24 Ekim 2017

Can Yücel - Sen Sağ Ben Selamet

Kurtarıcılar kurtara kurtara
Kurtardılar Memleketi memleket olmaktan





Melih Cevdet Anday - Yağmurun Altında

Yirminci yüzyılı yaşadım Ertelenmiş bir yüzyıldı bu Yıkık bir sur yazgımızın uydusu Bekletir ömrü yürüyen ayla birlikte Bırakmaz günün adını koyalım.

Yanıtsız bir yaşamdı erdemimiz Herkes içindi ve kimse içindi Okunmamış bir yazı, umudu doyuran, Duaları düşünmek neye yarar Kurgular tutuşturdu bacalardan.

Yirminci yüzyılı taşıdım Tedirginliğimizin zorbalığıdır sanrılar Ve tohumun beklenmedik gürültüsüyle Çıplak su gibi yinelenir zaman Gökyüzünde usumuzun dirliği

Aklın başarısızlığa uğradığı içtenlik Bir şive gibidir insan, ey öldürülmüş insan Bilinmeyen bir hayvana özgü bir ses gibi Sabırsız testi, hep dolar gibi olan Her şeyin sese dönüşeceği bilinemez ki!

Yirminci yüzyılı yaşadım Parlak suyunda boğulmuş sahipsiz İnsan yeryüzünde durur, bulutlar Bulutlar düşümüzde doludizgin Soylu bir çılgınlıktı gündemimiz.

Ellerinde oyuk gözlü idoller Yüreğimin yalanını besler üç güzel Bir dağın tepesinde buldum üç güzeli Ama ses yok, sessizlik yok, önce erte yok.

Yirminci yüzyılı taşıdım Golgota’ ya dirilemem ki, Taşlar arasında yabanıl erinç Ölümü diriltiyorduk hep Yaşam tabular arasında bir esinti.

Mevsimler kurgularla oyaladı bizi Tarlaya bırakılmış bir at gibi Bağlı, yalnız ve özgür, Umudumuz sabrın tutamadığı ırmak Umutsuzluğumuz insan kalmak içindi.

Yirminci yüzyılı yaşadım Dingin karştlıkların adını bulmalı Sel gibi kuruyor yaşlılık, gençlik Sanki melekleri gördük uzun saçları Tanrının unutkan kuzgunu idik.

Nasıl unuturum ey doğa Bana bir diyeceğin vardı, kalakaldım, Vaktim yetmedi, ölüm kalım, Bütün yüzyılları yaşadım Vaktim yetmedi anlamaya.

Yirminci yüzyılı taşıdım Atalardan kalma huysuzluk Kuşku, yeryüzü deliliği, Kıralımız doğuştan yarım Ama tanrımız Ara Ara idi.

Yaşayamadım yirminci yüzyılı Kim yaşadı ki kendi yüzyılını Akarsuyun dilinden sezenimiz yok Orpheus’ tan sonra ben geldim Giz dönüp baktığımız yerde kaldı.

Görüp de bilenimiz yok.

Ah acımasızdır uykusuz soru Delice zeytin yerdi atamız Homeros Biz yemezdik, aşılı zeytindi bizimki Suskun arpa, uyur uyanık harlı toprak Ama yüzyılımız hamdı, delice idi.

Yirminci yüzyılı yaşadık O çağa bu çağa gömüldük Bir şey var, susar, bakar durur Ölümün soluduğu denizle varolan Gökyüzünden başka çağ yoktur.

Oysa ne çok geçmis var, ne çok zaman Ne çok gelecek, ne az zaman Benzerlikle karşılaştık, susalım, Kapalı bir avuçtur sözcük Neden açıp da sormak ister insan?

Sorup da dönenimiz yok.

Hiçbir yüzyılı yaşamadım Tüy kuşun ruhudur, ses teni Hep anlar gibi oldum duvara vuran güneşi Nesne ve bilinç birdir, çağ atlattı beni Bir hoş bilmece içinde yaşadım.

Dingin ol ruhum, belki uzaklarda Bir yerde nicedir ilk dizeleri Yaratılıyor acıklı destanımızın Çağlar sonra hayranlıkla okunmak için Belki benzer umursamazlığımız kahramanlığa.

Kalk dostum ormana gidelim Geyik sesleri içine çökelim Yeniden doğuş, kıvanç, uyum Kurgular bir yana, biz bir yana İlk kez düşünmeden görelim

Martılar gibi yağmurun altında.


Benjamin Franklin "Geçici güvenlik uğruna temel özgürlüğünü feda eden insanlar ne özgürlüğe ne de güvenliğe layıktırlar."


Düşmanlarınızı sevin çünkü kusurlarınızı yalnız onlar açıkça söyleyebilir.
 
Siz kendinizi koyun yaparsanız kurtlar da sizi yiyecektir.
 
İfade özgürlüğü, özgür bir yönetimin temel direğidir. Bu destek çıkarıldığında özgür bir toplumun anayasası çözünür ve yıkıntılarından zorbalık yükselir. 

Öfkeyle başlayan her şey, utançla biter.

Meseller - Soren Kierkegaard

 
NEŞELİ BİR YANGIN 
 
Çağını uyarmak isteyenlerin başına ne gelir? 
 
Tiyatronun kulisinde bir gün yangın çıkmış. Palyaço haber vermek için sahneye gelmiş. Herkes bunun bir şaka olduğunu sanıp alkışlamaya başlamış. Palyaço uyarmaya devam ettikçe alkışlar daha da hızlanmış. Sanırım dünyanın sonu, her şeyin bir şaka olduğunu sananların yükselen alkışları arasında gelecek. 
 
S0REN KIERKEGAARD (1813-1885) DanimarkalI yazar, te­olog. Dindar babasının etkisi altında katı bir protestan eğitimi aldı. Yazılarında “Hıristiyan fikri” karşısında yozlaşmaya yüz tutmuş “Hıristiyan alemi” gerçeklerini alaycı bir dille eleştirdi. İnancın, özü açısından öznel olduğunu ileri süren Kierkegaard, bu düşüncesiyle Hegel’in sistematik idealizminin karşısında yer aldı. Hiçlikle olumlu bir ilişki içindeki felsefesi, varoluşçuluğa kaynaklık etti. Çoğu tak­ ma isimlerle yayımlanan, vaazlar ve dinsel içerikli konuşmalarından oluşan eserleri Heidegger, Sartre, Jaspers gibi felsefecileri derinden etkiledi. Eserlerinden bazıları: Ya! Ya da, Korku ve Titreme, Ölümcül Hastalık Umutsuzluk, Hıristiyanlık Okulu, Baştan Çıkarıcının Gün­lüğü. 
 
 Derleyen ve Çeviren: Osman Çakmakçı
 
AĞUSTOS TATİLİ 
 
Herhangi bir gerçek başarıdan önce gelen onaylama için açlık duyan modemitenin kibrini ne ile kıyaslayacağız? 
 
Çağımız, onaylanma önceden alınsa bile, önceden yapma çağıdır. Hiç kimse kesin bir şey yapmakla tatmin olmuyor, herkes yeni bir kıta keşfetmenin yanılsamasıyla pohpohlanmak istiyor. Tıpkı eylülün birinden itibaren sınavlarına büyük bir hevesle çalışmaya karar veren ve bu kararını güçlendirmek için ağustos boyunca tatil yapmaya karar veren genç bir adam gibi, bu yüzden şimdiki kuşak kesinlikle anlaması ne kadar daha zor olsa da öyle görünüyor ki gelecek kuşağın çalışmaya daha ciddi oturması konusunda ciddi bir karar vermiş, gelecek kuşağı rahatsız etmemek ya da geciktirmemek için şimdiki kuşak ziyafetlere katılıyor. Sadece tek bir fark var: genç adam kendisini gençliğin uçarılığında anlıyor, ama bizim kuşağımız ciddi - ziyafetlerde bile. 

AHMAK İŞÇİ 

İmana davet neden saçma görünür? 

Eğer bir işçi ile gelmiş geçmiş en kudretli imparatoru hayal etseydim, ve İmparator un kendi varlığından haberdar olduğunu rüyasında bile görmeyen, buna inanması için kalbinde bir fikri bile olmayan ' bu yoksul adamı, imparatorun kendi yanına çağırtma düşüncesi olduğunu hayal etseydim; yoksul işçi bundan dolayı İmparatoru bir kez bile görmesine izin verilmesinden kendisini anlatılamayacak şekilde şanslı hissedecek, bunu hayatının en önemli olayı olarak çocuklarına, çocuklarının çocuklarına anlatacak - ama varsayalım ki İmparator onun huzuruna çağırmış olsun ve işçiye damadı olmasını istediğini söylemiş olsun... O zaman ne olacak? İşçi, insani olarak, çok çok şaşıracak, utanacak ve sersemleyecektir, ona öyle gelecektir ki, oldukça insani olarak bu (ve bu hikâyedeki insani unsurdur bu) aşırı derecede tuhaf bir şey, oldukça çılgınca bir şey, hakkında herhangi bir kimseye tek bir kelime edebileceği dünyadaki en son şey olarak gelecektir. Çünkü kendi zihni de İmparator un onunla alay etmek istediğini varsayarak (çünkü komşuları da hemen böyle yapacaklardır) bunu yaptığını açıklamaktan uzak değildir, bu nedenle yoksul adam bütün şehrin alay konusu olacak, resimleri gazetelerde çıkacak, İmparatorun kızıyla evlenme hikâyesi balad yazarlarının gözde konusu olacaktır. Ne var ki, bu şey, İmparator un damadı olma meselesi hemencecik gerçekliğin testlerine tabi tutulacak; böylece işçi, İmparator un bu konuda ne kadar ciddi olduğunu, ya da İmparator un yoksul bir adamla alay etmek, geri kalan ömründe onu mutsuz etmek istediğini mi öğrenecek, onu tımarhaneye gönderecek, kanıt olarak quidnimis" ile, ki böylesi sonsuz bir huzur tersine dönüşebilir. İşçi kafasında ancak çok küçük bir iyilik ifadesi bulacak; şehirde bu yüksek derecede saygı gören kültürlü halkta, bütün balad yazarlarında, kısacası, bu pazar-şehir de oturan kişinin beş katında, ki nüfusuna göre oldukça büyük bir şehirdir, ama olağandışı şeyleri anlamak ve hissetmek bakımından çok küçük bir şehirdir -fakat bu İmparator un damadı olma meselesi de gerçekten biraz fazladan da öte bir şeydir. Şimdi varsayalım ki bütün bunlar dış gerçeklik değil ama içsel bir şey olsun, bu yüzden gerçek kanıtlar işçinin kesinliğe varmasına yardımcı olmaz, ama imanın kendisi gerçek olandır, ve onun buna inanmaya cüret edecek yeterlikte alçak gönüllü cesarete sahip olup olmadığı imana kalmıştır (zira küstahça bir cesaret bir insanın inanmasına yardımcı olamaz) - böyle bir cesarete sahip olabilecek kaç tane işçi vardır acaba? Ama bu cesarete sahip olmayanlar incinecektir; olağandışı olan ona nerdeyse alay eden gibi görünecektir. O zaman belki dürüstçe ve açıkça şunu kabul edecektir: Böyle bir şey benim için erişilmez, onu kafama sokamam; bana öyle geliyor ki, doğrudan doğruya pat diye söylersem eğer, bu bir ahmaklık.

AKTÖRÜN KOSTÜMÜ 

Bir insanın komşusunu sevmesi ne anlama gelir? 

Bir insanın komşusunu sevmesi, herkese eşit oranda dağıtılmış dünyevi ayrımlar içinde kalarak, temel olarak hiçbir ayrım yapmaksızın her insanla eşit şekilde var olmayı istemek demektir. Bir an için önünüzde uzanan dünyanın rengârenk çokluğunu düşünün; bu tıpkı bir oyunu seyretmeye benziyor, ne var ki yalnızca olaylar dizisi biraz karmaşık. Bu izdihamda her birey kendi farklılıklarıyla beraber belirli bir şeydir; bir kararlılık sergiler ama temel olarak bundan daha farklı bir şeydir - ama bunu hayatın içinde göremeyiz. Burada yalnızca bireyin oynadığı rolü ve bu rolü nasıl oynadığını görürüz. Tıpkı bir tiyatro oyununa benzer. Ama perde indiğinde, kralı oynayan kişi, hırsızı oynayan kişi ve bütün diğerleri - hepsi oldukça benzerdir, birdir ve aynıdır. Ve ölümde perde gerçeklik sahnesinde iner (zira bir kimse ölüm anında perdenin sonsuzluk sahnesinde toplandığından söz ederse bu dilin karmaşık bir kullanımıdır, çünkü sonsuz olan sahne değildir gerçektir), sonra aynı zamanda hepsi birdir; insanlardırlar. Temelde oldukları şeydirler, farklılıkları gördüğümüzden göremediğimiz şeydirler; insandırlar. Sanat sahnesi büyülü bir dünya gibidir. Ama varsayın ki bir akşam genel bir dalgınlık aktörlerin kafasını karıştırmış olsun, böylece oynadıkları kişi olduklarını düşünsünler gerçekten de. O zaman bu, sanatın büyüsünün aksine, kötü ruhların efsunlaması, bir büyücülük olmaz mıydı? Ve benzeri şekilde varsayın ki, gerçekliğin büyüsünün içinde (zira her birimiz büyülenmişizdir, herkes kendi ayrımlarıyla büyülenmiştir) temel düşüncelerimiz karmaşıklaşır, öyle ki tamamen oynadığımız rolün kendisi olduğumuzu düşünürüz. Heyhat, ama durum bu değil mi? Dünyevi ayrımların yalnızca aktörün kostümü ya da seyahat pelerini gibi olduğu unutulmuşa benziyor ve her birey bu elbisenin kordonlarını tetikte olarak ve dikkatle gevşek şekilde tutmalı, asla açılmaz düğümler atmamalı, ki böylece dönüşüm anında elbise kolayca çıkarılabilsin; ve yine bizler, sahnedeki dönüşme anında kıyafetinden kurtulması gereken bir aktörün, daha önce, ipleri gevşetmeden sahneye fırlaması yüzünden elbiseden kurtulamayıp rezil olacağını bilecek kadar sanat bilgisine sahibizdir. Ama, heyhat, gerçek yaşamda bir kimse ayrım elbisesini öyle süsler ki, bu ayrım, elbisesinin dış karakterini tamamen gizler, eşitliğin içsel zaferi hiçbir zaman, ya da nadiren parıldar, ki bunun mudaka ve sürekli parıldaması gerekir.

ARAYAN ADAY 

Sivil din mutlak olanla nasıl bir ilişki içindedir? 

Teolojide bir aday hayal edin. O da ben olayım, çünkü aslında ben gerçekten de teolojide bir adayım. O birkaç yıldır zaten bir adaydır ve şimdi kendisi hakkında konuşulurken o arıyor denilen bir döneme girmiştir. Teolojide bir aday arıyor : Bilmece bu terimlerle ileri sürüldüğünde, onun ne aradığrnı anında tahmin edecek canlı bir imgeleme gerek yoktur - elbette ki aradığı Tanrı nın krallığıdır (Matt. 6:33). Ne var ki, tahmininiz yanlış; hayır, o başka bir şey arıyor; bir cemaat, bir canlı - neredeyse mutlak olarak bunu arıyor; başka bakımlardan bu işin mutlak olanla bir alıp veremediği yok, ne de mudak olanın herhangi bir izlenimine ihanet ediyor. O arıyor. Bu arayışta Herod dan Pilate ye koşuyor, bakanlar ve sekreterler önünde iyi bir izlenim bırakıyor, yazıyor da yazıyor, bir mühürlü kâğıttan bir başkasına geçerek çünkü niyaz mektuplarının hükümet damgası taşıyan kâğıtlara yazılması gerekiyor, belki de bir kimse buna mutlak olanın izlenimi diyebilir, yoksa böyle bir şey yok burada. Bir yıl geçiyor; neredeyse bu koşuşturma ve aramayla tükenmiş durumda, ki onun mutlak olanın hizmetinde olduğu pek söylenemez, (daha önce de belirtildiği gibi) aslında mutlak olan her şeyi aramasının dışında. Nihayet aradığına ulaşıyor; Arayın ve bulacaksınız diyen ve onaylayan kutsal kitaba ait metni buluyor; ama mutlak olanı bulmuş olmuyor, bu sadece küçük bir canlı ama zaten her şeyden önce onun aradığı mutlak olan değildi. Yine de huzura kavuşuyor; hatta şimdi dinlenme ihtiyacı hissediyor, bu kadar aradıktan sonra kendisini ve bacaklarını dinlendirebilir. Ne var ki, kendisini geçindirecek gelirini kesin olarak araştırdığında, bunun tahmin ettiğinden birkaç yüz dolar daha az olduğunu dehşet içinde keşfediyor. Bu onun için aşırı derecede felaket bir durum, eğer insani olarak konuşmak gerekirse bir kimse bu konuda onu anlayabilir ve onunla hemfikir olabilir. Bu onun için iki misli sevimsiz bir durum çünkü aynı zamanda eşzamanlı olarak aradığı bir şeyi, bir eşi de bulmuştur, ki bu durumun geçinmekle doğrudan»bağlantısı açıktır ve belki de her geçen yıl daha da fazla olacaktır. Cesareti kırılıyor. Yeniden damgalı bir kâğıt satın alıyor, görevden çekilmek için bir niyaz mektubu yazmaya hazırlanıyor. Ne var ki, arkadaşlarından bazıları bundan vazgeçmesini sağlıyor. Böylece karar veriliyor. Rahip oluyor. Şimdi dekan tarafından atanması gerekiyor ve bir açılış konuşması yapması isteniyor. Dekan zeki ve bilgili biri, dünya tarihini, kendi adına ve cemaatin çıkarı adına çok iyi biliyor. Yeni rahibi cemaate tanıtıyor, bir konuşma yapıyor, ve konuşma metni için Havari nin sözlerin seçiyor: Bak, biz her şeyi terk ettik ve Seni izledik. Bu metin üzerine özlü ve güçlü konuşuyor; Özellikle bu çağların hareketlerinin ışığında Kelime nin bakanının her şeyi, bu yaşam ve kan olsa da, feda etmeye hazırlanması gerektiğini gösteriyor - ve bu pek muhterem konuşmacı atadığı genç adamın (evet, söylemiş olduğum gibi, genç adamı çok iyi anlayabiliriz, çünkü bu insani; ama Dekanı pek iyi anlayamayız) birkaç yüz dolarla yaşamanın güç olması nedeniyle görevinden çekilme konusunda istekli olduğunu biliyor. Ardından yeni rahip kürsüye çıkıyor. Vaaz vereceği o günün İncil kelamı -tam da yerinde!- İlk önce Tanrı nın krallığını arayın! oluyor. Hakikaten, çetin arama yıllarında bu genç adamın neler yaşamış olduğunu hatırlayınca, bu ilk önce ara onun düşünebileceği en son şeydi! Oysa bu konuda vaaz veriyor. Ve o her bakımdan güzel bir vaazdı; orada hazır bulunan Piskopos bile Mükemmel bir vaazdı ve mükemmelen aktarıldı, gerçekten de iyi bir hatip. Evet, ama eğer Hıristiyanca değerlendirilirse Aman Yarabbi, tamamen Hıristiyanca bir vaazdı, sağlam, katıksız bir doktrindi ve ilk önce vurguladığı şey Tanrı nın krallığını aramak ürperti doluydu. Evet, ama şimdi, Hıristiyanca yargılarsak, demek istiyorum ki, vaizin yaşamıyla söyledikleri arasında ne kadar bir örtüşme vardı? Konuşmacının ki benim için hepimizin hakiki bir resmidir ilk önce Tanrı nın krallığını aramış olduğu kesinlikle söylenemez. Bu hiç de gerekmiyor. Ah, beni bağışlayın, ama o bunun hakkında, ilk önce Tanrı nın krallığını aramamız üzerine vaaz verdi. Evet öyle, bu onun tam da vermesi gereken vaazdı, ondan bu beklenirdi. Bu bağlanmamız gereken doktrindir, safça ve katışıksız olarak vaaz edilmesi gereken doktrindir. Bu, Hıristiyanlık âleminin Hıristiyanlıkla kurduğu ilişkiyi temsil ediyor, mutlak olanı.

