08 Mart 2021

8 Mart: Dünya Kadınlar Günü


Türk kadınının yeri ve görevleri Kadının anlamı

Kadınlarımızın her millette olduğu gibi, bizim milletimiz için de ne kadar yüksek önemi olduğunu söylemeğe gerek yoktur. Bizim milletimizde kadın, eskiden bu önemi, gerçekten en yüksek derecede kazanmıştır. Büyük atalarımız ve onların anaları, tarihin, olayların tanıklığıyla kanıtlamıştır ki,cidden yüksek erdemler göstermişlerdir. Burada birçok noktalardan sayabileceğimiz o erdemlerin en büyüğü ve en önemlisi, değerli evlâtlar yetiştirmeleriydi. Gerçekten, Türk milletinin bütün dünyada, yalnız Asya’da değil Avrupa’da dahi büyük ezici kudret göstermiş olması, çok parlak hareketler yapmış bulunması, hep öyle değerli anaların erdemli evlâtlar yetiştirmesi ve daha beşikten çocuklarının ruhuna mertlik ve erdem aşılaması sayesinde idi. Şunu söylemek istiyorum ki, kadınlarımızın genel  görevlerde üzerlerine düşen paylardan başka kendileri için en önemli, en hayırlı, en erdemli bir görevleri de iyi anne olmaktır.

Zaman ilerledikçe, bilim geliştikçe, uygarlık dev adımlarıyla yürüdükçe, yaşamın, yüzyılın bugünkü gereklerine göre evlât yetiştirmenin güçlüklerini biliyoruz. Anaların, bugünkü evlâtlarına vereceği eğitim eski dönemlerdeki gibi basit değildir. Bugünün anaları için, gerekli özellikler taşıyan evlât yetiştirmek, evlâtlarını bugünkü yaşam için faal bir unsur haline koymak, pek çok yüksek özelliği kişiliklerinde taşımalarına bağlıdır. Bu sebeple kadınlarımız, hattâ erkeklerden daha çok aydın, daha çok verimli, daha fazla bilgili olmak zorundadırlar. Eğer gerçekten milletin anası olmak istiyorlarsa böyle olmalıdırlar.

1928 (Atatürk’ün S.D. II, s. 151-152)

Bu millet, esas eğitimini aileden almaktadır. Türk milleti öyle analara sahiptir ki, her dönemin büyük adamlarını bu analar yetiştirmiştir. Türk kadını daha yüksek kuşaklar yetiştirmeye yeteneklidir.

(Enver Behnan Şapolyo, K. Atatürk ve Millî Mücadele Tarihi, s. 529)

Yardımsevenler Derneği’nin ismi son şeklini henüz almadığı sırada yapılan bir toplantıda, birinin “İsim, Yoksul Kadınlara Yardım Derneği olsun!” demesi üzerine yazdırıp okuttuğu metinden: Yoksul kadın, burada hiçbir şeyi olmayan kadın anlamında alınmıştır. Halbuki kadın denilen varlık, kendiliğinden yüksek bir varlıktır. Onun yoksulluğu olamaz. Kadın yoksul demek, onun bağrından kopup gelen bütün insanlığın yoksulluğu demektir. Eğer insanlık bu halde ise kadına yoksul demek yakıştırılabilir. Gerçek bu mudur? Eğer kadın dünyada çalışan, başaran, zengin olan, maddî ve manevî zengin eden insanları yetiştirmişse, ona yoksul sıfatı verilebilir mi? Verenler varsa onlara nankör denirse doğru olmaz mı?

Bizce, Türkiye  Cumhuriyeti  anlamınca kadın, bütün Türk tarihinde olduğu gibi bugün de en saygın düzeyde, her şeyin üstünde yüksek ve şerefli bir varlıktır.

(Perihan Naci Eldeniz, TIK. Belleten, Cilt: XX, Sayı: 80, 1956. s. 740)

-Efendiler, affedersiniz, bir noktayı açıklamak için bir an duracağım. “Efendiler!” dediğim zaman hanımefendiler ve beyefendiler demektir. Kolaylıkla kullanılması gereği ve bayanlarla bayların hepsini ifade etmek için bu sesleniş şeklini Uygun gördüm. 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 86)

Kadın varlığı, ulusun bin bir noktadan temelidir! Artık, kadını süs tanımak fikrini tazelemek doğru değil!

(Müjgan Cunbur, Atatürk’ün ElyazısiyleKadınlar Hakkında Düşüncesi, Türk Kadını Dergisi, Sayı : 6, 1966, s. 19)

Şuna inanmak gerekir ki, dünya yüzünde gördüğümüz her şey kadının eseridir.

1923 (Atatürk’ün S.D. II, s. 85)

Erkeklere ilk öğüdü, ilk eğitimi veren ve onun üzerinde ilk analık egemenliğini ve etkisini kuran, kadındır.

1930 (Afetinan, B.M. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 89)

Pek yakın bir gelecekte, kadının her anlamıyla erkekle eş olacağı bir dünya doğacaktır. (Atatürk’ten B.H., s. 58)

Türk kadınının bilgi sahibi olması

Düşmanlarımız, bizi dinin etkisi altında kalmış olmakla suçluyorlar, duraklama ve çökmemizi buna bağlıyorlar; bu hatadır! Bizim dinimiz, hiçbir zaman kadınların erkeklerden geri kalmasını istememiştir. Allah’ın emrettiği şey, erkek ve kadının beraber olarak bilim ve bilgiyi kazanmasıdır. Kadın ve erkek bu bilim ve bilgiyi aramak ve nerede bulursa oraya gitmek ve onunla donanmak zorunluğundadır. İslâm ve Türk tarihi incelenirse görülür ki, bugün kendimizi bin türlü sınırlamalarla bağlı zannettiğimiz  şeyler yoktur. Türk sosyal hayatında kadınlar, bilim ve bilgi yönünden ve diğer hususlarda erkeklerden asla geri kalmamışlardır; belki daha ileri gitmişlerdir.

1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 86)

Ben, saygıdeğer hanımlarımızın Avrupa kadınlarının aşağısında kalmayacak, tersine pek çok yönlerde onların üstüne çıkacak bilgi ve kültürle donanacaklarına asla şüphe etmeyen ve buna kesinlikle inananlardanım.

1923 (Atatürk’ün S.D.1I, s. 152 – 153)

Türk kadını ve erdem

Türk kadını dünyanın en aydın, en erdemli ve en ağır kadını olmalıdır. Ağır sıklette değil; ahlâkta, erdemde ağır, ağırbaşlı bir kadın olmalıdır. Türk kadınının görevi, Türk’ü düşünüş biçimiyle, kol gücüyle, kararlılığıyla koruma ve savunmaya gücü yeter kuşaklar yetiştirmektir. Milletin kaynağı, sosyal yaşamın esası olan kadın, ancak erdemli olursa görevini yapabilir. Herhalde kadın çok yüksek olmalıdır. Burada Fikret* merhumun hepinizce bilinen bir sözünü hatırlatırım: “Elbet sefil olursa kadın alçalır beşer!”

