31 Mart 2021

Joan Miro'nun Masalı - Octavio Paz

https://www.buscapalabra.com/images/poetas/Octavio-Paz.jpg 

 Mavi, kırmızı ve siyah arasında hareketsiz hale getirildi.
Rüzgar geldi ve ovanın sayfasından geçti
küller içinde yuvarlanan küçük ateşler yaktı,
Köşelerde çığlık atan lekeli bir suratla çıktım,
rüzgar geldi ve gitti kapıları ve pencereleri açıp kapattı,
Geldi ve kafatasının alacakaranlık koridorlarından geçti,
kötü el yazısı ve mürekkep lekeli eller ile rüzgar
günün duvarına yazdıklarını yazdı ve sildi.
Güneş, sarı rengin görünümünden başka bir şey değildi,
bir miktar tüy, horozun gelecekteki çığlığı.
Kar kayboldu, deniz konuşmasını kaybetti
bu bir kelime arayan ünlüler, dolaşıp duran bir söylentiydi.
Mavi hareketsizdi, kimse ona bakmadı, kimse duymadı:
kırmızı kördü, siyah sağır ve dilsizdi.
Rüzgar geldi ve Joan nereye baktı diye sordu.
Başından beri oradaydı ama rüzgar onu görmedi:
mavi ile kırmızı, siyah ve sarı arasında hareketsiz,
baktım şeffaf bir bakıştı, yedi elli bir bakıştı.
Yedi rengi duymak için orjeas şeklinde yedi el,
Gökkuşağının yedi basamağına tırmanmak için ayak şeklinde yedi el,
her yerde ve aynı zamanda barcelona'da olmak için kök şeklinde yedi el.
Miró yedi elli bir bakıştı.
İlk eliyle ayın davulunu yendi,
ikinci rüzgar bahçesine kuşlar ekti,
üçüncüsü ile takımyıldızların kupasını karıştırdı,
dördüncüsü ile salyangozların yüzyıllar efsanesini yazdı,
beşinci ile yeşilin koynuna adalar dikti,
altıncı ile gece ile suyu, müziği ve elektriği karıştıran bir kadın yaptı,
yedinci ile yaptığı her şeyi sildi ve yeniden başladı.
Kırmızı gözlerini açtı, siyah anlaşılmaz bir şey söyledi ve mavi ayağa kalktı.
Üçünden hiçbiri gördüklerine inanamadı:
Sekiz şahin miydi yoksa sekiz şemsiye miydi?
sekiz kişi kanatlarını açtı, uçmaya başladı ve kırık bir camdan kayboldu.
Miró kumaşını yakmaya başladı.
Aslanlar ve örümcekler yandı, kadınlar ve yıldızlar
gökyüzü alevler içinde üçgenler, küreler, diskler, altı yüzlülerle doluydu,
ateş, uzayın merkezine yerleştirilen gezegen çiftçisini tamamen tüketti,
kelebekler, uçan balıklar, kül yığınından filizlenen boğuk fonograflar,
ama kavrulmuş resimlerin delikleri arasında
mavi boşluk ve kırlangıç ​​çizgisi, bulut yaprakları ve çiçekli asa geri döndü:
Yeşil jestlerde ısrar eden bahar oldu.
Böylesine parlak bir inatla karşı karşıya kaldı, kendine baktı, beşinci eliyle başını kaşıdı,
kendi kendine mırıldanıyor: Bahçıvan gibi çalışıyorum.
Taş bahçesi mi yoksa tekneler mi? Polonyalıların veya dansçıların bahçesi mi?
Mavi, siyah ve kırmızı çayırlardan geçti
yıldızlar çıplaktı ama soğuk tepeler örtülerin altına girmişti
taşınabilir yanardağlar ve ev havai fişekleri vardı.
Algılar, geometri ve perspektif kapısının girişini koruyan iki genç bayan,
une étoile caressele sein d'une négresse şarkısını söyleyerek Miro'nun kolunun soğukluğunu almaya gitmişlerdi.
Rüzgar ovanın sayfasını çevirdi, yüzünü kaldırdı ve dedi, ama Joan nereye baktı?
Başından beri oradaydı ve rüzgar onu görmedi:
bakıldı, meşgul alfabe kitaplarının girip çıktığı şeffaf bir görünümdü.
Gözün tünellerine giren ve çıkan harfler değildi:
bir araya gelip bölünen, sarılan, ısırılan ve dağılan canlı şeylerdi.
sayfa boyunca animasyonlu, çok renkli çizgilerle koştu, boynuzları ve kuyrukları vardı,
Bazıları pullarla kaplıydı, diğerleri tüylerle kaplıydı, diğerleri çıplaktı.
ve oluşturdukları kelimeler elle tutulur, duyulabilir ve yenilebilir ancak telaffuz edilemezdi:
Onlar harf değil duyumdu, duyum değil, biçim değiştirmelerdi.
Ve tüm bunlar ne için? Yalnız bir hücrede bir çizgi çizmek için
köylünün ay başını ayçiçeği ile aydınlatmak,
mavi karakterler ve parti kuşlarıyla gelen geceyi selamlamak için,
sardunya salvosu ile ölümü selamlamak,
nereden geldiğini ve nereye gittiğini sormadan gelen güne günaydın demek,
şelalenin, kahkahalarla ölü bir şekilde inen bir kız olduğunu hatırlamak için,
ufukların yamuğunda sallanan güneşi ve gezegenlerini görmek için,
bize bakmayı ve gözlerimizden girip çıkmayı öğrenmek için,
kök salan, yükselen, gelişen, patlayan, uçan, dağılan, düşen canlı alfabe kitapları.
Görünüşe göre tohum, bak ekmek, bahçıvan gibi çalışıyor
ve yedi eliyle yorulmadan bir daire ve kuyruk izliyor, oh! ve ah!
dünyanın her gün başladığı büyük ünlem.


Octavio Paz Fábula de Joan Miró - YouTube 

 

Octavio Paz Fábula de joan miró de Octavio Paz


Isaac Newton Kimdir? Ne Yapmıştır? Kendi Ağzından Yaşam Öyküsü

 https://cdn.evrimagaci.org/ksxni7DIlJrmwF6Om8NbIO4fD_Y=/1400x1400/evrimagaci.org%2Fpublic%2Fcontent_media%2F4b799fab2cea2845e173e5888909f665.jpg

Size büyük bir rastlantıdan bahsedeceğim… Bence gelmiş geçmiş bilim insanlarının en etkilisi ve en büyüğü, Galileo'nin hayata veda ettiği 1642 yılının yılbaşı günü, İngiltere’de Woolsthorpe kentinde doğdum. Erken doğduğum ve çok zayıf olduğum için fazla yaşayamayacağımı düşünmüşler. Babamı hiç göremedim,… Seslendiren: Emre Ozan Yıldız

 

 

 Kendi Ağzından Yaşam

 

Descartes'ın Matematik Felsefesi

 https://www.krkariyerrehberlik.com/wp-content/themes/wpt-provlog/timthumb.php?src=https://www.krkariyerrehberlik.com/wp-content/uploads/2019/09/rene-descartes-255x150.jpg&w=255&h=150&zc=0

Giriş.

Descartes'ın modern felsefenin ve birçok yönden modern matematiğin ve matematiksel fiziğin babası olduğu yaygın olarak kabul edilir. Bununla birlikte, Descartes'ta neyin yeni olduğu birçok tartışmanın odağını oluş turmuştur. Bundan dolayı, Descartes'ın matematik felsefesini irdelerken asılsız bir Descartes üzerine değil tarihsel verilerden hareketle “otantik” bir Descartes üzerine eğilmek daha anlamlı olacaktır.

Bu yazıda, yazdıklarından yola çıkarak, Descartes'ın özellikle matematik felsefesinin ana hatlarını ele almakla kendimizi sınırlandıracağız. Bunun yanısıra Descartes'ın matematik hakkındaki görüşlerinin zamanla nasıl ve neden değiştiğini inceleyeceğiz. Ayrıca, Descartes'ın görüşlerinin Heidegger tarafından sunulan bir eleştirisini kısaca sunacağız.

1596'da Fransa'da doğmuştur. Eğitimini Cizvit Katoliklerinin bir okulunda tamamlar. 19 yaşında Hukuk Fakültesi'ne kaydolur ve bir yıl sonra okulu bitirir. Hukukçu olarak yaşamını sürdürmektense orduya katılır. 1619'da, bütün bilgiyi sağlam temellere oturtmaya dair meşhur rüyasını görür ve çalışmalarına başlar. Descartes'ın hayatı boyunca düzenli bir işi olmamış, ailesinin kaynaklarıyla geçinip, ömrünü bilimsel ve felsefi araştırmalara adamıştır. 1620'li yıllardan itibaren yoğun araştırmalara imza atmış ve Avrupa'nın muhtelif bölgelerine seyahatlerde bulunmuştur. 1628'de Hollanda'ya taşınmış ve sonraki yirmi bir yılını orada bir münzevi olarak araştırmalar yapmakla geçirmiştir. 1649'da Kraliçe Christina'nın davetiyle İsveç'e gidince Descartes – alışkanlığının aksine - sabahları çok erken vakitlerde Kraliçe'ye ders vermeye başlar. Bölgenin sert iklimi sabahın soğuğuyla birleşince, Descartes zatürree olur ve İsveç'e gelişinden altı ay kadar sonra ölür.

Mathesis Universalis.

Ortaçağ ve Rönesans boyunca, Avrupa'daki Aristoculuğun veya skolastizmin etkisinden dolayı, diyalektik veya mantık, eğitimin en önemli disiplini olarak kabul edilmiştir. Descartes, 1619-1628 yılları arasında tuttuğu notlardan oluşan ve ölümünden sonra yayınlanan Regulae adlı çalışmasında birçok kez diyalektiğe saldırır ve matematiği (Descartes'ın deyişiyle aritmetikle geometriyi) kesinliğinden dolayı över . Descartes'ın düşüncesinde matematik merkezi konumdadır, öyle ki bu düşünceler bir tür matematikçilik (matematisizm) olarak nitelendirilmiştir . Descartes, Regulae'de sağlam herhangi bir bilginin matematiksel kanıtların kesinliğini taşıması gerektiğini iddia etmiş ve mathesis universalis (evrensel öğrenme) fikrini genel yöntemini geliştirmek için kullanmıştır. Aslında mathesis universalis Descartes'tan çok önceleri kullanılan bir kavramdır; 16'ıncı yüzyılda mathesis universalis'i kullananların başında Adriaan van Roomen adlı matematikçi gelir. Kavramın kökeni, Aristo'nun prima philosophia kavramına kadar geri götürülür .

Regulae'de diyalektikçilerin veya mantıkçıların uzun çıkarım zincirlerinin hiçbir işe yaramadığına değinen Descartes, aritmetik ve geometrinin katıksız düşünceyi esas aldıkları için deneyin neden olabileceği muhtemel yanlışlara maruz kalmadığını belirtir.

Kural II'de aritmetik ve geometrinin kanıtlarının kesinliği kadar kesinlik taşıyan nesnelerle ilgilenmeliyiz der. Yine aynı kısımda şöyle der: Bilinen bütün disiplinler içerisinde, sadece aritmetik ve geometri yanlışlık ve belirsizliğin her tür kusurundan arıdır .