BAHİS 

''Modernitenin kahramanları''nda ne kadar ahlaki ve tinsel canlılık kalmıştır? 

Denir ki, bir yol boyunca atlı iki İngiliz soylusu, üzerinde bir adamla dizginlerinden boşanmış halde koşmakta olan bir atla karşılaşmışlar, düşme tehlikesi içindeki adam, Yardım edin! diye bağırmış. îngilizlerden biri diğerine dönmüş, Yüz gine bahse girerim ki düşecek, demiş. Tamam, demiş diğeri. Bunun üzerine atlarını mahmuzlayıp, koşmakta olan atın önünde engel olabilecek her şeyi kaldırarak bir an önce yol üzerindeki kapıyı açmak için dörtnala gitmeye başlamışlar. Aynı şekilde, böylesi kahramanca ve milyonerlere özgü can sıkıntımız olmamasına karşın, bizim düşünceli ve duyarlı çağımız en azından bahse girecek denli içinde canlılık taşıyan bu tuhaf, eleştirel ve dünyevi insanlara benziyor.

BANG, DÜNYA YUVARLAKTIR. 

Bir kimse eğer gerçeği nesnel olarak söylerse, neden kendine aklı yerinde olarak yeteneklerinin kendisine ait olduğunu kanıtlayamaz? 

Bir tımarhanedeki hasta... kaçmanın yollarını kolluyor, sonunda amacına pencereden atlayarak ulaşıyor ve özgürlük yolunda ilerlemeye hazırlanıyor, ama bu sırada şu düşünce onu sarsıyor (akıllıca mı yoksa delice mi bir düşünce demeliyim?): Şehre vardığında seni ^tanıyacaklar, bir kere daha dosdoğru buraya getirileceksin: o zaman söylediğinin, yani akıl sağlığın söz konusu olduğunda her şeyin yolunda olduğuna ve söylediklerinin herkesi ikna edecek şekilde kendini tam olarak hazırlamalısın. Bir taraftan yürür bir taraftan da bunları düşünürken yerde bir top görmüş, onu almış ve paltosunun arka cebine koymuş. Attığı her adımda top, ayıptır söylemesi, arka kısımlarından ona vuruyormuş ve her seferinde adam şöyle diyormuş: Bang, dünya yuvarlaktır. Adam şehre gelmiş, hemen arkadaşlarından birini çağırmış; onu deli olmadığına ikna etmek istiyormuş, bu nedenle ileri geri yürüyerek sürekli şöyle diyormuş: Bang, dünya yuvarlaktır! Ama dünya zaten yuvarlak değil mi? Tımarhane hâlâ bu düşünce için başka bir kurban daha mı istiyormuş, tıpkı bütün insanların dünyanın krep gibi düz olduğuna inandığı zamanlarda olduğu gibi? Ya da deli olmadığını kanıtlamayı uman bir kişi genel olarak kabul edilmiş ve genel olarak saygı duyulmuş nesnel bir hakikati söylediğinde, deli olarak mı kabul ediliyormuş? Yine de hekimlere göre hasta yeterince iyileşmemiş; tedavi onun dünyanın düz olduğu düşüncesini kabul etmesini gerektirmediği halde.

CİLASI YENİLENEN REHBER KİTAP 

Yeni Ahit modemite tarafından hangi, anlayış düzeyinde gerçekleştirildi? 

Hıristiyanlar için bir rehber olarak kabul edilen Yeni Ahit... bizim sanımıza göre, tarihsel bir antika galine geldi, bir ülkede bütün her şey bütünüyle değişmişken o belirli ülkenin rehber kitabı gibi. Böylesi bir rehber kitap artık o ülkeyi ziyaret eden yolculara yararlı olm,a amacına hizmet etmez, en fazla eğlence için okunur. Biri demiryoluyla rahatça yolculuk ederken, biri rehber kitapta, Burada bir insanın dünyanın altında 70 bin kulaç derine dalabileceği Woolf Kanalı var, diye okur; bu sırada küçük sıcacık kafede oturmuş puro içen biri, rehber kitapta, Burada bir grup eşkıyanın barındığı bir kale varmış, oradan yolculara saldırıp kötü muamele ediyorlarmış diye okur, vs. Burada, şurada, buradaydı; şimdi ise (nasıl olduğunu düşünmek bile çok eğlenceli), şimdi Woolf Kanalı yok ama demiryolu var; eşkıya çetesi yok ama küçük sıcacık kafe var.

CÜCENİN SEKİZ FERSAHLIK ÇİZMELERİ 

Neden mutluluk peşinde koşmak bu kadar kaçamaklıdır? 

Çoğu insan hazzın peşinde öyle nefes nefese bir telaşla koşar ki farkına varmadan onun yanından geçer. Şatosunda tutsak olan prensese gözcülük eden cücenin başından geçen gibi. Bir gün cüce öğle uykusuna dalmıştı. Bir saat sonra uyandığında, prenses gitmişti. Çabucak sekiz fersahlık çizmelerini giydi; bir adımda kızın çoktan önüne geçmişti.

ÇEKİRDEKLER VE KABUKLAR 

Tanrı ile dünya arasındaki ilişki ne ile kıyaslanmalıdır? 

Eğer iki adam birlikte kabuklu yemiş yiyorsa, biri sadece kabuğunu severken, diğeri çekirdeğini seviyorsa, onların birbirlerine uygun oldukları söylenebilir. Dünyanın reddettiği şey, küçümsediği, yani, kurban edilmiş adam, yani kabuk- kesinlikle Tanrı bunun üzerine en büyük bolluğu koyuyor, büyük bir tutkuyla sevdiği dünyadan daha fazla değer veriyor ona.

DEKORATİF KAYIT DEFTERİ 

Yığınlar aykırıları nasıl yargılar? 

Varsayalım ki ne önemli bir düşünceye sahip ne de çalışkan olan bir yazar uzun bir aradan sonra dekoratif bir kayıt defteri yayımlamış olsun, çok zarif ve şıkça ciltlenmiş, bir sürü boş sayfası olan bir defter: yığınlar bu dekoratif fenomene hayret ve gıpta içinde bakacaklardır. Şöyle düşüneceklerdir: Bu kadar uzun sürede yazdığına ve sayfalarda çok az yazılmış yer bulunduğuna göre, gerçekten de sıradışı bir şey olmalı. Varsayalım ki öte yandan çok verimli bir yazar, dekoratif olmaktan ve dalavereden çıkar ummaktan daha başka düşünecek şeyi olan bir yazar, büyük, çok büyük bir çalışkanlıkla alışılmadık bir hızla kendisini yazmaya versin: Yığınlar buna çabucak alışır ve şöyle düşünürler: bu sıradan bir iş olmalı... Varsayalım ki bir papaz olsun, Berlin deki sonuncu Chaplain-to-the Court a benzeyen, ve benzerliği yanında yalnızca her sekizinci Pazar ya da hatta her on ikinci Pazar vaaz veren çok yetenekli Theremin olsun, ama Majestelerinin ve tüm saray halkının en krallara layık ve yüce huzurunda bunu yapıyor olsun: Böylesi bir Baş-Papaz hakkında derhal bir kandırmaca gelişecektir. Aslında zaten özünde ne ise öyle olduğu, yani çok yetenekli olarak görülecektir. Ama yığınların gözünde yalnızca Baş-Papaz olmakla kalmayacak ama Muhterem bir Peder, ya da bir tür Yakası Fırfırlı Baş-Papaz olacaktır, bir Baş-Gözkamaştıran, tıpkı bir kimsenin yılda yalnızca birkaç kez huşu ile görme şerefine eriştiği kralın altından arabası gibi. Yığınlar derinden etkilenecekler ve kendi bilgelikleri içinde şöyle düşüneceklerdir: Böylesi bir vaizin bir vaaz hazırlaması ve onu ezberlemesi için üç ay gerekir, öyleyse bu çok sıradışı olmalı. Ve dikkat, çok uzun zamandır beklenen o sekizinci ya da on ikinci Pazar da meraklılar o kadar kalabalık olacaktır ki, Baş-Papaz minbere güç bela sıkışacaktır - yalnızca yılda bir kez vaaz verdiği için kalabalık o kadar büyük olacaktır ki bir daha yeniden asla minbere sıkışamayacaktır, ya da polisler ve silahlı görevliler Baş-Papaz ın içeri giriş çıkışlarını güvence altına almak zorunda kalacaklardır. Ve eğer kalabalık bir kimseyi öldürecek derecede sıkıştırıp eziyorsa bir dahaki sefere kalabalık daha da artacaktır. Zira vecize sadece gerçek bakımından değil, ama aynı zamanda merak bakımından da şunu söyler: Sanguis martyrum est semen ecclesiae.

DİKİŞ DİKEN KADIN 

Bir kimse terbiye tavsiye eden bir söylemi nasıl dinlemeli? 

Bir kadın elinden geldiğince bir sunak elbisesi dikerken, her bir çiçeği, elinden geldiğince, doğanın zarif çiçekleri gibi sevimli yapar, her bir yıldızı gecenin parıldayan yıldızları gibi olabildiğince ışıl ışıl yapar. Hiçbir şeyi esirgemez, ama sahip olduğu en değerli şeyleri kullanır. Bütün isteklerinden vazgeçer, elinden gelen tek ve biricik sevgili işi için gece ve gündüzün en güzel ve kesintiye uğramayan saatlerini bu işe harcar. Ama ne zaman ki elbise biter ve kutsal görevde kullanılmaya başlar: o zaman bir kimsenin elbisenin anlamı yerine onu yaparken kullandığı sanata bakma yanlışını yapacağı endişesiyle; ya da elbisenin anlamı yerine ondaki bir kusura bakma yanlışını yapacağı endişesiyle derinden kaygılanır. Zira ne o kutsal anlamı elbiseye işleyebilmiş, ne de bu anlamı ilave bir süs olarak elbiseye dikebilmiştir.

DOLANDIRICI İLE DUL KADININ İKİ KURUŞU 

Hayırseverce bir niyet hayırseverce ya da merhamet dolu bir edimin esası mıdır? 

Tapınağın hâzinesine iki kuruş vermiş olan bir kadın halikındaki hikâyeyi ele alalım, ama izin verin de bir parça değişiklikle hikâyeyi şiirselleştirelim. Bu iki kuruş kadın için oldukça büyük bir meblağ idi, öyle pek kolay biriktirmemişti. Onları biriktirebilmesi uzun zamanını almıştı ve sonra onları tapınağa kendi başına götürebilmek için küçük bir bez parçasına sararak saklamıştı. Ama dolandırıcının biri kadının parası olduğunu fark etti, hile yaparak içi elbette ki boş olan ve kadınınkine tıpatıp benzeyen başka bir bez parçasıyla bunu değiştirdi - dul kadın elbette bunu bilmiyordu. Sonra kadın tapınağa gitti, niyetlendiği gibi iki kuruşu, yani içi boş bez parçasını, demek oluyor ki hiçbir şeyi tapınak hâzinesine koydu: Isa nın hâlâ ona demiş olduğu şu sözleri, onun bütün zenginlerden daha çok şey verdiğini söyleyip söylememiş olduğunu merak ediyorum.

DOKUNULMAMIŞ YİYECEK

 İman ile iman mesleği arasındaki fark nedir? 

Eğer belli tür bir yiyecek olsaydı, bir yiyecek konusu ki, şu ya da bu nedenle, en mahrem duygularla bağlı olduğundan o insan için çok önemli olsaydı (milli bir yiyecek düşünebiliriz, ya da dinsel önemi haiz bir yiyecek)... bunun sonucu olarak bu yiyecek küçümsendiğinde ya da kötülediğinde o insanın bu durum karşısında sessiz kalması imkânsızdır: Bu onun bulunduğu bir yerde yapıldığında o zaman o insanın bunu kabul edip kendi duygularını itiraf etmesi doğal olacaktır. Ama izin verin de biz bu ilişkiyi bir şekilde değiştirilmiş olarak ele alalım. Bu adamın başkalarıyla birlikte bir toplulukta olduğunu ve önlerine bu yiyeceğin konulduğunu düşünelim. Yiyecek onlara sunulduğunda, her bir misafir kişisel olarak şöyle diyecektir: Bu, bütün yiyeceklerin içinde en mükemmel ve en değerli olanıdır. Kuşkusuz, hakkında konuştuğumuz bu adam, şaşkınlık içinde misafirlerin bu yiyeceği yemediğini, onu ellerini sürmeden bırakıp öbür yiyeceklere daldıklarını, ama yine de bu yiyeceğin en mükemmel ve değerli yiyecek olduğunu söylediklerini keşfeder ya da keşfettiğine inanırsa, bu durumda bu adamın kendi inancını onaylaması gerekmez mi? Onunla çelişkide olan kimse yoktur, çünkü onun söylediğinden başka bir şey söyleyen kimse yoktur.

DOKTORA YAPILAN BİR ZİYARET 

Tıp endişeli bilinci ortadan kaldırabilir mi? 

Çağımızda (bu hakikattir ve çağımızın Hıristiyanlığı için önemlidir), çağımızda ruhların tedavisiyle doktorlar uğraşıyorlar. insanlar belki bir rahiple konuşmaktan boş yere büyük bir korku duyuyor, ki rahipler de, ne var ki, çağımızda büyük bir olasılıkla doktorlar gibi konuşuyorlar. Bu yüzden doktorlara başvuruyorlar. Ve o ne yapması gerektiğini biliyor: [Dr.]: Sulak bölgelere yolculuk yapmalısınız, sonra bir binek atı almalısınız, çünkü başınızda başlıkla arılardan uzaklaşmanız mümkün, sonra dikkatinizi dağıtın, dağıtın, her akşam eğlenceli bir poker partisine katılmaya dikkat edin, öte yandan yatağa girmeden önce akşamları çok fazla da yememelisiniz, ve son olarak yatak odasının iyi havalandırılmasına önem verin - bunların hiç kuşkusuz yararı olacaktır. [Hasta]: Endişeli bir bilinci avutmak için mi? - [Dr.]: Peh! Bırakın bu işleri! Endişeli bilinçmiş! Artık böyle bir şey yok, ırkımızın çocukluk çağlarından kalan şeyler bunlar. Artık böyle bir şeyle ortaya çıkacağını düşünecek aydınlanmış ve kültürlü bir rahip kalmadı demek istiyorum ki, Pazar vaazları dışında, ki bu da farklı bir konudur. Hayır, burada endişeli bir bilinçle asla yola çıkmayalım, çünkü bu şekilde çok geçmeden bütün bir evi tımarhaneye çevirebiliriz. Öyle düşünüyorum ki, işe bir hizmetkâr alsaydım, o zaman onu kaybetmeye gönülsüz olur ve şiddetle özlerdim - ve başka açılardan ne kadar mükemmel olursa olsun eğer onun endişeli bilinç deneyimiyle haşır neşir olduğunu fark etseydim, koşulsuz olarak hizmetimden atardım onu. Bu kendi evimde hoş görebileceğim en son şeydir. Eğer benim kendi çocuğum olsaydı, kendisine barınacak başka bir köşe bucak araması gerekirdi. [Hasta]: Ama, Doktor, bu var olmadığını söylemiş olduğunuz bir şeyden, endişeli bir bilinç ten duyulan ne kadar da ürkünç endişeli bir korku; insan neredeyse bilincin ıstırabından intikam almaya kalkıştığınızı düşünecek - sizin bu endişeli korkunuz tıpkı bir intikama benziyor!

