04 Ocak 2019

T. S. Eliot Şiirleri


Terli yüzlere vuran meşale kızıllığından sonra, 

Bahçedeki buzlu sessizlikten sonra, 

Taşlı topraktaki can çekişmeden sonra, 

Bağırmalar ve ağlamalar, 

Zindan ve saray ve yankılanması, 

Gökgürültüsünün baharda, uzak dağlarda, 

Yaşayan o adam artık öldü. 

Yaşayan bizler artık ölmekteyiz, 

Nerdeyse tükenmekte sabrımız...Çorak Ülke

 

Dalgaların sırtında dolaştıklarını gördüm ummanda 

Dalgaların ak saçlarını tarayaraktan 

Rüzgârla suların ağarıp karardığı an 

Oyalandık sarayında denizin 

Kendimizi yosun duvaklı su perileri dünyasında bulduk 

Uyandırıncaya dek insan sesleri bizi, ve boğulduk... J. Alfred Prufrock'un Aşk Şarkısı 

 

Bizler içi oyuk adamlarız 

Bizler içi doluk adamlarız 

Birlikte eğilen 

Kafaları saman tıkılı. 

Yazık! 

Kurutulmuş seslerimiz 

Birlikte fısıldaşınca 

Sessizdir, anlamsızdır 

Yel nasılsa kuru otlarda 

Ya da sıçan ayakları cam kırımlarında 

Kuru kilerimizde...Oyuk Adam 


Isaac Newton

Biz bilim insanları kumsalda çakıl taşları arayan çocuklar gibiyizdir. Eğer ben, arkadaşlarımdan biraz daha fazla, biraz daha renkli çakıl taşları toplayabildiysem bunun nedeni dizlerime kadar suya girmeye cesaret edebilmiş olmamdır.


Albert Camus


Kendisinin, Caligula'nın Malentendu'nün (Anlaşmazlık) ve Sisyphos Söylencesi'nin ilk sözlerinin, umutsuzluk sözleri olması, yaşamın, uyanık insanın sürdürdüğü yaşamın umutsuzluğa karşı, daha doğrusu umutsuzluk önünde kendisini ortaya koyması gerektiği içindir...Denemeler

Mutluluk, dünyayı, ondan hiçbir şey beklemeden sevmektir. Yansız, yakıcı güneşin altında, insanı, denizi ve toprağı kucaklamak...Denemeler

İnsanın her zaman isteyebileceği, ancak, zaman zaman bulacağı bir şey varsa, o da insan sevgisidir. Mızmızlığa kaçmayan bir sevgi, büyük sorunlarda ve günün olayları içinde kendi vicdanıyla çekişen insanın etkin sevgisi...Özgürlük ve Devrim

Gecenin kokuları, toprak ve tuz kokuları
şakaklarımı serinletiyordu... İşaretler ve
yıldızlarla yüklü olan bu gecede kendimi
ilk kez olarak, dünyanın tatlı kayıtsızlığına
açıyordum. Dünyayı kendime böylesine eş,
böylesine kardeş bulunca, anladım ki,
eskiden mutluluğa ermişim.
Hatta hâlâ da mutluydum...
Özgürlük ve Devrim


Albert Camus’nün İsveç Söylevi’ni Sabahattin Eyüboğlu ve Vedat Günyol’un Türkçesinden söylevin de yer aldığı Denemeler’inden (Say Yayınları) 
 
"Ben kendi hesabıma sanatım olmadan yaşayamam. Ama, bu sanatı her şeyin üstüne koymuş da değilim. Tersine, onsuz edemeyişim, onun beni herkesle bir etmesi ve olduğumdan başka türlü olmaksızın herkesle bir düzeyde yaşatmasıdır. Sanat, benim için tek başına tadı çıkarılan bir şey değildir. Sanat bence, en büyük sayıda insanı, ortak acılar ve sevinçlerle coşturacak görüntüleri, biçimleri bulmaktır.