1925 (Atatürk’ün S.D. 11, s. 231)

Türk kadını ve güzellik

Şunu ilâve edeyim ki, Türk ırkının dünyanın en güzel ırkı olduğunu tarihî olarak bildiğim için, Türk kızlarından birinin** dünya güzeli seçilmiş olmasını, çok doğal buldum. Fakat, Türk gençlerine bu nedenle şunu da hatırlatmayı gerekli görürüm: Övünç duyduğumuz doğal güzelliğinizi sağlıklı biçimde korumasını biliniz ve bu yolda uyanık bir gelişmenin arasız gerçekleşmesini ihmâl etmeyiniz. Bununla beraber, asıl uğraşmak zorunluğunda olduğunuz şey, analarınızın ve atalarınızın oldukları gibi, yüksek kültürde ve yüksek erdemde dünya birinciliğini tutmaktır.

1932 (Cumhuriyet gazetesi, 3.8.1932)

Türk kadını ve yurt savunması

Bundan sonra Türk ırkı, kadınlarını, erkeklerinin yapmak zorunluğunda olduğu askerlik görevi dahil, bütün hizmetlere ortak ederse, Etilerde, İskitlerde, Amazonlarda olduğu gibi, kendi ırkından başkalarının hiçbir yardımına gereksinim duymaksızın büyük millî ülkülerine başlı başına ve bağımsız olarak yürümek yeteneğini kazanabilir.

(Perihan Naci Eldeniz T.T.K. Belleten, Sayı: 80, 1956, s.741)

Türkiye Cumhuriyeti’nin esas düşüncesi, kadınları değil, erkekleri dahi, savaş meydanına götürmemektir. Fakat, Türk ulusunun yüksek varlığına, herhangi taraftan olursa olsun, ilişildiği zaman, işte o zaman Türk kadınları Türk erkeklerinin bulunduğu yerde hazır ve uyanık ve etkin olacaklardır. Bu, insanlığın yüksek huzuru, rahatı ve dünya insanlığı için gerekli bir ödev olduğundandır ki, Türk kadını bunu yapacaktır ve yapagelmektedir ve yapar.

(Perihan Naci Eldeniz, T.T.K. Belleten, Sayı: 80, 1956, s. 742)

Kadın hukukunda devrim gereği

Bir toplum, cinsinden yalnız birinin yeni gerekleri edin-mesiyle yetinirse, o toplum yandan fazla güçsüzlük içinde kalır. Bir millet ilerlemek ve uygarlaşmak isterse, özellikle bu noktayı esas olarak kabul etmek zorunluğundadır. Bizim toplumumuzun başarı gösterememesinin sebebi, kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ilgisizlik ve kusurdan doğmaktır. İnsanlar dünyaya alnında yazılı olduğu kadar yaşamak için gelmişlerdir. Yaşamak demek, faaliyet demektir. Bu sebeple bir toplumun bir organı faaliyette bulunurken diğer organı işlemezse o toplum felç olmuştur. Bir toplumun, hayatta çalışması ve başarılı olması için çalışmanın ve başarabilmenin bağlı olduğu bütün sebep ve şartları benimsemesi gerekir. Bundan ötürü bizim toplumumuz için bilim ve teknik gerekli ise bunları aynı derecede hem erkek hem de kadınlarımızın edinmeleri gerekir. Herkesçe bilinir ki, her alanda olduğu gibi sosyal yaşamda da iş bölümü vardır. Bu genel iş bölümü arasında kadınlar, kendilerine ait olan görevleri yapacakları gibi aynı zamanda sosyal topluluğun refahı, mutluluğu için gerekli gündelik çalışmaya da dahil olacaklardır. Kadının ev görevleri, en ufak ve önemsiz görevidir.

Kadının en büyük görevi, analıktır. İlk eğitim verilen yerin ana kucağı olduğu düşünülürse bu görevin önemi gereğince anlaşılır. Milletimiz, kuvvetli bir millet olmaya karar vermiştir. Bugünün gereklerinden biri de, kadınlarımızın her konuda yükselmelerini temindir. Bu sebeple kadınlarımız da okumuş ve bilgi sahibi olacaklar ve erkeklerin geçtikleri bütün öğrenim aşamalarından geçeceklerdir. Sonra, kadınlar sosyal yaşamda erkeklerle beraber yürüyerek birbirinin yardımcısı ve koruyucusu olacaklardır.

1923 (Atatürk’ün S.D. II, s. 85-86)

Bu kadın sorununda cesur olalım. Kuruntuyu bırakalım, açılsınlar, onların beyinlerini ciddî bilim ve bilgi ile süsleyelim. Namusu, bilgiyi sağlıklı şekilde açıklayalım. Şeref ve onur sahibi olmalarına birinci derecede önem verelim.

1918 (Afetinan, M. Kemal Atatürk’ün Karlsbad Hatıraları, s. 45)

Arkadaşlar, Türk milleti çok büyük olaylarla kanıtladı ki, yeniliksever ve devrimci bir millettir. Son yıllardan önce de milletimiz yenileşme yolları üzerinde yürümeye, sosyal devrime girişmemiş değildir. Fakat, gerçek sonuçlar görülemedi. Bunun sebebini araştırdınız mı? Bence sebep, işe esasından, temelinden başlanmamış olmasıdır. Bu konuda açık söyleyeceğim: Bir toplum, bir millet, erkek ve kadın denilen iki cins insandan meydana gelir. Mümkün müdür ki bir kitlenin bir parçasını ilerletelim, diğerine göz yumalım da kitlenin hepsi yükselme  şerefine erişebilsin? Mümkün müdür ki bir topluluğun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı göklere yükselebilsin? Şüphe yok yükselme adımları, dediğim gibi, iki cins tarafından beraber, arkadaşça atılmak ve ilerleme ve yenilik alanında birlikte yol alınmak gerekir. Böyle olursa devrim başarılı olur.

1925 (Atatürk’ün S.D.II, S. 216-217)

Daha endişesiz ve korkusuzca, daha yanlışsız olarak yürüyeceğimiz yol vardır: Büyük Türk kadınını çalışmamızda ortak yapmak, yaşamımızı onunla birlikte yürütmek, Türk kadınını bilimsel, ahlaksal, sosyal, ekonomik yaşamda erkeğin ortağı, arkadaşı, yardımcısı ve koruyucusu yapmak yoludur.

1923 (Atatürk’ün S.D. 11, s. 150-151)

Çok büyük sevinçle görüyoruz ve görmekteyiz ki, her yerde hanımlarımız erkeklerle fikir ve bilgi yolunda yarışırcasına yürüyorlar. Yine gönül borcuyla ifade etmek gerekir ki, hiçbir yerde kadınlarımız erkeklerin aşağısında değildir. Hemen her yerde kadın ve erkek düzeyi arasında bir denklik görmekteyim. Bu durum övünmeye değerdir. Kadınlarımızın, daha elverişsiz şartlar altında erkeklerden geri kalmayışı ve belki aynı şartlar altında erkeklerden ileri gidişi Övüncü gerektirir.

1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 152)

Türk kadınının siyasal yaşama katılma isteği

Türk kadınları, memleketin yazgısını millet adına yöneten siyasî topluluğa dahil olmak arzusunu göstermekle, memleketin, milletin vatandaşlara yüklediği görevlerin hiçbirinden kendilerinin uzak bırakılacağını düşünmezler. Çünkü, görev karşılığı olmayan hak yoktur.

