25 Ocak 2019

Onat Kutlar "Çevirmen"

Bu özelliğimi ilk kez, çocukken fark ettim. Evimizin avluya bakan ikinci kat odasının penceresi önünde oturmuş, garip bir olayı izliyordum. Avluda, çiçekten meyveye dönüşmek üzere olan bir zerdali ağacı vardı. Meyveleri serçelerden korumak için dallarına örümcek ağı gibi ince bir iplik ağı geçirilmişti. Ama gene de çok sayıda serçe vardı ağaçta. İçlerinden bir bölüğü, iplere ve dallara çarparak kalkıyor, yüksek avlu duvarının ortasındaki bir deliğe doğru uçuyor, delik çevresinde bir süre çırpındıktan sonra yeniden ağaca konuyordu. Tam o sırada pat diye bir tüfek patlıyordu yanı başımdan  Ağaçtaki serçelerden birinin cansız yere düştüğünü görüyordum.

Ağacın yanında, elinde porselen bir tabakla, Ticaret Mahkemesinin yaşlı odacısı duruyordu. Düşen serçeyi alıp, usulca tabağa koyuyordu. Tabak ölü serçelerle doluydu. Karşıda, kullanılmayan ahırın karanlık kapısı önünde, elleri ceplerinde öylece duran küçük erkek kardeşim dikkatle odacıyı izliyordu. Gökyüzü, ikindi güneşiyle aydınlık, avlu gölgeliydi. Küçük kuşların ölümü için epeyce elverişli bir saat.

Düzenli aralıklarla, serçelere, odacıya ve yanı başımda bir iskemleye ters oturmuş, bir tek tüfeğin gez ve arpacığından dikkatle nişan alan aile dostumuz Ticaret Mahkemesi Yargıcı'na bakıyordum. Namluyu hafifçe oynatıyor, sonra bir noktaya gelince gözlerini kısarak tetiği çekiyordu. Pat!.. Bir serçe daha. Odacı, ölü serçeyi, olgunlaşarak düşmüş bir meyve gibi tabağa koyuyordu.

Anam kahve fincanlarını topluyordu. Sürekli hareket halindeydi. Bir yolculuğa çıkacakmış gibi. Oysa yolculuğa çıkacak olan babamdı. Onu akşam olmadan çiftliğe ulaştıracak olan at, kapıda sabırsız kişniyordu. Babam konuğun gitmesini bekliyordu. Sadece ablam, duygularını saklayamadı. On dört yaşındaydı. Tırnaklarını kemirirken birden bağırdı:

"Vuracaksanız yılanı vurun. Serçeleri niçin vuruyorsunuz?" Yargıç gözlüklerini bir an alnına kaldırdı. Ablama baktı: "Bu yezitler yarın tek çağla bırakmaz ağaçta kızım..." dedi. Serçeleri vurmaya devam etti. Bu tuhaf düğümü çözmesi için babama baktım. O, pencereden kardeşime seslendi, "Oğlum, ahırdan kolanı getir." Kardeşim sızlanarak karşılık verdi: "Ben yılandan korkuyorum. Getiremem." Annem, "Babanı duymadın mı?" diye seslendi kardeşime, "yola çıkacak." Sonra Yargıç'..a döndü. "Yoruldunuz..." "Yok canım" diye karşılık verdi Yargıç, "Kalemi kırdık bir kere..." Yeniden nişan aldı. Pat. Bir serçe daha.

Konuşmaları garip bir tedirginlikle dinliyordum. Bu insanların hepsi aynı dili konuşuyorlar ama birbirlerinin söylediklerini anlamıyorlardı. Sanki odada bir Japon, bir İngiliz, bir Macar, bir İspanyol vardı ve hiç biri ötekinin dilini bilmiyordu. Bir şey yapmalıydım. Çünkü serçeler ölüp duruyordu. Pencereye dayanmaktan uyuşan kolumu sallayarak odanın ortasına yürüdüm. Beni bile şaşırtan yüksek bir sesle konuşmaya başladım:

"Yani ablam diyor ki, serçeler duvardaki yuvalarına gizlenmiş yılandan korktukları için ağaca konuyorlar. Serçeleri vuracağınıza o yılanı vurun. Hem serçeler kurtulsun, hem de ağaç... Babam konuğuna git diyemediği için yola çıkamıyor. Atın kolanını istemesi bu yüzden. Belki konuk anlar diye... Küçük kardeşim kolanla yılanı karıştırıyor. Bu yüzden korkuyor. Hakkı da var. Çünkü geçenlerde babam, karanlıkta kolan sanıp bir yılanı tutan birinden söz etmişti. Şimdi unuttu herhalde bunu anlattığını... Annem konuğun yorulmadığını biliyor. Bunu söylerken, artık gitseniz demek istiyor. Yargıç amca ise serçeler için verdiği idam kararından dönmeyeceğini söylemek istiyor... Odacının da hiç sesi çıkmıyor, çünkü korkuyor..."

Rahatladım ve sustum. Herkesin ne demek istediğini söylemiştim. Ama odadakilerin yüzüne bakınca bir korku doldu içime. Anlaşılan ciddi bir pot kırmıştım. Babamın durumu kurtarmak için söylediği gönül alıcı cümlelere rağmen Yargıç izin isteyip gitti.

O anda, yaptığım işin sadece bir çeviri olduğunu, kimseyi kızdırmak istemediğimi elbette anlatamadım. Çünkü açıkçası, yaptığımın ne olduğunu da iyice bilmiyordum. Özelliğimi kavramam ve adlandırmam için yılların geçmesi gerekti.

Çevirmenlik, bilinen bir iştir. Güçlükleri olduğu doğrudur. Ama, eninde sonunda, yaptığımız iş, bir dilde yazılan ya da söyleneni bir başka dile aktarmaktır. Benimki ise bambaşka bir olaydı. Aynı dili konuşan insanların söylediklerini gene aynı dile çevirmek. Bana öyle geliyordu ki, evde büyüklerle küçüklerin, okulda öğretmenle öğrencilerin, sokakta köylülerle kentlilerin, ülkede yönetenlerle yönetilenlerin birbirlerini anlamaları için birinin çıkıp bir tür çeviri yapması gerekiyordu. Ve başka konularda olduğu gibi, bu konuda da sorumluluk duyuyor, hatta çoğu kez bu sorumluluğun altında eziliyordum. Gene de bir başkası üstlenmediğine göre, bu görevimi yerine getirmeliydim. Yılmak bilmez bir bağlılıkla işimi sürdürdüm.

Çevirmenlik görevim kimi zaman mutlu sonuçlar doğuruyordu. Beyazıt Kitaplığı'nın avlusunda, sevgilisi delikanlıya aşktan söz etmek isterken kimya formülleri anlatan genç kızın sözlerini Türkçe'ye çeviriyordum örneğin. Genç kız, mutluluktan bayılmış gözlerle bakıyordu bana. Ya da bir felsefe kitabını bir türlü anlayamayan arkadaşıma yeniden ve gene Türkçe anlatıyordum Eflatun'un dediklerini. Bu kez anlıyor ve çok sevdiği felsefe konularında ilerliyordu. Ama kimi zaman da kolayca tahmin edebileceğiniz gibi, inanılmaz karışıklıklara, kızgınlıklara neden oluyordum.

İnsanların konuşmalarındaki ikiyüzlülükten mi kaynaklanıyordu acaba benim bu mesleğim diye düşündüğüm çok olmuştur. Bir ölçüde doğrudur bu. Ama tümüyle değil. Söylediğinin tersini düşünen birinin yüzünden maskesini sıyırmak bu anlamda bir çeviridir elbette. Ama iki ayrı insanın, aynı sözcüğü, örneğin özgürlük ya da masa gibi biri soyut, öbürü somut iki sözcüğü tümüyle ayrı ayrı kavradıklarına da tanık oluyordum. Böyle durumlarda, elbette bir ikiyüzlülük söz konusu değildi. Ama gene de bir çeviri gerekiyordu.

Beni en çok şaşırtan olay, günün birinde, iki insanın sözlerini aynı dilde birbirine çevirirken, benim kullandığım sözlerle yeni ve üçüncü bir dil oluştuğunu görmem oldu. çünkü eninde sonunda iki taraf arasında bulunan ben de, bir dille konuşuyordum. Ve bu dil, öbür ikisinden farklıydı. İki insan, iki topluluk ya da yeryüzü ile insan arasında yeniden üretilen bir dil.