DÜĞME 

Ahlaki edimler her zaman "ilkeler" üzerinde mi ilerlemelidir? 

Eğer bir kimsenin paltosunun iç cebine dikilmiş küçük bir düğme varsa İlkesel olarak onun, bunun dışında önemsiz olan ve oldukça faydalı edimi önemli olacaktır - bir toplumun oluşturulmasıyla sonuçlanması olanak dışı değildir... İlkesel olarak bir kimse bir genelev kurulmasıyla ilgilenebilir (sağlık otoriteleri tarafından yazılmış bu konuda çok sayıda sosyal çalışma bulunmaktadır) ve aynı adam çağm.büyük ihtiyaçlarından biri olduğuna inanıldığı için yeni bir ilahi Kitabının basılmasına katkıda bulunabilir. İlk ediminden dolayı onun ahlaksız olduğu sonucuna varmak ikinci ediminden dolayı ilahi okuduğu ya da söylediği sonucuna varmak kadar yersiz olacaktır. 46

EBEDİ ÖĞRENCİ 

Sivil din otantik olarak Hıristiyan olabilir mi? 

Gençliğimde üniversitedeki ilk sınavında hiç başarılı olamayan ama sürekli olarak, Gelecek sefere başaracağım, diyen genç bir adam vardı; bu yüzden ona asıl ismiyle değil Gelecek sefere başaracağım diyerek seslenirdik... Ne var ki, şimdi itiraz zamanları geçti... İtirazlar için stok, bir bankanın banka olabilmesi için her zaman bulundurması gereken sikkeler, ki bu durumda Hıristiyanlığın bankası buna sahip idi- bu tüketildi bayanlar ve baylar! Bankadan çekmek yerine, önce yeni bir bankanın kurulması gerek, ki bu durumda sikkeler aracılığıyla, yani edimlerle kurulmalı, bir Hıristiyan ın rol oynadığı edimlerle.

ELEŞTİREL AYGIT 

Bir metnin eleştirisiyle onun radikal sorumluluğunu hissetmek arasında ne gibi bir fark vardır? 

Bir ülke hayal edin. Bir kraliyet emri bütün memurlara ve vatandaşlara, kısacası, bütün halka bildiriliyor. Bütün onların hepsinin üstüne çarpıcı bir değişiklik geliyor: Hepsi bir yorumcu halini alıyor, memurlar yazar halini alıyor, her kutsal gün en sonuncusundan daha bilgili, daha keskin, daha şık, daha derinlikli, daha yaratıcı, daha muhteşem, daha alımlı ve çok daha muhteşemce alımlı birinin yorumu ortaya çıkıyor, Bütünü incelemesi gereken eleştiri bu harika literatürün bütününe zar zor erişebiliyor, hatta eleştirinin kendisi öyle bitmek bilmeyen bir literatür haline geliyor ki eleştirinin bütününe ulaşmak imkânsızlaşıyor. Her şey yorum haline geliyor ama hiç kimse kraliyet emrini onunla uyum içinde hareket edecek şekilde okumuyor. Ve yalnızca her şey yorum haline geldiği için değil, ama aynı zamanda ciddiyetin ne olduğuna karar veren bakış açısı da değişiyor. Varsayın ki bu kral insan bir kral olmasın çünkü insan kral olaylara bu akışı vererek herkesin kendisini ahmak yerine koyduğunu düşünebilir, yine de insan bir kral olarak, özellikle de memurların ve vatandaşların oluşturduğu birleşik cepheyle karşı karşıya geldiğinde, böylesine çirkin bir oyunda güzel bir yüz takınmaya mecbur kalabilirdi, bütün bunların doğal gibi görünmesine izin verebilirdi, böylece en şık yorumcu asilliğe yükseltilerek ödüllendirilirdi, en keskinine şövalye nişanı verilirdi, vs. Düşünün ki bu kral güçlüydü, bütün memurlar ve vatandaşlar kendisini yanıksalar dahi buna şaşmazdı. Böylesi bir durum hakkında sizce bu güçlü kral ne düşünürdü, tahmin edin. Hiç kuşkusuz, Emre itaat etmeseler bile onları affedebilirim; daha da ötesi, bir dilekçe çerçevesinde bir araya gelseler de onlara sabır gösterebilirim, ya da belki de kendilerine çok zor görünen bu emrin tamamını kaldırırım - yani onları affedebilirim. Ama şunu, ciddiyetin ne olduğuna karar veren bakış açısını bütünüyle değiştirmelerini bağışlayamam.

ERKEN SON 

Bir kendilik olma ödevi hiç tamamlandı mı? 

Yazılı bir sınavda gençlere bir konu geliştirmeleri için dört saat veriliyor, bir öğrencinin zaman dolmadan önce bitirmesi ya da bütün zamanı kullanmasının bir önemi yok. Öyleyse, burada, ödev bir şey, zaman başka bir şey. Ama zamanın kendisi ödev haline geldiğinde, zaman sona ermeden önce bitirmek bir hata haline geliyor. Varsayalım ki bir adam bütün bir gün eğlenme görevini üzerine almış olsun, ve kendini eğlendirme görevini akşam olmadan önce bitirmiş olsun: o zaman sürati övgüye değerdir. Yaşamın kendisinin bir ödev olduğu durumda da aynı. Yaşam birininkini sona erdirmeden önce, o birinin yaşamla işini bitirmesi, kesinlikle görevi bitirmemiş olmak anlamına gelir.

ERTELENMİŞ CEVAP 

Din nedir? 

Bir Yunan filozofundan dini tanımlaması istenince, bir cevap hazırlamak için süre istemiş; üzerinde anlaştıkları zaman süreci geçince, biraz daha erteleme istemiş, ve bu böyle devam etmiş. Bu şekilde sembolik olarak sorunun cevaplanamaz olduğunu göstermek istiyormuş. Bu gerçekten de tam da Yunan ruhu, güzel ve zekice. Ama eğer kendi kendisiyle tartışmış olsaydı, soruyu çok uzun süredir cevapsız bırakmış olduğunu düşünseydi, cevaba daha da yakınlaşırdı, bu da bir yanlış anlama olurdu; tıpkı borçlu birinin uzun süre borçlu kalmasıyla borcun en sonunda ödenmesi gibi o kadar uzun süre ödenmemiş olarak kalmasına rağmen.

FAHİŞELİK İZNİ 

Komedi nedir? 

Bir kadın sokak kadını olmak için izin isterse, bu komiktir. Saygıdeğer biri olmanın zor olduğunu adamakıllı hissederiz (yani bir adam av köpeklerinin efendisi olmayı reddettiğinde, bu komik değildir), aşağılık biri olma izni verilmediğinde, bu bir çelişkidir. Şurası kesin ki, kadına izin verilmiş olsaydı, bu yine komik olurdu, ama çelişki farklı bir şey, şöyle ki, yasal otorite gücünü gösterdiğinde kesinlikle aczini gösterir: izin vererek gücünü, izin verilebilir bir şey haline getirmekle aczini.

FIRTINA 

Bilgi, uygulandığında değişir mi? 

Bir kaptan hayal edelim ve varsayalım ki hiç ayrımsız bütün sınavları geçmiş, ama henüz denize çıkmamış olsun. Onu bir fırtınanın ortasında hayal edelim; yapması gereken her şeyi biliyor, ama önceden bilmediği bir şey vardır: gecenin karanlığında yıldızlar göze görünmez olduğunda denizciyi ele geçiren dehşet; elindeki dümen dalgalar için bir oyuncağa dönüştüğünde gelen acizlik duygusunu bilmiyordur; böylesi bir durumda bir insan hesap yapmaya çalıştığında kanın nasıl da beynine hücum ettiğini bilmiyordur; kısacası, bildiklerini uygulaması gerektiğinde, bunları bilen kişide meydana gelen değişimden haberi bile yoktur.

FRANSIZ DEVLET ADAMI 

Sorumluluğumuz olmaksızın bir gücümüz var mı? 

Bir Fransız devlet adamının kendisine ikinci kez bakanlık önerildiğinde bunu ancak devlet sekreterinin sorumlu olması halinde kabul edebileceğini açıkladığı hatıramızda hâlâ tazedir. Bakanı sorumluyken Fransa kralının sorumlu olmadığı çok iyi bilinen bir şeydir; bakan sorumlu olmak istemez ama devlet sekreterinin sorumlu olması koşuluyla bakan olacaktır; doğal olarak, nihai sonuç bekçilerin ya da sokak komisyoncularının sorumlu olmasıdır. Bu yer değiştirmiş sorumluluk hikâyesi Aristophanes için gerçek bir konu oluşturmaz mıydı?

GERİGERİ YÜRÜYEN ADAM 

Neden tutarsız davranışlar iyi niyetin aşırı uğraşlarına eşlik ederler? 

Bir kişi birine sırtını dönüp yürüdüğü zaman, onun yürüyerek uzaklaştığını görmek kolaydır, ama bir insan yürüyerek uzaklaştığı kişiye yüzünü dönme yöntemini izlerse, görünüşte ve bakışta ve selamlarken, şimdi hemen geldiği konusunda güvence verirken, ya da hiç durmadan Buradayım aslında geri geri yürüyerek uzaklaşmaktadır derken aslında ondan geri geri yürüyerek uzaklaşma yöntemini izlemektedir, bu durumda bunun farkına varmak o kadar da kolay değildir. İyi niyet bakımından verimli ve söz vermekte çabuk olan bir kişi için de durum aynıdır, iyi den giderek geri geri daha da uzaklaşmaktadır. Niyetleri ve sözleri yardımıyla iyiye yönelir, yüzünü iyiye döner, ve bu yönelişle ondan geri geri uzaklaşır. Her yenilenen iyi niyede ve sözle sanki bir adım öne atmış gibi görünür, ama yine de sadece olduğu yerde durmakla kalmaz, geriye doğru bir adım atar. Kibirli iyi niyet, tutulmamış sözler geride umutsuzluk tortusu, keder bırakacak belki de çok geçmeden iyi niyetin daha tutkulu itirazlarıyla parlayan daha büyük bir moral bozukluğu ve keyifsizlik bırakacaktır. Tıpkı bir ayyaşın sürekli daha güçlü ikazlara ihtiyaç duyması gibi- sarhoş olmaktan kurtulmak için, bunun gibi, niyetlere ve sözlere düşen kişinin sürekli daha fazla ikaza ihtiyaç duyması gibi - geri geri yürümek için.

GOTHAM IN BİLGE ADAMLARI 

Hıristiyan felsefesi sıfat Hıristiyan ı spekülatif muameleye tabi tutarak mı yola çıkmalıdır?... 

Sanki önceden varsayarak spekülasyon yapmak doğruymuş gibi görünüyor, en azından Hıristiyan felsefesinin Hıristiyan olduklarını beyan etmiş olanları benimsemesinin programı olarak bu görünüyor. Ama eğer bu önceden varsaymayla başlayan felsefe sonunda kendi önceden varsaymasını spekülatif muameleye tabi tutacak noktaya ulaşırsa, ve önceden varsaymayı speküle ederse, o zaman ne olacak? O zaman önceden varsayma sadece bir kurgu, bir gölge oyununun parçası olmayacak mı? Gotham ın bilge adamları hakkında bir hikâye vardır; onlar suyun üzerine uzanan bir ağaç görmüşler ve ağacın susadığını düşünerek ona yardımcı olmaya kalkışmışlardı. Bunun üzerine içlerinden biri ağacı tuttu, diğeri ilk adamın bacaklarına tırmandı, böylece bir zincir oluşturdular, hepsinin kafasında ağaca yardım etme düşüncesi vardı. Ama ne oldu? îlk adam ağacı daha iyi tutabilmek için eline tükürme amacıyla tuttuğu yeri bıraktı sonra ne oldu? Sonra bütün Gothamlılar suya düştü, çünkü önceden varsaymaktan vazgeçmişlerdi.

GÜNAH ÇIKARAN YE TÖVBEKÂR 

Felsefe ile tarih arasındaki ilişki nedir? 

Felsefenin tarihle ilişkisi günah çıkaranın tövbekârla ilişkisine benzer ve tıpkı günah çıkaran gibi, tövbekârın sırlarını duyabilsin diye esnek ve araştırıcı bir kulağı olması gerekir; ama itirafının tamamını dinledikten sonra, tövbekara kendisini sanki öteki imiş gibi gösterebilmelidir. Ve tövbekâr kimse kendi hayatının kaçınılmaz kronolojik olaylarını gevezelikle dile getirdiğinde, hatta onları eğlenir gibi sayıp döktüğünde, ama kendisi bütün bunları açıkça görmediğinde, işte o zaman tarih ırkın bütün yaşamını yüksek sesli bir acımayla ilan etme hakkına sahip olur, ama açıklamasını daha yaşlı olana (felsefeye) bırakır. Tarih o zaman, ilk başta felsefi karşılığa neredeyse sahip değilken, kendisini felsefe fikriyle öyle bir raddede özdeşleştirir ki, mutluluk veren sürprizi yaşayabilir en sonunda, bunu asıl hakikat olarak görürken, öbürünü sadece bir görünüş olarak kabul eder.

HACI 

Yanlış bir temelde ilerleyen kararlı bir kendini adamayı ne ile kıyaslayacağız? 

Eğer bir hacı iki adım ileri bir adım geri giderek on yıl boyunca dolaşmışsa, eğer şimdi uzakta Kutsal Şehri görüyorsa ve [sonunda] ona bunun Kutsal Şehir olmadığı söyleniyorsa ah, pekâlâ, daha da yürümesi gerekecek- ama eğer kendisine Bu Kutsal Şehir, ama senin ilerleme tarzın bütünüyle yanlış, eğer cennete kavuşmak istiyorsan bu tarzdan vazgeçmelisin! deniyorsa. Ona, on yıldır en büyük çabayla yürümüş olan ona.

HAYALİ İSYAN 

Modem devrimler gerçek mi yoksa hayali mi? 

Devrimci bir çağ eylemci bir çağdır; bizimki ise reklam ve propaganda çağı. Gerçekte hiçbir şey olmaz ama her yerde propaganda vardır. Bu çağda bir isyan en düşünülemez şeydir. Böylesi bir güç ifadesi çağımızın hesapçı zekâsına göre saçma görünecektir. Öte yandan siyasi bir virtüöz olağanüstü bir başarı kazanacaktır. Genel kurula insanların bir isyan üzerinde anlaşması konusunda öneride bulunan bir manifesto yazabilir ve bu manifestonun sözleri öyle dikkatle seçilir ki sansürden bile geçer. Toplantıda izleyicilerinin isyan ettiğine dair bir izlenim yaratabilir, ki bundan sonra sessizce evlerine dağılırlar çok güzel bir akşam geçirdikten sonra.

HIZLI TUTUKLAMA 

Bilincin radikal saydamlığını ne ile kıyaslayacağız.? 

Cam bir kutunun içine oturtulmuş bir adam Tanrının önünde saydam olan bir adamın olduğundan daha fazla utanç içinde değildir. Bu bilinç faktörüdür. Bilincin yardımıyla şeyler öyle bir düzenlenir ki, her hatayı adli raporlar takip eder ve suçlu kimsenin kendisinin bunu yazması gerekir. Ama bu şefkatli bir mürekkeple yazılır ve yalnızca sonsuzluk içinde ışığa tutulunca tamamen görünür olur, bu sırada sonsuzluk bilinçleri denetler. Esasen herkes sonsuzluğa, yapmış olduğu ya da yapmadan bıraktığı en önemsiz şeylerin en kesin tutanağıyla varır ve bu tutanağı iletir. Demek ki sonsuzlukta bir hükme varmak bir çocuğun bile becerebileceği bir şeydir; üçüncü bir kişinin gerçekten yapacağı bir şey yoktur, her şey, en önemsiz kelime bile hesaba katılır. Yaşamı boyunca sonsuzluğa yolculuk eden suçlu adamın durumu suç işlediği yerden bir trenle kaçan katilinkine benzer. Heyhat, tam da oturduğu demiryolu vagonunun altından elektrikli telgraf sinyalleri geçmekte ve onun gelecek istasyonda tutuklanma emrini iletmektedir. İstasyona varıp da vagondan indiğinde tutuklanır. Bir bakıma kendi ihbarını beraberinde getirir.

İNCE BUZ ÜZERİNDEKİ MÜCEVHER 

Bağlanmış, tutku dolu bir çağla modernitenin nesnel izleyiciliği arasındaki fark nedir? 

