağır bastığı tiplerde ise bir hece birden fazla nota ile seslendirilir, ezgilerin zenginlik kazandığı bu tipte işe güfteler bir ölçüde daha zor anlaşılır durumdadır."

Bu durumda şu çıkıyor karşımıza: Birincisi, Âşık Veysel bizim klasik anlamda algıladığımız âşık değildir, ikincisi gelenek Âşık Veysel'le kırılmıştır.

Ahmet Kutsi Tecer bu konuda ilginç bir benzetme ve değerlendirme yapıyor.

"Âşık Veysel'de Veysel Şatıroğlu dirilirken, Veysel Şatıroğlu'nda Âşık Veysel bitiyor. Tanzimat'tan gelenlerle onun farkı, gelenekten çıkageldiği için, bir ses farkıdır. Onun teli bize göre bağlanmıştır. Tanzimat'ın teli taklit bir bağlanmadır; evvelkisine "düzen", ikincisine "akort" dediğimiz gibi, Veysel bir bakıma, öbür çağdaşlarını okumuş gibidir; mesela Ceyhun Kansu, Veysel'i ne kadar okumuşsa, Şatıroğlu da Ceyhun'u o kadar okumuştur. Veysel'le çağdaşları arasında o kerte birbirini çeken taraflar vardır. Ceyhun Kansu ile Faruk Nafız Çamlıbel ne kadar birbirinden ayrı ise, Şatıroğlu da çağdaşlarından bu tarzda ayrılır. Onu diğerlerinden ayıran taraf, demin de belirttiğim gibi, Tanzimat geleneği yerine, halk şiiri geleneğinden çıkmasıdır. Veysel Şatıroğlu, Âşık Veysel'le halk şiiri geleneğini yaşamış ve "bugün"e oradan gelmiştir."

Âşık Veysel'in kanımca en büyük özelliği burada, geleneği kırmasında çıkıyor karşımıza. İlk dönem ürünlerinde görülen zayıflık, ağır didaktik yan da böylece arınıyor.

Ancak, şunu da yabana atmamak gerekiyor; onu büsbütün gelenekten de soyutlayamayız. Enver Gökçe'nin dediği gibi:

"Halk şairlerimizin eserlerinde ortak özellikler olan saz-söz ayrılmazlığı klasik şark edebiyatının estetiğinde önemli bir yer tutan idalizim meyli ve bu meylin halk şiirinde işleyen mücerretlik vasvı Âşık Veysel'in sanatında da egemen unsurlardır. Kısaca Âşık Veysel tabiatı duyuşu, duyarlılığı dini bir zümreye bağlı egemen bir karakteri olmamasına rağmen mistik tarafları, kainat, varlık yaratılış anlayışı ile geleneğe bağlı bir saz şairidir."

Âşık Veysel, hem gelenektir böylece, hem de yenidir. Bunu ileride şiirleri üzerinde dururken de daha ayrıntılı olarak göreceğiz; o bunu kendiliğinden yapmıyor; bir bilinç zorluyor onu buraya. Örneğin, Alevi kültüründe yetişmesine, babasının koyu bir tekkeci olmasına karşın, Âşık Veysel diğer tüm Alevi ozanlarda görülen duvaz imam söylemiyor; tek bir şiirinde "Şah" sözcüğü, "Oniki İmam" geçmiyor. Oysa, sonuçta Âşık Veysel'in çıktığı yer bu kültür, gezip dolaştığı köylerin büyük çoğunluğu Alevi köyü. Örneğin yine onun çağdaşı olan Ali İzzet Özkan'da durum hiç de böyle değildir. Hatta, Pir Sultan'ın "Şah'a gidelim" dizesini, "Yâre gidelim" diye değiştirmeye kalkacak kadar bir kararlılık vardır onda. Demek ki, Âşık Veysel'i bilinçli olarak çevresindekiler bu konuda da ta başından koşullandırmışlardır ya da kendisi böyle bir ilkeyi yaşam felsefesi olarak seçmiştir. Nasıl olursa olsun, Veysel bu anlamda sıkı bir insandır. Bir nokta daha var, köy ve kır ozanı olmaktan alabildiğine uzak durması. Doğaya yönelik motifleri, imgeleri alabildiğine kullanmasına karşın, Veysel, köyden dışarı çıkıyor. Erdoğan Alkan'ın demesi gibi, onun yaşamını, yazgısını yönlendiren başka bir sosyal çevre var: Şarkışla, kasaba.