Demek ki sanat, sanatçıyı insanlardan ayrılmamaya zorlar; onu, en gündelik ve en evrensel gerçeğe bağlar. Ve çok kez, kendilerini başkalarından ayrı gördükleri için, sanatı seçenler kısa bir zaman sonra anlarlar ki, sanatlarını ve başkalıklarını ancak herkesle benzerliklerini ortaya koyarak gösterebilirler. Sanatçı, kendini bu başkalarına gidip gelme ile yoğurur : Vazgeçemediği güzellik ve kopamadığı topluluk arasındadır. Onun için gerçek sanatçılar hiçbir şeyi küçük görmezler; yargılamaya değil, anlamaya çalışırlar. Ve dünyada tutacakları bir yer varsa, o da, Nietzsche'nin çok güzel söylediği gibi, yargıcın değil, işçi olsun aydın olsun, yaratıcının başa geçeceği bir dünya olacaktır.

Buna inandık mı, yazarın rolü, ister istemez, güçleşiyor. Sanatçı, tanımı gereği, bugün tarihi yapanların buyruğuna giremez : Tersine, ona katılanların buyruğundadır. Yoksa, tek başına ve sanatının uzağında kalır. Zorbalık milyonlarca adamı ile birlikte onu yalnızlığından ayıramaz, onlara ayak uydurmaya kalkışsa bile, hatta, asıl o zaman. Ama, dünyanın öbür ucunda hapse girmiş ve hor görülmüş, bilmediğimiz bir insanın çıkmayan sesi; yazarı, yalnızlığından kurtarmaya yeter, hiç değilse, özgürlüğün sağladığı olanaklar içinde, o çıkmayan sesi unutmamayı ve onu sanat yoluyla duyurmayı başardıkça.

Hiçbirimiz böylesine büyük bir işin adamı değiliz. İster bütün ömrünce ünsüz ya da bir zaman için ünlü olsun, ister zorbaların zincirlerine vurulsun, ister bir süre dileğini özgürce söylesin, yazar kendini haklı ve canlı bir topluluk içinde duyabilir; bu da, yazarın, elinden geldiğince, sanatının büyüklüğünü yapan şu iki görevi yüklenmesiyle olur : Gerçeği ve özgürlüğü. Sanatçının işi en büyük sayıda insanı toplamak olduğu için, yalanla ve kölelikle uzlaşamaz, çünkü, yalan da kölelik de, bulundukları yerde yalnızlıkları çoğaltırlar. Tek tek olarak sakatlıklarımız ne olursa olsun, soylu yazarlık sanatı, korunması güç olan şu iki ödeve bağlı kalacaktır : Bile bile yalan söylememek ve insanın insanı ezmesine karşı koymak."
 
*

Her yazarın, ister istemez, kendini anlattığı ve kitaplarında yalnız kendisi olduğu düşüncesi bize
romantizmin bıraktığı çocukça inançlardan biridir.
 
 *

Karşı koyanı olmadıkça Tanrının bir yanı eksik geliyor bana

(Prometheus Kafkasya’da) Lukianos

Bugünün insanı için Prometheus nedir? Gerçi, Tanrılara kafa tutan bu adam çağdaş insanın örneği sayılabilir. Binlerce yıl önceki bu kafa tutma bugün tarihin eşsiz bir sarsıntısı ile sona eriyor da diyebiliriz. Ama, bir yandan da, öyle geliyor ki, bu ezilmiş insan bizim aramızda da ezile gitmekte; dünyaya saldığı çığlığa, insan başkaldırısının büyük çığlığına hâlâ sağırız hepimiz.

Gerçekten bugünün insanı sayısız yığınlar halinde bu daracık yeryüzünde çile dolduruyor. Ateşten, yiyecekten yoksun bu insan için özgürlük hiç de acelesi olmayan bir lükstür. Çok daha çekecekleri var insanların; özgürlük ve onun son tanıkları da azalacak gittikçe. Prometheus insanlara ateşi ve özgürlüğü, teknikleri ve sanatları bir arada verecek kadar onları seven bir kahramandı. Bugünkü insanlıksa, yalnız tekniğe gereksinim duyuyor, yalnız onun kaygısında.