Eğer herkesin sahip olmak isteyeceği bir mücevher donmuş gölün buzun çok ince olduğu ortasında bir yerde, ölüm tehlikesi içinde dursaydı, ama bir yandan da yakından bakıldığında buz bütünüyle güvenli olsaydı, o zaman tutkulu bir çağda kalabalıklar mücevheri almak için tehlikeye atılan adamın cesaretini alkışlarlar, onun için ve'onunla birlikte kararlı eyleminin tehlikesi içinde titrerler, eğer boğulursa onun için acı çekerler, eğer ödülü kazanırsa ondan bir tanrı yaparlardı. Ama tutkunun bulunmadığı düşünceli bir çağda, tersi olurdu, insanlar böylesine uzak bir yere gitmenin mantıksız olduğu ve buna değmeyeceği konusunda anlaşacak denli birbirlerinin akıllı olduğunu düşünürlerdi. Ve bu şekilde bir şey yapmış olmak için cesaret ve coşkuyu beceriye dönüştürürlerdi, çünkü ne de olsa bir şeyler yapılmalıdır. Kalabalıklar seyretmek için güvenli bir yere koşuştururlar ve bir uzmanın gözleriyle neredeyse en uca kadar gidip (i.e. buz güvenli olduğu ve tehlike henüz başlamadığı sürece) sonra da geri dönebilecek kusursuz patenciyi değerlendirirlerdi. En kusursuz patenci en uzak noktaya kadar gitmeyi becerebilir ve sonra, sanki seyirciler nefeslerini tutup şöyle desinler diye, çok daha fazla tehlikeli görünen bir koşu tuttururdu: Aman Tanrım! Nasıl da çılgınca; kendi hayatını tehlikeye atıyor.

İKİ SANATÇI 

Komşunun sevgisini istemekle komşuyu sevilesi bulmak arasındaki fark nedir? 

İki sanatçı olduğunu varsayalım ve bunlardan birisinin şöyle dediğini: Dünyayı dolaştım ve birçok şey gördüm, ama resmi yapılmaya değer insanı beyhude yere aradım. Boyamaya karar vereceğim mükemmel güzellikte bir yüz bulamadım. Her yüzde şöyle ya da böyle ufak tefek çirkinlikler gördüm. Bu nedenle boşuna arıyorum. Öte yandan, ikinci sanatçının da şöyle dediğini varsayalım: Şey, ben kendimi gerçek bir sanatçı yerine koymuyorum; ne de yabancı ülkelerde seyahat etmişliğim var. Ama bana en yakın insanların küçük çemberinin içinde, çevremde önemsiz ya da çirkinliklerle dolu bir yüz görmedim, öyle ki bu yüzlerde hep daha güzel bir yan ayırt ettim ve muhteşem şeyler keşfettim. Bu yüzden yaptığım sanatta mutluyum. Hiç sanatçı olma iddiasında bulunmadan bu beni tatmin ediyor. Bu durum kesinlikle bu adamın sanatçı olduğunu, çünkü yanında kendisiyle bir şeyler getirdiği için aradığı şeyi bulduğunu, ama çok seyahat etmiş sanatçının belki de yanında herhangi bir şey getirmediği için aradığını bulamadığını göstermez mi! Sonuç olarak bu ikisinden İkincisi sanatçıydı. Niyeti yaşamı güzelleştirmek olan sanatın, yaşamı bizim için güzelleştirmek yerine müşkülpesentlikle hiçbirimizin güzel olmadığını ortaya koyması, onun üzerinde sadece bir lanet olabileceğini bilmek çok üzücü değil mi? İstediği sadece hiçbirimizin sevilmeye değer olmadığını açıkça göstermek olan sevgi de yalnızca bir lanetse bu çok daha üzücü ve kafa karıştırıcı değil midir; halbuki sevginin varlığı bütün hepimizde bir parça da olsa sevilebilirlik bulmaya yetecek, sonuçta hepimizi sevecek yeterlikte bir sevgi olacaktır.

İSİMSİZ MÜRİT 

Hakiki mürit ne yapar? 

Daha da ileri gitmeli, daha da ileri gitmeli. İleri gitme güdüsü dünyanın en eski şeylerinden biridir. Bütün fikirlerini yazılarına döken ve eserleri Diana Tapınağı nda saklanan karanlık Herakleitos (çünkü düşünceleri hayatı boyunca onun silahı olmuş, bu yüzden onları tafırıçanın tapınağına asmış), demiş ki, İnsan aynı ırmağa iki kere geçemez. Karanlık Herakleitos un bununla yetinmeyen ve daha da ileri giden müridi eklemiş: Bir kere bile giremez. Böyle bir müridi olduğuna göre vay haline Herakleitos un! Müridin Herakleitos un tezini bu şekilde düzeltilmesiyle tez öylesine gelişmiş ki, hareketi inkâr eden Eleatik bir tez haline gelmiş, ama mürit yine de yalnızca Herakleitos un müridi olmayı arzuluyormuş... hatta daha da ileri gidersek - Herakleitos'un terk ettiği pozisyona dönmemeyi.

KADININ YARATILIŞI 

Dişi varoluşun gizemini ve cezbedici gücünü nasıl açıklayacağız? 

Dişi cinsiyet, erkekten daha eksik olması bir yana, tam aksine eksiksizdir. Ne var ki konuşmamı bir mitle zenginleştireceğim. En başında sadece bir cinsiyet, erkek cinsiyeti vardı - diye bildiriyor Yunanlılar. Ona her şey bahşedilmişti, bu yüzden onu yaratan tanrıların onurunu yansıtıyordu, her şey öylesine mükemmel bağışlanmıştı ki tanrılar bir şairin kimi zaman bütün gücünü şiirsel yaratışa harcadığı zamanlarda olduğu gibi bir pozisyondaydılar: Sonunda erkeği kıskanır oldular. Evet, daha da kötüsü, ondan korkuyorlardı, o tanrıların boyunduruğuna istemeden boyun eğiyordu. Nedensiz olmasına karşın cennetin tökezlemesine neden olabilir diye korkuyorlardı. Bu nedenle gemlemeye güçlerinin yetemeyebileceği bir güç istemişlerdi. Daha sonra tanrıların konseyinde kaygı ve karmaşa meydana geldi. Onların çoğu erkeğin yaratılışında çok müsrif davrandılar, bu da yüce bir şeydi; şimdi her şey riske edilmeliydi, zira her şey tehlikedeydi, bu bir öz savunmaydı. Böyle düşünüyordu tanrılar. Bir şairin düşüncesini yürürlükten kaldırması gibi onların erkeği yürürlükten kaldırması imkânsızdı. Güç kullanılarak zorlanamazdı, ya da tanrıların kendisi onu zorlayabilirlerdi, ama kesin olarak kuşkuları vardı. Erkek daha sonra esir alınmalı ve kendisininkinden daha zayıf ama yine de zorlamaya yetecek bir güçle zorlanmalıydı. Ne de muhteşem bir güç olmalıydı bu! Gereklilik, tanrılara yaratıcılıkta kendilerini aşmalarını öğretir, ne var ki. Aradılar, çok düşündüler ve buldular. Bu güç kadındı, tanrıların gözünde bile bir erkeğin yaradılışından çok daha büyük bir mucize olan yaratılış mucizesi, kendi saflıklarında birbirlerinin sırtlarını okşamalarından kendilerini alıkoyamadıkları bir keşif. Kadının, Tanrıların kendisinin bile yapabileceklerini düşünmedikleri şeyleri yapabileceğini söylemekten başka ne söylenebilir onlar adına, kadının yapabileceğini söylemekten başka ne söylenebilir? Bunu yapabilmesi için ne de mükemmel olması gerekir! Bu tanrıların entrikasıydı. Kurnaz bir ustalıkla büyüleyici kadın biçimlendirilmişti; erkeği büyülediği o an kendisini dönüştürüyor ve erkeği sonluluğun uzunluğunda esir alıyordu. Tanrıların istediği şey buydu. Tanrılar erkeği tuzağa düşürebilecek tek şey olarak tasarladıkları kendi güçleri için savaşırlarken bundan daha fazla leziz, daha zevkli, daha büyüleyici ne olabilirdi? Ve gerçekte öyleydi, zira kadın göklerde ve yerdeki en eşsiz ve en ayartıcı güçtü. Bu kıyaslamayla erkek çok eksik bir varlıktı. Ve tanrıların entrikası başarılı oldu. Ne var ki, her zaman başarılı olmadı. Her kuşakta bu hilenin farkına varan bazı erkekler, bireyler oluyordu. Doğru, başkalarından çok daha fazla kadınların tatlılığını algılıyorlardı, ama bütün bunların ne olduğuna dair kuşkuları da vardı. Bunlar benim cinsel istek uyandıran şeyler dediklerimdi, kendimi de onlardan biri sayıyorum; erkekler onlara baştan çıkarıcılar diye seslendi, kadının onlar için bir adı yoktu, böyle bir şey kadın için söz konusu bile değildi. Bu cinsel istek uyandıran şeyler yine de hayırlı şeylerdi. Tanrılardan daha fazla lüks içinde yaşıyorlar, zira sürekli olarak sadece ölümsüzlük yemeğinden daha değerli olan şeyler yiyor, nektardan daha leziz şeyler içiyorlar; tanrıların en kurnazca düşüncelerinin ürünü olan en ayartıcı zevkle akşam yemeği yiyorlar, sürekli olta yeminden yiyorlar. Ah, kıyas ötesi lüks! Ah, yaşamanın keyifli hali! Sürekli olta yeminden yiyorlar- ve asla yakalanmıyorlar. Öteki erkekler oturup olta yeminden yiyorlar tıpkı havyar yiyen kaba saba adamlar gibi ve yakalanıyorlar. Sadece cinsellik olta yeminin değerini biliyor, sonsuz değerini biliyor. Kadın bunu hissediyor, ve erkekle kadın arasında gizli bir anlayış var... Bu şekilde tanrılar kadını biçimlendiriyor, bir yaz akşamının sisi gibi narin ve göksel, bir özlem dünyası taşıyor olduğu gerçeğine karşın bir kuş kadar hafif, hafif çünkü güçlerin oyunu kadının kendine bağlı olduğu negatif ilişkinin görünmez merkezinde birleşmiş, endamı ince, kesin orantılarla belirlenmiş ve yine de güzelliğin haresiyle kabarmış, bütün ve yine de yalnızca şimdi tamamlanmış gibi, serinletici, leziz, yeni yağmış kar gibi tazeleyici, durgun saydamlıkla yüzü kızarmış, bir insanın her şeyi unutmasına neden olan bir jest gibi mutlu, tutkunun eğilimli olduğu hedef gibi yatıştırıcı, arzunun kışkırtıcısı olarak tatmin edici. Tanrıların hesaplamış olduğu şey de bu, tıpkı aynadan kendi yansısını gören insan gibi erkek kadının görüntüsüyle kendinden geçmiş, ve yine de sanki bu görüntüyle tanıdık, kendisini mükemmellikte yansıdığım gören biri gibi afallamış, hiç kuşku duymadığı bir şeyi görmüş gibi afallamış, yine de ona olmuş olması gerekeni görüyor, kendisi için gerekli olan parçayı, varoluşun bilmecesini görür gibi.

KANITLARIN YAZARI 

Hangi argümanlarla ya da araçlarla "her şeyin iyi için çalıştığını" anlayabiliyoruz-EĞER Tanrıyı seviyorsak? 

Bir adam hayal edin ki, eğer mümkünse bir insanın entelektüel yeteneklerinden çok daha olağandışı ölçülerle, hikmetli derin düşüncelerle, algılamada keskinlikle, açıklamalarında netlikle donanmış olsun; bu adamın hiçbir zaman görülmemiş ve hiçbir zaman görülmeyecek bir düşünür olduğunu hayal edin; bu adam Tanrı nın doğası, Tanrı nın sevgi olduğu gerçeği, bunun sonucu olarak dünyanın da en iyisi olması gerektiği ve her şeyin iyi için birlikte çalıştığı üzerine derin derin düşünmüştür. Ve kavradıklarını bütün ırkın mülkü ve gururunun nesnesi olarak kabul edilen bir kitapta açıklığa kavuşturmuştur; bu kitap bütün dillere çevrilmiş, bilimsel tartışmanın bütün özel durumlarına değinmiş, ve bu kitaptan rahipler kanıtları almıştır. Bu düşünür bugüne kadar uygun koşullarla korunmuş olan bir dünyada, o dünyayı tanımadan yaşamıştır, ki buna bilimsel araştırma için gerek vardır. Sonra önemli bir kararın sonucu olarak kederlenmiştir; farklı bir durumda ve kritik bir anda harekete geçmek zorundadır. Ve bu edim hiç beklemediği bir sonuca yol açar bu sonuç onu ve başka birçoklarını sefalete sürükler. Bu onun ediminin sonucudur ama yine de en dürüst bir tepki sonucu yapmış olduğundan daha farklı hareket edemeyeceğine ikna olmuştur. Öyleyse burada söz konusu olan sadece talihsizlik değil, kendisinin ne kadar suçsuz olduğunu bilse dahi, ona isnat edilen suçtur. Şimdi bu onu yaralanmıştır; ama bunun aynı zamanda onun iyiliği için de olup olmayacağı konusunda ruhunda bir kuşku uyanır. Ve onun, yani düşünürün içinde bu kuşku bir anda yönünü düşünceye döner: Tanrı nın her şeyden önce sevgi olup olmadığı zira inananın içindeki kuşku bir başka yöne, kendisi hakkındaki endişelere yönelir. Bu nesnel ilgi bu adamın üzerinde gittikçe daha fazla güç kazanır, öyle ki sonunda kendisinin nerede olduğunu bile bilemez hale gelir. Bu durumda kendisini şahsen tanımayan bir rahibe başvurur. Zihnini tümüyle ona açar ve huzur arar. Çağıyla aynı seviyede olan ve bir tür düşünür olan rahip şimdi ona aslında en iyisinin bu olması gerektiğini ve bunun onun iyiliğine olduğunu kanıdamalıdır; zira Tanrı sevgidir; ama çok geçmeden bu tanımadığı insanın düşünsel çelişkisinde kendi üzerine düşeni yapamayacağını anlar. Birkaç beyhude girişimin ardından rahip şöyle der: Pekâlâ ben size sadece bir tavsiyede bulunabilirim; Tanrı sevgisi hakkında bir kitap var, onu oku, onun üzerinde çalış, eğer bu da sana yardımcı olmazsa hiç kimse sana yardım edemez. Tanımadığı adam şöyle yanıt verir: Bu kitabın yazarı zaten benim.

KARANLIK ODA 

Aşkın gözü kör mü? 

Aşk insanın gözünü kör eder derler ve her şeyi böyle açıklarlar. Aslında, bir şey aramak için karanlık bir odaya girerken eline bir fener almasını tavsiye ettiğim adam, Aradığım önemli bir şey değil, bu yüzden fener taşımama da gerek yok, diyor - ah, o zaman çok iyi anlıyorum onu. Öte yandan, aynı adam beni bir kenara çekip de esrarengiz bir tavırla aradığı şeyin aslında çok önemli bir şey olduğunu ve bu yüzden bunu gözü kapalı yapabildiğini söylediğinde ah, işte o zaman benim zavallı kafamın onun bu yüksek konuşmasını nasıl takip edebildiğine şaşıp kalıyorum. Onu gücendireceğim korkusundan bile olsa kahkahamı tutuyorum, sırtını döner dönmez artık kendimi tutamıyorum. Ama aşka sıra gelince, kimse gülmez.

KAYIP ÂŞIK 

Umutsuzluk kendini tüketir mi? 

Genç bir kız aşk acısı çekiyor, aşığının acısını çekiyor, çünkü aşığı ölmüş, ya da aşığı ona sadakatsizlik etmiş. Bu ilan edilmiş bir umutsuzluk değil; hayır, benliği için acı çekiyor. Bu benlik, eğer âşığının sevgilisi olsaydı, en sevinçli şekilde kendisinden kurtulurdu, ya da kaybederdi onu, ama şimdi onsuz ken bu benlik ona işkence ediyor; onun için bir servet demek olan bu benlik (bir anlamda umutsuzluk içinde olsa da) âşığı artık öldüğüne göre, ya da nefret edilesi bir şeye dönüştüğü, ona aldatılmış olduğu gerçeğini hatırlattığına göre onun için iğrenç bir yokluk haline gelmiş oldu. Şimdi o kıza şöyle demeyi deneyin bir bakalım Kendini tüketiyorsun. Onun şöyle cevap verdiğini duyacaksınız: Ah, hayır, asıl işkence bu kesinlikle, ben bunu yapamam. Bir insanın kendi benliğinden acı çekmesi, insanın umutsuzca kendisinden kurtulma isteğine kapılması, bütün umutsuzlukların formülüdür.

KENDİNDEN EMİN POLİS 

Mizahın otoritesi nedir? 

Bir insan ne kadar çok acı çekerse, inanıyorum ki o kadar fazla mizah duygusuna sahip olur. Bir insan mizahın kullanılışındaki gerçek otoriteyi yalnızca en derin acıyla elde edebilir, sihirli gibi, tek kelimeyle akıllı bir yaratık olan insan denen varlığı bir karikatüre dönüştürme otoritesini. Bu otorite elini sopasına teklifsizce götüren, sokağın karşılık vermesine ve engellemesine izin vermeyen kendinden emin polise benzer. Sopayı yiyen adam anında karşılık verecek, protesto edecek, bir yurttaş olarak ona saygıyla muamele edilmesini isteyecektir, o zaman polis onu soruşturma açmakla tehdit edecek; işte o anda sopanın bir sonraki darbesi gelecektir, şöyle bir uyarıyla: Dilini tut, hadi yaylan, dikilme olduğun yerde.

KİLER KİRACISI 

Israrcı tinsel öz- inkârımızı ne ile kıyaslayacağız? 

Bir kimse kileri, zemin katı ve premier etage (birinci katı) olan bir ev düşünse; bu ev bu şekilde kiraya verilmiş olsa, ya da çeşitli katlarda oturan kiracılar arasındaki mevki farkını ortaya koyacak şekilde planlanmış olsa; ve birisi böyle bir ev ile bir insan olmak nasıl bir şeydir arasında bir kıyaslama yapsa - ve ne yazık ki kendi evlerinde kilerde yaşamayı seçmiş erkeklerin çoğunluğunun üzücü ve gülünç durumudur bu. Her insandaki ruhsal-bedensel sentez ruhsal olmak bakış açısına göre planlanmıştır, tıpkı binalarda olduğu gibi; ama insan kilerde oturmayı tercih ediyor, yani duygusallığın belirlediği yerde. Ve yalnızca kilerde oturmayı tercih etmekle kalmıyor; hayır, bunu o kadar çok seviyor ki eğer herhangi bir kimse kendi emrinde boş olan bel etage da (en güzel kat) oturmayı ona önerdi mi öfkeleniyor zira gerçekte kendi evinde oturuyor.