Aritmetik ve geometrinin övülmesinin nedeni bu disiplinlerde deneye başvurmaksızın saf akılla çıkarım yapılmasıdır. Descartes her ne kadar çıkarımı övse ve ön plana çıkarsa da, Kural III'te aritmetik ve geometride sezginin öneminden de bahseder. Dolayısıyla Descartes'a göre sezgi de bilimsel bilginin elde edilmesi için gereklidir.

Descartes, kesinliğe giden yolun sağlam bir yöntem gerektirdiğini vurguladığı Kural IV'te mathesis universalis'i tanıtır. Mathesis universalis Kural IV'te bir disiplin olarak sunulur (ki bu şimdilerde mathesis universalis hakkındaki genel kanının yanlış olduğunu gösterir): Descartes'a göre mathesis universalis bütün disiplinleri kapsayan veya onları bir kenara iten bir tasarım olmaktan ziyade, bütün disiplinlerde bilimsel bilgi üretiminde kullanılabilecek türden heuristik bir rolü olan rehber bir disiplindir. Başka bir deyişle, Descartes için mathesis universalis, geometri, aritmetik ve diğer matematiksel disiplinler gibi bir disiplindir; bununla birlikte, o, bütün bilimsel bilgi üretiminde buluş yapmaya yarayan bir tür kılavuz olduğu için diğer disiplinlerden önceliklidir, daha özeldir. Bu cümlenin daha iyi anlaşılması için, Descartes'ın aktif bir matematikçi olarak çalışmalarını yürüttüğü ve kendisini sağlam sonuçlara ulaştıracak yöntemler arayışında olduğu hatırlatılmalıdır. Descartes, mathesis universalis'in tam olarak neyi içerdiği hakkında herhangi bir şey söylemiyor, sadece mathesis universalis'in diğer matematiksel disiplinlere nazaran daha basit olduğu veya daha az zorluğa sahip olduğunu belirtmekle yetiniyor.

Özetle, Descartes'ın yazısında, mathesis universalis matematiksel disiplinler içerisinde örnek bir disiplin olarak sunuluyor. (Mathesis universalis'i daha sonra hayli geliştirecek ve Descartes'tan farklı anlamlar yükleyecek olan Alman matematikçi ve filozof Leibniz'dır.) İşin ilginç tarafı, Descartes'ın yazılarında mathesis universalis sadece Regulae'de kullanılmıştır. Peki, Descartes'ın sonraki yazılarında matematiğe bakışı değişmiş midir? Bu soruyu cevaplamak ve Descartes'ın sonraki düşüncelerini daha iyi anlamak için, Descartes'ın mathesis universalis görüşünün sorunlarına değinelim.

Japon matematik tarihçisi Chikara Sasaki'nin belirttiği gibi , Descartes'ın mathesis universalis görüşü veya daha genel olarak bu dönemdeki matematik görüşü iki açıdan hayli sorunludur. Birincisi, van Roomen'in iddia ettiği gibi, matematiksel ilkelerin matematiksel kanıtı sunulamaz; burada ilkesel bir sorun veya bir tür kavramsal olanaksızlık söz konusudur. (Sasaki'nin hatırlattığı gibi, yirminci yüzyılda Brouwer ve Poincaré gibi matematikçi-filozoşar, bunu daha düzenli bir şekilde ortaya atmışlardır.) İkinci sorun, Descartes mathesis universalis'in diğer disiplinlere göre daha kullanışlı ve basit olduğunu iddia etmiş ama böyle bir disiplinin nasıl geliştirileceği onusunda bir şey belirtmemiştir. Bu iki hususun ötesinde, Sasaki'nin gösterdiği gibi, Descartes'ın sonraki görüşlerini derinden etkileyecek husus, Descartes'ın Pyrrhoncu şüphecilikle karşılaşması ve buna karşı verdiği entelektüel kavgaydı. Şüpheciler matematik dahil her şeyden şüphe duymalarıyla öne çıkmışlar. Dahası, matematiğin kesinliği yerine başka bir şey inşa etmek gayesi gütmemiş, onu parçalamayı hedeflemişlerdir.

Cogito, Ergo Sum.

Descartes bahsi geçen şüphecilere karşı entelektüel mücadelesi sırasında meşhur cogito, ergo sum veya ego cogito, ergo sum (düşünüyorum, öyleyse varım) formülleştirmesine varmıştır. 1637'de yazdığı Yöntem Üzerine Söylev adlı kitabında Descartes, en basit geometrik kanıtlarda bile hata yapan insanlarla karşılaştığını, bunun üzerine kendisinin de başkaları gibi yanlış yapma ihtimalinin bulunduğunu ve dolayısıyla eskiden kesin diye kabul ettiği kanıt ve argümanların tümünü şimdi yanlış/geçersiz diye reddettiğini belirtir . Descartes, böylece, matematiksel önermelerle ilgili daha önceki görüşünü reddeder.

1644'te yazdığı Felsefenin İlkeleri'nde de benzeri görüşleri ifade eder. Örneğin, “Neden matematiğin kanıtlarından bile kuşku duyabiliriz?” başlıklı beşinci ilkede Descartes şöyle der: Eskiden bize doğru görünen tüm şeylerden hatta matematiksel kanıtlardan ve hatta şimdiye kadar kendiliklerinden besbelli olduklarını düşündüğümüz ilkelerden insanlar bu konularda zaman zaman hata yaptıkları ve bize yanlış görünen şeyleri kesin ve kendiliklerinden besbelli kabul ettikleri için şüphe duyacağız .

Descartes'ın matematiğin kanıt ve ilkelerine dönük görüşlerini değiştiren bu tür akıl yürütmelerde, Descartes'ın yöntemsel (veya hiperbolik) şüphecilik yaptığı belirtilmelidir; buna göre, hakkında şüphe veya kuşku duyulabilen bir şey yanlıştır. Yöntem Üzerine Söylev'de özetle şöyle bir akıl yürütmede bulunur: Rüyada birçok şey görürüz ama bunlar gerçekte var olmayan şeylerdir; dolayısıyla duyu organlarımıza güvenemeyiz; nasıl rüyada düşündüklerimize ve vardığımız sonuçlara güvenemezsek, uyanıkken de bunlardan emin olamayız. Yaşam bir rüya olabilir. (Rüyada gördüklerimizi gerçek sanmaz mıyız?) Ya da kötü bir ruh bizi aldatıyor, duyularımızı yönlendiriyor ya da bir biçimde bizi yanlış düşüncelere sevkediyor olabilir. Descartes, böylece, bütün düşüncelerin yanlış olduğunu kabul ederek düşünme serüvenine devam eder. Fakat bütün düşünceler yanlış olsa bile, bu yanlış fakat var olan düşünceleri düşünen bir ego (ben) vardır: cogito, ergo sum. Düşünerek her şeyden kuşku duyan bir “ben” olmalı. Descartes böylece bütün şüphecilere karşı kesin olan bir şey bulmuştur!

Descartes, birçok kişinin sandığı gibi, “düşündüğüm için varım (düşünmeseydim olmazdım)” dememiştir. Descartes var olduğunun kesinliğini düşünerek (daha doğrusu kuşku duyarak) anladığını söylemiştir. Dolayısıyla yalnızca bu veriden hareket ederek Descartes'ın idealist bir filozof olduğunu öne sürmek çok yanlıştır. Düşünmek, idealist ya da materyalist filozof, hatta filozof ya da değil, herkesin başvurduğu bir eylemdir!

1641'de yazılan Metafizik Üzerine Meditasyonlar adlı eserinde de Descartes, sözkonusu düşüncesini ayrıntılı bir şekilde sunar . Descartes, kendi vücudunun varlığını duyu organlarıyla anlamaya çalışmanın geçersiz olduğunu belirttikten sonra, kendisi için “düşünen şey” demenin kesin olduğunu belirtir.

Descartes, cogito üzerine inşa ettiği felsefi görüşlerinde Tanrı'nın bir kanıtını sunduğunu da iddia eder. Burada bizi ilgilendiren, sözkonusu ve benzeri kanıtlardan ziyade, Descartes'ın matematik felsefesinde Tanrı'nın işgal ettiği konumdur. Sasaki'nin ifade ettiği gibi, Descartes matematiksel gerçekleri teolojik ve metafizik açıdan ele alır: Tanrı, sonsuz bir güçtür ve dilerse matematiksel önermelerin tersini doğru kılabilir. Tanrı, mükemmel olduğu için yarattıklarını aldatmaz ve bundan dolayı matematiksel hakikatlerin doğruluğu garanti altındadır. Dahası, Descartes'a göre, ancak Tanrı'ya inanan insanlar matematiksel hakikatleri tatminkâr bir dayanakla kabul edebilirler; Tanrı'ya inanmayan biri, “üçgenin iç açıları toplamı iki dik açının toplamına eşittir” önermesi gibi bir önermenin doğruluğu konusunda aldanıp aldanmadığını bilemez. Descartes'ın cogito, ergo sum'u keşfetmesine yol açan nedenlerden birinin şüphecilerin matematiğin kesinliğini eleştirmeleri olduğuna değinmiştir.

Aslında Descartes, matematiksel kanıt ve ilkelerin kesinliğini yeniden doğrulamayı da amaçlıyordu. Fakat, değindiğimiz üzere, bunu matematiksel önermelerin ve ilkelerin garantörü Tanrı hipotezi aracılığıyla ortaya koymaya çalıştı. Burada felsefi olarak büyük bir sorun var. Sasaki'nin deyişiyle, “Descartes, matematiksel kanıtların kesinliğini yeniden kurmak konusunda fazla aceleci davranmıştı” . Şöyle ki, Descartes sözgelimi “üçgenin iç açıları toplamı iki dik açının toplamına eşittir” ifadesinin doğruluğunu Tanrı'nın garanti altına altığını düşünmüştü. Oysa, bugün biliyoruz ki, Öklit'in paralel postulatının olumsuzu ile başka türlü matematiksel sonuçlara varabiliriz. Bugünkü anlayışa göre, aksiyomlar mutlak doğru değil de doğru olarak kabul edilen önermelerdir, dolayısıyla aksiyomlardan türeyen teoremlerin mutlak doğruluk gibi bir iddiası yoktur; kabule dayalı oluğundan teoremler koşullu bir doğruluk değerine sahiptirler. Özetle, matematiksel doğrular, Descartes'ın sandığının aksine, ontolojik veya mutlak bir özelliğe sahip değil, koşullu doğruluk değerine sahiptir.

Kartezyen Devrim ve Modernite.