Başkaldırmasını makineleri içinden yapıyor. Sanatı ve ona bağlı her şeyi bir engel, bir kölelik belirtisi sayıyor. Prometheus’un özelliği, tam tersine, makineyi sanattan ayırmasıdır. Onca, bedenler ve ruhlar bir arada özgürlüğe kavuşabilirler. Bugünün insanı, önce bedenin kurtulması gerektiğini sanıyor. Bu uğurda ruhun bir süre için ölmesine bile razı oluyor. Ama, ruh bir süre için ölebilir mi? Doğrusunu isterseniz, Prometheus yeniden gelecek olsa, bugünün insanları ona Tanrıların yaptığını yapardı. İlk simgesi olduğu insanlık adına onu kayaya çivilerlerdi. Bu yenilmiş insana küfür edecek düşman sesleri, Aiskhylos’un tragedyasının eşiğinde çınlayan seslerin aynı olurdu : Gücün ve şiddetin sesleri.

Acaba kısır mevsim, çıplak ağaçlar, dünyanın kışı mı yıkıyor beni? Ama, bu ışık özlemi hak veriyor bana. Bir başka dünyayı, benim gerçek yurdumu anlatıyor bana. Başka insanlar için hâlâ bir anlamı kaldı mı o dünyanın? Savaşın başladığı yıl, Odysseus’un izlerinde dolaşmak için gemiye binmek üzereydim. O günlerde yoksul bir delikanlı bile bir denizi aşıp ışıklı dünyalara gitmeye kalkabilirdi.

Ama, ben de o zaman herkesin yaptığını yaptım. Binmedim gemiye. Cehennemin açılan kapısında tepinen kuyrukta yerimi aldım. Yavaş yavaş girdik hepimiz ve öldürülen ilk günahsızın çığlığı ile kapı kapandı arkamızdan. Cehennemdeydik artık, bir daha da çıkmadık içinden. Altı uzun yıldır alışmaya çalışıyoruz ona. Mutlu adaların sıcak hortlakları çok uzaklarda, ateşsiz ve güneşsiz uzun yılların arkasında görünüyor bize.

Bu ıslak ve karanlık Avrupa’da insan nasıl, yaşlı Chateaubriand’ın Yunanistan’a giden Ampere’e söylediği şu sözü anımsayınca hüzünle ürpermez, aynı acıyı duymaz : «Benim Attika’da gördüğüm hiçbir şeyi bulamayacaksınız. Ne o zeytin ağaçlarının bir yaprağını, ne de üzümlerin bir tanesini. Benim zamanımın otuna bile özlem duyuyorum. Bir çalıyı bile yaşatmaya gücüm yetmedi.»

Biz de taze kanımıza karşın, bu son yüzyılın korkunç yaşlılığına gömülü, bütün çağların otunu, salt kendisi için görmeye gideceğimiz zeytin yaprağını arıyoruz. Her yerde, her yerde onun çığlıkları, acısı, korkuları. Bu yığın yığın yaratıklar arasında cırcırböceklerine yer yok artık. Tarih, üstünde fundalık bitmeyen kısır bir topraktır. Bugünün insanı yine de tarihi seçti. Ondan ayrılamazdı festen, ayrılması da gerekmezdi. Ama, tarihi kendi buyruğu altına alacak yerde, her gün biraz daha onun kölesi olmaya razı oluyor.

İşte, bunda ihanet ediyor Prometheus’a, «bu atılgan düşünceli ve uçarı yürekli» insanoğluna. Bunda dönüyor bugünün insanı, Prometheus’un kurtarmak istediği insanların zavallılığına. O insanlara ki, «düşlerde yaşar gibi bakmadan görüyor, duymadan dinliyorlardı.» Provence’da bir akşam, pürüzsüz güzel bir tepe, bir parça deniz mavisi yetiyor insana her şeyin yeni baştan yapılması gerektiğini anlatmaya. Bedenin isteklerini karşılamak için ateşi yeniden bulmak, tezgâhları yeniden kurmak zorundayız. Attika, özgürlük ve meyveleri, ruhun ekmeği bir başka zamana. Elimizden ne gelir? Kendi kendimize bağırmaktan başka ne yapabiliriz, onları hiçbir zaman bulamayacağız ya da başkaları bulacaklar diye. Hiç değilse bu başkalarının onlardan yoksun kalmamasına çalışmaktan öte çare yok. Ne yapabiliriz? Bunlar hiç olmayacak artık, ya da başkalarının olacak diye yerinmekten ve hiç değilse bu başkalarının onlara kavuşmasına çalışmaktan başka ne gelir elden diye. Bunu acı ile duyan, yine de küsmeden yaşamaya çalışan bizler, çok mu geç geldik, çok mu erken?