Şimdi kimi zaman düşünüyorum: Acaba edebiyat denen şey bu mu? Bu konuda bir yazı yazmayı da bu yüzden düşündüm.................Bahar İsyancıdır
 
 

Jacob'un Odası - Virginia Woolf

Bir ağacın altına fener koyarsanız, ormandaki bütün börtü böcek ona doğru gelir -garip bir topluluktur onlar, orada kaynaşıp, dönenip, başlarını cama vursalar da belli bir amaçları yok gibidir,- anlamsız bir esine uyarak hareket ederler. insan onların fenerin çevresinde dolanıp içeriye girmek ister gibi kör kör camı tıklatışlarını seyretmekten yorulur, içlerinde en esrimişleri iri bir tosbağadır, omuz atıp ötekilerin arasından yol açar kendine. ah, ama o da ne? art arda korkunç silah sesleri yankılanır ormanda -sertçe şaklarlar; halka halka genişler ses- sonra sessizlik yayılır örter üzerini. bir ağaç- bir ağaç devrildi, ormanda bir çeşit ölüm. ardından, ağaçlarda rüzgar hüzünlü hüzünlü uğuldar.

Evet, bacalar ve sahil koruma karakolları ve dalgaları hiç kimse tarafından görülmeksizin çatlayan beyaz kumsallı körfezler insana her şeyi kuşatan bir kederi hatırlatır. ve ne olabilir ki bu keder? o, toprağın kendisinden ürer. sahildeki evlerden gelir. saydam başlar, sonra bulut yoğunlaşır. penceremizin camının arkasındaki tüm bir tarihtir. kaçmak boşunadır.

Hayat onlar olmadan çivisinden çıkar. "çaya gelin, yemeğe gelin, hikayenin aslı nedir? haberleri duydun mu? başkentte hayat şenlikliymiş; rus baletler.." onlar bizim cıvatalarımız, dayanaklarımızdır. günlerimizi birbirine bağlar ve hayatı kusursuz bir yuvarlak haline getirirler.
 

Büyük adamlar gerçeğe aşıktır.

Unutkanlık, kim inkar edebilir, cömertlikle, anne şakacılığı, kocakarı masalları, aklına estiği gibi davranıvermeler, şaşırtıcı gözüpeklik anları, mizah ve duygusallıkla bir araya geldiğinde, bu bakımlardan kadınlar erkeklerden daha hoşturlar.

Yorgunluk en iyi uyku iksiridir.

 hepimizin içinde adının konmasını istemeyen mutlak bir yan var. toplumda alaya alınan, çarpıtılan bu işte. insanlar bir odada bir araya geliyorlar. "sizinle tanıştığıma çok memnun oldum." diyor birisi, oysa yalan. sonra da şöyle diyorlar: "ilkbaharı sonbahardan daha çok sever oldum artık. insan yaşlandıkça ilkbaharı seviyor galiba." çünkü kadınlar hep, hep, hep duygulardan söz ederler ve "insan yaşlandıkça" lafını kullanıyorlarsa sizden tamamıyla konuyla alakasız bir cevap vermenizi istiyorlardır.

Erdemleri bir ya da iki sayfada özetleniveren kitapları severim. üzerlerinden ordular geçse kılı kıpırdamayan cümleleri severim.

Gece, bir yıldız gibi içine batılan ya da üzerinde pupa yelken yol alınan çalkantılı, kara bir okyanus değildir.

Hayatın garip yanı, niteliği yüzlerce yüzlerce yıldır herkesçe malum olmasına rağmen, kimsenin onu yeterince anlatamamış olması. londra sokaklarının haritası var; ama tutkularımızın haritası yok. şu köşeyi dönünce ne çıkacak acaba karşımıza?


Okumuş insan, insanların en saygıdeğeridir.

Mesele çözümsüzdür. beden bir beyne koşulmuştur. güzellik aptallıkla atbaşı gider. felaketler, cinayetler, ölümler, salgınlar değildir bizi yaşlandıran ve öldüren; insanların nasıl baktıkları ve güldükleri, otobüslerin basamaklarını nasıl hızla tırmandıklarıdır.