KRALİYET ARABACISININ KAMÇISI 

Bir insan mutlağın bir izlenimini nasıl elde eder? 

Bir köylüye, bir arabacıya, bir posta arabası sürücüsüne, bir üniformalıya, Bir arabacı kırbacını ne için kullanır? diye sorsanız hepsinden aynı cevabı alırsınız: Elbette ki atı yürütmek için. Kralın arabacısına Arabacı kırbacını ne için kulanır? diye sorun onun şöyle cevap vefdiğin duyarsınız: Özellikle, atlar dik dursun diye kullanır. Basit bir sürücü olmak ile iyi bir sürücü olmak arasındaki ayrım budur. Şimdi devam edelim. Hiç Kral ın arabacısının kendisiyle nasıl bağdaştığını gözlemlediniz mi? Ya da bunu gözlemlemediyseniz, öyleyse izin verin de bunu size anlatayım. Yerinde dimdik oturur, o kadar yükseğe oturduğu için bütün atlar kontrolü altındadır. Belirli koşullarda, ne var ki, bunu yeterince göz önünde tutmaz. Oturduğu yerde yükselir, kırbacı kullanan kaslı kolundaki fiziksel güce odaklanır sonra bir kamçı iner; bu korkutucudur. Genel olarak bir kamçı yeter, ama kimi zaman at umutsuzca ileri fırlar o zaman bir kamçı daha. Bu yeterlidir. Arabacı yerine oturur. Peki ya at? Öncelikle bütün vücudundan bir titreme geçer; sanki bu atılgan, güçlü yaratık bacaklarının üzerinde güçlükle durmaktadır; bu ilk etkidir, onun titremesine neden olan acı değildir, arabacı yalnızca Kral ın arabacısının yapabileceği gibi bütünüyle kamçıya yoğunlaşmıştır, bu şekilde at (duyduğu acı nedeniyle değil) kamçıyı vuranın kim olduğunun farkına varır. Daha sonra bu titreme azalır, geriye hafif bir ürperti kalır, ama sanki her bir kası, her bir lifi titreşmektedir. Bu geçer - at hareketsiz durur, mutlak hareketsiz. Bu da neydi? Mutlak olanın izlenimi vardır, bu yüzden tamamen hareketsizdir. Bir kraliyet arabacısının sürdüğü at hareketsiz durur, bu taksici atının hareketsiz durmasıyla aynı şey değildir, çünkü ikinci durumda bu atın gitmediği anlamına gelir ve bunun için herhangi bir sanat gerekmez; ne var ki ilk durumda, hareketsiz bir edimdir, bir çabadır, en yorucu çabadır, aynı zamanda atın en yüksek sanatıdır, mudak olarak hareketsiz durur. Bunu nasıl tarif edeceğim? Aynı anlama gelen başka bir örnek vermeme izin verin. Günlük konuşmada biraz esinti olsa da durgun havalardan söz ederiz, hafif bir rüzgâr da olabilir, yine de durgun hava deriz. Ama siz hiç mi başka bir durgunluk görmediniz? Gökgürültülü bir fırtınadan az önce kimi zaman böyle bir durgunluk olur; bu tamamıyla farklı bir şeydir; tek bir yaprak bile kımıldamaz, sanki bütün doğa durgunlaşmıştır, gerçekte her şeyin içinden hafif, nerdeyse fark edilemez bir titreme geçmektedir. Bu fark edilemez titremenin mutlak durgunluğu neyi göstermektedir? Mutlağın, yani gökgürültülü fırtınanın beklendiğini göstermektedir ve atın mutlak durgunluğu, bu mudağın izlenimi elde edildikten sonradır.

KRALİYET TİYATROSU 

Bireysel bilinç nasıl olur da bir bütün olarak dünya tarihini kapsayan perspektiften ayırt edilebilir? 

Bir kralın kimi zaman kendisine ayrılmış bir kraliyet tiyatrosu vardır, ama sıradan vatandaşı dışarıda bırakan ayrım tesadüfidir. Tanrı ve Kendisi için sahip olduğu kraliyet tiyatrosundan söz ettiğimizde durum başka türlüdür. Bireyin etik gelişimi Tanrı nın sahiden seyirci olduğu küçük bir özel tiyatro kurar, ama burada birey, esasında aktör olmakla birlikte aynı zamanda izleyicidir de bazen, ki görevi saklamak değil açığa vurmaktır, tıpkı bütün etik gelişimin Tanrı nın önünde görünür olması gibi. Ama dünya tarihi Tanrı nın izleyici olduğu, tesadüfen değil ama aslen tek seyirci olduğu kraliyet sahnesidir, çünkü O olabilen tek varlıktır.

KUYUMCU 

Genç aşkın bilgeliğiyle ahmaklığın karışıklığını ne ile kıyaslamalıyız.? 

Değerli taşlarla ilgili bilgisini öyle ileri bir düzeyde geliştirmiş bir kuyumcu hayal edin ki, bütün hayatını gerçek olanla sahte olan arasındaki ayrıma adamış olsun; bu adamın bir çocuğun sahte ve gerçek taşlarla oynadığını ve her ikisinden de eşit oranda zevk aldığını gördüğünü varsayalım - içten içe taşlar arasındaki mutlak ayrımın burada çözümlenmiş olduğunu görerek titrer; ama yine de çocuğun mutluluğunu, oyundan aldığı zevki görür; bunun karşısında belki de alçakgönüllü hale gelir ve bu titreten görüntüye dalar gider.

LUTHERİN DÖNÜŞÜ 

Kendini feda etme mücadelesi olmaksızın tam bir inanç var olabilir mi?... 

Varsayalım ki...Luther mezarından çıktı. Tanınmamış olmasına rağmen yıllarca aramızda yaşadı, sürdürdüğümüz hayatı gözlemledi, bütün herkesi gözlemledi, bu arada tabii ki beni de. Varsayalım ki bir gün bafia seslenerek şöyle dedi: Sen inanıyor musun? İmanın var mı? Beni bir yazar olarak bilen herkes böylesi bir sınavdan en iyi benim çıkabileceğimi bilir; çünkü sürekli olarak şunları söyledim: Benim imanım yok - tıpkı bir kuşun yaklaşan fırtınanın önündeki endişeli kaçışı gibi, böylece ben de fırtınalı karmaşanın önsezisini ifade ettim: Benim imanım yok. Bu nedenle bunu Luther e söyleyebilirim. Diyebilirim ki: Hayır, sevgili Luther, en azından sana bu hürmeti gösterdim, yani sana imanımın olmadığını açıkladım. Ne var ki, bunun üzerine vurgu yapmayacağım; ama başkalarının kendilerine Hıristiyanlar ya da inananlar diyebileceği gibi, ben de, Evet, ben bir inananım, diyeceğim, yoksa öbür türlüsü aydınlanmasını istediğim konuya ışık tutmuş olmam. Bunun üzerine, Evet, ben bir inananım, diye cevap veririm. Bu nasıl oluyor? diye karşılık verir Luther, çünkü sende herhangi bir şey fark etmedim, yine de hayatını gözlemledim; ve sen de biliyorsun ki iman kaygılandırıcı bir şeydir. İman seni, sahip olduğunu söylediğine göre, ne dereceye kadar kaygılandırdı? Hakikate nerede tanık oldun ve hakikat olmayana karşı nerede durdun? Hıristiyanlık için ne gibi fedakârlıklar yapıp, hangi işkencelere katlandın? Ve evde, aile yaşamında senin kendinden fedakârlığın ve feragatin nasıl gözlemlenebilir oldu? Cevabım: İmanlı olduğum konusunda seni protesto edebilirim. Protesto, protesto bu ne biçim konuşma? İmanlı olma söz konusu olduğunda protesto etmeye gerek yok (zira iman hemen gözlemlenebilen kaygılandırıcı bir şeydir), ve hiçbir protesto yarar sağlamaz, eğer bir insan imanlı değilse. Evet, ama eğer bana sadece inanırsan, ciddiyetle protesto edebilirim... Peh, bu saçmalığa bir son verelim! Proteston ne yarar sağlar? Evet, ama ğer kitaplarımdan bazılarını okuyacak olursan, imanı nasıl tanımladığımı göreceksin, öyleyse ona sahip olduğumu biliyorum. Bu adamın deli olduğuna inanıyorum! Eğer imanı nasıl tanımlayacağını bildiğin doğruysa, bu sadece senin bir şair olduğunu kanıdar, ve eğer bunu iyi yaparsan, bu senin iyi bir şair olduğunu kanıdar; ama bu senin imanlı olduğunu kanıdamaktan çok uzaktır. Belki de imanı tanımlarken ağlayabilirsin, bu da senin iyi bir aktör olduğunu kanıtlayacaktır.

MEŞGUL FİLOZOF 

Bir toplum savaşa hazırlanırken filozofa ne yapmak kalır? 

Philip Korint şehrini kuşatma altına almakla tehdit edince bütün şehir halkı savunma hazırlıklarına girişmiş, kimi silahlarını cilalıyor, kimi taşları yığıyor, kimi surları tamir ediyormuş. Bunu gören Diyojen aceleyle harmanisini üzerine geçirip içinde yaşadığı fıçıyı gayrede sokaklarda bir aşağı bir yukarı dolaştırmaya başlamış. Neden böyle yaptığı sorulunca da öbür hazırlık yapanlar gibi meşgul görünmeyi istediği cevabını verip işi başından aşkınlar arasında hiçbir şey yapmıyormuş gibi görünmesin diye fıçıyı çekiştirmeye devam etmiş.

NEŞELİ BİR YANGIN 

Çağını uyarmak isteyenlerin başına ne gelir? 

Tiyatronun kulisinde bir gün yangın çıkmış. Palyaço haber vermek için sahneye gelmiş. Herkes bunun bir şaka olduğunu sanıp alkışlamaya başlamış. Palyaço uyarmaya devam ettikçe alkışlar daha da hızlanmış. Sanırım dünyanın sonu her şeyin bir şaka olduğunu sananların yükselen alkışları arasında gelecek.

OKUNAKSIZ MEKTUP 

Keder veren yalnızlığın acısını ne ile kıyaslayacağız? 

 Eğer bir adam yaşamının muduluğu olarak neyi görmesi gerektiği konusunda bilgi verdiğini bildiği ya da buna inandığı bir mektuba sahipse, ama mektuptaki yazı solgun ve silikse, neredeyse okunamıyorsa - o zaman adam mektubu endişe ve büyük bir tutkuyla, bir andan öbür ana başka bir bir anlam çıkararak, inancına göre, arayıp bulduğu ve kesin olduğunu düşündüğü bir kelimeye dayanarak mektubun geri kalanını yorumlayacaktı; ama mektubu okumaya başladığı andaki aynı belirsizlikten başka hiçbir şeye ulaşamayacaktı. Giderek büyüyen bir endişeyle mektuba bakacak, ama daha fazla baktıkça daha az görecekti. Gözleri ara sıra yaşlarla dolacaktı; ama bu ne kadar sık olursa o kadar az görecekti. Bu zaman sürecinde, yazı daha da silikleşecek ve daha da okunaksız olacaktı, en sonunda kâğıt ufalanıp gidecek, ona geriye gözyaşlarından başka hiçbir şey kalmayacaktı.

ÖMÜR BOYU EĞİTİM 

İnsan ruhunun eğitimi için ne kadar zaman harcarsak haklı bulunuruz,? 

Hayvanların en alçak formları bir anda doğar ve neredeyse aynı anda ölürler; alçak formlu hayvanlar çok hızla büyürler. Bütün yaratılmış varlıklar arasında en yavaş büyüyeni insandır; ve bu münasebetle insanın.en asil yaratık olduğuna inanması konusunda iyi eğitilmiş insana onay verir. Eğitim konusunda da aynı şekilde konuşuruz. Mütevazı bir kapasiteyle hizmet etmeye yazgılı olan bir kimse okula kısa süre gider. Ama daha yüksek bir şeye yazgılı olan kimse okula uzun süreli gitmelidir. Sonuç olarak, eğitim döneminin uzunluğunun bir insanın olmak istediği şeyin önemiyle doğrudan bir ilişkisi vardır. Eğer, bu nedenle, acı çekme eğitimi bütün bir yaşam boyu sürerse, bu basitçe bu okulun en yüksek derece için eğitim vermesi gerektiği anlamına gelir, hatta, sonsuzluk için eğitim veren tek şey budur, çünkü başka hiçbir zaman eğitim bu kadar uzun sürmez. Elbette ki eğer dünyevi bilgelik bir insanın bütün yaşamını okula giderek tüketmesi gerektiğini düşünürse, o zaman öğrenci sabırsızlanıp şöyle diyebilir: Okulda öğrendiklerimden ne zaman iyi bir şeyler elde edeceğim! Yalnızca sonsuzluk kendi kendine ve öğrenci için bütün bir yaşamı okula gitme dönemi haline getirmeyi haklı kılabilir. Ama eğer sonsuzluk okula gitmekse, o zaman bu okulun en seçkin okul olması gerekir, ama en seçkin okul kesinlikle en uzun süren okuldur. Bir öğretmenin daha şimdiden okul zamanını çok uzun bulan genç öğrenciye genellikle söylediği şey şudur: Şimdi, sabırsızlanmayın, önünüzde uzun bir yaşam var yani sonsuzluk acı çeken için daha çok nedenle ve daha güvenilir bir şekilde şöyle demektedir: Sadece bekle, sabırsızlanma, daha çok zaman var, biliyorsun ya sonsuzluk var.

PAHALI KİTAP ALIŞVERİŞİ 

Eğer bilinç tuzağa düşürülürse, en sonunda payını alır mı? 

Bir Tarquin külliyatını satmayı öneren bir kadın gibi; adam kadının istediği parayı ödemeyi kabul etmeyince kadın külliyatın üçte birini yakıyor ve aynı parayı istiyor; adam kadının istediği parayı ödemeyi kabul etmeyince kadın külliyatın üçte birini daha yakıyor ve aynı parayı istiyor, sonunda adam son kalan üçte birlik bölüm için en başta istenen parayı ödüyor.

PANDOMİMONİN BUZ KESMESİ 

Sonsuzluk ile ânın ilişkisi nedir? 

Paul dünyanın bir göz kırpması kadar süren bir anda geçip gideceğini söylüyor. Bununla aynı zamanda ânın sonsuzlukla aynı ölçekte görüldüğü düşüncesini ifade ediyor, çünkü yok olma ânı aynı sonsuzluk anını ifade ediyor. Ne demek istediğimi anlatmama izin verin ve kullandığım meselde herhangi bir saldırı varsa beni bağışlayın. Burada Kopenhag da bir zamanlar iki aktör vardı, performanslarında derin bir anlam bulunabileceğine dair nadiren bir şeyler yansıtıyorlardı. Sahneye çıkıyorlar, karşılıklı duruyorlar ve sonra tutkulu bir çelişkinin pandomimini temsil etmeye başlıyorlardı. Pandomim oyunu tam ritmine ulaşınca, seyirciler bir sonraki sahnede ne olacağını güçlü bir beklentiyle bekleyerek oyunu seyrederlerken aktörler aniden durdu ve hareketsiz kaldı, sanki ânm pandomimle ifadesinde taş kesildiler. Bu çok komik bir etki yaratabilir, çünkü ân kazara sonsuz ile aynı ölçektedir. Heykel etkisi sonsuzluk ifadesinin sonsuza dek ifade edilmiş olmasındandır; komik etkisi, öte yandan, kazara ifadenin sonsuzlaştırılmasındaki gerçekten kaynaklanır.

PARMENÎSCUS UN KAHKAHASI 

Hayal kırıklığının kahkahası nedir? 

Efsaneye göre Parmeniscus, Trophonius un mağarasında gülme yetisini kaybetmiş, ama Delos adasında tanrıça Letto nun biçimsiz heykelini görünce yeniden kazanmış gülme yetisini, aynısı benim de başıma geldi. Gençken, Trophonius un mağarasında gülmeyi unuttum; yaşlanınca gözlerimi açtım gerçeği gördüm ve o an gülmeye başladım ve o zamandan bu yana da gülüyorum. Hayatın anlamının geçinmek olduğunu gördüm ve hedefi de yüksek bir mevki edinmekti; aşkın rüyası mirasyedi bir kadınla evlenmekti; dosduğun nimeti dar günde yardım almaktı; bilgelik çoğunluğun olmasını istediği şeydi; coşku nutuk atmaktaydı; cesaret on dolar kaybetme riskini göze almaktı; şefkat sofra başındayken, Masaya buyurun, demekti; dindarlık senede bir komünyona katılmaktı. Bunu gördüm ve kahkahalarla güldüm.

PHALARIS İN KURBANLARI 

Şair nedir? 