Moderniteyi nitelendiren en önemli husus belki de, radikal bir kopuş tezi ve bütün yeniliklerin kendisiyle başladığı sanısıdır. Descartes ilk modern filozof sayılıyorsa, bunun sebebi bu tez ve sanıda aranmalıdır. Aristoculuğa meydan okuyan Descartes'ın kendi beslendiği kaynaklara, sözgelimi hocası Beeckman ve Kepler'e karşı tutumu, Platon'un vefasız öğrencisi, “anasının memelerini kuruttuktan sonra, ona tekmeler savuran bir taya” benzeyen Aristo'yu anımsatır. Descartes yazılarında kendini yepyeni bir şey sunan biri olarak gösterir. Son zamanlarda Descartes üzerine yapılan çalışmalar, Descartes'ın kendi sunumunun pek de gerçeği yansıtmadığını ortaya koymuşlardır. Descartes'ın düşünceleriyle aldığı Cizvit eğitimi arasındaki sıkı bağlar gözden kaçmamalıdır: “Kartezyen özyaşam (otobiyografi) aslında bir Cizvit özyaşamdır” . Descartes'ın düşünceleri de kendi devrinin bir ürünüydü; Latince bir ifade vardır: Veritas filia temporis (Hakikat zamanın çocuğudur.) Descartes'ın yazılarını okuyan biri, inançlı bir Katolik'le karşı karşı olduğunu hemen fark eder. Heidegger'in dediği gibi, “Descartes'ın ortaçağ skolastiğine ‘bağımlı' olduğunu ve onun terminolojisini kullandığını Ortaçağı bilen herkes görür”. Buna rağmen, aşağıda değineceğimiz üzere, Descartes'ın modern düşüncenin kuruluşunda çok önemli bir rolü olmuştur.

Descartes'ın modern felsefedeki konumunu ele almak için, ona yirminci yüzyılda yönlendirilen eleştirilere bakmak kestirme bir yoldur. Descartes'a en köklü eleştiri Alman filozof Martin Heidegger tarafından getirilmiştir. Heidegger'e göre, Kartezyen varlık ve gerçek anlayışı (Nietzsche dahil) modern metafiziği şekillendirmiştir. Descartes'la birlikte, “var olmak, temsil edilmenin nesnelliği olarak” ve “gerçek, temsil edilmenin kesinliği olarak tanımlanmıştır”.

Descartes'ı modern felsefenin kurucusu yapan şey, onun cogito temelli bir epistemoloji peşinde olmasıydı. Oysa Heidegger'e göre yapılması gereken, ontolojik bir çözümleme sunmaktı . Çünkü, felsefenin temel sorusu varlığın anlamına ilişkin olduğu halde, Descartes kendi araştırmasında “sum”un varlığının anlamını belirsiz bırakmıştı. Ayrıca, Kant hariç kartezyen gelenekteki bütün filozoflar zamanı gözardı etmişlerdi. Fakat Heidegger'e göre Kant'ın da unuttuğu şey, Dasein'ın (insan varlığı) bir ontolojisini veya “öznenin öznelliğinin ontolojik bir çözümlemesini” sunmaktı. Böyle bir çözümleme sonucu ancak Descartes'ın düalist anlayışının geçersiz olduğu anlaşılabilir. Düalist düşünce gereği, düşünen özne (cogito, res cogitans veya ego) ile üzerine düşünülen nesneler veya şeyler (sum veya res extensa) birbirinden kesin şekilde ayrılmıştır. Oysa, Dasein veya insanın varlık türü temelde dünyada-var-olandır; yani insanın varlığı ele alındığı zaman özne ve nesne arasında Descartes'ın sandığı türden bir ayrım yapılamaz. İnsan varlığı bir çöp kutusu veya bir kalem gibi bir varlık türüne sahip değildir, dolayısıyla Descartes'ın sandığı “res cogitans”tan kopuk bir “res extensa” gibi algılanamaz.

Heidegger'in Descartes'a eleştirilerinin kökeni, modern dünyada her şeyin ölçüsünün hesapsal olana indirgenmesi ve bunun doğurduğu sorunlardır. Heidegger'e göre, hesaplama, varlığın unutulmasında önemli bir rol oynamıştır. Modern teknoloji hesaplamaya dayalıdır ki bu hesaplama belli bir matematiksel düşüncenin ürünüdür. Heidegger'e göre, ratio kavramı Aristo'da da bulunur ama Descartes ile birlikte ratio matematiksel bir hüviyet kazanmıştır artık. Varlığı hesaplanabilir ve niceliksel olarak ölçülebilir olarak tasarladığı için Descartes ile birlikte modern teknoloji ilk defa metafiziksel olarak mümkün olmuştur. Modern fiziğin matematiksel karakteri modern teknolojinin özü için yolu döşemiştir. Teknolojinin özü daha çok varlığı hesaplanabilir olarak görmesi ve dolayısıyla kontrol edilebilir olarak tasarlamasında yatar.

Sonuç. Kartezyen düşüncede matematiksellik her şeyin ölçüsüdür. Her ne kadar Descartes Regulae'den sonraki dönemdeki düşüncesinde cogito'yu matematiksel kesinliğin önüne koymuş olsa da, sözgelimi Yöntem Üzerine Söylev'de bilgiyi temelinden yeniden ele alırken veya onu reform etmek için öneriler ortaya atarken, birincil örneği matematiktir. Bir başka deyişle, Descartes'ın sonu gelmez arayışının hedefi hep aynı olmuştur: kesinlik. Tanrı'nın varlığının bir tür matematiksel kanıtını vermeye çalışırken bile Descartes'ın güdüsü kesinlikten başka bir şey değildir. Metafizik Üzerine Meditasyonlar'da kanıtlarının titizliğinden dolayı geometricilerin yöntemi (yani çıkarım) dışında bir yöntem izlemesinin mümkün olmadığını söyler. Yine aynı çalışmada Descartes, doğa bilimlerinin doğada var olan şeylerle ilgilendiği için şüpheli olduğu, oysa matematiğin sadece düşünceyle ilgilendiği için şüpheden uzak olduğunu belirtir. Öyle ki, Descartes'a göre, matematik, düşüncenin kendisiyle ilgilendiği için matematiksel nesnelerin var olup olmaması sorunu yoktur, uykuda da olsak uyanık da olsak matematiksel düşünceler için bir kusur söz konusu değildir. Böylece Descartes, beşinci meditasyonda, aritmetik ve geometriyi ve daha genel olarak katıksız veya soyut matematiği duyu organlarıyla elde edilen bilginin üstüne koyar. Tanrı düşüncesini (ve kesinliğini) ise matematiksel düşünce (ve kesinliği) ile aynı kategoriye koyar. Hatta kimi zaman, matematik dahil bütün kesin bilginin kaynağının Tanrı düşüncesi olduğunu söyler. Descartes'ın bütün bilimleri reform etme projesini 1619'da (Almanya'nın Ulm şehrinde) gördüğü rüyada hayal ettiğinden bahsetmiştik. Descartes, bunun kendisine ilahi bir ikaz olduğuna inanır ve çalışmalara koyulur. Modern rasyonalist düşüncenin temsilcisi hiperbolik şüpheci Descartes'ın kesinlik peşindeki bütün çabası için başlangıç esinini bir rüyadan almış olması garip değil mi?

Kaynakça

            Descartes, René, Discourse on Method and Related Writings, trans. by Desmond M. Clarke, Penguin Books, 1999.

           Descartes, René, Meditations and Other Metaphysical Writings, trans. by Desmond M. Clarke, Penguin Books, 2000.

              Elden, Stuart, Taking the measure of the Beiträge: Heidegger, National Socialism and the calculation of the political. European Journal of Political Theory, 2003, 2 (1), 35-56.

             Grafton, Anthony, Descartes the Dreamer, Wilson Quarterly, Fall 1996, vol 20, n. 96, 36-46.

           Heidegger, Martin, Being and Time, trans. by John Macquarrie and Edward Robinson, 1962, Harper Collins.

            Heidegger, Martin, The Age of the World Picture, The Question Concerning Technology and Other Essays, trans. by William Lovitt, Harper Torchbooks, 1977, 115-154.

             Sasaki, Chikara, Descartes's Mathematical Thought, Kluwer Academic Publishers, 2003.

 

Kaynak: Bekir S. Gür, Descartes'ın matematik felsefesi Matematik Dünyası (Bahar, 2005) no: 1, 101-5.

 

La Crau with Peach Trees in Blossom - Vincent van Gogh



1889 

 

Döner kebab dönmez olsun - Arif Dino

https://pbs.twimg.com/media/DqvbNC-WwAAkbD6.jpg

2+2=4
Biri yer Biri bakar Kıyamet ondan kopar Bakan bir değil Kıyamet Kıyamet ondan kopar

Beddua
Döner kebab dönmez olsun

Berhayatız
Canavar düdüğü gibi Naramızı atıyoruz. Akbaba çınaraltında leş yesin Hamdolsun hayatdayız!

Bir Varmış
Yok´u Yok eden Var oldu : akıl Renkten,sesten,rahiyadan Mest oldu akıl, Kendini inkar etti. His,sevgi,aşk yolunda Yok´a döndü akıl, Yok´a vardı. Yok´un yok´u var: Varlık. Var´á vardı akıl, Yok´dan bir kadın, Var´dan bir erkek. Çok çocukları oldu, Rivayete göre Bahtiyar yaşadılar.

Boğaziçi
Geceler Gemiyle dönmez Hey!!! Telli pullu gelinler.

Çukurova
Çukurova sabır ovasıdır Lokmasını Göç edenleri bilir Yakmasını yıkmasını boğmasını bilir. Çukurova sabır ovasıdır

El Fatiha
Gülmeler,sevinç Ağlamalar,keder Sonu ölüm Annem öldü

İbrani Üçlüsü
En güzel Sülamlıların kutsal Yahud korusunun çiçeği kokundan yayılır ve yeniden doğar tapınak kaynak ve defne ve senden gelip benden uyanan ritmin dansın şehvetin çünkü dudağın yansıtmakta kana bulanmış altın tepsisi Salome'nin.

Masal
Asaf Halet Çelebi´ye

Eskiden Çok eskiden Ben senin kölendim Aşktan yanan bir kölendim Bir serinlik tesellisi buluyordum Kirpiklerinin gölgesinde. Bir köle başımız vardı. Benim Sana Aşkımı sezmiş olacak ki Kırbacıyla dövüyordu. Her vuruşu Bana Senin bir busen gibi geliyordu. Ve Öldüm "Eskiden Çok eskiden."

Matematik Şiir Gözlerin
iki matematik nokta iki büyük yuvarlar siyah iki göz siyah simsiyah genede siyahlığı olmayan kızkardeş gözleri sevgili gözleri donuk yuvarlaklar kenetlenen baş döndürücü bir yarışta en büyüğe doğru en küçüğü doğru yakalamak için sonsuzluğu

Ölüm Şiiri
Yaşamın gürültüleri suskunluklarını bulandırdı buna gülüyorsun simdi çünkü boş kafanda yer alan yanlızca tutsaklık

29 Mart 2021

Kayahan "Hayal ettiğiniz sürece yaşarsınız."

https://i2.milimaj.com/i/milliyet/75/0x0/5c8cd5d145d2a05010d11135

29 Mart 1949 tarihinde İzmir’de albay bir baba ve ev hanımı bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen Kayahan, daha sonra taşındıkları Ankara’da ilkokul yıllarında müziğe merak sardı. İleride adeta vücudunun bir uzvu gibi tüm fotoğraflarında yer alacak olan gitarıyla ilişkisi de o sıralarda başladı. Lise yıllarında Ankara’nın çeşitli mekanlarında şarkı söylerken, bunu bir yaşam biçimi haline getireceğini anladı ve müzisyen olacağını öğrenince kendisini silahla kovalayan babasına rağmen, İstanbul’a gelerek Yonca Plak’tan 1978 yılında ‘Neden Olmasın/İstanbul Hatırası’ adlı ilk 45’liğini yayınladı. İki şarkı da dönemi tutturamamıştı, ‘zamanının ötesinde’ydi belki. 