1931 (Atatürk’ün S.D.II, s. 265)

Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı tanınması

Bu karar, Türk kadınına sosyal ve siyasal yaşamda bütün milletlerin üstünde yer vermiştir. Çarşaf içinde, peçe altında ve kafes arkasındaki Türk kadınını, artık tarihlerde aramak gerekecektir. Türk kadını evdeki uygar yerini yetkiyle almış, iş yaşamının her aşamasında başarılar göstermiştir. Siyasal yaşamda belediye seçimlerinde deneyimini yapan Türk kadını, bu kere de milletvekili seçme ve seçilme suretiyle haklarının en büyüğünü elde etmiş bulunuyor. Uygar memleketlerin bir çoğunda, kadından esirgenen bu hak, bugün Türk kadınının elindedir ve onu yetki ve başarıyla kullanacaktır.

(Perihan Naci Eldeniz, T.T.K. Belleten, Cilt: XX, Sayı:80, 1956, s. 741)

Kadının siyasal yetersizliğine mantıklı hiçbir sebep yoktur. Bu konudaki tereddüt ve olumsuz düşünüş biçimi, geçmişin toplumsal bir niteliğinin can çekişen bir hatırasıdır.

1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazılan, s. 89)

Siyasal ve sosyal hakların kadın tarafından kullanılmasının, insanlığın mutluluğu ve saygınlığı açısından gerekli olduğuna İnanıyorum.

1935 (Ayın Tarihi, No: 17, 1935, s.14)

Türk kadınlığının, yeni girdiği siyasal alanda da değerli işler başarmasını dilerim.

1934 (Ulus gazetesi, 10.12.1934)

Türk kadını ve dünya barışı

Milletlerarası Kadın Kongresi delegelerine söylemiştir:

– Türk kadınının, dünya kadınlığına elini vererek dünyanın barış ve güveni için çalışacağına güvenebilirsiniz.

1935 (Tan gazetesi, 27.4. 1935)

 

Aşk ve Öbür Cinler - Gabriel Garcia Marquez

    https://productimages.hepsiburada.net/s/48/500/10940089794610.jpg

Gabriel Garcia Marquez'in, gençliğinde, günlük bir gazetenin muhabiriyken tanık olduğu bir olaydan yola çıkarak yazdığı bu roman, 1994 yılında ilk kez yayımlandığında hem dünyada hem Türkiye'de çok ses getirmişti. Çok eski bir manastırın yıkıntıları üzerine, beş yıldızlı bir otel yapılacaktır. Manastırın mahzenindeki mezarlar kazılıp boşaltılırken, bir mezarda bakır rengi canlı bir saç yığını bulunur. Bu gür saçlar çekilip çıkarılmakta, ama bir türlü sonu gelmemektedir; sonunda hâlâ bir kız çocuğunun kafatasına yapışık son saç telleri de dışarı çıkar. O harikulâde saçlar yirmi iki metre, on bir santim uzunluğundadır. Gabriel Garcia Marquez, yıllar önce tanık olduğu bu ilginç olaydan yola çıkarak, çocukluğunda büyükannesinden dinlediği bir köpek ısırması sonucunda kuduzdan ölen küçük bir kızın masalını birleştirerek olağanüstü güzellikteki bu yeni romanını yazmış. İnci Kut'un İspanyolca aslından büyük bir özenle Türkçeye çevirdiği Aşk ve Öbür Cinler, bu ünlü yazarın yarattığı büyülü gerçekçiliğe yeni bir örnek.

"Mezar yazıtı ilk kazma darbesiyle parça parça yerinden fırlamış, bakır renginde canlı bir saç yığını mezardan dışarı taşmıştı. Ustabaşı, işçilerinin de yardımıyla bunları tümüyle dışarı çıkarmak istedi, ama saçları ne kadar çok çekerlerse o kadar uzun ve gür görünüyorlardı; sonunda hâlâ bir kız çocuğunun kafatasına yapışık son saç telleri de dışarı çıktı... Yere yayılan o harikulade saçlar yirmi iki metre on bir santim uzunluğundaydı..."

Gabriel García Márquez, yıllar önce tanık olduğu bu ürkünç olayın izini sürerek, gizemli bir aşk öyküsü çıkarıyor ortaya, bahtsız bir genç kızla bir rahibin olağandışı aşklarının öyküsünü. Büyülü gerçekliğin büyük ustası, Aşk ve Öbür Cinler’de, yaşama ve ölüme meydan okumakla kalmayan, aklın ve inancın sınırlarını da zorlayan bir aşk hikâyesi sunuyor okurlarına. Gerçekle söylencenin ustalıkla harmanlandığı çağdaş bir novella.

*

 Kaygılanmayın saygıdeğer hanımefendi,’ dedi köle. ‘Bana istediğinizi yasaklayabilirsiniz, ben de yerine getiririm.’ Sonra da ekledi: ‘Ama düşünmemi yasaklayamazsınız.

Onu ne kadar çok tanısam, o kadar az tanıdığımı hissediyorum.

“Ne kadar uzaklardayız!" diye içini çekti.
“Neden?”
“Kendimizden,” dedi psikopos. “İnsanın öksüz olduğunu öğrenmek için bazen bir yıla ihtiyacı olması sence haksızlık değil mi?” Bir yanıt alamayınca da, hasretini açığa vurdu: “Bu gece İspanya’da uyuyor olmalarının düşüncesi bile içimi korkuyla dolduruyor.”
“Dünyanın dönmesine karışamayız,” dedi Delaura.
“Ama bize acı vermemesi için bunu bilmezden gelebilirdik,” dedi psikopos. “Galile’ye asıl gereken, inanç değil yürekti.”

 Herkes bir uyuşukluğun içine gömülüp kalmıştı.

O zamana kadar her ikisi de, mutlu olmak için aşkın yeterli olduğu düşüncesindeydiler.


Ayn Rand - İhtiyacımız Olan Felsefe


Neden gurursuz yaşadığınızı, ateşsiz sevdiğinizi, direnmeden öldüğünüzü merak mı ediyorsunuz? Neden her baktığnızı yerde cevapsız kalmaya mahkum sorularla karşılaştığınızı, hayatınızın neden imkansız çelişkilerle dolduğunu, neden 'ya beden ya ruh' gibi, 'ya kar ya kamu yararı' gibi yapay seçimlerden kaçınmak için tüm ömrünüzü mantıksız kararsızlıklarla geçirdiğinizi bilmek mi istiyorsunuz?

Cevap yok diye çığlıklar mı atıyorsunuz? Algılama aletinizi, aklınızı reddetmişsiniz, ondan sonra da evrenin bir esrarengizlik yumağı olduğundan yakınıyorsunuz. Elinizdeki anahtarı fırlatıp atıyor, sonra tüm kapılar yüzüme kilitlendi diye ağlıyorsunuz. Mantıksızı izleyerek yola koyuluyor, sonra varoluş anlamlı değil diyorsunuz.