Çalılıkları yeşertmeye gücümüz yetecek mi? Zamanımızda yükselen bu soruya Prometheus’un karşılık vereceğini düşünün. Gerçekte bu karşılığı çoktan vermiş o : «Size yeni düzeni ve kalkınmayı vaat ediyorum ey ölümlüler! Eğer, bunu kendi elinizle yapacak kadar usta, değerli ve güçlü iseniz.»

Kurtuluşun bizim elimizde olduğu doğruysa, çağımızın bu sorusuna ben evet diyeceğim, tanıdığım birkaç insanda gördüğüm kafalı güce, bilgili yiğitliğe güvenerek.

«Evet doğruluk! diye bağırır Prometheus, ey anam benim! Görüyorsun bana neler çektirdiklerini!»

Hermes ise alay eder kahramanla : «Şaşıyorum sana, madem kâhindin, neden önceden görmedin bu çektiklerini?»

«Biliyordum» diye karşılık verir asi Prometheus. Benim sözünü ettiğim insanlar da adaletin oğullarıdır. Onlar da bile bile herkesin derdiyle dertleniyorlar. Biliyorlar ki gözleri yoktur onun, Prometheus’un ve onun adaletini atıp yerine akim bulduğu adaleti koymak gerekir, işte, Prometheus bu yoldan çağımızın insanı oluyor.

Söylencelerin kendi yaşamları yoktur. Onlara bizim can ve kan vermemizi beklerler, yeryüzünde onların çağrısına bir tek insan karşılık verdi mi, özlerini taptaze sunarlar bize. Bizim işimiz bu özü korumak ve yeniden dirilmesi için ölüm uykusuna dalmamasını sağlamaktır. Bugünün insanım kurtarmanın olanaksız olduğunu düşünüyorum kimi zaman. Ama, bu insanoğulları ruhça ve bedence kurtarılabilir hâlâ. Onlara mutluluk ve güzellik yollarını açabiliriz. Güzelliksiz ve özgürlüksüz yaşamaya razı olursak, Prometheus söylencesi daha başkalarıyla birlikte bize insanın ancak bir zaman için paramparça edilebileceğini, insanın tümüne yararlı olmadıkça, hiçbir şeye yararlı olunamayacağını anımsatır bize.

İnsan ekmek ve çalı istiyorsa ve eğer ekmeğin daha zorunlu olduğu doğru ise çalının anısını korumayı öğrenelim. Tarihin en karanlık günlerinde Prometheus insanları, zor işlerini duraksamadan toprağa ve durmadan biten ota bir yanlarıyla bağlı kalacaklardır. Zincire vurulmuş kahraman, Tanrının yıldırım ve şimşeklerinde, insana olan o rahat güvenini yitirmez.

Onun için, Prometheus bağlandığı kayadan daha sert, dalağını yiyen akbabadan daha sabırlıdır. Tanrılara başkaldırmaktan daha önemli olan şey bizce, bu sürekli diretmedir. Ve bu hiçbir şeyi ayırt etmeme ve atmama gücüdür ki, insanların dertli yüreğini dünyanın ilkyazıyla uzlaştırmış ve uzlaştıracaktır...Albert Camus

*


Prometheus insanlara ateşi ve özgürlüğü, teknikleri ve sanatları bir arada verecek kadar onları seven bir kahramandı.Bugünkü insanlıksa, yalnız tekniğe gereksinim duyuyor, yalnız onun kaygısında. Başkaldırmasını makineleri içinden yapıyor. Sanatı ve ona bağlı her şeyi bir engel, bir kölelik belirtisi sayıyor. Prometheus'un özelliği, tam tersine, makineyi sanattan ayırmasıdır. Onca, bedenler ve ruhlar bir arada özgürlüğe kavuşabilirler. Bugünün insanı, önce bedenin kurtulması gerektiğini sanıyor.

Napolyon, Fontanas'a şöyle demiş : «Bilir misiniz dünyada en çok sevdiğim şey nedir? Sadece kaba güçle hiçbir şeyin kurulamaması, iki şey dünyayı egemenliğinde tutar : Biri kılıç, biri düşünce. Kılıç, eninde sonunda düşünceye yenilir.