Kayahan - Neden Olmasın - YouTube

 
Umut dünyası bu dünya Herkes kendi dünyasında Herkes kendi hülyasında Hergün bugün başka diye Bugün dünden güzel diye Bugün her şey güzel diye Başlarken yeni güne (Bir umut) Bir umut içimizde (Yaşamak) Yaşamak gönlümüzce (Bir ömür) Bir ömür mutlulukla Neden olmasın Başlarken yeni güne (Bir umut) Bir umut içimizde (Yaşamak) Yaşamak gönlümüzce (Bir ömür) Bir ömür mutlulukla Neden olmasın Ha bugün, ha yarın oldu olacak Neden olmasın Çoktan yıkılırdık biz çoktan Umut olmasa Ha bugün, ha yarın oldu olacak Kaç gün bitti Ha bugün, ha yarın oldu olacak Neden olmasın Neden olmasın Umut dünyası bu dünya Herkes kendi dünyasında Herkes kendi hülyasında Hergün bugün başka diye Bugün dünden güzel diye Bugün her şey güzel diye Başlarken yeni güne (Bir umut) Bir umut içimizde (Yaşamak) Yaşamak gönlümüzce (Bir ömür) Bir ömür mutlulukla Neden olmasın Başlarken yeni güne (Bir umut) Bir umut içimizde (Yaşamak) Yaşamak gönlümüzce (Bir ömür) Bir ömür mutlulukla Neden olmasın Ha bugün, ha yarın oldu olacak Neden olmasın Çoktan yıkılırdık biz çoktan Umut olmasa Ha bugün, ha yarın oldu olacak Kaç gün bitti Ha bugün, ha yarın oldu olacak Neden olmasın Neden olmasın Ha bugün, ha yarın oldu olacak Neden olmasın Ha bugün, ha yarın oldu olacak Neden olmasın Neden olmasın
 

Virginia Woolftan Yazarlık Dersleri - Danell Jones

 https://blog.ofix.com/wp-content/uploads/2020/09/en_guzel_5_virginia_woolf_kitabi_ofix_blog_10.jpg 

Uyuklamayı bırakıp beyninizi harekete geçirmek için en parlak fikir yürüyüşe çıkmaktır.

1. Evdeki ya da işteki yükümlülüklerinizden sıyrılıp yazmaya geçiş yapmak için yürüyüşe çıkın. Eğer çalışamayacak kadar bitkin hissediyorsanız, televizyon seyretmeye teslim olmayıp yürümeyi tercih edin. Çevrenizdeki dünyayı gözlemleyin. Etrafınızdaki sesleri, renkleri ve kokuları zihninize not edin. Geri dönünce on dakikanızı ayırıp karşılaştıklarınızı defterinize not edin. Bir şiirde kendini bulacak kareler kaldı mı hafızanızda? Hikayeniz için kıvılcım oluşturacak bir etkileşim ya da bir konuşma parçası?

2.  Kalabalık bir yerde oturup sırayla gelip geçen insanlar hakkında hikayenizi paylaşın. Elinde pazar sepeti olan o kısa boylu yaşlı kadın Amerika güzeli seçilmemiş miydi? Üzerinde ekoseli elbise olan adam zorlu bir kumarbaz değil miydi? Eğlence niyetine zihninizi serbest bırakın ve akla yatkın bir hikaye çıkarmak için çabalayın.

3. Eğer sildikleriniz yazdıklarınızdan fazlaysa tıkandığınız yerin etrafında dolaşın. Yürürken içinden çıkmaya çalıştığınız durum hakkında düşünün. Açık havaya çıkıp dolaşırken tekrar deneyin. Aklınıza aniden harika bir fikir gelebileceği için yanınızda bir kalem ve bir parça kağıt taşımayı ihmal etmeyin.

4. Oturduğu şehrin sokaklarını dolaştığı için bahane bulmaya çalışan bir karakterin kalem gibi sıradan bir şey satın almaya çıkmasıyla ilgili bir kısa hikaye ya da şiir yazın. Ana karakterin düşüncelerini manzaralar, sesler, tatlar ve desenler etki altına almış olsun. Çevresindekilerle etkileşime geçirmekten kaçınmayın, hatta zor duruma düşürmeyi deneyin. Hikaye sona erdiğinde olayların geçtiği yerin de ayrı bir karakter oluşturduğunu göreceksiniz.

5. Hikaye anlatmanın en eski yollarından biri yol hikayeleridir. Truva savaşları sonunda evine dönmesi 10 yılını alan Odyssey’in yolculuğunu, ya da Dublin sokaklarında dolanan Leopold  Bloom u veya Clarissa Dalloway’in Londra’da oradan oraya savruluşunu düşünün.

 https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhYosgHtt212Ivk633ZAn6Wl9NLgFOIAVAbiukNWowMVH5uH7bBcUpUi7OfYztI8Xeo_niKK68wycM-3faByicnkJVdp-8WkGdIS2Su-aggff9U68kneX6Eh8EIRpjZhmCHHZqS5Vjt1x0Y/s1600/jpvo10.jpg

Sadece yazın demek istiyorum. Sayfalar dolusu saçmalayın. Aptal olun, duygusal olun, içinizden gelen her sese kulak verin. Dil bilgisi kurallarını, teknik ve biçimsel alanda bilinen tüm kurallarla beraber ihlal edin, dökün, devirin. Kendi keşfiniz olan olmayan her türlü kelimeyi kullanın, şiirsel bir biçimde, düzyazı bir metinde, ya da elinize geldiği gibi bir çırpıda yazılan anlamsız sözlerle öfkelenin, sevin, alay edin. Ta ki yazmayı öğrenene kadar…Virginia Woolf
 
 Ön Kapak 

Küçük Burjuva İdeolojisinin Eleştirisi - Maksim Gorki

 https://cdn.1000kitap.com/resimler/kitaplar/568685_1bc12_1586120925.jpg

 Tek başına yaşayan insanın sözünü edince, "bir tek" ile başı dönen, serseme çevrilen gençleri düşünüyorum.
     

Küçük burjuvaların birer asalak olarak devletimizin organlarında neler yaptıklarını anlamak için, doktor olmaya hiç gerek yok. Bunların çalışmalarına elverişli olan bir takım koşullar var.

Küçük burjuvalar tarafından kuşatılan işçi ve köylü kitlesi içinde, sahiden bereketli, organca düşmanı olduğu küçük burjuva ile hiç bir kimyasal yakınlığı ve bağı bulunmayan yeni "bir toprak tuzu" hızla gelişmek ve şekillenmekle beraber, bu tuz çok çetin maddi koşullar içinde, devamlı bir çalışma, dayanılmaz bir mücadele pahasına gelişmektedir.

Bu yeni gücün bir kısmı iç savaşın kanı ve ateşi ile bilenmiştir. Sosyalist toplumu kurmak gibi güç ve büyük bir işe girişmiş, sinirleri yorgun düşmüştü. Dinlenmeğe olan ihtiyacına hiç bir suretle itiraz edilemez.

Sonra, 1920'de, on-onbeş yaşında olan çocuklar gelir. Bunlar, geçmişi, ancak kitaplardan öğrendikleri için, bu geçmişe büyük nefret beslemezler. Küçük burjuvacıkları hor görmezler. Bunlar da güç koşullar içinde yaşıyorlar ama, içinde yaşadıkları bu koşullar babalarının evvelce yaşadıkları koşullardan iyidir. Bu çocukların istedikleri ve aradıkları şeyler çok daha fazla ve çok daha yüksektir. Memleketin iktisadi gelişmesi büyük bir hızla devam etmekle beraber, yine de memleket bu gençlerin arzu ettikleri şeylerin hepsini karşılayamaz. Biz bir "yapı yeri üstünde" yaşıyoruz. Küçük burjuvacıklar "iyi bir yaşama" son derece susamış, yorgunluktan bitkin insanlar üstünde ifsat edici, ahlak bozucu bir etki yapıyorlar.

Onun içindir ki, kartal yavrularının, yumurtadan yeni çıkmış civcivler gibi, sık sık cıvıldaştıkları ve aslan yavrularının domuz yavruları gibi davrandıkları görülüyor.

17 yaşındaki bir Bay bakın ne şairane şeyler yazıyor:

"Büyük ve güzel bir yaşama susamışım. Oysa, yaşadığım yaşam öyle cılız, öyle ilgi çekici olmaktan uzak ki. Kasvetli günleri tespih çeker gibi bir bir çekiyorum. Hangi maksatla, nereye gitmek için?"

19 yaşındaki bir Bayın da derdi büsbütün başka:

"Yaşam benim için yaratılmış, ben yaşam için yaratılmamışım. Dedem ile babam memlekete verecekleri haracı vermişler. Öğrenimimi rahat rahat yapmak, bana toplumsal çalışma yüklenmemesini istemek hakkımdır."

"Bir tek" adam bu sızlanmaların hepsini duyar, civcivlerle birlikte yarım sesle cıvıldaşıp, kendi içinden "güçlerimiz gittikçe artıyor" diye sevinir.

Sızlanan dertli gençlere evvelce verdiğim cevaplarda şikayetlerini bana göndermekle ve benden yardım beklemekle yanıldıklarını söyledim. Asalak adayların iniltileri ve hıçkırıkları hiç umurumda değil. Bunların cıvıldaşmalarına acımaktan çekinmeyeceğim. Ben ancak cıvıldaşmalar arasında cahillerin samimi hayretleri sezilen ve iyi sindirilmemiş bilgilerin sırıttığı görülen mektuplara cevap veririm.

Gençler, gerçekten "büyük ve güzel bir yaşam" yaşamak istiyorsanız, yeryüzünün zenginleşmesi, insanların peşin hükümlerin, araştırmaksızın edinilmiş bilgilerin ve batıl inançların yüz kızartıcı esirliğinden kurtulmaları için, yaşamsal pratik değeri olan pek çok çalışma yapmış, bunları biriktirmiştir. Geçmişte insanlık için yaratılan faydalı şeylerin hepsi, işçilerimizin, köylülerimizin, aydınlarımızın kurmağa başladıkları dünyanın sadece ilk temel taşlarından ibarettir.

Bana boş olan kafaları "bir tek"in egemenliği altında dönüp duran delikanlıların anlamak ve kavramak zorunda oldukları şey işte budur.

Bana mektup gönderen gençler dar kafalılığın ağır havası içinde gelişmektedirler. İnsanlığın yaşamını, bütün evrende belki de istisna teşkil eden bir olguyu, cahillikten gelen bir cesaretle, "tespih gibi çekilen kasvetli günler" olarak değerlendiriyorlar. İnsan, ilk önce bu sözlere gülüyor. Eski dünyanın yıkılışı ortasında, eşitlerin devletinin kuruluş yıllarında; çok coşkun bir hava içinde, tarih tarafından ölüme mahkum edilen insanın bütün yeni olaylara inatla ve vahşice gösterdiği bir direnç içinde, dünya Devriminin ilk günlerini yaşadıkları halde, bütün bunların karşısında kör ve sağır gibi duran gençler için bu görüşün ne kadar kötü ve zararlı olduğunu sonra sonra anlıyor.

Sevgili gençler!