Aklınızı takip etmedikçe hayatınızı bu sorulardan kaçarak geçirmeye mahkumsunuz. Tercih yapmaktan kaçındıkça başkalarının tercih ettiği bir hayata mahkum olacaksınız. Bu yüzden felsefe bir ihtiyaçtır. Felsefe; hayatı analiz etme, aklı ve mantığı kendi mutluluğunuz için kullanma aracıdır. Entellerin kafanızı karıştırmak için bir araya geldiklerinde yaptığı laf kalabalığı değildir.

 Çevirmen: Nejdet Kandemir

 

6 Mart 1974’te ABD West Point Askeri Akademisi mezunlarına hitaben yapılan bir konuşma.
Kendim de bir hikâye yazarı olduğumdan, çok, çok kısa bir hikâye ile başlayalım. Kendinizi uzay gemisi kontrolden çıkmış ve bilinmeyen bir gezegene düşmüş bir astronot olarak düşünün. Kendinize geldiğinizde ve kötü şekilde yaralanmadığınızı anladığınızda aklınızdaki üç soru şu olacaktır:
Neredeyim?
Burayı nasıl keşfedebi­lirim?
Ne yapmalıyım?
Etrafta tanımadığınız türden bitkiler görüyorsunuz ve soluyacağınız hava var; güneş ışığı sizin hatırladığı­nızdan daha solgun gibi ve hava da daha soğuk. Gök­yüzüne bakmak istiyorsunuz, fakat duruyorsunuz. Ani bir duygu içinizi kaplıyor: Bakmazsanız belki de dünya­ya çok uzak olduğunuzu ve geri dönüşün hiçbir şekil­de mümkün olmadığını bilmek zorunda kalmayacaksı­nız; bunu bilmediğiniz müddetçe de istediğinize inan­makta özgürsünüz -ve bulanık, hoş ve bir ölçüde suçlu bir ümit yaşıyorsunuz.
Uzay geminize dönüyorsunuz: Cihazlarınız zarar görmüş olabilir; fakat zararın ne kadar ciddî olduğunu bilmiyorsunuz. Fakat ani bir korkuyla irkilip duruyor­sunuz:
Bu cihazlara nasıl güvenebilirsiniz?
Bunların sizi yanlış bir yere götürmeyeceğinden nasıl emin olabilirsi­niz?
Bu cihazların başka bir dünyada çalışacaklarını nasıl bilebilirsiniz?
Cihazlardan uzaklaşıyorsunuz.
Şimdi neden hiçbir şey yapmaya istekli olmadığını­zı merak etmeye başlıyorsunuz. Bir şekilde ortaya çıka­cak olan bir şeyi beklemek çok daha güvenli görünmek­tedir; kendinize uzay gemisini sarsmamanın daha iyi ola­cağını söylüyorsunuz. Uzaklarda size yaklaşan bazı can­lılar olduğunu görüyorsunuz; onların insan olup olma­dığını bilmiyorsunuz, fakat onlar iki ayak üzerinde yürü­yorlar. Onların size ne yapacağınızı söyleyecekleri hük­müne varıyorsunuz.
Bir daha sizden haber alınmıyor.
Bunun fantezi olduğunu söylüyorsunuz, değil mi?