İstediğimiz şey ise artık hiçbir zaman kılıç önünde boyun eğmemek, aklın hizmetine girmeyen güce hiçbir zaman hak vermemektir.

Tuttuğumuz yanın büyüklüğü karşısında, her halde, karakter gücü unutulmamalıdır. Seçim kürsülerinde, kaş çatmalarla, yıldırılarla gösterilen güçten söz etmiyorum, beyazlığın ve özsuyunun gücü ile bütün deniz rüzgârlarına karşı koyandan söz ediyorum. Dünyanın bu karakışında meyveyi hazırlayacak olan odur.

Bir adamın yaşamını bir ideolojiye kul köle etmek, onu soyutlaştırmak değil de nedir? İşin kötüsü, biz,ideolojiler, hem de toptancı ideolojiler çağındayız.

Bu ideolojiler, kendilerine, dar kafalarına, budalaca mantıklarına o kadar güveniyorlar ki, dünyanın esenliğini yalnız kendilerinin başa geçmesine ve başkalarının boyun eğmesine bağlı
görüyorlar.

Peki ama, polemik nasıl bir makinedir, nasıl işler? Karşısındakine düşmanmış gibi bakacaksın, onu basitleştirecek, hiçe sayacaksın, yani görmek bile istemeyeceksin. Kötülediğin kimsenin artık gözünün rengini bile bilmez olacaksın. Hiç güldüğü olur mu, gülerse acaba nasıl güler diye düşünmeyeceksin. Polemik yüzünden, çoğumuzun gözünü perdeler bürümüş, artık insanlar arasında değil, bir gölgeler dünyasında yaşıyoruz.

Bugünün tarihi ise yıldırmadan başka bir şey bilmiyor. İnsanlar, ortak bir şeyleri olduğu ve bir şeyde her zaman buluşabilecekleri düşüncesiyle yaşar ve ancak bununla yaşamasını bilirler.Artık insanların değil, bir düşüncenin adamıdırlar. Bu düşünce de, yumuşamak nedir bilmeyen bir istemin buyruğundadır. İnsanlara boyun eğdirmek isteyenin kulağı sağırdır.

İnsan, ne Tanrının, ne de akılcı düşüncenin yardımı olmadan, tek başına kendi değerlerini yaratabilir mi? İşte, bunun karşılığını vermeye hiçbirimizin gücü yetmiyor.

Uygarlıklar, düşüncelerin çatışması, düşüncenin kanamasıyla, acı ve yürek ile kurulur.

XVII. yüzyıl, matematik çağı, XVIII. yüzyıl fizik çağı, XX. yüzyılımız korku çağıdır. Diyeceksiniz ki
korku bir bilim değildir. Ama, bu korkuda bilimin payı var. Çünkü kuramsal alandaki son gelişmeleri onu kendi kendini yadsımaya götürdü; pratik alandaki gelişmeleri ise, bütün dünyayı yok edebilecek duruma geldi. Üstelik, korku bir bilim sayılmasa bile, onun bir teknik olduğu su götürmez.

Yaşadığımız dünyada en göze çarpan şey, çoğu insanların, her çeşit inanç sahipleri dışında, gelecekten yoksun olmalarıdır. Geleceğe el atmayan, gelişme, iyileşme umudu olmayan bir yaşamın ne değeri olabilir? Aşılmaz bir duvarın önünde yaşamak köpekçe yaşamaktır.

Doğrusunu isterseniz, benim kuşağımdakiler ve bugün atölyelere ve fakültelere girenler köpekçe yaşamış ve yaşamaktadırlar. İnsanların geleceğe kapalı yaşamaları ilk kez bugün olmuyor elbet. Ama, insanlar eskiden konuşarak bağrışarak bu duvarı aşarlardı.

Düşünce adamı olarak fazla inanç aramayın bende, insan bütün bir ömrün sonunda bir tek gerçeği benimsemek için yıllar geçirdiğini fark eder. Oysa, bir tek gerçek apaçık olmak koşuluyla, bütün bir ömrü doldurmaya yeter. Bana gelince,insan teki üstünde söyleyeceklerim var, her halde. İnsan bunu gerekince ve gereken küçümseme ile dobra dobra söyleyebilmeli.