Sizin iyiliğiniz için yürekten dilerim ki, yaşam size iyi bir ders versin; yaşamın sert ve ağır elini, biz insanların aklımızla ve irademizle işba haline getirdiğimiz o büyük ve amansız eğiticinin, yaşamın elini derinizin üstünde hissedesiniz. Yine yürekten dilerim ki, şikayetlerinizin boş ve faydasız olduğunu anlayasınız ve şikayet etmenin yüz kızartıcı -bu yüz kızartıcı sözü üstünde ısrar ediyorum- bir şey olduğu üstünde ve bu şikayetlerin mektuplarınızda bana sözünü ettiğiniz "gururlu iç bağımsızlık" ile bağdaşmadığı üstünde ciddi olarak ve uzun uzun düşünesiniz.

Bu "bağımsızlık" dediğiniz şey de ne demek? "Bağımsız olmak izlenimleri"ni vücuda getirmek de, frenlemek de beceriksizlikten başka bir şey değil ki. Kısacası, boş bir şey.

"Kişinin en yüce hakkı"nı aramak, birey için gerekli olan özgürlüğü aramak, yeryüzünde insanlık var olalı beri havaları titreterek bu hakkı aramak; insanların içinde yaşadıkları ve boğuldukları vahşi ve evrensel düşmanlık havasını bir türlü temizleyememiş. aksine, insanı hayvani bencillik, kendini beğenme, hırs dedikleri pisliklerin kokularıyla iyice zehirlenmekten başka bir şeye yaramamıştır.

Kişi durmadan çığlığı basmaktadır. Çünkü kendisinde bir ikilik bulunduğunun farkındadır. Bu çığlıklarla bu ikiliği, kendindeki bu kötü tarafı, hem kendi gözünden, hem de başkalarının gözünden saklamağa çalışmaktadır. Kapitalist devletteki sınıf yapısının kendisine aşıladığı çok peşin hükümler tarafından vücuda getirilmiş zararlı şeylerin kökünü kazımadıkça, bu ikilikten kendisini kurtaramaz.

Evet, kişi bu hastalıklardan kurtulmadıkça, kıskançlık, hırs ve tamah, hasis ihtiraslar ve her türlü pislikler tarafından kemirilecek, çürütülecek, mahvedilecektir. İdeal küçük güzel yüzü, platonik bir şekilde güzel düşüncelere doğru dönecek; ama, gerçek ve iğrenç ağzı ise, önce, sözle ve hareketle hem kendini, hem başkalarını aldatmaktan ibaret alan yaşamın pratik şeylerine doğru dönmüş olacaktır.

Özgürlüğe ve iç ahenge giden yolun ya açıkça ya da gizlice inandığı şeylerin hepsini yıkmaktan geçtiğini anlamadıkça kişi "yüzyıllarca" işte hep böyle iki yüzlü bir Fanus olarak kalacaktır. İğrenç gerçek karşısında iki kişilikli, köle ve kendine uşakça hayran kalmasının sebebi budur; güçlerinin ve kabiliyetlerinin gelişmesini engelleyen şey budur.

Tarih, ırk, milliyet, sınıf peşin hükümlerinden kurtulmuş yeni bir insanın ortaya çıkmasını istiyor.

Bu insanın ortaya çıkması mümkün mü?

Zaman bu insanı vücuda getirmek yolundadır. Bütün çabalarımızı, bütün ömrünüzü, hayal edilen bu insanın yaratılmasında harcayıp kullanınız, böyle bir insan olursunuz.

1930

TIK

M. Gorki: Küçük - Burjuva İdeolojisinin Eleştirisi


27 Mart 2021

2021 Dünya Tiyatro Günü Ulusal Bildirisi

https://i.sozcu.com.tr/wp-content/uploads/2021/03/27/iecrop/exemtqbwuam2fv-_16_9_1616846006-880x495.jpg

Müjdat Gezen ve Metin Akpınar

Tiyatro ve sinema oyuncuları

27 Mart Dünya Tiyatro Günü sanat emekçilerine, sanatseverlere kutlu olsun. Dionysos şenlikleriyle başlayıp gelişen tiyatro, asırlardır varlığını sürdürüyor. Merkezinde insan olan bu sanat, insan var olduğu sürece yaşayacak.

Edebiyatın en içten bölümlerinden biri olan Tiyatro Edebiyatı'nda, oyun yazarlarına çok gereksinim var. Onlarsız olmaz. Tıpkı seyirci olmadan tiyatro olmayacağı gibi…

Oyuncu – Seyirci – Oyun Yazarı.

Biz bize benzeyen insanlarla üç yüz elli bin yıldır yeryüzündeyiz. Ancak insanı insan yapan, Bilimdir, Sanattır, Tiyatrodur.

Ana malzemesi insan olan bu meslekte, iyi insandan iyi yazar, iyi yönetmen, iyi oyuncu çıkartmak daha kolaydır.

Biz değerler sıralamasında, genelde sanatı en üst sıraya koyarız. Özelde tiyatroyu, sanata en yakın düzeyde düşünüyoruz. Çağımızda; üreme içgüdüsü, beslenme içgüdüsü tatmin olduğunda mutlu olanlara başka popülasyonlara verilen adı veriyoruz. Ancak üreme, beslenme açlıklarından başka açlıklar duyanlara, onları üretip onları tükettiğinde mutlu olanlara insan diyoruz.

Bilgi iletişim çağı ne kadar gelişirse gelişsin, algoritmalar, yapay zekâlar nereye ulaşırsa ulaşsın, Tiyatro insanla yapılır, insanca yapılır, insanlar için yapılır…

TİYATRO İNSANLIĞIN VAZGEÇİLMEZİDİR.

İNSANSIZ TİYATRO, TİYATROSUZ İNSAN OLMAZ.”

‘Ve güzelim tiyatro kültürü biz insanlar burada olduğumuz sürece yaşamaya devam edecek'
 
 
 
 ITI (Uluslararası Tiyatro Enstitüsü) Üniversiteler Türkiye Temsilcisi Bilkent Üniversitesi (Böl. Bşk. Jason Hale) ve ITI Türkiye Temsilciliği Yönetim Kurulu'nun (Turan Oflazoğlu, Engin Uludağ, Ayşe Emel Mesci ve Savaş Aykılıç) aldıkları ortak karar ile bu yılki Dünya Tiyatro Günü Ulusal Bildirisi ise duayen tiyatro ustaları Müjdat Gezen ve Metin Akpınar tarafından birlikte kaleme alındı.
 
 
 🌼🌼🌼
 
 
https://i.sozcu.com.tr/wp-content/uploads/2021/03/27/exemtqbwuam2fv-1-1-e1616846357342.jpg 

 2021 Dünya Tiyatro Günü Uluslararası Bildirisi
 
Helen Mirren, İngiltere

Tiyatro, sinema ve televizyon oyuncusu

Geride bıraktığımız dönem canlı performans dünyası için çok zor geçti; birçok sanatçı, teknisyen ve zanaatkâr zaten belirsizliklerle dolu bu meslekte hayatlarını güçlükle idame ettirebildiler.

Belki de sektörün içinde barındırdığı bu daimi belirsizlik, onları pandemi sürecini daha akılcı ve cesur bir biçimde atlatmaya hazırlamıştı

Hayal güçlerini günün koşullarına uydurarak, tabii ki büyük ölçüde internet sayesinde, yenilikçi, keyifli ve dinamik etkileşim yolları buldular bile.

İnsanlar dünya üzerinde var oldukları günden beri birbirlerine hikâyeler anlattılar. Ve güzelim tiyatro kültürü biz insanlar burada olduğumuz sürece yaşamaya devam edecek.

Yazarların, tasarımcıların, dansçıların, ses sanatçılarının, oyuncuların, müzisyenlerin, yönetmenlerin yaratma güdüsü asla bastırılamayacak ve çok yakın bir gelecekte yeni bir enerjiyle, hepimizin paylaştığı bu dünyaya dair yeni bir anlayışla yine meyvelerini verecek.

Sabırsızlanıyorum!
 

Umut Kandilleri - Adnan Yücel

 https://covers.zlibcdn2.com/covers299/books/17/15/fe/1715fe6cbfe3b3e14c93101cbb1eb377.jpg

Parçalanmış kayalar gibi gece
Tutsak
Ve güzel düşlerden uzak
Hangi kapıyı çalsak bu saatte
Kanayan bir yara çıkar karşımıza
Bir sinsi tuzak
Aşklar ter içinde sanki
Sevdalar çatlamış bir toprak
Ne kar altında tohum çığlıkları
Ne ağaçlarda bir yaprak
Pınarlar susuz
Tarlalar baştanbaşa kurak

Biz ki bağdaş kurup yaşamın yüreğine
Dopdolu sofralar donatmışız
Davul zurnayla kararlar alıp
Halaylarla kavgalar başlatmışız
Avunmanın anlamı yok boş yere
Şimdi geceler düğünsüz
Ağıt karanlığında bütün yıldızlar
Umutlar tükenirken umutsuzluk içinde
Varsın kabarsın içimizdeki sular
Bahar değil işte mevsim
Bahar içinde bir sonbahar
Nerdesiniz ey çocuk umutlar
Yapay umutlar aşık umutlar

Dallardan kopan yapraklar
Koşup duruyor rüzgarlarda
Birbaşlarına ve kimsesiz
Çıplak ayaklı çocuklar gibi sokaklarda

Biz ki uçurum gecesindeyiz şimdi
Önümüzde kuşkunun namluları
Arkamızda bizi koşturan duygular
Ne lambalar açık
Ne kitaplar
Nerdesiniz ey güzel umutlar
Çiçek umutlar gelecek umutlar

Yarım kalmış şiirler gibi gece
Ay da tükenmiş yıldız da
Başka çaresi yok yürümenin
Tutuşturup yüreğimizi
Bir kandil yakıyoruz bağrımızda
Acımız da diniyor ağrımız da.

                                           Soframda Kaval Sesi

 

Ludwıg Van Beethoven’ın Yaşamı Ve Sanatçı Kimliği

https://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/6/6f/Beethoven.jpg/200px-Beethoven.jpg Adı,  tüm  19.  yüzyıla  egemen  olan  Flemenk  asıllı  Alman  besteci  Ludwig  van  Beethoven;  16  Aralık  1770  yılında,  Bonn’da  dünyaya  gelmiştir. İlk  müzik  bilgilerini  Prenslik  kilisesinde  tenor  olan  babası  Johann  Beethoven’dan  alan  besteci,  ilk  piyano  konserini 1778’de Köln’de vermiştir.  Rovantini’den keman, Preiffer’den klavsen, van Den Eenden’den org dersleri alan besteci,  sonraları  çalışmalarını  Neefe  ile  sürdürmüştür.  1785  senesinde  ise    sarayın ikinci  orgcusu  olmuştur.  Bestecilik  eğitimi  sırasında  Carl  Phillip  Emmanuel  Bach,  J.S.  Bach,  Caldara,  Pergolesi,  Haydn  ve  diğer  usta  müzisyen  ve  bestecileri;  Fransız  ve  Viyana okullarını incelemiştir. 1787   senesinde   soylu   Breuning   Ailesi’nin   maddi   desteği   ile   Mozart’tan   yararlanması için Viyana’ya gönderilmiştir. Burada Mozart onun doğaçlama yeteneğine hayran    kalmıştır.    Mozart’ın    bu    hayranlıkla    “Bu    çocuk    dünyayı    kendinden    bahsettirecek.” dediği bilinmektedir. Fakat annesinin rahatsızlığı nedeniyle hemen geri dönmek zorunda kalmıştır. 1789’da meydana gelen Fransız Devrimi besteciyi derinden etkilemiştir. 14 Mayıs 1789’da,   Bonn   Üniversitesi’ne   öğrenci   olarak   girmiştir.   Bu   dönemde   Eulogius   Schneider’in  Alman  edebiyatı  derslerini  izlemiştir.  Schneider’in  demokratik  devrimin  ateşi ile yazdığışiirleri bestecinin ruhunda derin izler bırakmıştır.  1792  Kasımında  Waldstein  Kontu’nun  tavsiye  mektupları  ve  maddi  yardımısayesinde  tekrar  Viyana’ya  giden  besteci,  burada;  Haydn,  Schenk,  Albrechtsberger  ile  armoni, Salieri ile de vokal müzik üzerine çalışmalarını sürdürmüştür.
https://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/6/6f/Beethoven.jpg/200px-Beethoven.jpg "Beethoven'in 1820'de Joseph Karl Stieler tarafından yapılan portresi." 