Siz olsaydınız böyle yapmazdınız ve hiçbir astronot da asla böyle yapmazdı. Belki de öyle. Fakat bu, çoğu insa­nın burada, dünyada hayatını yaşama şeklidir.
Çoğu insan hayatını, cevaplan (bilinçli olarak farkın­da olsun ya da olmasın) insanın her düşüncesinde, duy­gusunda ve hareketinde yatan üç sorudan kaçmaya çalı­şarak harcar: Neredeyim?
 Nerede olduğumu nasıl anla­rım?
 Ne yapmalıyım?
Bu soruları anlayacak yaşta olduklarında, insanlar cevapları bildiklerini düşünürler.
Neredeyim?
Diyelim New York’ta. Bunu nerden biliyorum?
Bu su götürmez bir gerçektir. Ne yapmalıyım?
İşte bu konuda pek emin değiller, fakat alışılmış cevap şudur: Herkes ne yapıyorsa onu. Tek problem, onların çok aktif, çok emin, çok mut­lu görünmemeleri ve zaman zaman açıklayamadıkları veya kurtulamadıkları sebepsiz bir korku ve tanımlanma­mış bir suç duygusu yaşamaları olarak görünmektedir.
Problemin cevaplanmamış üç sorudan kaynaklandı­ğını ve bunları sadece bir bilimin, yani felsefenin cevap­layabileceğini asla keşfedememişlerdir.
Felsefe varoluşun, insanın ve insan-varoluş ilişkisinin ana niteliklerini inceler. Sadece belli şeylerle uğraşan di­ğer bilimlerin aksine felsefe, evrenin var olan her şeyle ilgili olan yönleriyle uğraşır. Bilgi alanı içinde, özel bilim­ler ağaçlardır, felsefe ise ormanı var eden topraktır.
Felsefe size keşfetmek için araçlar verse de, size New York’ta mı yoksa Zanzibar’da mı olduğunuzu söylemez. Fakat onun size söyleyeceği şey şudur: Doğal kanunlar­la yönetilen ve bu nedenle istikrarlı, sabit, mutlak ve an­laşılması mümkün olan bir evrende mi yaşıyorsunuz?
 Yoksa anlaşılmaz bir kaos içinde, açıklanamayan muci­zeler girdabında veya aklınızın kavrayamadığı, bilinmesi mümkün olmayan, kestirilemeyen bir ortamda mısınız?
 Etrafınızda gördüğünüz şeyler gerçek mi, yoksa onlar sadece bir illüzyon mu?
 Onlar herhangi bir gözetenden bağımsız olarak mı vardır, yoksa bir gözeten tarafından mı yaratıldılar?
 Onlar insan bilincinin nesnesi mi, yoksa öznesi midirler?
 Onlar görünüşte oldukları şey midirler, yoksa bir dilek gibi, bilincinizin tek bir hareketi ile değiş­tirilebilirler mi?
Davranışlarınızın -ve tutkunuzun-karakteri hangi tip cevabı seçtiğimize bağlı olarak farklı olacaktır. Bu cevap­lar felsefenin ana kolu olan ve varoluşu inceleyen bilim olan (Aristo’nun “kendiliğinden oluş” şeklinde ifade et­tiği) metafiziğin ilgi alanıdır.
Hangi hükümlere varırsanız varın, bunu izleyen baş­ka bir soruyu cevaplama zorunluluğu içinde olacaksınız. Bunu nerden biliyorum?
 İnsan her şeyi bilen veya yanıl­maz olmadığından, neyi bilgi olarak iddia edebileceğini­zi ve hükümlerinizin geçerliliğini nasıl ispatlayacağınızı bulmak zorundasınız. İnsan bilgiyi bir akıl işlemiyle mi elde eder, yoksa doğaüstü bir güçten gelen anlık bir il­ham yoluyla mı?
 Akıl, insan duyularıyla sağlanan mater­yali tanıyan ve onu işleyen bir meleke midir, yoksa insa­nın beynine kendisi doğmadan önce yerleştirilmiş do­ğuştan gelen fikirlerle mi beslenir?
 Akıl gerçeği kavra­maya muktedir midir, yoksa insan aklından daha üstün bir diğer idrak melekesine mi sahiptir?
 İnsanoğlu kesin­liği elde edebilir mi, yoksa sürekli şüphe içinde boğulma­ya mahkûm mudur?
Kendine güveninizin (ve başarınızın) derecesi hangi cevaplar takımını seçtiğinize bağlı olarak farklı olacaktır. Bu cevaplar insanın kavrama yollarını inceleyen episte­molojinin (bilgi teorisinin) ilgi alanıdır.
Bu iki dal, felsefenin teorik temelini oluşturur. Üçün­cü dal olan ahlâk, felsefenin teknolojisi olarak kabul edi­lebilir. Ahlâk, tüm varlıklar için değil, sadece insan için geçerlidir, fakat insan hayatının her alanında geçerlidir; karakterlerinde, davranışlarında, değerlerinde, varoluşun bütünüyle olan ilişkilerinde. Etik (ya da ahlâk), insanın tercihlerine ve davranışlarına -yaşamın gidişatını belirle­yen tercih ve davranışlara-yol gösteren bir değerler sis­temini tanımlamaktadır.
Tıpkı hikâyemdeki astronotun (nerede olduğunu ve bulunduğu yeri nasıl keşfedeceğini bilmek istemediğin­den) ne yapması gerektiğini bilmemesi gibi, siz de karşı karşıya olduğunuz evrenin niteliğini, kendi kavrama yol­larınızı ve kendi tabiatınızı bilene kadar ne yapmanız ge­rektiğini bilemezsiniz. Ahlâka gelmeden önce, metafizik ve epistemolojinin ortaya koyduğu sorulan cevaplamak­sınız: İnsan realiteyi kavrayabilecek akıllı bir varlık mıdır, yoksa umutsuz, kör bir uyumsuz, evrenin akışıyla sersemlemiş önemsiz bir şey midir?
 İnsan için dünyada ba­şarı ve mutluluk mümkün müdür, yoksa insan başarısız­lıklara ve felakete mahkûm mudur?
 Cevaplara bağlı ola­rak etiğin ortaya koyduğu şu sorulan düşünmeye geçe­bilirsiniz: İnsan için iyi ve kötü olan nedir ve niçin?
 İn­sanın asıl olarak ilgilendiği şey zevk peşinde koşmak mı, yoksa sıkıntıdan kaçmak mı olmalıdır?
 İnsan hayatının amacı olarak kendini geliştirmeyi mi, yoksa kendini yok etmeyi mi seçmelidir?
 İnsan kendi değerleri peşinde mi koşmalıdır, yoksa diğer kişilerin çıkarlarını kendisininkilerin önüne mi koymalıdır?
 İnsan mutluluğu mu, yoksa kendini feda etmeyi mi şiâr edinmelidir?
Bu iki grup cevabın değişik sonuçlarını vermeme ge­rek yok. Onları kendi içinizde, etrafınızda, her yerde gö­rebilirsiniz.
Etiğin verdiği cevaplar insanların diğer insanlara na­sıl muamele etmeleri gerektiğini belirler ve bu da felse­fenin dördüncü kolunu, yani gerçek bir sosyal sistemin prensiplerini tanımlayan politikayı oluşturur. Felsefenin işlevine bir örnek verirsek, siyaset felsefesi size karne ile dağıtılan benzinden haftanın hangi günü ve ne kadar ve­rilmesini söylemez, hükümetin herhangi bir şeyi karneye bağlamayı dayatmaya hakkı olup olmadığını söyler.
Felsefenin beşinci ve son dalı, metafiziğe, epistemolo­jiye ve etiğe dayalı sanatı inceleyen estetiktir. Sanat, insan bilincinin ihtiyaçları ile -ona yakıt sağlanması ile-uğraşır.
Bazılarınız şimdi pek çok insanın yaptığı gibi şunu söyleyebilir: Böyle soyut şekilde asla düşünmem -ben belli, somut, gerçek hayat problemleriyle uğraşmak iste­rim-, felsefeye neden ihtiyacım olsun?
 Benim cevabım şudur: Somut, belli, gerçek yaşam problemleriyle uğra­şabilmek için -yani dünyada yaşayabilmek için-felsefe­ye ihtiyacınız vardır.