Bir an gelir ki insan iç dünya ile dış dünya, düşünme ile iş yapma arasında, ikisinden birini seçmek zorunda kalır. Buna adam olmak derler.

Devrim, insanın yazgısına karşı koyması, hakkını istemesidir. Yoksulun hak istemesi bir bahanedir yalnız.

Ama, ben bu devrimci davranışı yalnız bir tarih olayı olarak kavrayabilirim, ancak orda buluşabilirim onunla. Ama, bu davranıştan hoşlandığımı sanmayın. Tanrı ve insan anlaşmazlığı karşısında ben insandan yanayım. Aydınlığımı, onu yok sayan karanlığın ortasına koyuyorum. İnsanı, onu ezen güce karşı yüceltiyorum, özgürlüğüm, başkaldırışım, tutkum bu gerginlik, bu aydınlık ve bu sonsuz yenileşme içinde birleşiyor.

uluslararası demokrasi düzeni kurulmadıkça bir ulusun iç demokrasinin gerçekleşmeyeceğini ortaya kor ve ilke olarak, uluslararası düzenin demokratça olabilmesi için zor kullanmaktan vazgeçmek gerektiğini kabul eder. Bu düşünceler, görüyorsunuz ya, bugün olan bitene uymuyor.

Bizce sorun, adaletle özgürlüğü uzlaştırmaktır. Yaşamın herkes için özgür ve herkes için adaletli
olması, hepimizin isteyeceği bir şeydir.

Hıristiyanlık gerçekte adaletsizliği öğreti haline getiriyor; büyüklüğündeki aykırı yan da budur.

Denge ve anlaşma olmayan yerde düzen olamaz. Toplum düzeni için bu denge dediğimiz şey, yönetenle yönetilen arasındaki dengedir. Anlaşma dediğimiz de, yüksek bir ilke adına yapılır. Bu ilke bizim için doğruluktur. Doğruluk olmayan yerde düzen olmaz ve ulusların en yüksek düzeni onların mutluluğuna bağlıdır.

Kısacası, kimse kendi dilediğini zorla kabul ettirmek için, düzen gerektiğini ileri süremez. Çünkü bu, sorunu tersinden ele almaktır. Düzeni yalnız iyi yönetmek için istememeli, bir anlamı olan tek düzeni gerçekleştirmek için iyi yönetmesini bilmeli. Doğruluğu besleyen düzen değildir, düzeni ortaya koyan, gün ışığına çıkaran doğruluktur. Biz bu üstün düzeni herkesten daha çok istiyoruz : O düzen ki, kendi kendisiyle ve yazgısıyla barışmış bir ulus içinde, herkesin iş ve dinlenme payı olsun, işçi küsmeden ve gözü başkasında kalmadan çalışsın, sanatçı insanlığın dertleriyle içi burkulmadan yaratsın ve herkes, yüreğinin sessizliği içinde kendi durumu üstünde düşünebilsin.

Bizi kurtaracak şey, «hayır» demesini bilmiş olan insanlarımızın yarın aynı sarsılmazlıkla
ve çıkarını düşünmeden «evet» demesini bilmeleridir.

Sanatçı olarak kendinizi bir tanık sayıyor musunuz?
— İnsanın kendini tanık sayması için pek iddialı olması, ya da bu işe doğuştan bir yatkınlığı olması gerek, ki bu bende yok. Ben kendi adıma hiçbir rol peşinde değilim, doğuştan da bir tek yatkınlığım var. Ben, insan olarak, mutluluk peşindeyim; sanatçı olarak da, savaşlara, mahkemelere başvurmaksızın yaşatmak istediğim birçok kişi daha var sanıyorum. Ama, herkese gittikleri gibi bana da geldiler. Eski zamanın sanatçıları zorbalık karşısında hiç değilse susabiliyorlardı. Günümüzde zorbalıklar gelişti : Bugünün zorbalıkları ne susmayı kabul ediyorlar ne de yansızlığı. Kendini belirtmek, zorbalıktan yana, ya da ona karşı olmak gerekiyor. Bu durumda benim söyleyeceğim şu: Ben zorbalığa karşıyım.