 Metin Turan

 

PEN Türkiye Yazarlar Derneği 2021 Şiir Ödülü şair Erdal Alova'ya verildi. Alova, 21 Mart Dünya Şiir Günü bildirisini kaleme aldı

PEN Türkiye Yazarlar Derneği 2021 Şiir Ödülü şair Erdal Alova'ya verildi. Alova, 21 Mart Dünya Şiir Günü bildirisini kaleme aldı

21 Mart Dünya Şiir Günü için Erdal Alova'nın hazırladığı 2021 Şiir Günü Bildirisi şöyle:

"'İnsan ozanca/şairane barınır bu dünyada' der büyük Alman şair Hölderlin. Bir tek satır yazmayan, şiir sanatından haberi olmayan insan teki “ozanca yaşar.' Teknolojinin, sömürünün, gözü doymazlığın bütün saldırılarına karşı doğadan, her zaman 'ağır basan' yaşam güdüsünden, insanoğlunun barışçıl yöneliminden kopmama çabasıdır bu.  Ve bu direngenlik binbir giziyle, duygusal, duyusal dolaşımıyla, bir yeraltı ırmağı gibi sessizce, kendini ele vermeden akıp gider insan soyunun olağanüstü serüveninde.

 Şair dediğimiz insan teki bütün bu olağanüstü deneyimi dile getiren sanatçıdır. Tıpkı hem suda hem karada yaşayan bir kurbağa gibi, hem toplumda hem toplum dışında yaşayan amfibik bir varlıktır. Sürekli olarak insanoğlunun arkaik döneminin tarihsel büyütecinden, o Altın Çağ’dan yaşadığı dönemi izleyen şair “en uyanık gayretle gördüğü düş”lerinde insanın kendinin efendisi olduğu, yabancılaşmanın ortadan kalktığı, insan varlığının kendini doğanın etkin/edilgen bir parçası olarak gördüğü o Kadim Çağ’ı hatırlatır okura. Bunu yaparken olanca malzemesini Evrensel Dölyatağı’ndan sağlar.

İşte, Şiir Sanatı ve onun etkin öznesi olan şair, Sappho’dan, Homeros’tan, Yunus’tan bu yana, durup dinlenmeden bu kutsal çalışmasını sürdürürken, insanı yeniden insanla buluşmaya çağırır.

Bu yüzden, “şiir öldü”, “şiir geriledi” gibi anlamsız çıkışlar ancak duyarsızlıkla, bilgisizlikle açıklanabilecek yargılardır. 

Şairler susmadıkça şiir ne ölür ne de geriler. Ancak, zaman zaman gölgelenir, araya giren parazitler yüzünden; sesi zor duyulur ya da tam anlaşılmaz. Günümüzde bu parazitlerin en güçlüsü görsel saldırganlıktır. TV’siyle, bill-board’larıyla, reklam endüstrisiyle, toplumu yanılsamaya sürükleyen programlarıyla, söz konusu saldırı kapitalizmin yürüttüğü bir abrakadabra harekâtı, iflah olmaz bir tamahkârlık gösterisidir. Ve bu korkunç yanılsamanın gölgesi altında kalan, Şiir’in o kadim sesi, o şairane/ozanca yaşama biçimi tehdit edilmekte, giderek, tümüyle ortadan kalkma tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadır.

Ama ne zarar! Dünya şairleri susmadıkça, gerçekçilikten kopmadıkça, bu haksız yanılsama, bu amansız saldırı ortadan kalkacak, Şiir’in gümrah sesi insanoğlunun her türlü yabancılaşmadan kurtulduğu, kendine yeniden kavuştuğu o yeni Altın Çağ’a dek sürecek, ondan sonra da yeni arayışlarla varoluşunu sürdürecektir."

 

Friedrich Hölderlin - Hyperion

İnsanların sözlerini anlamadım hiç

Tanrıların kollarında büyüdüm ben. diyen şairin yazdığı tek romandır Hyperion. Hölderlin’in bu eserinde düş kırıklığına uğramış bir kahramanın ağıt niteliğindeki yaşamına tanıklık ederiz. Hyperion’un Bellarmin’e yazdığı mektuplar ve sevgilisi Diotima ile mektuplaşmalarından oluşan roman elbette bundan daha fazlasıdır.

Varlıkların gerçek özünü tanıma, insanın büyük yalnızlığı, acı ve sevinçler, geçmişe duyulan özlem Hyperion’un ana temasıdır ve Alman romantizmiyle klasisizmi tek bir potada eritmesi bakımından dünya edebiyatının eşsiz eserleri arasında yer alır. Birçok şair ve yazar dünyada bulunmuş olmanın coşku ve trajedisini Hölderlin’in bu yarı mitsel, yarı edebî eserinde bulmuştur.