Çoğu insan gibi, felsefeden etkilenmediğinizi söyleye­bilirsiniz. Sizden bu iddianızı gözden geçirmenizi isteye­ceğim. Hiç şunu söylediğiniz ya da düşündüğünüz oldu mu?
 “Bu kadar emin olma, hiç kimse hiçbir şeyden emin olamaz.” Bu fikri, adını hiç duymamış bile olsanız David Hume’den (ve diğer kişilerden) aldınız. Veya: “Bu, teoride iyi olabilir, ama pratikte işe yaramaz.” Bunu Platon’dan aldınız. Veya: “Bu, yapılacak çok kötü bir şeydi, fakat o da nihayetinde bir insan ve dünyada hiç kimse mükemmel değildir.” Bunu Augustine’den aldınız. Veya: “Bu senin için doğru olabilir, ama benim için değil.” Bunu William James’den aldınız. Veya: “Elimden bir şey gelmez. Onun yapağı hiçbir şeye hiç kimse yardım ede­mez.” Bunu Hegel’den aldınız. Veya: “İspatlayamam, ama doğru olduğunu hissediyorum.” Bunu Kant’tan al­dınız. Veya: “Bu mantıklıdır, fakat mantığın gerçekle il­gisi yoktur.” Bunu da Kant’tan aldınız. Veya: “Bu kötü bir şeydir, çünkü bencilcedir.” Bunu da Kant’tan aldınız. Çağdaş aktivistlerin “Önce yap, sonra düşün” dediklerini duydunuz mu?
 Onlar da bunu John Dewey’den aldılar.
Bazı insanlar şöyle bir cevap verebilir: “Bunları kesin­likle zaman zaman söylemekteyim, fakat bunlara her za­man inanmıyorum. Bunlar dün doğru olabilirdi, ama bu­gün doğru değil.” Onlar bunu Hegel’den aldılar. İnsan­lar şunu söyleyebilir: “Tutarlılık küçük akılların korku­lu rüyasıdır.” Bunlar onu çok küçük bir akıldan, Emerson’dan aldılar. İnsanlar şunu söyleyebilir: “Fakat kişi, o anki durumun gereklerine göre farklı felsefelerden fikir­ler ödünç alamaz mı, veya onlarla bir orta yol bulamaz mı?” Onlar bunu Richard Nixon’dan aldılar, o da William James’den aldı.
Şimdi kendinize sorun: Soyut fikirlere ilgi duymu­yorsanız, neden siz (ve tüm insanlar) bunları kullanmak zorunda kalıyorsunuz?
 Gerçek şudur: Soyut fikirler sa­yısız somut konuyu içeren kavramsal bütünleştirmeler­dir ve soyut fikirler olmaksızın gerçek hayatın spesifik ve somut problemleriyle başa çıkamazsınız. Her nesne­nin kendisi için eşsiz, benzeri olmayan bir doğa harika­sı olduğu yeni doğmuş bir bebek konumunda olursunuz. Bebeğin akli durumu ve sizinki arasındaki fark sizin bey­ninizin gerçekleştirmekte olduğu kavramsal bütünleştir­melerin sayısındadır.
Gözlemlerinizi, deneyimlerinizi, bilgilerinizi soyut fi­kirler, yani ilkeler hâlinde bütünleştirme gerekliliği ko­nusunda tercih şansınız yoktur. Tek tercihiniz, bu pren­siplerin doğru mu yoksa yanlış mı olacakları, sizin bilinç li akılcı inanışlarınızı mı yoksa rastgele bir araya gelmiş kaynaklarını, geçerliliklerini veya içeriklerini bilmediğiniz (bildiğinizde çoğu kez bir çürük patates gibi kaldırıp atacağınız) bir fikirler sürüsünü mü temsil edecekleridir
Fakat (bilinçli olarak veya bilinçsiz olarak) kabul ettiğiniz prensipler bir diğeriyle çelişebilir veya ters düşebilir bunların da entegre edilmesi gereklidir. Bunları bütünleş tiren şey nedir?
 Felsefe. Felsefî bir sistem entegre bir varoluş fikridir. Bir insan olarak felsefeye ihtiyacınız olduğu gerçeği hakkında tercih yapma şansınız yoktur. Sizin de tercihiniz kendi felsefenizi bilinçli, akılcı, disiplinli bir düşünce süreci ve titiz derecede mantıklı bir akıl yürütmeyi mi yapacağınız, yoksa bilinçaltınızın topladığı, şans eseı bir araya gelen, fakat bilinçaltınızca bir tür soysuz felsefe hâlinde bütünleştirilmiş ve tek bir kütle hâline -yani aklı­nızı kullanmanızı engelleyen bir zincir ve gülle gibi duran kendinden şüphe etme hâline getirilmiş olan bir geçer­siz hükümler, yanlış genellemeler, tanımlanmamış çeliş­kiler, hazmedilmemiş sloganlar, belirsiz dilekler, şüpheler ve korkular çöplüğü olarak mı tanımlayacağınızdır.
Pek çok insanın yaptığı gibi, daima soyut prensiple­re dayanarak davranmanın kolay olmadığını söyleyebi­lirsiniz. Hayır, kolay değildir. Fakat onların ne olduğunu bilmeden onlara dayanarak davranmak zorunda olmak daha mı kolaydır?
Bilinçaltınız bir bilgisayar gibidir (aslında insanoğlu­nun yapabileceği en karmaşık bilgisayardan daha karma­şıktır) ve onun asıl fonksiyonu sizin fikirlerinizi entegre etmektir. Bilinçaltını kim programlamaktadır?
 Sizin bi­linçli aklınız. Eğer siz hata yaparsanız, hiçbir kesin kana­atiniz olmazsa, bilinçaltınız tesadüfen programlanır ve kendinizi kabul ettiğinizi bilmediğiniz fikirlerin etkisine bırakırsınız. Fakat öyle ya da böyle, bilgisayarınız size, sahip olduğunuz değerlere göre etrafınızdaki şeylerin yıldırım hızıyla hesaplanmış değerlendirmelerinin gün­lük ve saatlik çıktılarını duygular formunda verir. Eğer bilgisayarınızı bilinçli bir düşünmeyle programlarsanız, değerlerinizin ve duygularınızın niteliğini bilirsiniz. Böy­le yapmazsanız bilmezsiniz.
Bilhassa bugün, pek çok kişi insanın sadece mantık­la yaşayamayacağını, insan tabiatında göz önüne alınma­sı gereken duygusal unsurların bulunduğunu ve insanla­rın duyguların yol göstericiliğine dayandıklarını iddia et­mektedirler. İşte benim hikâyemdeki astronot da böy­le yapmıştı. Yanılan, astronot ve insanlar oldular: İnsa­nın sahip olduğu değerler ve duygular onun temel dün­ya görüşü tarafından belirlenir. İnsanın bilinçaltının ni­haî programlayıcısı, duygusalcılara göre, insanların his­lerinin puslu sırlarını etkileme veya onlara nüfuz etme gücü olmayan bir bilim olan felsefedir.
Bilgisayar çıktısının kalitesi ona girilen verinin kali­tesiyle belirlenir. Eğer bilinçaltınız tesadüfen program­lanırsa, onun çıkası da buna uygun bir karaktere sahip olacaktır. Belki de bilgisayar işlemcilerinin kullandığı ve “bilgisayara çöp gir, çöp çıksın” anlamına gelen zarif tâ­biri duymuşsunuzdur. Aynı durum bir insanın düşüncesi ve duyguları arasındaki ilişkiler için de geçerlidir.
Duygularıyla çalışan bir kişi, çıktılarını okuyamadığı bir bilgisayarla çalışan kişi gibidir. Kişi bilgisayar prog­ramının doğru veya yanlış olduğunu, kişinin başarısı için mi, yoksa mahvolması için mi olduğunu, onun amaçlarına mı yoksa bilinmeyen bir gücün kötü emellerine mi hiz­met ettiğini bilmez. Bu kişi iki şeye de kördür: Etrafındaki dünyaya ve kendi iç dünyasına. Gerçeği veya kendini mo­tive eden şeyleri kavrayamaz ve her ikisine karşı da kro­nik dehşet içindedir. Duygular kavrama araçları değiller­dir. Felsefeyle ilgisi olmayan insanlar ona çok fazla ihti­yaç duyarlar; en çaresiz şekilde onun gücüne tabidirler.