Şair nedir? Kalbinin derinliklerinde büyük bir ıstırap taşıyan biri, ama iniltiler ve çığlıklar dudaklarının arasında büyüleyici bir müziğe dönüşüyor. Kaderi, tiran Phalaris'in tunçtan boğanın içine hapsettiği ve sürekli yanan bir ateşin içinde yavaş yavaş işkence çeken o talihsiz kurbanların kaderine benzer; çığlıkları tiranın kulaklarına ulaşmıyor ki onun kalbine dehşet salsın; kulaklarına ulaştığında da tatlı bir ezgiye dönüşüyorlar. Ve insanlar şairin çevresine toplaşıp, Bir daha söyle bizim için, diyorlar ona ki bu şu demek, Yeni acılar işkence çektirsin ruhuna, ama dudakların eskisi gibi tatlı sözler söylesin; zira çığlıklar sadece endişelendirir bizi, ama müzik, müzik neşe vericidir. Sonra eleştirmenler öne çıkıp diyorlar ki, Mükemmel - tam da olması gerektiği gibi, estetiğin kuralları gereğince. Şimdi anlaşılıyor ki eleştirmen bir şaire benziyor; yalnızca yüreğinde ıstırap ve dudaklarında ezgi yok. Size diyorum ki, insanlar tarafından yanlış anlaşılan bir şair olacağıma, domuzların kulak verdiği bir domuz çobanı olmayı yeğlerim.

PROFESÖRÜN SAVUNMASI 

İfade tekrarlamayla ilerleyebilir mi? 

Zamanında Profesör Ussing, 28 Mayıs Cemiyeti nin önünde bir konuşma yaptı ve bu konuşma içinde bir şey kınamayla karşılaştı, iyi ama profesör ne yapmıştı ki? Döneminde her zaman iradeli ve geıualtig (şiddetli) olan profesör masaya vurduğu gibi şöyle dedi: Bunu tekrarlıyorum. Yani bu durumda görüşü tekrarlamayla ilerlemişti. Birkaç yıl önce bir rahibin peş peşe iki Pazar tastamam aynı söylevi verdiğini duymuştum. Eğer profesörün görüşünde olmuş olsaydı, ikinci söylevinden sonra minberin üstüne çıkıp masaya vuracak ve geçen Pazar ne dediysem onu tekrarlıyorum, diyecekti.

SALDIRGAN KÖPEK 

"Halk" nedir? 

Eğer halkı belirli bir kimse olarak düşünmeye çalışsaydım...Roma imparatorlarından birini düşünürdüm belki de, besili, yapılı biri, can sıkıntısından padayan, yalnızca kahkahanın şehvetli esrikliğinin peşinden koşan biri, ne de olsa zekânın ilahi hediyesi yeterince dünyevi değildir. Değişiklik olsun diye gezintiye çıkıyor, kötü olmaktan ziyade üşengeç, ama hükmetmeye yönelik olumsuz bir arzusu var. Klasik yazarları okumuş herhangi bir kimse bir Sezar ın vakit öldürmek için neler neler icat edebileceğini bilir. Aynı şekilde halk da kendisini eğlendirmek için köpek besler. Bu köpek edebi dünyanın toplamıdır. Olur da birisi diğerine üstün gelirse, hatta belki de büyük bir adam olursa, köpek onun üzerine çullanır ve eğlence başlar. Köpek saldırır, elbisesinin uçlarını ısırıp parçalar, her tür ahlaksızca yılışıklığı yapar- ta ki halk yorulana ve artık sona ersin diyene kadar. Halkın bireyleri eşit düzeye getirmesinin bir örneğidir bu. Üstün zekâlıları ve iyileri örseler - ve köpek halkın küçümsemesine karşın köpek olarak kalır. Öyleyse herkesin eşit düzeye indirgenmesi üçüncü bir grup tarafından yapılır; var olmayan bir halk üçüncü grubun yardımıyla yapar bu indirgemeyi; ki bu grup önemsizliğinde hiçbir şeyden de düşüktür, en aşağısından da daha aşağıdadır... Halk pişman değildir, çünkü köpeğin sahibi onlar değildir sadece katılımcı olmuşlardır. Ne köpeği herhangi birisinin üzerine saldırtırlar, ne de kaçırtırlar doğrudan doğruya yapmazlar bunu. Kendilerine sorulsaydı şöyle cevap verirlerdi: Köpek benim değil, sahibi yok. Eğer köpek öldürülmek durumunda olsaydı şöyle derlerdi: Huysuz bir köpeğin susturulması gerçekten de iyi oldu, herkes bunu istiyordu katılımcılar bile.

SARAYIN YANINDAKİ KÖPEK KULÜBESİ 

Bir düşünürün sistemi ile onun gerçek varlığı arasındaki ilişkiyi neyle kıyaslayacağız? 

Bir düşünür devasa bir bina, bir sistem, bütün varoluşu ve dünya tarihini vs. kucaklayan bir sistem inşa ediyor- ve eğer onun kişisel yaşamı üzerine derinlemesine düşünürsek, büyük bir şaşkınlıkla şu feci ve gükinç gerçeği keşfediyoruz, kendisi bu devasa yüksek-kubbeli sarayda yaşamıyor, ama onun yanı başındaki bir ahırda, ya da bir köpek kulübesinde, ya da en fazla kapıcı kulübesinde yaşıyor. Eğer bir kimse tek bir sözcükle bu konuya onun dikkatini çekme cesaretini göstermiş olsaydı, düşünür kendisini aşağılanmış hissederdi. Zira o bir hayal içinde yaşamaktan korkmaz, yeter ki o hayal sayesinde... sistemini tamamlayabilmiş olsun.

SESSİZ DUA 

Dua etmek tehlikeli bir şey midir? 

Putperestlikte nam salmış ve bilgeliğine övgüler düzülen bir putperest, ahlaksız bir adamla aynı gemide yolculuk ediyormuş. Gemi fırtınaya yakalanınca ahlaksız adam yüksek sesle dua etmeye başlamış, bunun üzerine bilge adam ona dönüp şöyle demiş: Sessiz ol dostum, eğer gökler burada olduğunu anlarsa gemiyi batırır.

SESSİZ UMUTSUZLUK 

Birinin umutsuzluğu başka birinin umutsuzluğuyla nasıl gizli bir anlaşma içinde olur? 

Swift yaşlandığında gençliğinde kendisinin kurmuş olduğu tımarhaneye kapatıldı. Orada sık sık kibirli ve hafif meşrep bir kadın inatçılığıyla, ama onun düşünceleriyle değil, bir aynanın önünde dikildi. Kendisine bâkıp, Zavallı ihtiyar adam! dedi. Bir zamanlar bir baba ile oğul vardı. Bir oğul bir babanın kendisine tuttuğu bir ayna gibidir, oğul için de bir baba gelecekte kendisine tutacağı bir ayna gibidir. Ne var ki, birbirlerini nadiren bu şekilde göz önüne alırlar, zira günlük ilişkilerini neşeli ve canlı sohbetleri belirler. Sadece birkaç kere baba durup kederli bir yüz ifadesiyle dosdoğru oğluna bakmış ve şöyle demişti: Zavallı çocuk, sessiz bir umutsuzluğa gömülüyorsun. Bu doğruydu doğru olmasına ama bunun böyle anlaşılmasını sağlayacak hiçbir belirti olmamıştı daha önce. Ve baba oğlunun melankolisinden dolayı kendisinin suçlanması gerektiğine inanıyordu ve oğul babasının kederinin kendisinden kaynaklandığına inanıyordu ama bu konuda asla birbirlerine tek bir kelime bile etmediler. Daha sonra baba öldü, oğulun başından çok şeyler geçti, çok şeyler yaşadı ve türlü türlü günahlar işledi; ama aşkın sonsuz yaratıcı olması gibi, özlem ve yitirmiş olma duygusu oğulu eğitti, sonsuzluğun sessizliğinden bir sohbet çıkarma çabası değil, ama babasının sesini mükemmelen taklit etmesi onun bu benzerlikle yetinmesine neden oldu. Bu nedenle aynaya ihtiyar Swift gibi bakmadı, zira ayna artık orada değildi; ama yalnızlık içinde babasının sesini duyarak kendisini rahatlattı: Zavallı çocuk, sessiz bir umutsuzluğa gömülüyorsun. Zira babası onu anlamış olan tek kişiydi, yine de kendisinin babasını anlamış olup olmadığını bilmiyordu; baba sahip olduğu tek dert ortağıydı, ama dert ortaklığı öyle bir şeydi ki baba ölse de yaşasa da aynı kalıyordu. Meseldeki üç karakter de, kendi melankolik aksini gördükleri bir aynanın önünde durmaktadır.

SIKILGAN TERK EDİŞ 

Hiçbir sonuca varamayan bir yazarı ne ile kıyaslayacağız? 

Bir papaz, bereket versin ki, vaazının üçüncü aşamasına varmış ve daha da ilerlemeye hazırmış, ancak rahiplerin hitabetinin orantılarını bilen bir kişi epey bir güvenle onun ne zaman hımlayıp Amin demek üzere olduğunu tahmin edebilir vaazları bilen bir kişi esasında vaazın bittiğini ve esasında Amin denilmiş olduğunu bilirken vaizin Amin demek yerine gevezeleşmeye başlaması ve konuşmasına sürekli yeni bir şeyler eklemesi sinir bozucu olabilir. Bu tesadüfi bir uzunluktur, esas olarak bakıldığında Amin in söylenmiş olması gerektiği yerden başlar, insan, sıkılmış bir adamın sadece gitmeye utandığı için birinin evinde bütün bir saat oturduğu durumları bilir: Belki de durum rahip için de böyledir; kutsal yerin kalabalık olmasından sıkılganlığa düşerek, Amin deyip kürsüden inmekten utanmış olabilir. Ama her halükârda, tıpkı sona ermesi gerektiği anda başlayan bir ziyaret gibi, Amin denmesi gereken yerde başlayan vaaz da, bunların her ikisi de tesadüfi uzunluktadır, negatif kategorinin bir işaretidir, insanın durması gereken yerde başlaması.

SOM BALIĞI KRİZİ 

Duyarlılık kontrol edilmeli ve ona karşı direnilmeli mi? 

Kendi içinde, som balığı müthiş bir lezzettir; ama çok fazlası zararlıdır, çünkü sindirim sistemini yorar. Bir keresinde çok büyük oranda som balığı Hamburg a getirilmişti, polis ev sahiplerine hizmetçilerine haftada sadece bir kere som balığı yemeği vermelerini emretti. Bir insan duyarlılığa karşıt olarak da benzeri bir polis emrini dileyebilir.

SONSUZ GEÇİT TÖRENİ 

Hayalin bitmez tükenmezliğini ne ile kıyaslayacağız? 

Meşhur geçit töreniyle Tordenskjold'a benziyor: Defalarca ve defalarca aynı birlikleri kullanıyor, ama tribünün önünden geçtikten sonra yan sokağa sapıyorlar, orada başka bir üniforma giyip, geçit törenine devam ediyorlar... garnizonun hesaplanamaz güçlerinin törenine.

SÖZÜ KESİLEN BİLGE ADAM 

Küstahlık ile bilgelik arasındaki ilişki nedir? 

Eğer biri bilge bir adamla konuşmuşsa ve bilge adamın sözünü daha ağzını açar açmaz teşekkür ederek kesmiş ve daha fazla yardıma ihtiyacı olmadığını söylemişse: bu onun bilge bir adamla değil de, kendisini bir ahmağa dönüştürmüş olan bilge bir adamla konuştuğundan başka neyi gösterir?

SU PÜSKÜRMESİ 

Takdir-i ilahi hakkındaki yanlış hesaplamalarımızı ne ile kıyaslayacağız? 

Bir adam asla cesaretini kaybetmemelidir; talihsizlikler çevresinde yükselirken, gökyüzünde yardıma uzanan bir el görünür. Böyle konuştu Peder Jesper Morten en son akşam duasında. Şimdi ben açık gökyüzünün altında çok dolaştım, ama hiç böyle bir şey görmedim. Birkaç gün önce, ne var ki, yürüyüş yaparken, böyle bir şey oldu. Tam olarak bir el değildi, ama gökyüzünden uzanan bir kola benziyordu. Derin derin düşünmeye daldım: bana öyle geldi ki bu olayın söz ettiği olay olup olmadığına burada olsaydı yalnızca Jesper Morten karar verebilirdi. Düşüncelerimin ortasında öylece ayakta dikilirken, bir yaya yolcu bana seslendi. Gökyüzünü işaret ederek şöyle dedi: Su püskürmelerini görebiliyor musun? Bu bölgelerde nadiren görünürler; kimi zaman bütün evleri kendileriyle birlikte alıp götürürler. Tanrı bizi korusun, diye düşündüm, bu bir su püskürmesi mi? ve olabildiğince hızlı adımlarla oradan uzaklaştım. Benim yerimde olsaydı Peder Jesper Morten ne yapardı acaba diye merak ediyorum.

SUFLÖR 

Yüksek duygulara ulaştıran bir konuşmada konuşmacı ile dinleyici arasında neler olur? 

Sizin de çok iyi bildiğiniz gibi, insan sahnede oturur ve fısıltıyla sufle verir; [gizlenmiştir;]' göze çarpmayan biridir; görmezlikten gelinir ve o da zaten bunu diler. Ama başka birisi daha vardır, o belirgin bir biçimde uzun adımlarla yürür, her bakışı kendi üzerine çeker. Bu nedenle ona ismi verilmiştir, yani: aktör. Ayrı bir bireyi canlandırır. Bu gözboyayıcı sanatın hünerli anlamında her kelime onda bütünleştiğinde gerçek olur, onun aracılığıyla gerçek olur - ama yine de oturan ve fısıldayan gizli adamın söylediklerini söyler. Hiç kimse suflörü aktörden daha önemli görecek kadar ahmak değildir. Şimdi sanat üzerine yaptığımız bu hafif konuşmayı unutalım. Heyhat, tinsel şeylere göre, çoğumuzun ahmaklığı, seküler anlamda konuşmacıya aktör olarak bakmaktır, ve dinleyiciler sanatçıyı yargılamak için tiyatroya giderler. Ama bir konuşmacı aktör değildir en ufak bir anlamda bile. Hayır, konuşmacı suflördür. Her dinleyici kendi kalbine baktığı için burada sırf tiyatroya giden seyirciler yoktur. Sahne sonsuzluktur, ve dinleyici, eğer gerçek bir dinleyici ise (eğer değilse, hata yapmaktadır) konuşma sırasında Tanrının önünde ayakta durur. Suflör aktöre söyleyeceği sözleri fısıldar, ama aktörün bu sözleri tekrarlaması ana ilgi kaynağıdır sanatın tek cazibesidir. Konuşmacı kelimeyi dinleyicilere fısıldar. Ama asıl endişe ciddiyettir: yani dinleyiciler kendi kendilerine, kendileriyle birlikte, kendilerine, Tanrının önünde sessizlikle, bu söylevin yardımıyla konuşabilir. Söylev konuşmacının hatırına, insanların onu övmesi ya da suçlaması için verilmez. Dinleyicinin bunu tekrarlaması hedeflenmektedir. Eğer konuşmacı fısıldadığı şeyin sorumluluğuna sahipse, o zaman dinleyici görevinde başarısızlığa uğramamak için eşit oranda büyük bir sorumluluk altındadır. Tiyatroda oyun, tiyatroya gidenler denen izleyiciler önünde sahneye konur; ama sadakat ile ilgili söylevde Tanrının kendisi hazırdır. En ciddi anlamda, Tanrı eleştirel tiyatro izleyicisidir, dizelerin nasıl söylendiğine ve dinleyiciler tarafından nasıl dinlenildiğine bakar: Bundan dolayı geleneksel izleyici talep eder. Konuşmacı o zaman suflördür ve dinleyici açık bir şekilde Tanrının önünde durur. Dinleyici, eğer böyle söyleyebilirsem, aktördür, Tanrının önünde bütün gerçekliğiyle oyununu oynar.

SÜLEYMAN IN RÜYASI 

Umutsuzluk yoğunlaştığında, bu bir insanın varlığının bütününü nasıl etkileyebilir? 