Ama, bunu söylemekle rahat bir tanıklığı benimsemiş olmuyorum. Benim yaptığım sadece zamanı olduğu gibi kabul etmek, kısacası, mesleğimin gereğini yapmaktır. Hem siz şunu unutuyorsunuz ki bugün, yargıçlar, suçlandırılanlar ve tanıklar görülmedik bir hızla birbirine karıştılar. Sizce benim bir yerim olabilirse, bu yer hiçbir zaman, birçok filozof gibi, bir yargıç kürsüsünün üstünde ya da altında olmayacaktır hiç değilse. Bunun dışında, bağıntılı da olsa, iş görme yolları yok değil. Bugün, bu yollardan biri, bence birincisi ve en verimlisi sendikacılıktır.

Denemeler Ve Bir Alman Dosta Mektuplar

İnsan büyüklüğünü bir uca giderek değil, her iki uca dokunarak gösterir...Pascal

Eğer sevdiğimiz şeyde doğru olmayanı açığa vurmak sevmek değilse, eğer sevdiğimiz şeyin
düşüncemizdeki en güzel imgesine uymasını istemek sevmek değilse, sevmiyordum.

Çevirenler:Sabahattin Eyuboğlu - Vedat Günyol
 
TIK

Albert Einstein - Benim Gözümden Dünya


Benim Gözümden Dünya'da, Albert Einstein'ın hayata, yaşadığı dünyaya ve bilimsel çalışmalarına dair görüşlerini bulacaksınız. Büyüleyici, esprili ve zekice gözlemler, büyük bir kalbi ve az rastlanır bir aklı açığa vuran samimi itiraflar...Benim Gözümden Dünya, bu özel kişiliği, kendi yazdığı ya da başkası tarafından kaleme alınan hiçbir kitapla kıyaslanmayacak bir açıklıkta gözler önüne seriyor. Einstein insanlığa, yardımlaşmanın hakim olduğu barış dolu bir dünyaya ve bilimin yüce amaçlarına inanıyordu. "İyi ve Kötü", "Din ve Bilim", "Aktif Pasifizm", "Hıristiyanlık ve Yahudilik" , "Azınlıklar" ve "Bir Arap'a Mektup" gibi farklı konu başlıklarının ele alındığı Benim Gözümden Dünya, işte bu inançların savunması niteliğindedir.

"İnsanın gerçek değeri kendi kendisinden özgürleşmeyi ne ölçüde ve ne anlamda becerebildiği ile belirlenir."
- A. Einstein

 *

 Gerçeği aramak onu elde etmekten daha kıymetlidir... Einstein

"Yaşayabileceğimiz en güzel duygu mistik duygudur. O tüm gerçek sanatın ve bilimin gücüdür. Bu duygunun kendisine yabancı geldiği kişi bir ölü kadar iyidir. Bizim kavrayamadığımız şeyin gerçekten mevcut olduğunu, kendini en yüce bilgi ve en ışıltılı güzellik olarak gösterdiğini, bizim körleşmiş yetilerimizin onu ancak en ilkel formlar içinde algılayabildiğini bilmek, -bu bilgi, bu duygu gerçek dindarlığın merkezi(nde)dir- bu bağlamda ve sadece bu bağlamda kendimi halis dindarlar mertebesine ait hissediyorum."

    "İnsan teki bütünün bir parçasıdır… Kendini, duygularını, düşüncelerini geri kalan her şeyden ayrı bir şeymiş gibi duyumsar -bu bilincinin bir çeşit optik yanılsamasıdır- Bu yanılsama onun için bir çeşit hapishanedir. Bizi kendi kişisel arzularımızla ve çevremizdeki birkaç insanın ilgi ve sevgisiyle sınırlandırır. Bizim görevimiz, sevecenlik çemberimizi tüm canlı varlıktan ve bütün güzelliğiyle tüm doğayı, kuşatacak derecede genişletmek suretiyle bu hapishaneden kendimizi kurtarmaktır. Hiç kimse bunu tam olarak başaramaz, ama böyle bir başarı için mücadele etmek kendi başına kurtuluşun bir parçası ve içsel güvenlik için bir temeldir. " (Einstein, The World as I See It)