Felsefeyle ilgisi olmayan insanlar felsefe prensiplerini etraflarındaki kültürel atmosferden (okullardan, üniver­sitelerden, dergilerden, gazetelerden, filmlerden, TV’den vs.) alırlar. Bir kültürün rengini ne belirler?
 Bir avuç in­san: filozoflar. Diğerleri ikna olarak veya aldırmayarak bunları izlerler. Yaklaşık 200 yıldır, Immanuel Kant et­kisiyle, felsefedeki baskın eğilim tek bir amaca odaklanmıştır: İnsan aklının tahribi ve insanın kendi aklının gü­cüne olan güveninin yıkılması. Bugün bu eğilimin en üst seviyesini görmekteyiz.
İnsanlar aklı terk ettiklerinde, sadece duygularının kendilerine rehberlik edemediğini ve aynı zamanda deh­şet hariç, hiçbir duyguyu yaşayamayacaklarını anlarlar. Bugünün entelektüel modalarına göre yetiştirilen genç insanlar arasında uyuşturucu bağımlılığının yayılması, id­rak araçlarından yoksun kalan ve gerçekten kaçmak is­teyen insanların (varoluşla ilişkilerinden doğan yetersiz­liğin dehşetinden kaçmak isteyenlerin) çekilmez iç du­rumlarını gösterir. Bu genç insanların bağımsızlık kor­kusuna ve bazı grup, hizip veya çeteye girme veya “ait olma” çılgınlıklarına dikkat edin. Bunların çoğu felsefeyi hiç duymamıştır; fakat cesaret edemedikleri sorular için esaslı cevaplara ihtiyaçları olduklarını hissederler ve ka­bilelerinin onlara nasıl yaşamaları gerektiğini söyleyece­ğini ummaktadırlar. Herhangi bir büyücünün, “guru” nun veya diktatörün hegemonyası altına girmeye razı­dırlar. Bir insanın yapabileceği en tehlikeli şeylerden biri kendi ahlâkî özerkliğini başkalarına teslim etmektir: Be­nim hikâyemdeki astronot gibi, iki ayaküstünde yürüseler bile onların insan olup olmadığını bilmemektedir.
Şimdi şunu sorabilirsiniz: Eğer felsefe böylesine kötü olabiliyorsa, niçin insanlar onun eğitimini alsınlar?
 Bil­hassa bariz şekilde yanlış, anlamsız ve gerçek hayat ile hiç ilgisi olmayan felsefe teorileri eğitimi neden alınsın?
Benim cevabım: Kendini korumak için ve gerçeğin, adaletin, özgürlüğün ve sahip olduğunuz veya olabilece­ğimiz herhangi bir değerin korunması için.
Bilhassa modern zamanlardaki pek çok felsefe kötü ise de tüm felsefeler kötü değildir. Öte yandan, bilim, teknoloji, ilerleme, özgürlük gibi medeniyetin her başa­rısının alanda, aralarında bu ülkenin doğuşunun da bu­lunduğu, bugün tadını çıkardığımız her değerin altında, 2000 yıl önce yaşamış bir insanın, Aristo’nun başarısını bulacaksınız.
Bazı filozofların kelimenin tam anlamıyla anlaşılmaz teorilerini okurken, sadece sıkılma duygusu yaşıyorsanız size karşı çok büyük bir sempati duyuyorum. Ama “an­lamsız olduğunu bildiğim bir şeyi neden inceleyeyim” diyerek onları bir kenara atarsanız, yanlış yaparsınız. Bu­nun anlamsız olduğu doğrudur; fakat siz bunu bilmi­yorsunuz, tabiî onların tüm hükümlerini, bu filozofların ürettiği tüm sloganları kabul etmedikçe. Ve tabiî bunla­rı çürütemedikçe.
Bu anlamsızlık insanın varoluşuna dair en kritik ölüm kalım konuları ile ilgilidir. Her önemli felsefe teo­risinin temelinde, insan bilincinin gerçek bir ihtiyacının varolduğu şeklinde haklı bir mesele vardır. Bazı teoriler bu konuyu netleştirmeye çalışırken, bazıları insanoğlunu onu keşfetmekten şaşırtmaya, soysuzlaştırmaya, alıkoy­maya çalışır. Filozofların mücadelesi insan aklının mücadelesidir. Eğer anlayamıyorsanız, bu teorilerin en kötülerine karşı savunmasızsınız demektir.
Felsefe çalışmanın en iyi yolu felsefeye bir dedektif hikayesine yaklaşır gibi yaklaşmaktır: Kimin katil, kimin kahraman olduğunu anlamak için her yolu, her ipucunu ve emareyi izleyin. Belirleme kriteri iki sorudur: Niçin ve Nasıl?
 Eğer belli bir fikir doğru görülüyorsa -neden Eğer bir başkası yanlış görünüyorsa neden, ve bu nasıl açıklanıyor?
 Cevapları hemen bulamayacaksınız; faks paha biçilmez bir özellik kazanacaksınız: Esaslara göre düşünme yeteneği.
Hiçbir şey insana otomatikman verilmez: Ne bil­gi, ne kendine güven, ne iç huzuru, ne de aklını doğru şekilde kullanma. İnsanın ihtiyaç duyduğu veya istedi­ği her değer (vücudunun kendine has duruşu bile) keş­fedilmek ve öğrenilmek zorundadır. Bu bağlamda, West Point mezunlarının duruşuna -gururlu, disiplinli vücut kontrolü olan insanları gösteren bu duruşa her zaman hayran olduğumu söylemek istiyorum. İşte, felsefe eğiti­mi de insana özel bir entelektüel duruş (aklının onurlu, disiplinli kontrolü) verir.
Sizin kendi mesleğiniz olan askerlik biliminde, düş­man silahlarını, stratejisini ve taktiğini izlemenin ve on­larla karşılaşmaya hazır olmanın önemini biliyorsunuz. Aynısı felsefede de geçerlidir: Düşmanın fikirlerini anla­malı ve onları çürütmeye hazır olmalısınız. Onun temel argümanlarını bilmek ve onları yok etmek zorundasınız.
Fizikî savaşta, askerinizi bir bubi tuzağına gönder­mezsiniz; bubi tuzağının yerini öğrenmek için elinizden gelen her şeyi yaparsınız. Kant’ın sistemi felsefe tarihin­deki en büyük ve en anlaşılmaz bubi tuzağıdır; fakat için­de o kadar fazla boşluk vardır ki, onun numarasını bir kez anladığınızda, hiçbir sıkıntı yaşamadan onu etkisiz hâle getirebilir ve tam bir güvenlik içinde onun üzerinde yürüyebilirsiniz. Ve bir kez etkisiz hâle geldiğinde, daha küçük Kantçılar (onun ordusundaki daha düşük rütbeli­ler, felsefe teğmenleri, erleri ve bugünün paralı askerleri) kendi ağırlıkları olmadığından peş peşe devrileceklerdir.
Siz, ABD ordusunun gelecekteki liderlerinin, bu­gün felsefî açıdan silahlanmanız gereğinin özel bir sebe­bi vardır. Siz şu anda kültürel kurulularımızda egemen olan Kantçı-Hegelci kollektivist *oluşumun özel saldırı­sının hedefisiniz. Siz dünyada kalan son yarı özgür ül­kenin ordususunuz, ancak emperyalizmin aleti olmakla suçlanıyorsunuz. “Emperyalizm” hiçbir zaman askerî fe­tihle uğraşmamış ve başlatmadığı, fakat girdiği ve kazan­dığı iki dünya savaşından asla faydalanmayan bu ülke­nin dış politikasına verilen addır. (Bu arada, bu politika ülkenin hem müttefiklerine hem de eski düşmanlarına yardım etmek için servetini harcamasına yol açan aptal­ca ve aşırı cömert bir politikaydı.) “Askerî sanayi komp­leksi” olarak adlandırılan ve bir safsata -veya daha kötü-olan bir şey, bu ülkenin tüm sıkıntılarından sorumlu tu­tulmaktadır. Âdi üniversite serserileri, üniversite kampüslerinde ROTC birimlerinin (Üniversitelerdeki subay kursları.) yasaklanması için yay­gara yapmaktadırlar. Savunma bütçemiz, mâlî önceliğin ekolojik gül bahçelerine ve gecekondu bölgesi sakinleri­nin estetik olarak kendini ifade etme derslerine verilme­sini söyleyen insanlar tarafından eleştirilmekte, suçlan­makta ve kesintiye uğratılmaktadır.