Viyana’da  kaldığı  ilk  günlerinde  Bonn’dan  gelen  maaşı  ile  geçinmiştir.  Fakat  maaşı ile ilgili ödenek 1794 senesinde Fransız ordularının Ren bölgesini işgal etmesiyle birlikte  kesintiye  uğramıştır.  Babasının  ölümü  ile  kardeşleri  bestecinin  yanına  göç  etmişlerdir. Besteci, bu dönemde piyano dersi vermiş ve konserlerinden bir miktar gelir elde  etmiş,  bununla  birlikte  yapıtlarının  basılı  notalarını  da  satarak  bütçesine  katkıda bulunmaya çalışmıştır.  Besteciliğinden  önce  piyanistliği  ile  ün  yapan  Beethoven,  halk  önündeki  ilk  profesyonel  konserini  1795  senesinde  vermiştir.  Konserde  Mozart’ın  bir  parçasını, kendisinin de Op. 19, No 2 Si Bemol Majör Piyano Konçertosu’nu seslendirdiği bilinir.  Viyana’da          geçirdiği  günlerde  Prens  Lichnowski’nin  konutunda  kalmıştır.  Prens;  Beethoven’a  ilk  kez,  1796’da  Prag,Dresden  ve  Nürnberg’i  kapsayan  konser  turnesi  düzenlemiştir.  Prensin  bu  jestinden  etkilenen  besteci,  13  numaralı  Pathetique  sonatını Prens’e adamıştır.

Beethoven,  eserlerinin  yayımlanmasıyla  çağdaşlarının  aksine,  iyi  bir  kazanç  sağlamıştır. Yaşadığı dönem içerisinde eserlerinin basıldığını gören ender bestecilerden birisidir.  Clementi,  Pleyel  gibi  besteciler,Beethoven’a    yardım  amacı  ile  yayınevi kurmuşlar ve bestecinin eserlerini basmışlardır. İtalyan asıllı Francesco ve Carlo Artaria kardeşler  de  Beethoven’ın  birçok  eserlerinin  el  yazmasını  toplamış  ve  çoğunu  da  basmışlardır. İlk  kez  1800’lü  senelerde  bestecinin  kulaklarında  sağırlık  belirtileri  başlamıştır. 1802  senesinde  sağırlığının  hiç  geçmeyeceğini,  hatta  tam  tersine  tamamen  artacağınıöğrenen   besteci   ağır   bir   bunalıma   girmiştir.   Sağırlığıyla   birlikte,   bestecinin   dışdünyasıyla  ilişkisini  keserek  içine  kapandığı  dönem  başlamıştır.  Fakat    sağırlığına rağmen 1800-1802 seneleri arasında konserlerde çalarak virtüozitesini kanıtlamıştır.

Besteci,  dostu  doktor  Wegeler’e  yazdığı  bir  mektupta  üzüntüsünü  şöyle  ifade  etmiştir:  “Zavallı  bir  hayat  geçiriyorum.  İki  yıldan  beri  bütün  topluluklardan  kaçıyorum, çünkü   insanlarla   konuşabilmem   olanaksızlaştı;   ben   sağır   oldum.   Eğer   başka   bir   meslekten olsam neyse; benim mesleğimde böyle bir durum korkunç bir şey. Sayısı pek de  az  olmayan  düşmanlarım  ne  diyecekler?  Tiyatroda  oyuncuları  duyabilmek  için  orkestranın  yanı  başında  durmam  gerekiyor.  Eğer  biraz  uzakta  olursam  çalgılardan  ve  insanlardan  çıkan  sesleri  duymuyorum.  Yavaş  konuşurlarsa  çok  zor  işitiyorum.  Öte  yandan,  birisinin  kulağıma  bağırması  benim  için  dayanılması  zor  bir  şey  oluyor...  Dünyaya geldiğime çok defa lanet ettim.”

Beethoven  hiç  evlenmemiştir.  1801’de  dostu  Wegeler’e  yazdığı  bir  mektupta  sevdiği  bir  kadından  bahsetmiştir.  Bu  sevgilinin,  öğrencisi  Giulietta  Guicciardi  olduğu sanılmaktadır.   1803’te   Guicciardi’nin   Kont   Gallenberg   ile   evlenmesi,   besteciye   hayatındaki ikinci bunalımı yaşatmıştır.

 “Bu   aşk,  bu  ızdırap,  bu  bezginlik  ve  bütün  bunlara  karşı  iradesini  kullanarak  gururla  silkinme  çabaları,  bu  dönemde  yazmış  olduğu  eserlerinde  kendini  gösterir:  Cenaze  Marşı  Sonatı,  (Op.26),  Quasi  una  Fantasia  adlı  sonat  (Op.31),  Ay  Işığı  Sonatı, Do  minör  sonat  (Op.30),  Kreutzer  sonat  (Op.47)  ve  Gellert’in  güftesi  üzerine  yazılmışaltı dinsel hüzünlü melodi (Op.48).


Beethoven  yaşadığı   dönemdeki   siyasal   olaylardan   çok   etkilenerek   sınırsız özgürlük  ve  bağımsızlık  yanlısı  olmuştur.  O  dönemde  Fransa’da  genel  oy  hakkıverileceğini  ve  Napoleon’un  bunu  sağlayabileceğini  ummuştur.  Kahramanlık  (Eroica)  Senfonisi adıyla tanınan üçüncü senfonisini, Fransız İhtilali’nin kahramanı Napoleon’a adamıştır. Napoleon imparatorluk tacını giydiğinde ise “Bu da ötekiler gibiymiş! Bu da haklarımızı  çiğneyecek,  yalnız  kendi  tutkularını  yerine  getirmeye  bakacak!”  diyerek  yapıtın üzerindeki ithaf notunu karalamıştır.

Kahramanlık   ve   savaş   teması,   Beethoven’ın   yazdığı   eserlerin   bir   çoğunda hissedilmektedir. “Coriolan Uvertürü (1807), Bismark’ın “Eğer sık sık dinleseydim, daima cesur bir adam olurdum!” dediği Appasionata Sonat (Op.57) ve 1809’da yazdığı Mi bemol majör piyano  konçertosunda  (Op.73)  savaşan  ordular  canlandırılmakta,  askerler  resmi  geçit  yapmaktadır.”

Beethoven,  doğayı  taparcasına  sevmiştir.  Sağırlığının  giderek  arttığı  senelerde  kendini toplumdan soyutlayarak doğaya vermiştir. Bu dönemlerinde doğa, onun için en güçlü ilham kaynaklarından birisi olmuştur. Eserlerinde kuş cıvıltıları, rüzgar uğultularıve  fırtınalar  sık  sık  sezilmektedir.  Altıncı  senfonisi  olan  Pastroal  Senfoni,  baştan  sona  doğayı hissetirmektedir. “Beş  bölümlük  Pastoral  Senfoni’nin  ilk  bölümüne  doğayla  insan  arasındaki yumuşak  ruh  yapısı  yansır,  doğa  betimlemesi  yoktur.  İkinci  bölümde  kuş  sesleri  ve  dördüncü bölümdeki gök gürültüsü ile doğanın sesleri müzikte duyurulur.”61815  senesinden  itibaren  sağırlığı ağır  bir  tablo  çizmeye  başlamıştır. İnsanlarla ancak  yazışarak  anlaşabilmiştir.  Kendisini  tamamen  eserlerine  adamış  olan  bestecinin  bu dönemde bestelemiş olduğu eserler onun için yaşama sevinci olmuştur.

“Beethoven genel provayı yönetmek istedi. Birinci perdeden sonra, sahnede olup bitenler hakkında hiç bir şey duymadığı açığa çıktı. Hareketi geciktiriyordu; orkestra bir taraftan  onun  bagetine  uyarken,  öte  yandan  şancılar  kendi  bildikleri  gibi  seslerini  yükseltiyorlardı. Tam bir kargaşa hüküm sürüyordu.”

7  Mayıs  1824’te  9.  Senfoni’nin  temsilinde,  kendisini  alkışlayan  halkı  ancak  bir  şancının onu seyircilere döndürmesiyle fark edebilmiştir. Son  kuartetini  1826  senesinde  bitirmiştir.  Aynı  sene  içerisinde  genç  yeğeni Karl’ın  intihara  kalkışması,  besteci  için  yeni  bir  bunalım  sebebi  olmuştur.  Yeğeni  ile  birlikte  kardeşi  Johann’ın  evinde  birkaç  hafta  geçirdikten  sonra  evine  dönen  besteci,  yaklaşık üç ay sonra, 28 Mart 1827’de zatülcemb hastalığından dolayı ölmüştür. Müzik   tarihçileri   ve   eleştirmenler,   Beethoven’ın   yaşamını   ve   eserlerini   üç   dönemde   incelerler.   Birinci   dönem;   Haydn   ve   Mozart   geleneğine   bağlı   kaldığıdönemdir. Üslup benzerliği olarak gözlenen bu bağlılık zamanla özgür bir yolda ilerler ve bestecinin kişiliğini daima yansıtır.

“1795-1802  yıllarını  kapsayan  bu  dönemlerin  ürünleri  arasında  Pathetique,  Ay  Işığı,  Waldstein  gibi  çok  sayıda  sonat,  ilk  altı  yaylılar  dörtlüsü,  keman-piyano  için  Kreutzer  sonatı,  Prometheus  balesi,  piyano  için  üç  konçertosu  ve  ilk  iki  senfonisi  seçilir. ”İkinci   dönemle   birlikte   bestecinin   kişisel   üslubu   ve   romantik   eğilimleri eserlerinde  açıkça  kendisini  göstermektedir.  Bu  dönemde  besteci,  yabancı  etkilerden  arınmış; daha çok çalgısal ağırlıklı eserler ve orkestra eserleri bestelemiştir. Piyano için bestelediği  eserlerde  üslubunun  orkestra  eserlerine  yakınlaştığı  görülür.  Senfonilerinde  menuetto nun  yerine  scherzo yu  tercih  etmiştir.  1802-1817  arasında  yer  alan  ikinci  dönem  Eroica  Senfonisi  ile  başlamaktadır.  Bu  dönemin  yapıtları  olan  Pastoral  Senfoni  ve  Eroica  Senfonisi’nde  program  müzik eğilimleri  görülebilir;  fakat  bu  daha  çok  bestecinini düşüncelerini anlatabilme kaygısı olarak adlandırılmıştır.