Süleyman ın adaleti oldukça iyi bilinir, bu özelliği hakikat ile yalanı ayırt etmesini sağlamış ve bu, yargıcı bilge bir prens kadar ünlü yapmaya yaramıştır. Halbuki rüyası pek bilinmemektedir. Eğer herhangi bir merhamet kaygısı varsa, yani bir kimse herkesten çok sevdiği ve en borçlu olduğu babasından utanıyorsa, onursuzluğunu görmemek için öte tarafa çevirdiği yüzüyle ona arkadan yaklaşıyorsa, işte budur o kaygı. Oğulun isteğinin harekete geçirdiği cüretkâr bir sevgiden daha büyük hangi merhametin keyfi hayal edilebilir, ve buna ilave olarak ondan gurur duyma cüreti, çünkü o tek seçilen, tek ayrıcalıklı adamdır, bir ulusun gücüdür, bir ülkenin gururudur, Tanrı nın dostudur, gelecek için bir vaattir, yaşamı boyunca övülmüştür, en yüce övgüyle hafızada saklanmıştır! Mutlu Süleyman, işte bu senin kaderin! Seçilmiş insanlar arasında (onlar arasında olmak nasıl da şanlıdır!) o Kral ın oğluydu (kıskanılası kader!), krallar arasında seçilmiş olan o kralın oğlu! Böylece Süleyman kâhin Nathan ile mutlu bir şekilde yaşıyordu. Babasının gücü ve başarısı ona bölüşülecek bir kahramanlık sağlamıyordu, zira gerçekte bunun için ortam yoktu, ama bu onda bir hayranlık yaratmış, bu hayranlık onu şair yapmıştı. Fakat bir şair neredeyse kendi kahramanını kıskanırsa da, oğul babasına kendini adamış olmaktan dolayı sevinç içindeydi. Derken, oğul bir gün saraylı babasını ziyarete gitti. Geceleyin babasının uyuduğu yerden gelen bir sesle uyandı. Dehşet bütün varlığını kapladı, bunun Davud u öldürmeye gelen bir cani olmasından korkmuştu. Sessizce yaklaştı Davud u ezik ve pişman bir yürekle seyretti, tövbekârın ruhundan yükselen bir umutsuzluk çığlığı duydu. Gördüklerinden bitkin düşerek yatağına döndü, uyuyakaldı, ama dinlenemedi, rüya görü, rüyasında Davud u dinsiz bir adam olarak, Tanrı nın geri çevirdiği biri olarak gördü, krallık haşmeti Tanrı nın gazabının bir işaretiydi, ceza olarak erguvan giymesi gerekiyordu, yönetme cezasına mahkûm edilmişti, halkın kutsamasını işitmeye mahkûm edilmişti, oysa Tanrı nın dürüstlüğü gizlice ve üstü kapalı suçlu hakkındaki yargısını ilan ediyordu; rüyada Tanrı nın dindarların değil dinsizlerin tanrısı olduğu vehmediliyordu, Tanrı tarafından seçilmek için insanın dinsiz olması gerekiyordu - rüyadaki dehşet işte bu çelişkideydi. Davud yerde ezik ve pişman yüreğiyle yatarken, Süleyman yatağından kalktı, ama kafası allak bullak olmuştu. Tanrı tarafından seçilmiş olmanın ne demek olduğunu düşünürken dehşet bütün varlığını ele geçirmişti. Tanrıyla kutsal mahremiyetin, Tanrı nın önünde saf insanın samimiyetinin bir açıklama olmadığını, ama mahrem bir suçun her şeyi açıklayan giz olduğunu vehmetti. Ve Süleyman bilgeleşti, ama bir kahraman haline gelmedi; bir düşünür oldu, ama bir din adamı olmadı; vaiz oldu, ama imanlı biri olmadı; birçok kimseye yardım etti, ama kendisine yardım edemedi; nefsine düşkün oldu, ama pişman olmadı; pişman olup üzüldü, ama yeniden ayağa dikilmedi, zira iradenin gücü gençliğin gücünü aşan o şey karşısında eğilmişti. Ve ömrü boyunca yaşamın içinde dönüp durdu güçlü, olağanüstü güçlü olarak, yani, kara sevdaların heyecanı içinde kadınsı bir zayıflıkla ve hayal gücünün fevkalade yaratıcılığı içinde, düşüncelerin yorumlanmasında çok akıllı biri olarak hayat onu döndürüp durdu. Ama doğasında bir çatlak vardı, ve Süleyman kendi vücudunu taşıyamayan bir kötürüm gibiydi. Hareminde hayal kırıklığı içindeki ihtiyar bir adam gibi oturuyor, içinde haz arzusu uyanınca, Zilli teflere vurun, benim için raks edin, siz kadınlar, diye bağırıyordu. Ama Güneyin Kraliçesi [sic]' onu ziyarete gelip de ondaki bilgelik tarafından etkilenince, işte o zaman ruhu zenginleşiyor ve bilgece cevap dudaklarından tıpkı Arabistan da ağaçlardan akan değerli mür gibi akıyordu.

SÜLFÜR-KİBRİTİ YAZARLAR 

Her şey hakkında anında bir görüşü olan gazeteci zihniyetli işportacıları ne ile kıyaslayacağız?...

onlar tam da demeder halinde satılan sülfur-kibritlerine benzetilebilirler. Kafasında fosfor gibi ışıldayan bir şey (bir proje, bir ipucu önerisi) çökelmiş olan böylesi bir yazan birisi bacaklarından tuttuğu gibi bir gazeteye çarpar ve orada üç ya da dört sütuna denk gelir. Ve öncül yazarların gerçekten de sülfur-kibritlerine çarpıcı bir benzerliği vardır - her ikisi de puf diye patlar.

ŞARAP İÇİLMESİNE KARŞI ÇIKAN TOPLULUK 

Dinsel küredeki feragat ile ödül arasındaki çelişkiyi nasıl halledeceğiz.? 

Bir topluluk düşünün ki şarap içilmesine karşı çıkmak amacıyla oluşturulmuş olsun. Topluluğun yöneticisi birkaç insanın özel görevli, konuşmacı olarak, onlara papaz diyelim, bütün ülkeyi dolaşmaları ve insanları kazanıp onları topluluğa katılmaya ikna etmeleri için görevlendirmenin yerinde olduğunu düşünüyordu. Ama, dedi bu kararın alındığı toplantıda yönetici, papazlardan tasarruf etmek hiç de işimize yaramaz, onların içki içmemesi hiçbir şey kazandırmaz, tek elde edeceğimiz şey insanları topluluğumuza katılmak için coşkuyla doldurmaya yetmeyecek yavan ve perhiz öneren bir konuşma olacaktır. Hayır, papazlara yatırım yapmalıyız, her gün bir şişe şarabını içmeli, gayretine oranla bu miktar daha da fazla olabilir, bu şekilde işini sevebilir ve sıcaklıkla, dinçlikle, ikna etmenin bütün gücüyle, insanları peşinden sürükleyebilir, böylece sayısız insan topluluğumuza katılacaktır. Sanırım ki hiçbiri topluluğun bir üyesi olmadı, fakat hepsi topluluğun hizmetinde birer papaz oldular. Durum Hıristiyanlık ve Devlet için de böyledir. Hıristiyanlık, feragatla ilgili bu öğreti, bu dünyadan farklı olma öğretisi, sadece öte dünyada ödenebilecek çekler basan bir öğreti, Devlet bu öğretiyi yaymak istiyor. Ama, diyor Devlet, papazları kısıtlamak hiç de işimize yaramaz, bundan kazandığımız bütün şey öğreti için kimseyi kazanamayacağımız ama daha çok onları korkutup kaçıracağımız perhiz ve sudan şeyler. Hayır, papaz bir şekilde ödüllendirilmeli, yaşamı bir şekilde düzenlenmeli, öyle ki bu doktrinini vaaz ederken hem kendisi hem de ailesi için haz bulsun. Ancak bu şekilde dünyevi olandan feragat için insanları kazanma ümidimiz olabilir; zira papaz tüm sıcaklığı, dinçliği ve bütün ikna etme gücüyle bu feragatin ve acı çekmenin nasıl da kutsal olduğunu, başka bir dünyada ödenecek çekleri almanın nasıl da kutsal olduğunu insanlara anlatabilecek ruh hali içinde olur, ve bu (ona kulak verin) kutsaldır, kutsaldır, kutsaldır.

ŞIK PRIVATDOCENT 

Hıristiyanlıkla ilişkisi içinde spekülatif felsefenin pozisyonu nedir? 

Diyelim ki... şöyle söylemesi gereken biri geldi: Tam olarak inanmadım, ama hayatımın her anında onu düşünerek Hıristiyanlığı onurlandırdım. Ya da diyelim ki suçlayan kimsenin şöyle söyleyeceği biri geldi: Hıristiyanlara işkence etti, ve suçlanan cevapladı: Evet, kabul ediyorum; Hıristiyanlık ruhumu alevlendirdi, ve onun köklerini eşelemekten başka bir tutkum olmadı çünkü kesinlikle onun dayanılmaz gücünün farkına vardım. Ya da diyelim ki suçlayan kimsenin şöyle söyleyeceği bir adam geldi: Hıristiyanlıktan döndü, ve suçlanan cevap verdi: Evet, bu doğru, çünkü Hıristiyanlığın öyle büyük bir güç olduğunu gördüm ki parmağını veren bütün vücudunu kaptırıyordu ve ben ona bütünüyle ait olamayacağımı hissettim. Ama sonra diyelim ki hafif ve çabuk adımlarla şöyle konuşan bir privatdocent geldi: Ben bunların üçüne de benzemiyorum; ben sadece inanmakla kalmadım, ama Hıristiyanlığı anlattım da ve erken yüzyıllarda Havariler tarafından yorumlandığını ve kendilerine mal edildiğini, bunun da belli bir dereceye kadar doğru olduğunu gösterdim; ama şimdi, spekülatif felsefenin yorumlamasıyla bu asıl hakikat haline geldi, bu nedenle Hristiyanlığa yaptığım hizmetlerden ötürü uygun bir ödül istemek zorundayım. Bu dördünden hangisi en korkunç pozisyonda olarak görülmelidir? Elbette ki Hristiyanlığın hakikat olması mümkündür; diyelim ki onun nankör çocukları onun yetersiz olduğunun ilan edilmesini ve spekülatif felsefenin koruyuculuğu altına alınmasını istiyorlar, tıpkı ihtiyarlamış ve çocukları tarafından koruma altına alınması istenen Yunanlı şair gibi, ama bu şair hâlâ yeteneklerini kullanabildiğinin bir göstergesi olan en güzel trajedilerinden birini yazarak yargıçları ve insanları şaşkınlığa sürükledi diyelim ki Hıristiyanlık bu şekilde yenilenmiş bir güçle yükseldi: Hiç kimsenin pozisyonu Pirvatdocent'lerin pozisyonu kadar küçük düşürücü olmayacaktı.

ŞÖVALYENİN SEÇİMİ 

Ya/ya da kararının değiştirilemezliğini ne ile kıyaslayacağız.? 

İki rakip ordunun bir alanda karşılıklı sıralandığını ve her iki ordunun da bir şövalyeyi kendi orduları adına dövüşmeye davet ettiklerini düşünelim; Şövalye seçimini yapıyor, rakibine yeniliyor ve esir alınıyor. Esir olarak kazananın önüne getiriliyor, ve ona savaştan önce kendisine verilmiş olan aynı koşullar altında hizmet etmeyi ahmakça öneriyor. Kazanan ona şöyle demeyecek midir: Dostum, sen şimdi benim esirimsin; başka bir seçim yapabileceğin bir zaman elbette vardı, ama şimdi her şey değişti... "Bir taşı fırlatan kimsenin o taşı fırlatana kadar taş üzerinde hükmü vardır, ama fırlattıktan sonra yoktur." (Aristoteles) Yoksa taşı fırlatmak bir yanılsama olurdu; fırlatmış olmasına rağmen taşı elinde tutmuş olurdu...

TAHTA AT 

İçsel acı çekme dışarıdakiler tarafindan yanlış anlaşılmasını nasıl deneyimler? 

Eski zamanlarda bir ordu çok zalimce bir cezayı, bir tahta atı sürmek olarak uyguladı. Talihsiz adam çok keskin bir sırtı olan tahta atın üzerine ağırlıklarla oturtuldu. Bu cezanın uygulamaya konulduğu bir keresinde suçlu acıyla inlerken, surda yürüyen bir köylü geldi ve suçlunun cezasını çekmekte olduğu tatbikat yapılan yere bakmak için durdu. Acı içinde kıvranan ve böylesi bir mankafanın görüntüsünden rahatsız olan talihsiz adam köylüye bağırdı: Neye bakıyorsun sen öyle? Ama köylü şöyle cevap verdi: Eğer kimsenin sana bakmasına dayanamıyorsan, başka bir sokakta sürebilirsin atını. Tıpkı suçlunun atını sürmesi gibi, şimdiki yıl da benimle birlikte koşuyor.

TANRILARIN CAN SIKINTISI 

Can sıkıntısı daimi bir insanlık durumu mudur? 

 Tanrıların canı sıkılmıştı, böylece insanı yarattılar. Adem in canı sıkılıyordu çünkü yalnızdı, ve Havva yaratıldı. (O andan itibaren) can sıkıntısı dünyaya adımını attı ve nüfusun çoğalmasıyla birlikte can sıkıntısı da çoğaldı. Adem tek başınayken canı sıkılıyordu; daha sonra Adem ile Havva nın birlikte canı sıkıldı; daha sonra Adem, Havva, Habil ve Kabil ailecek sıkıldılar; daha sonra dünyanın nüfusu çoğaldı ve insanlar kitleler hakinde sıkılmaya başladı. Kendilerini oyalamak için göklere ulaşabilecek kadar yüksek bir kule yapma fikrini tasarladılar. Kule yükseldikçe bu fikir daha da can sıkıcı olmaya başladı ve bu, can sıkıntısının nasıl da her şeye üstün geldiğinin korkunç bir kanıtı oldu... Müridim filan olsun istemiyorum; eğer olur da ben ölüm döşeğindeyken baş ucumda biri olursa ve sonumun geldiğinden artık eminsem, işte o zaman bir iyilikseverlik krizi sırasında bu teorimi onun kulağına fısıldayabilirim, tabii ona iyilik mi yoksa kötülük mü yaptığımdan hiçbir zaman emin olamam.

TANRILARIN EĞLENCESİ 

Bütün dilekler içinde, en iyisi hangisidir? 

Başıma muhteşem bir şey geldi. Gökyüzünün yedinci katına çıktım. Bütün tanrılar orada toplanmış oturuyorlardı. Özel bir inayetle bana bir dilekte bulunma lütfunda bulunuldu. Sen, dedi Merkür, Gençliği mi, güzelliği mi, gücü mü, uzun bir ömrü mü, en güzel bakireyi mi yoksa sandıkta bulunan başka herhangi bir şanı mı istersin? Seçim yap, ama sadece birini? Bir an için kendimi kaybettim. Daha sonra tanrılara aşağıdaki gibi seslendim: Çok şerefli akranlarım, bu tek şeyi seçiyorum, ki bütün kahkahalar benden yana olsun. Tanrıların hiçbiri tek bir kelime etmedi; aksine, hepsi birden kahkahalarla gülmeye başladı. Bunun üzerine dileğimin yerine getirildiği kararına vardım, ve tanrıların kendilerini nasıl en iyi şekilde ifade ettiklerini fark ettim; zira ciddi bir şekilde şöyle cevap vermek onlar için hiç de uygun olmazdı: Dileğin yerine getirildi.

TEHLİKELİ ALET 

Aşk, Hıristiyanlık bağlamında, tehlikeli midir? 

Bir adam diğerine acayip keskin, perdahlı, iki kenarı keskin bir aleti sanki bir buket çiçek sunarmış gibi bir ifadeyle, havalı bir şekilde verebilir mi acaba? Bu delilik olmaz mı? Bir insan ne yapar bu durumda, öyleyse? Tehlikeli aletin mükemmeliyetinden emin biri bu aleti hiç çekinmeden tavsiye eder, bundan emin olabiliriz, ama öyle bir şekilde ki, insan gene bu duruma karşı uyarır onu. Hıristiyanlıkta da durum böyledir. Ne yapılması gerekiyorsa, hiç tereddüt etmemeliyiz, Hıristiyan ayinlerinde büyüksek sorumluluğun farkında olmalıyız - evet, özellikle Hıristiyan ayinlerinde Hıristiyanlığa KARŞI.

TEST 

Dolaysız iletişim ile dolaylı iletişim arasındaki ayrımı nasıl keskinleştirebiliriz? 

îman gerektiren dolaysız iletişim saf insan ilişkisi durumunda çok basit olarak kanıtlanabilir, yeter ki imanın en seçkin anlamında Tanrı-Insan la bir ilişkisi olduğu unutulmasın. Şimdi bunu kanıtlayalım ve bu durumda iki âşık arasındaki ilişkiyi ele alalım. îlk önce bu ilişkide varsayıyorum ki: âşık sevdiğine aşkını en yakıcı sözlerle ifade ederek güvence veriyor ve bütün doğası bu güvenceyle uyum içinde, nerdeyse tümüyle bir adanmışlık söz konusu daha sonra sevgilisine soruyor: Seni sevdiğime inanıyor musun? Daha sonra sevgilisi cevap veriyor: Evet, inanıyorum. Bu kelimeyi kesinlikle böyle kullanırız. Şimdi varsayalım ki, öte yandan, âşık kendisine gerçekten inanıp inanmadığını anlamak için sevgilisini bir testten geçirmek istiyor. Öyleyse ne yapar? Bütün dolaysız iletişimi keser, kendisini ikili bir varlığa dönüştürür; görünüşte onu sadık bir âşık kadar bir yalancı olarak görmek de mümkündür. Böylece kendisini bir muammaya dönüştürür. Ama muamma nedir? Muamma bir sorudur. Ve soru ne sorar? Sevgilisinin ona inanıp inanmadığını sorar. Böyle davranmaya hakkı olup olmadığını soracak olan ben değilim, ben sadece düşüncenin imalarını takip ediyorum; ve her halükârda unutulmamalı ki öğretmen de belli bir noktaya kadar bunu yapar; diyalektik ikiliği kurar, ama öbür insanı kendisinden döndürme karşıt niyetiyfe, onu kendisine döndürme, onu özgürleştirme, insanları ona yönlendirmeme niyetiyle yapar bunu. - Bir insan bu iki durumda âşığın davranışları arasındaki ayrımı kolaylıkla görecektir, ilk durumda soruyu dolaysız sorar: Bana inanıyor musun? ikinci durumda soru aynıdır, ama kendisini sorgulayıcı yapar. Belki de haddini aşarak böyle bir şey yapmayı düşündüğü için acı bir pişmanlık duyabilir burada bu tür olasılıklarla ilgilenmiyorum, sadece düşüncenin imalarını takip ediyorum. Ve bakış açısının diyalektik bir noktasından bakılınca ikinci yöntemin imanı ortaya çıkarmada çok daha temel bir yol olduğu oldukça açıktır. İkinci yöntemin hedefi bir seçim yapmasını sağlayarak sevgilinin yüreğini açığa çıkarmaktır; zira bu ikili olasılıkta kız hangi karakterin hakiki karakter olduğunu seçmeye zorlanmaktadır.

TEŞHİS 

Tedavi edici profesyoneller şeytani olanı nesnel olarak analiz etmekte ne kadar ileri gidebilirler? 