Neden insanlara bilmeleri gereken hiçbir şey öğretilmez?

İnsanları özetlemeye çalışmanın yararı yok. insan ipuçlarını izlemeli, söylenenleri değil tam olarak, sadece yapılanları da değil. bazıları, evet, anında silinmez karakter izlenimleri edinirler insanlardan. diğerleri ise oyalanır, dolanıp dururlar, bir o yana bir bu yana savrulurlar. sevimli yaşlı hanımlar bize kedilerin çoğu kere insan karakterini en iyi anlayan yaratıklar olduğunu söylerler. kedi her zaman iyi insana gider, derler.

Bir kasırgada dalların çırpınmasından daha şiddet dolu ne olabilir, ağaç dallarının en üstteki noktasına kadar uzanır, rüzgarın estiği yöne göre gerilir, sarsılır, gene de darmadağın olmaz. başak kıvrılır durur, kendi kendini köklerinden çekip sökecekmişçesine döver; ama gene de sıkı sıkıya bağlı kalır toprağa.

Kimse kimseyi olduğu gibi göremez, hele bir tren kompartımanında garip bir delikanlının karşısında oturan orta yaşlı bir hanım, hiç. Bir bütünü görürler -türlü türlü şeyler görürler- kendilerini görürler.

Kadınlar da erkekler de eşit ölçüde kabahatliler. insan kardeşlerimiz hakkında derin, yansız ve adil bir kanıya hiçbir zaman varılamıyor. ya erkeğiz ya kadın. ya soğuğuz ya da duygusal. ya genciz ya da yaşlanmakta. her durumda hayat art arda gölgelerden başka bir şey değil, onlara neden bunca sıkı sıkıya sarıldığımızı ve gölge olduklarına göre, elimizden kaçtıklarında da neden öyle derin bir acı duyduğumuzu tanrı bilir. ayrıca, bu böyleyse ve hatta daha da ötesiyse, neden pencerenin köşesinde koltukta oturan delikanlının dünyanın en sahici, en güvenilir, en iyi tanıdığımız delikanlısı olduğu düşüncesine kapılırız birdenbire- neden, gerçekten? çünkü bir an sonra onun hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. böyledir görme biçimimiz. böyle severiz.

Hepimizin içinde adının konmasını istemeyen mutlak bir yan var. toplumda alaya alınan, çarpıtılan bu işte. insanlar bir odada bir araya geliyorlar. "sizinle tanıştığıma çok memnun oldum." diyor birisi, oysa yalan. sonra da şöyle diyorlar: "ilkbaharı sonbahardan daha çok sever oldum artık. insan yaşlandıkça ilkbaharı seviyor galiba." çünkü kadınlar hep, hep, hep duygulardan söz ederler ve "insan yaşlandıkça" lafını kullanıyorlarsa sizden tamamıyla konuyla alakasız bir cevap vermenizi istiyorlardır.

Kadın güzelliği; o, denizin üzerinde oynaşan ışık gibidir, hiçbir zaman tek bir dalgaya sadık değildir. bütün kadınların sahip olduğu, bütün kadınların yitirdiği bir şeydir. kimi yavan ve pastırma dilimi gibi kalın kalındır. kimi duvara asılmış bir ayna gibi saydam. sıkıcı olanlar hazırlanmış yüzlerdir.


İnsan kardeşlerimiz hakkında derin, yansız ve adil bir kanıya hiçbir zaman varılamıyor. Ya erkeğiz ya kadın. Ya soğuğuz ya duygusal. Ya genciz ya da yaşlanmakta. Her durumda hayat art arda gölgelerden başka bir şey değil, onlara neden bunca sıkı sıkıya sarıldığımızı ve gölge olduklarına göre, elimizden kaçtıklarında da neden öyle derin bir acı duyduğumuzu Tanrı bilir. Ayrıca, bu böyleyse ve hatta daha da ötesiyse, neden pencerenin köşesinde koltukta oturan delikanlının dünyanın en sahici, en güvenilir, en iyi tanıdığımız delikanlısı olduğu düşüncesine kapılırız birdenbire -neden, gerçekten? Çünkü bir an sonra onun hakkında hiçbir şey bilmiyoruz.

Böyledir görme biçimimiz. Böyle severiz.