Hyperion, Hölderlin’in öbür dünyaya, tanrıların yeryüzündeki görünmez vatanına olan gençlik rüyasıdır, hülyalı bir şekilde korunan, hiçbir zaman gerçek hayata tam anlamıyla uyanamadığı bir rüyadır: “Henüz seziyorum, bulamasam da” der ilk parçada; herhangi bir deneyim olmadan, dünyayı hiçbir şekilde tanımadan, hattâ sanat biçimlerine dair herhangi bir bilgiye sahip olmadan başlar o sezgili genç hayatı şiire dökmeye, onu henüz yaşamadan.

Stefan Zweig, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar, “Hölderlin”

İnsan varoluşu temelden “ozanca”dır. Biz şiiri, tanrıların ve nesnelerin özünün kurucu adlandırılması olarak anlıyoruz. “Ozanca barınmak” demek, tanrıların huzurunda bulunmak ve nesnelerin özünün yakınlığına sığınmak demektir.

Martin Heidegger, “Hölderlin ve Şiirin Özü”

 

Cahide Sonku İlk kadın yönetmen, tiyatro ve sinema oyuncusu

Yemen'de 1916 yılında Bab-ı Sabah, yani Sabah Kapısı denilen yerde, bir asker ailesinin kızı omarak dünyaya geldi. Dedesi Yedinci ordu komutanı Çorapsız İbrahim Paşa, babası ise dedesinin emrinde görev yapan bir subaydı. Aile, erkek çocuğunu çok sevdiği için daha doğmadan Cahide'nin ablasına Necdet ismini koydu. Cahide doğunca da bu geleneği bozmayarak ona savaşan manasına gelen Mücahit adını verdi. Gerçekten de Cahide'nin bütün yaşamı savaşmakla geçti. Yemen'den İstanbul'a gelip, babası evlerini terkedince Cahide ve annesi, kendilerini bir anda yoksulluğun içinde buldu. Orta okul sıralarındayken annesinin hastalanması nedeniyle Sirkeci'de Basiret Han'a haftada dört lirayla işe başladı.

     1932 yılının Eylül ayının son haftasında gazetede çıkan bir ilan Cahide'nin yaşamının değişkesine sebep oldu. Şehir Tiyatroları, konservatuvar için öğrenci aramaktadır. Seçilecek olanlar hem okuyacak hem de çalışacaktır. Ve işte kader o andan itibaren ağlarını örmeye başladı. Muhsin Ertuğrul'un beğenmesi üzerine Cahide seçmelerde başarı göstererek 135 kuruş yevmiyeyle figüran olarak işe girdi. Bu paranın onun için bir servetten farkı yoktur.

     Cahide, 1932 yılında 'Yedi Köyün Zeynep'i piyesi ile figüran olarak sahneye çıktı. Cahide omuzunda testi taşıyan bir köy kızını canlandırdı. Oyunda hiç repliği olmamasına rağmen, bütün oyuncuların cümlelerini ezberledi. 1933 yılında Muhsin Ertuğrul'un rejisörlüğünü yaptığı 'Söz Bir Allah Bir' adlı filmle beyaz perdeye geçti. 1935 yılında çevirdiği 'Bataklı Damın Kızı Aysel' filmiyle şöhretli bir yıldız oldu. 1949 yılında oynadığı 'Fedakar Ana' filmi sırasında yönetmen Seyfi Havaeri rahatsızlanınca, filmi Cahide Sonku tamamladı. Ve ondan itibaren de hem oyuncu hem de yönetmen olarak filmlere imzasını atmaya başladı.

     1936 yılında Talat Artemel'in başrolünü oynadığı 'Peer Gynt' oyununda Semiha Berksoy hastalanınca, onun oynayacağı 'Solveig' rolü Muhsin Ertuğrul tarafından Cahide'ye verildi.

     1937 yılında müziklerini Cemal Reşit Rey'in yaptığı 'Adalar' adlı revüyü oynamak üzere evden çıkacağı sırada hasta olan annesi son nefesini verdi. Perdenin açılmasına yarım saat kala Cahide annesinin ölüsüyle, tiyatro arasında ne yapacağını şaşırdı. Ancak bir tiyatro perdesi asla kapanmamalıyı. Cahide tiyaroya gitti ve o gece içi kan ağlarken dans edip şarkı söyledi. Aynı yıl ünlü tiyatro sanatçısı Talat Artemel ile evlendi...

     18 mart 1981 yılında 62 yaşında iken İstanbul'da hayata gözlerini yumdu.

"Sokak Köpeklerine Selam Vermek, Adam Olmaya Çeyrek Var Demektir." Sadri Alışık

Sadri Alışık | Aktör, Fotoğraf, Fotoğrafçılık