Şeytani olan tedavi edilebilir olarak görülmüştür. Bir mesele olarak tabii ki: Mit Pulver und mit Pillen [Benim pudram ve haplarımla]- ve daha sonra lavmanımla! Daha sonra eczacı ile doktor kafa kafaya verirler. Diğerlerinin korkmaması için hasta tecrit edilmiştir. Bizim cesur çağımızda bir kimse bir hastaya öleceğini söylemez, bir kimse hastanın korkudan öleceği korkusuyla papazı çağırmaya cesaret edemez, bir kimse hastaya aynı gün bir başkasının aynı hastalıktan öldüğünü söylemeye cesaret edemez. Hasta tecrit edilmişti, merhamet onun üzerinde araştırmalar yaptı, doktor ortalamayı belirlemek için mümkün olan en kısa zamanda istatistiksel bir cetvel çıkarma sözü verdi. Ve bir kimse ortalamaya sahipse, her şey açıklanır. Hastalığa bakmanın tedavi edici yolu fenomeni saf fiziksel ve somatik olarak görür, doktorlar da çoğunlukla bunu yapar, özellikle Hoffmann ın romanlarında - burnuna bir tutam enfiye çeker ve, Bu ciddi bir vaka, der.

TİRAN-TARİHÇİ 

İmanın vereceği karar için nesnel tarihsel araştırmanın değeri nedir?... 

Varsayalım ki ikincil çömezlerin ilk kuşağını daha sonrakilerden ayıran bu göreceli farklılığın değerini tahmin etmeye çalışıyoruz; buna nasıl büyük bir değer atfedebiliriz? Buna yalnızca çağdaş birinin tadını çıkardığı avantajlarla kıyaslayarak değer biçebiliriz. Ama onun avantajını, şöyle ki en katı anlamda dolaysız kesinliğin avantajını, daha önce göstermiştik... müphem olmak (tehlikeli) ve bunu bir sonraki paragrafta daha etraflıca göstereceğiz. Varsayalım ki kendisinde bir tiranın gücüyle bir tiranın tutkusunu birleştirmiş ve hemen sonra gelen kuşaktan' olan bir adam yaşamış olsun, ve varsayalım ki bu adam bütün zamanını ve enerjisini gerçeği aydınlığa kavuşturmak sorunu üzerine odaklama fikriyle yaratılmış olsun, bu onu bir mürit yapar mı? Varsayalım ki bu adam hâlâ yaşamakta olan bütün çağdaş tanıkları, arkadaş çevreleriyle birlikte elinde bulundursun, varsayalım ki onları tek tek en araştırmacı sorgulamalara tabi tutsun, tıpkı yetmiş yorumcu gibi onları bir hücreye tıksın, gerçeği söyleyene kadar onları açlığa mahkûm etsin, en kurnazca yöntemlerle onları birbirleriyle yüzleştirsin, bütün bunları en güvenilir açıklamanın olası araçlarıyla emin olmak adına yapsın böyle araçlara sahip olmak onu bir mürit yapar mı? Böyle bir durumda Tanrı aslında ona gülmez mi, çünkü bu tavırla ne para ile ne de şiddet yoluyla elde edilemeyeni kendine mal ettiğini düşünür? Üzerinde konuştuğumuz gerçek basit bir tarihsel gerçek olsa dahi, bütün küçük ayrıntılarda mutlak bir uyum fark etmeye çabaladığında zorluklar kendisini gösterecektir, ki bu küçük ayrıntılar onun için ççk önemlidir, çünkü iman tutkusu vb.; imanın yoğunluğuyla ilgili tutku nesnesini salt tarihsel olana doğru yanlış yönlendirmiştir. Tanıkların en insaflı ve doğrucu olanları, sorgulamacı bir davranışa tabi tutulduklarında ve bir sorgulayıcının saplantılı fikrinin ışığında sorgulandıklarında ilk önce çelişkiye düşenlerdir; halbuki ağır suçluların ayrıcalıklı olanı, kötü bir bilinç onu zorladığında bile, yalan söylerken çelişkiye düşmez. Ama bunu bir kenara bırakalım, üzerinde konuştuğumuz gerçek basit bir tarihsel gerçek değil: öyleyse bütün bu hassasiyetin avantajı nedir? Eğer o yazıyla ve zamanla tutarlı olan karmaşık bir konuda başarılı olmuşsa, bütün kuşkuların ötesinde aldatılmış olacaktır. Görmüş ve işitmiş olan çağdaş bir gözlemci için mümkün olandan daha büyük bir kesinlik elde etmiş olacaktır; zira ilki orada ne olduğunu kimi zaman göremediğini, orada ne olmadığını kimi zaman gördüğünü çabucak keşfedecektir; işittikleri için de bu böyle. Ve bunun yanı sıra, çağdaş biri Tanrıyı görmediği ya da işitmediği, ama yalnızca basit insanoğlunu gördüğü ya da işittiği konusunda sürekli uyarılacaktır...

TİTİZ ARABACI

 İnsan ruhu nelere kadirdir? 

Bir zamanlar zengin bir adam vardı; bu adam kendi zevki için ve kendi sürmek için yurtdışından yüksek bir fiyata tamamen kusursuz ve asil kandan adar ısmarladı. Sonra aradan bir ya da iki yıl geçti. Daha önceden bu adarı bilenler onları artık yeniden tanıyamaz olmuştu. Gözleri fersiz ve uykuluydu, yürüyüşleri tarzdan ve kararlılıktan yoksundu, hiçbir şeye katlanamıyorlardı, dayanıklı değillerdi, yolda mola vermeden dört mil bile gidemiyorlardı, kimi zaman adamın bütün sürme gayrederine rağmen oldukları yerden kımıldamıyorlardı, ayrıca her türden kötü alışkanlıklar edinmişlerdi, bol bol saman yemelerine karşın günden güne bir deri bir kemiğe dönüşüyorlardı. Daha sonra adam Kral ın arabacısını çağırdı. Adam onları bir ay boyunca sürdü bütün o bölgede başlarını böyle gururla kaldıran, bakışları sert, yürüyüşleri böylesine güzel başka bir çift at yoktu, başka hiçbir at onlar kadar dayanıklı olamazdı, hiç durmadan millerce yol alabiliyorlardı. Bütün bunlar nasıl olmuştu? Görmek çok kolay. Atların sahibi, bir arabacı olmadığından adarı, adarın sürülme anlayışına göre sürüyordu; kraliyet arabacısı atları arabacının sürme anlayışına göre sürüyordu. insanlar için de böyledir bu. Ah, ben kendimi ve tanımayı öğrendiğim sayısız insanı düşündüğümde, sık sık kendime moralim bozularak şöyle söylüyordum: Burada yeterince yetenek, güç ve kapasite var - eksik olan tek şey arabacı. Uzun bir zaman süreci boyunca, biz insanlar, nesilden nesile, eğer öyle söylemem gerekirse, atların sürülme anlayışına göre sürüldük, yönlendirildik, yetiştirildik, insanın insan olmak ne demek anlayışına göre eğitildik. Bakın öyleyse eksiğimiz ne: coşku ve sırasıyla bunu takip eden şey, ki biz buna çok az katlanabiliriz, o anın vasıtalarını bir an önce sabırsızca kullanmak isteriz, ve sabırsız arzumuzla emeğimizin ödülünü görmek isteriz, ki işte tam da bu nedenle ağırdan alırız. Bir zamanlar her şey farklıydı. Bir zamanlar (eğer böyle söylemeye cüret edersem) îlah ın kendisinin arabacı olmaktan hoşlandığı bir zaman vardı; ve O atları arabacının sürme anlayışına göre sürüyordu. Ah, o zamanlar insan nelere kadir değildi ki!

ÜÇ KURUŞLUK BİRA 

Sayılar dinsel varoluşun yaşamsallığını açığa çıkarabilir mi? 

Bir hancı hakkında gülünç bir hikâye anlatırlar, bu hikâye, rastlantı bu ya, benim takma isimlerimden biriyle ilişkilidir, ama bu ismi yine kullanacağım çünkü bana her zaman çok derin bir anlama sahip görünmüştür. Demem o ki, hancı biranın şişesini ona ödediğinden bir kuruş daha ucuza satıyormuş; bir adam ona şöyle sorduğunda: Bu hesabı nasıl tutturuyorsun? Bu para israf etmeye benziyor, o şöyle cevaplıyormuş: Hayır, dostum, bunu yapan büyük sayıdır. - büyük sayı, aynı zamanda bizim çağımızda her şeye gücü yeten bir güç. Birisi bu hikâyeye güldüğünde, sayının imgelem üzerinde birinin uyguladığı güce karşı uyaran bu hikâyedeki dersi hatırlamalıdır. Çünkü hiç kuşku yok ki, hancı kendisine 4 kuruşa mal olduğu halde birayı 3 kuruşa satmasının 1 kuruşluk zarar anlamına geldiğini çok iyi biliyordu. Ayrıca on şişe olunca hancı bunun bir zarar olduğunu hemen anlayacaktır. Ama ya şişe! İşte burada büyük sayı imgelemi karıştırıyor, yuvarlak sayı gemi azıya alıyor ve hancı afallıyor bu kâr, diyor, zira bunu büyük sayı yapıyor. Bu yüzden ayrıca Hıristiyan olmayan birimleri toplayarak bir Hıristiyan ulusuna varan bir hesaplamada da durum aynıdır, sonuca ulaşmaya büyük sayının neden olduğu fikriyle sonuca varılır. 

YALNIZ AT 

Yanlış anlaşılmış ıstırabı ne ile kıyaslayacağız? 

Varsayalım ki aptal hayvanların düşünceleri olsun ve biz ne dediklerini anlamasak bile kendi aralarında birbirlerini anlasınlar, diyelim ki böyle olsun. Aslında öyle geliyor ki sanki bu böyle. Zira yazın köylünün atı merada durup başını öne arkaya sallıyor, muhakkak ki bunun ne anlama geldiğini bir kimse net olarak bilemez, ya da yaşamları boyunca aynı boyunduruğu yan yana çekerek birlikte yürüyen ikisi akşamları ortaya çıkıyor, sanki mahremiyet içinde birbirlerine yanaşıyorlar, başlarının hareketleriyle neredeyse birbirlerini okşuyorlar; ya da özgür atlar birbirlerine öyle kişniyorlar ki bütün bir orman yankılanıyor, sanki bir toplantıdaymış gibi büyük bir sürü içinde ovalarda toplanıyorlar öyleyse onların birbirlerini gerçekten anlayabildiklerini varsayabiliriz. Ama her zaman bir başına olan yalnız bir at vardı. At çağrıyı duyunca, sürünün akşam toplandığını görüp bir toplantı yapmak üzere olduklarını anlayınca, yaşam ve yaşamda yapılacakları öğrenme umuduyla koşarak sürüye doğru gitti. İhtiyarların, öldüğü ana kadar hiçbir atın şanslı olduğunu düşünmemesi gerektiğine, bütün yaratıklar içinde kaderin trajik değişimlerine en çok atların maruz kaldıklarına dair söylediklerini dikkatle dinledi. Ve şimdi ihtiyar at çok acı çekiyordu; açlık ve soğuktan çekiyordu, aşırı çalışmaktan canı çikıyordu, zalim bir sürücü tarafından tekmeleniyordu, yaptığı hiçbir şeyin tatmin etmeyeceği beceriksiz insanlar tarafından taciz ediliyordu, bu insanlar kendi yanlışları yüzünden atı suçlayıp cezalandırıyordu, ve en sonunda bir kış günü artık iyice ihtiyarladığında ormana bırakılıyordu. Bu noktada toplantı dağıldı ve öylesine bir hevesle toplantıya gelmiş olan at üzgün bir şekilde alıp başını gitti: Yüreğin kederinden ruh parçalanır. Bütün söylenenleri çok iyi anlamıştı, ama oradaki hiç kimse kendi çektiklerinden, onun acılarından söz etmemişti. Yine de öbür atların her seferinde hevesle koşarak, her zaman şimdi kendi acılarından söz edileceğini umarak toplandıklarını fark etti. Ve her seferinde dinlediklerinden ağırlaşmış bir yürekle toplantıdan ayrıldı. Öbürlerinin neyle ilgilendiklerini giderek çok daha iyi, ama kendisini giderek daha da az anlıyordu, çünkü öbürleri sanki onu dışlamışlardı, halbuki o da vardı.

YAYA YOLCU 

İnsani özlemlerimiz arasında Tanrının değişmezliğini ne ile kıyaslayacağız? 

Bir yaya yolcu düşünün. Heybetli, aşılamaz bir dağın eteklerinde duraksadığı bir yere getirilmiş. İşte bu dağ...hayır, orayı aşmak onun kaderi değil, ama yüreğini geçidi aşmaya ayarlamış; zira arzuları, özlemleri, dilekleri, ruhu zaten öte yanda; geriye, ona kalan tek şey takip etmek. Onun yetmiş yaşına geldiğini düşünün; ama dağ hâlâ orada, değişmemiş, aşılamaz. Bırakalım iki kere yetmiş yaşında olsun; ama dağ orada yolunu kesmiş olarak duruyor, değişmemiş, aşılamaz. Bütün bunlar sırasında o dönüşüm geçiriyor, belki de; arzularından, dileklerinden, özlemlerinden uzaklaşıyor; şimdi kendisini zar zor tanıyor. Ve yeni bir kuşak onu buluyor, başkalaşmış, dağın eteğinde oturmuş, hâlâ orada duruyor dağ, değişmemiş, aşılamaz. Diyelim ki bu bin yd önce gerçekleşmiş olsun: başkalaşmış olan yaya yolcu çoktan ölmüş, sadece bir efsane onun anısını canlı tutuyor; geriye kalan tek şey o - ayrıca dağ da, değişmemiş, aşılamaz. Ve şimdi ebediyen değişmez olan O nu düşünün, ki onun için bin yıl sadece bugün gibidir ah, bunu bile söylemesi çok fazla, bu yıllar onun için bir an gibidir, sanki hiç var olmamışlar gibi... O ndan ebediyen emin olmayan kişi yerinde duramaz, ama O nun kuvvetiyle yükselir. Yalnızca ebediyen değişmez olan bu durumda sabit kalabilir. İnsanlara zaman verir, ve onlara zaman vermeye gücü yeter, çünkü o sonsuzluğa sahiptir ve ebediyen değişmez olandır.

YENİ AYAKKABILAR 

Ödevimiz bir birey olmak olduğunda, kendisinin bir benliği olmadığını fark etmemiş bir kimseyi neyle kıyaslayacağız.? 

Başkente [yalınayak] gelip kendisine bir çift ayakkabıyla çorap alacak kadar para kazanan; hatta bu paradan sarhoş olacak kadar para artıran bir köylüyle ilgili bu hikâye körkütük sarhoş halde evinin yolunu bulmaya çalışırken yolun ortasına yatıp sızan biriyle ilgili. Bir süre sonra atlı bir araba gelmiş ve sürücü adama yoldan çekilmesini yoksa bacaklarını çiğneyerek geçmek zorunda kalacağını söylemiş. Uyanan sarhoş köylü bacaklarına bakıp ayakkabılarla çorapları tanıyamamış ve "Sen yoluna devam et, demiş, bunlar benim bacaklarım değil.

YETERİNCE HIZLI YAZAMAYAN YAZAR 

Aşırı özgüven - ona nasıl meydan okunulur? 

Yıllar önce bir adam yazarlığına ilişkin bana güven duyarak onurlandırdı beni. Çok fazla fikirden dolayı yorgun düştüğünden kâğıda herhangi bir şey yazmasının kendisi için olanaksız olduğunu söyleyerek sızlandı durdu. Yalvar yakar kendisine sekreterlik yapıp yazılarını kâğıda geçirme nezaketinde bulunup bulunmayacağımı sordu bana. Bu işin içinde bir bit yeniği sezip derhal dörtnala koşan bir at kadar hızlı yazabileceğim konusunda güvence verip kendisini teskin ettim; ne de olsa her kelimeyi sadece bir harfle yazabiliyor ama yine de yazdığım her şeyi okuyabiliyordum. Ona hizmet etme arzum sınır tanımıyordu. Kocaman bir masa çıkarıp bir tomar kâğıdı numaralandırdım, böylece kâğıt çevirmekle zaman kaybetmeyecektim, bir düzine çelik kalemi masaya serdim, kalemimi mürekkebe batırdım ve adam şu sözlerle konuşmaya başladı: Pekâlâ, evet, şey, sevgili efendim, gerçekte söylemek istediğim... Sözlerini bitirip de ben ne yazdırdığını yüksek sesle okuyunca, o andan sonra sekreteri olmamı bir daha istemedi benden.

Arka Kapak

Batı düşünce tarihinde meseller unutulmaz imgelerle yer alır - örneğin, iyi Samariyalı, karanlık mağara duvarlarında dans eden gölgeler (Platon), tarla faresi ile şehir faresi (Luther), Bünyan'ın Hacısı, Nietzsche'nin En Çirkin Adam'ı, Kafka'nın Şatosu... Bütün bu örneklere bakınca Batı felsefi geleneğinin ahlaki ve tinsel iletişiminin aracısı olarak mesele yöneldiğini söyleyebiliriz. 

Hiçbir yazar felsefi yazılarında meselleri, hikâyeleri ve metaforları Saren Kierkegaard kadar yoğun kullanmamıştır; onun bu çalışmaları zihnimize unutulmaz imgeler olarak kazınmıştır. Bu kitabın amacı bu hikâyelerin, mesellerin eleştirel bir inceleme için dikkatli bir biçimde bir araya toplanmasıdır. Bu çabanın altında yatan en büyük neden, Kierkegaard'ın Batı geleneğinin en önde gelen meselcileri arasında bulunduğu gerçeğidir.