“4. ve 5. Piyano konçertoları, Op. 53’den başlayan piyano sonatları (Op.101’i de içine  alan  sekiz  sonat),  Op.59,  Op.74  ve  Op.95  katalog  numaralı  beş  yaylılar  dörtlüsü,  Do majör Missa’sı, koral Fantezisi, Fidelio Operası, Op.61 keman konçetosu, Coriolan ve   Egmont   uvertürleri,   3-8   senfonileri   ile   bazı   trioaları   bu   dönemin   ürünleri   arasındadır.”Müzik tarihçilerinin son on sene olarak adlandırdıkları üçüncü dönem ile birlikte Beethoven’ın  eserleri  artık  klasik  üslubun  ulaştığı sınırı  ve  kendi  üslubunu  aşmayolunda  özgür  bir  biçim  kazanmıştır.  Bu  dönem  ile  birlikte  besteci,  tüm  büyük  sanatçıların    yaşamış  olduğu  olgunluk  dönemini  yaşamış  ve  eserlerinde  de  bunu  yansıtmıştır.   Bestelediği   eserlerde   biçim   zorlaması   veya   teknik   sorunların   varlığı hissedilmemektedir.

“Missa Solemnis, 9. Senfoni, Op.127, Op.130,131,132,133,135 yaylılar dörtlüleri, son piyano sonatları (Op.106-111), son yaratıcı dönemini taçlandırır.” Ludwig van Beethoven’ı  tüm  klasik  bestecilerden  ayıran  en  büyük  özelliği, yaşadığı  dönemdeki  demokratik  akımdan  büyük  ölçüde  etkilenmiş  olması  ve  bu  etkiyi  bestelediği  eserlerinde  hissettirmesidir.  Onunla  birlikte  müzik,  soyluların  eğlencesi olmaktan çıkmış, toplumun tüm katlarının ortak duygularını temsil etmeye yönelmiştir. 

nek.istanbul.edu.tr

  

Hallâc-ı Mansûr

HALLÂC-ı MANSÛR

Ebü’l-Mugıs el-Hüseyn b. Mansûr el-Beyzâvî (ö. 309/922)

Tasavvufun gelişmesine önemli katkılarda bulunan ünlü mutasavvıf. 

 

 Tamamı

 tıklayınız.

  Süleyman Uludağ
 

Gen Bencildir - Richard Dawkins

https://i.guim.co.uk/img/static/sys-images/Guardian/Pix/pictures/2015/6/8/1433761005130/00d23285-4d3a-4f4c-a2d5-bebcf3525308-2060x1236.jpeg?width=465&quality=45&auto=format&fit=max&dpr=2&s=c93e3cd1b862c76a51c35d32b70bffd6

Giriş 

Bu kitap bir bilim kurguymuşçasına ya da ona benzer bir şey gibi okunmalı. Düş gücüne seslenmek üzere tasarlandı. Ancak bilimkurgu değil;; bu kitap bilimin ta kendisi. Size kalıplaşmış bir tanım gibi görünebilir ama, "kurgudan daha tuhaf" sözcükleri benim gerçek hakkında hissettiklerimi bütünüyle yansıtıyor. Bizler yaşam kalım makineleriyiz, genler adıyla bilinen bencil moleküllerini körü körüne korumak için programlanmış robot araçlarız. Beni hâlâ şaşkınlığa sürükleyen bir gerçek bu;; yıllardır bilmeme karşın, hiçbir zaman tam alışamadım. Besleyebileceğim umutlardan biri ise, başka insanları şaşırtma konusunda başarılı olabilmek. 

Bu kitabı, yazarken varlıklarım hep yanımda hissettiğim üç düşsel okuyucuya adıyorum. Öncelikle bilime yabancı olan okuyucu. Onu düşünerek hemen hemen hiç teknik terim kullanmadım;; özel sözcükler kullanmam gereken yerlerde de söz konusu bu sözcükleri tanımladım. Neden bilimsel dergilerimizde de terimlerin büyük bir bölümünü sansürden geçirmediğimizi merak ediyorum. Bilime yabancı okuyucunun özel bilgisi olmadığını varsaydım, ancak aptal olduğunu düşünmedim. Aşırı basitleştiren herkes bilimi popüler kılabilir. Bense bazı incelikli ve çetrefil fikirleri matematik dışı bir dil kullanarak ve özlerini kaybetmeden popüler hale getirmek için çetin bir uğraş verdim. Bunda ne dereceye kadar başarılı olduğumu bilemiyorum. 

Fazlasıyla arzuladığım bir başka amaca, kitabın konusunun hakettiği oranda eğlendirici kılınması ve okuyucunun "yakalanmasının" sağlanması amacına ulaşıp ulaşmadığını da kestiremiyorum. Uzun zamandır, biyolojinin başkaları için de gizemli bir öykü kadar heyecanlandırıcı olması gerektiğini düşünüyorum, çünkü biyoloji gizemin ta kendisidir. Konunun verebileceği coşkunun küçücük bir parçasından daha fazlasını açığa çıkarabildiğimi düşünmeye cesaretim yok. 

İkinci düşsel okuyucum uzmandı. Analojilerimin ve mecazlarımın bazılarını okuduğunda soluğunu tutan, acımasız bir eleştirmen. En çok sevdiği tabirler şunlar oldu: "istisnai olarak", "ancak, diğer taraftan..." ve utanma ya da dehşet dolu bir "un!" Onu dikkatle dinledim, hatta bütün bir bölümü onun için yeniden yazdım ama sonunda öyküyü kendi düşündüğüm şekilde anlatmam gerekiyordu. Uzman, yine de olayları koyuş tarzımı görünce memnun kalmayacak. Benimse en büyük umudum, onun bile kitapta yeni bir şeyler bulması, belki aşina olduğumuz fikirlere yeni bir bakış, belki de yeni fikirlerin oluşması. Bu ulaşılmaz bir amaç mı? Öyleyse, en azıdan kitabın uzmanımızı bir trende eğlendireceğini umabilir miyim? 

Zihnimdeki üçüncü okuyucu, bilimle ilgisi olmayan okuyuculuktan uzmanlığa geçmekte olan bir öğrenciydi. Eğer hangi alanda uzman olacağına henüz karar vermemişse, benim alanım olan zoolojiye ikinci bir kez bakması için onu cesaretlendirebileceğimi umuyorum. Zooloji çalışmak için hayvanların genelde benzeşebilmesi ve bu alanın olası 'yararlılığı' dışında daha iyi bir neden var. Bu neden, biz hayvanların bilinen evrendeki en karmaşık ve mükemmel tasarlanmış makine parçalan olduğumuz. Bu sözcüklerle açıkladığımızda, neden başka şeyler üzerinde çalışıldığını görebilmek zor! Kendini zaten zoolojiye adamış öğrenci için kitabımın eğitsel bir değeri olacağını umuyorum. O, benim yaklaşımlarımı temellendiren özgün makaleler ve teknik kitaplarla çalışmak zorunda. Özgün kaynakları özümsemede güçlük çekiyorsa, belki benim matematik dışı yorumlarım, bir giriş ve ek olarak, yararlı olabilir.

Üç farklı okuyucuya çekici görünmeyi denemek, bildik tehlikeleri de beraberinde getirecektir. Sadece bu tehlikelerin farkında olduğumu, fakat denemenin avantajları karşısında hafif göründüklerini söyleyebilirim. 

Ben bir etoloğum ve bu da hayvan davranışları üzerine bir kitap. Eğitimimi aldığım etolojik geleneğe karşı duyduğum borç, kitap boyunca hissedilecektir. Özellikle, Oxford'da on iki sene boyunca yönetiminde çalıştığım Niko Tinbergen'in, üzerimdeki etkisinin boyutları düşünülemez. "Yaşamkalım makinesi" deyimi onun kendi sözcükleri değil;; ama pekâlâ da onun olabilirdi... Ancak etoloji, son yıllarda, geleneksel etolojik kaynakların dışındaki kaynaklardan gelen fikirler sonucu dinçleşmiştir. Bu kitap, büyük ölçüde bu taze fikirleri temel almıştır. Yaratıcıları metinde gereken yerlerde anılmıştır ve G. C. Williams, J. Maynard Smith, W. D. Hamilton ile R. L. Trivers başlıcaları olarak belirmektedir. 

Çeşitli insanlar kitabın ismi için önerilerde bulundular. Bunları, şükran duyarak, bölüm başlıkları olarak kullandım: "Ölümsüz Sarmallar", John Krebs; "Gen Makinesi", Desmond Morris; "Gencilik", Tim Clutton-Brock ve Jean Dawkins (Birbirlerinden bağımsız olarak ve Stepnen Potter'dan özür dileyerek).

Düşsel okuyucular, tutucu umutların ve isteklerin hedefleri olabilirler, ancak gerçek okuyucu ve eleştirmenlerden daha az pratik yararları vardır. Bir düzeltme çılgınıyım. Marian Dawkins, her sayfa için, sayısız taslaklar ve son taslaklarla uğraşmak zorunda kaldı;; biyolojik literatür üzerine olan önemli bilgisi ve kuramsal sorunları anlaması, hiç bitmeyen yüreklendirmesi ve moral desteği ile birlikte, benim için vazgeçilmez olmuştur. John Krebs de tüm kitabı taslak halinde okudu. Konu üzerine olan bilgisi benimkinden fazladır ve önerileri iğneleyici olmaktan uzak ve cömertçe olmuştur. Glenys Thomson ve Walter Bodmer, genetik konulan ele alış tarzımı nazikçe, fakat ısrarla eleştirdiler. Korkarım ki, düzeltmelerimi yine doyurucu bulmayacaklar, fakat bir parça daha geliştirilmiş bulacaklarını umuyorum. Harcadıkları zaman ve gösterdikleri sabır için şükran borçluyum. John Hawkins yanlışlığa yol açabilecek ifadeleri saptamada şaşmaz bir göz oluşturdu ve yeniden yazılmaları için mükemmel yapıcı önerilerde bulundu. Maxwell Stamp'den daha uygun bir "bilim adamı olmayan zeki okuyucu" düşünemezdim. İlk taslağın üslubunda fark ettiği genel ve önemli bir kusur, son şekil için çok yararlı oldu. Belirli konular için yapıcı eleştiriler getiren ve uzman tavsiyeleri sunanlar ise şöyleydi: John Maynard Smith, Desmond Morris, Tom Maschler, Nick Blurton Jones, Sarah Kettlewell, Nick Humphrey, Tim Clut-ton-Brock, Louise Johnson, Christopher Graham, Ge-off Parker ve Robert Trivers. Pat Searle ve Stephanie Verhoven ise, sadece metni daktilo etmekle kalmadılar, bunu yaparken de eğleniyormuş gibi görünerek beni yüreklendirdiler. Son olarak, Oxford University Press'den Michael Rodger'a, taslağı eleştirerek yardımcı olmasının yanı sıra, bu kitabın üretiminin tüm aşamaları ile ilgilenerek görevinin gerektirdiğinin çok ötesinde çalıştığı için teşekkür ediyorum...Richard Dawkins

 

TIK

Gen Bencildir


Göçmenler - Robert Frost


Ne yelkenli ne de buharlı gemi yok
İnsanları bize daha çok topladık
Ama Hacı Mayflower'ı bir rüyada gördü
Onun kıyıya can atan konvoyu oldu