* Kollektivizm (Collectivism): “Toplumsal örgütlenmede bireylerin değil, birlikte yaşayan grubun ortak çıkarlarının esas alınması gerektiğini savunan görüş ve ideolojilerin ortak adı. Bireye karşı cemaat, toplum veya devlet gibi toplu kategorileri öne çıkaran, toplum menfaati için bireyin kurban edilmesi ne cevaz veren ve İktisadî ve siyasî kararlan bireyler ya da piyasa yerine devlete veya kamu otoritesinin belirlediği üst komitelere bırakan ideoloji.” Çev.
Bu kampanya bazılarınızı çileden çıkarmış olabilir ve siz iyi niyetle, bunu hak etmek için hangi hataları yaptığı­nızı merak edersiniz. Eğer durum böyleyse, düşmanınızın tabiatını bir an önce anlamak sizin için çok önemlidir Siz hatalarınız veya kusurlarınız yüzünden değil, faziletleriniz yüzünden saldırıya uğruyorsunuz. Bir zayıflığınım yüzünden değil, gücünüz ve yeterliliğinizden dolayı suçla­nıyorsunuz. Birleşik Devletlerin koruyucusu olmanızdan dolayı cezalandırılıyorsunuz. Aynı konunun daha alt bir seviyesinde, benzer bir kampanya polis kuvvetine karşı da yürütülmektedir. Bu ülkeyi yok etme peşinde olanlar, onu hem fiziksel hem de entelektüel olarak silahsızlan­dırmak istiyorlar. Fakat bu sadece siyasî bir konu değildir: Politika sebep değil, felsefi fikirlerin en nihaî sonucudur. Bazı komünistler, başlatmaya hiçbir şekilde güçlerinin yetmediği bu sıkıntılı durumda fayda elde etmeye çalışan sinekler gibi ilgili olsalar da, bu bir komünist komplosu değildir. Yıkıcıların motivasyonu komünizme olan aşkla­rı değil, Amerika’ya olan nefretleridir.
Niçin nefret?
 Çün­kü Amerika Kantçı bir evrenin yaşayan bir inkârıdır.
Bugünün zayıflara, kusurlulara, ıstırap çekenlere, suçlu­lara olan iğrenç ilgisi ve tutkusu masumlara, güçlülere, be­ceriklilere, başarılılara, erdemlilere, emin olanlara ve mut­lulara karşı olan derin Kantçı nefreti gizleyen bir örtüdür.
İnsan aklını yok etmeyi hedefleyen bir felsefe her za­man insana karşı ve her türlü İnsanî değere karşı bir nefret felsefesidir. İyi olmak için iyiden nefret etmek 20. yüzyılın simgesidir. İşte, karşı karşıya olduğumuz düşman budur.
Bu tip bir mücadele özel silahlar gerektirir. Bu savaşı amacınızın tam olarak bilinmesi, kendinize tamamen gü­venme ve bu ikisinin ahlâkî doğruluğu hakkında kesin­likle emin olma silahlan ile yapmak zorundasınız. Size bu tip silahlan sadece felsefe verebilir.
Bu akşam kendime verdiğim görev size kendi felse­femi pazarlamak değildir, sadece felsefeyi pazarlamaktır. Ancak hiçbirimiz ve hiçbir ifade felsefî fikirlerden kaça­mayacağından, her cümlede açıkça kendi felsefemden bah­setmekteyim. Bu konuda benim bencil çıkarım nedir?
 Fel­sefenin önemini ve onu kritik olarak incelemenin önemini kabul ederseniz, sizin benimseyeceğiniz felsefenin benim­ki olduğuna hayli eminim. Ben onu, resmî olarak objek­tivizm, fakat gayri resmî olarak dünyada yaşama felsefe­si olarak adlandırıyorum. Bilhassa Atlas Shrugged da olmak üzere, benim kitaplarımda onun açık ifadesini bulacaksınız.
Sonuç olarak, kişisel bazı şeyler söylememe izin ve­rin. Bu akşam bana çok şey ifade ediyor. Size hitap etme fırsatı yakalamak, bana büyük bir onur verdi. Bir vatan­severlik gevelemesi değil, fakat zarurî metafizik, epistemolojik, ahlâkî, politik ve estetik temellerden hareket­le size şunları söyleyebilirim; Amerika Birleşik Devletleri en büyük, en soylu ve orijinal kuruluş prensipleriyle dünya tarihindeki tek ahlâklı ülkedir. Benim kafamda; West Point adı ile ilişkili bir tür sessiz aydınlık vardır, siz bu orijinal kuruluş prensiplerini korumaktasınız ve onların sembolüsünüz. Bu prensiplerde çelişkiler ve eksiklikler söz konusu oldu ve sizinkilerde de olabilir, fakat ben esaslardan bahsediyorum. Hiçbir kurum ve hiçbir sosyal sistem tüm üyelerine otomatikman mükemmellik garanti edemeyeceği için, her kurumda olduğu gibi sizin tarihinizde de yüksek standartlarınıza uygun olarak yaşamayan bireyler olabilir. Bu durum bireyin özgür iradesin bağlıdır. Ben sizin standartlarınızdan bahsediyorum. Siz Amerika’nın doğuşuna has olan, fakat bugün hiç bulunmayan üç karakteri korumaktasınız: Samimiyet, kendini verme, onur duygusu. Onur, davranışta kendisini gösteren kendine değer verme duygusudur.
Bu ülkenin savunması için hayatınızı riske atmayı seçtiniz. Kendinizi hiçe sayarak hizmet etmeye kendinizi adadığınızı söyleyerek, size hakaret etmeyeceğim; bu benim ahlâk değerlerime göre bir erdem değildir. Benim ahlâk anlayışıma göre, kişinin kendi ülkesini savunması, yerli veya yabancı bir düşmanın esiri olmuş bir köle ola­rak yaşamayı kişisel olarak istemediği anlamına gelmek­tedir. İşte bu müthiş bir erdemdir. Bazılarınız bunun farkında olmayabilir. Size bunu fark etmenizde yardımcı ol­mak istiyorum.
Özgür bir ülkenin ordusunun büyük bir sorumlulu­ğu vardır: Güç kullanma hakkı; fakat diğer ülkelerin or­dularının tarihte yaptığı gibi bir zorbalık ve vahşice fet­hetme aracı olarak değil, sadece özgür ülkenin kendisini savunmasının, yani bir insanın bireysel haklarının savun­masının aracı olarak. Sadece güç kullanmayı başlatanları caydırmak için güç kullanma prensibi, doğruluğu kuvvet­ten üstün tutma prensibidir. Böyle bir görev için en üst düzeyde dürüstlük ve şeref duygusu gerekir. Dünyadaki başka hiçbir ordu bunu başaramamıştır. Siz başardınız.
West Point ABD’ye bilinen ve bilinmeyen pek çok kahraman vermiştir. Siz bu yılın mezunları, şanlı bir ge­lenek taşımaktasınız ve ben buna bir gelenek olduğu için değil, şanlı olduğu için derinden hayranım.
Dünyadaki en kötü tiranlığın suçunu taşıyan bir ül­keden geldiğim için, sizin savunduğunuz şeyin anlamı­nı, yüceliğini ve üstün değerini bilhassa takdir edebili­yorum. Bu nedenle kendi adıma ve benim gibi düşünen pek çok insan adına West Point’in geçmişindeki, bugü­nündeki ve geleceğindeki herkese şunu söylemek istiyo­rum: Teşekkürler.
Sh:1-24
 
Devamı ,Tamamı
TIK

Philosophy: Who Needs It- Ayn Rand