TIK

Mayflower 

 

25 Mart 2021

Claude Debussy "İzlenimcilik" (empresyonizm)

19. yüzyıl sanat dallarındaki yenilikler, müzik sanatına da yansımıştır. Kendi çağına kadar süregelen armoni ve form kurallarını aşarak 20. Yüzyıl müziğinin kapısını açan Claude Debussy, 11 yaşında Paris Konservatuvarına girmiş, Marmontel’in piyano, Lavignac’ın solfej, Durand’ın armoni öğrencisi olmuştur. Paris konservatuvarının yetenekli genç bestecilere verdiği Roma Ödülü’nü (Prix de Rome) kazanmak üzere Giraud’nun kompozisyon sınıfına giren Debussy, geleneksel armoninin kurallarıyla bağdaşmayan özel akorlar kullanmaya başlayınca, öğretmeninin “ilginç ama kuramlar yönünden saçma” demesi üzerine, “kuramlar önemli değildir. İşitme temeldir. Asıl kuram sanatçının duyuşlarıdır” karşılığını vermiş, böylece ancak kendisince önemli saydığı şeyler üzerinde duracağını, içinden geldiği gibi yazacağını, başka bir yol tutmak istemediğini belirtmiştir (Say müzik ansiklopedisi). Debussy 1884 yılında Roma Büyük Ödülü’nü l’Enfant Prodigue (Savurgan Çocuk) kantatıyla kazanmıştır. Bunun ardından sembolist şairlerin ve izlenimci ressamların bulunduğu ortamlara girmiş, yaşantısı ve sanatında izlediği yol bakımından bu sanatçıların yaklaşımlarından da etkilenmiş ve yavaş yavaş yolunu çizerek izlenimci müziğin öncülüğünü yapmıştır.

 Debussy, Fransız müziğini Fransızlara veren besteci olarak anılır. Debussy’e ilk büyük başarısını, Fransız edebiyatının ünlü bir sembolist şairi Stéphane Mallarmé’nin aynı adlı eserinden esinlenerek yazdığı “Prelude a l’apres midi d’une faune” (Bir Pan’ın Öğleden Sonrasına Prelüd)adlı orkestra eseri kazandırmıştır. Mallarmé’nin bu şiiri 1876’da ressam Manet’nin resimleriyle yayınlanmıştır. Pierre Boulez’nin “yeni müziğin temel taşlarından biri” diye belirttiği bu eser, sıcak bir öğleden sonrasında orman perilerini kovalamaktan yorgun düşerek uyuyakalan Pan’ın ihtiras ve tutkusunu yansıtmaktadır (Lockspeiser 1936: 130).

 Mallarmé’nin bu şiiri, bir orman perisinin erotik düşlerini anlatır. Debussy bu şiirin uyandırdığı izlenimle, hem kır perisinin yaz sıcağındaki uykulu ortamını yansıtmış hem de şiirin yapısını müziğe aktarmıştır. Giriş ve sonuçtaki düşünceli, uykulu hava, orta bölümdeki tutkulu doku, şiirin anlatım temposuna tıpatıp uyar. Flüt, arabesk üslupta, kromatik bir dizi ile (Pan/ Kır Perisi) Faunus’u simgeleyen temaları çalar. Faunus’lar, Roma mitolojisinde, ormanlarda, dağlarda, su kenarlarında dolaşan Yunan Satirleri’ne benzer, tanrıyla cin arası, kırsal yaratıklardır (İlyasoğlu 1996: 202).

 “Prelude a l’apres midi d’une faune” senfonik eserinin birinci ve onbirinciölçülerde duyulan bu tema Debussy’nin melodik lietmotiflerinden biridir. Bu lietmotifi Nuages (Bulutlar) ve başka eserlerinde de duyurmuştur.

 Debussy’in edebiyat ile olan ilişkisi sadece sembolist şairlerle değildir. Çağın yazarlarından Marcel Proust ile Debussy, oyun yazarı Rene Peter’in evinde tanışmışlardır. 1890 yıllarının ortalarında Debussy’nin müziğine ilgi duymaya başlayan yazar Proust yaşamının son 15 yılında sürdürdüğü romanın a l’a Recherche du temps perdu (Kayıp Zamanın İzinde) yazarıdır. Proust’un rastlantısal olarak karşılaştığı bir insanın, bir peyzajın, elle tutulur bir nesnenin, bir koku, tını ya da tadın, irade dışı bir belleği ve hayal gücünü devinime geçirdiğini gözlemlediğimiz gibi, Debussy’nin de izlenimlerinden kaynaklanan hayal gücünün imgeleri de benzer biçimde oluşmaktadır.

 Debussy’nin piyano eserleri, teknik açıdan yeni piyanistliğin de öncüsüdür. Eserlerinde yorumcunun hem parmak hem de pedal inceliklerini uygulamasını sağlamıştır. Reflets dans l’eau (Sudaki yansımalar), La soireé dans Grenade (Grenade’da Akşam), Poissons d’or (Altın balıklar), ve La Cathédrale Engloutie (Batık Katedral), Prelüdler, Masques(Maskeler) Debussy’nin hayal gücünün ve imgelerinin nereye kadar uzandığını ve zenginliğini sergilemektedir. Debussy’nin eserlerinin başlıkları bile Empresyonist ressamların seçtikleri konuları akla getirir: Nuage (Bulut), Esquisses (Eskizler), Jardins sur la pluie (Yağmur altında bahçeler), La Mer (Deniz), Des pas sur la neige (Kardaki ayak izleri), Voiles (Tüller), Brouillards (Sisler).

 Debussy Images (İmajlar)’ları yayınladığı sırada, “Belki de günün birinde, piyano yapıtlarımın bir bölümünü Schumann’ın, bir bölümünü de Chopin’in yanına dizerler” diye bir öngörüde bulunmuştur. Bu kuşkucu ve nesnel görüşlü sanatçının, kendisiyle ilgili değer yargısı ve müzik dünyasında kendisine bahşettiği yer doğruçıkmıştır. Debussy’nin sanatı gerçekten de her iki romantik ustaya da yakındır. Bir yönüyle, dış etkenlerin kolayca harekete geçirdiği ozansal bir derinliği olan Schumann’a, diğer yönden de daha nesnel ama duyarlı bir zenginliğin ve soyluluğun içindeki Chopin’e (Pamir 1998: 215). 

Debussy’nin yazı tekniği kontrpuandır, yani barok stilidir. Debussy bu alanda, orkestralamada Berlioz, piyano yazımında Chopin, melodilerde Massenet ve halk müzikleri; çokseste Mozart gibidir. Adeta bir müzik mozaiği olan bu stilin yeni olan tarafı ise, tonalite dışında kalan akorları,parçaları veya parçacıkları ilk olarak sunması ve ton duygusunu yıkması, akorlarınparelel olarak ilerlemeleri, parelel dörtlü ve beşlilere sıkça yer vermesi, Uzakdoğu ve ortaçağ dizilerini kullanması, atonaliteye ve 12 ton sistemine kapıyı açmasıdır (Kaygısız 2009: 272). 

Debussy için tını ve renk çok önemlidir. Orkestrayı küçültmeyi denemiş, orkestralamadaheyecanlandırıcı güçlü etkiler yerine saf tınıları tercih etmiştir. Çalgı birleşimleri konusunda büyük titizlikle hareket ederek ses renklerinin karışmasını önlemiş, çalgının özgün tınısını korumaya çalışmıştır (Çevik 2007: 106).

 Resimde bazı bölümlerin atlanarak yapıldığı, hikayeye yer verilmediği gibi nitelikler ise izlenimci müzikte orkestranın küçültülmesini, madensel üflemeli çalgılardan kaçınılarak tahta üflemelilerle yetinilmesi, çok kısa cümleli yatay çizgiler kullanılması bestecinin “tını dolgunluğuna” değil, “tını saflığına” yönelmesini simgeler. Debussy, “Müzikçiler tını ayrışımını bilmiyorlar. Tınının safiyetini unutuyorlar. Bense her rengi saf halindevermeyi amaçlıyorum.” demiştir(Say 2003: 456). 

Debussy, gençlik dönemi yapıtlarından başlayarak geleneksel tonal armoninin dışında kalan akorlara yönelmiş, tonal armoninin temeli olan üçlü aralığa tümüyle sırt çevirmiştir. Müzik diline yeni yollar açan besteci, daha sonraki yapıtlarında da, paralel yedili, dörtlü ve beşli akorları uygulamış, tamperdeli dizileri kullanarak hem Güneydoğu Asya müziğinden hem Ortaçağın kilise makamlarından yararlanmıştır (Say 2003: 259).

 Hem zihinsel bir temele oturan, hem de doğayla iç içe kenetlenmiş olan bir müzik anlatımını Debussy, büyük bir kişiliğe sahip olmakla beraber, tek başına gerçekleştiremezdi. Klasik ve Romantik çağlarda olduğu gibi, bu akımda da sanatçılar ve tüm sanat dalları bir kez daha birleşmiştir. Bu dönemde, bir yandan Verlaine ve Baudelaire’in müzikle dolu dizeleri dinlenirken, öte yandan da her türlü geleneği aşan, Hiroshiges ve Hokusais’in gravürlerine büyük hayranlık duyulmaktadır. Sonradan Hokusais’in Büyük Dalga’sı, Debussy’nin ünlü La Mer (Deniz) adlı senfonik şiirinin partisyon kapağını süsleyecektir. 19.yüzyılda Avrupa’nın Japonya ile ticarete başlamasının bir etkisi olarak, yenilikçi ressamların Japon estampları ilgisini çekmiştir (Ayayadın 2015: 93). Bütün sanatçılar bir akımın çevresinde birleşmişlerdir. Claude Monet’nin Su Perileri ile Debussy’nin Reflets Dans l’Eau (Suda Yansımalar) yapıtları, içerdikleri hava bakımından birbirlerine ne kadar yakınsalar, Mallarmé’nin şiirindeki Pan’ın büyüsü de yine, Debussy’nin Bir Pan’ın Öğleden Sonrasına Prelüd adlı senfonik şiirine aynen yansımıştır. Ancak Debussy’e özgü üstün bir duyarlılık ve işitsel incelik, bu dizelerin tüm gizini algılayabilir ve müzik diline çevirebilirdi. İzlenimciliğin bu karşılıklı iletişim örnekleri sayısızdır ve bestecinin her yapıtının doğuşunda böyle bir kaynak gizlidir (Pamir 1998: 215).idildergisi.com

"Pelléas et Mélisande" - Debussy - YouTube 

Müzikte izlenimcilik, resim sanatındaki ışıktan gölgeye, ya da gölgeden ışığa kaymaları, birbirinden kopuk gibi duran lekelerin oluşturduğu bütünselliği, kesin çizgilerden kaçışı ve renk düşkünlüğünü, renk sevgisini bilinçle yansıtmıştır. İzlenimci müzikte ritim ve ölçüm, belirsizliğe eğilim gösterir. Tını renkleri bir tutkudur. İncelikli, uçucu yumuşak renkler, doğa varlıklarının suda yansıması gibidir; hatta biraz da belli belirsizdir. Kimi yerde sessizliktir(Aktaran: Say, 2003)

Claude Debussy için video sonucu

The best of Claude Debussy