"Tıbbın gerçek zemini sevgidir"
Columbus’un Amerika topraklarına adım atmasından
çok uzun süre geçmeden Tuna Nehri üzerindeki İngolstadt kasabasına tuhaf
görünümlü bir adam atını sürdü. El çantası, ilaç kapları, değerli
taşlar, astrolojik kartlar ve ameliyat aletleriyle dolu olduğundan
yarılmıştı. Şapka ve paltosu, o dönemlerde doktorların giymek için
tercih ettiği miniver kürkü ile çevrelenmişti.
Kemer kılıfında dev bir kılıç vardı, deri ceketi
tozlu ve isliydi. İnsanlar bu tuhaf giyimli adamın her yere kılıcıyla
gittiğini fark ettiler ve fısıldadılar: ‘büyülüdür, kılıcının kabzasında yaşam iksirini muhafaza eder’.
Çağdaşlarının gözünde Paracelsus, büyücü ve hayret
verici bir şifacıydı. Yaşam süresince bile mucizevi tedavilerinin uzun
hikayesi Avrupa’nın sınır bölgelerine ulaştı. Ölümünden kısa bir süre
sonra, aynı anda çeşitli yerlerde görüldüğü, Felsefe Taşına sahip
olduğu, ölümü aştığı ve spirite dönüştüğü hikayesi dolaşmaya başladı.
Yüz yıl önce bile Avusturya’da bir kolera salgını sırasında, insanlar
onun özel güçlerinin hala var olduğunu sanarak iyileşme umuduyla
Salzburg’daki mezarına gittiler.
‘Tuhaftım ve benimle aynı olan kimse yoktu’
diyen Paracelsus’un tam adı Phillippus Theophrastus Bombastus von
Hohenheim’dir. Ailesi, güney Almanya’da Stuttgart yakınlarındaki
Hohenheim kalesine yerleşmiş, eski ve soylu bir aile olan
Bombast’lardı. Büyükbabası Georg, Teutonik şövalyelerinin komutanı
olarak haçlı seferlerinde düke eşlik etmiş, bir ara Kıbrıs’ta St. John
şövalyeleri ile birlikte bulunmuştu. Ülkesine döndüğünde politik bir
komploya maruz kalan büyükbabasının asaleti ve tüm malları elinden
alımdı. Bu ortaçağda sık kullanılan bir yoldu ve böylece çocukların bile
asalet ve miras hakları ellerinde alınır, kilise ve dönemin prensleri
zenginleşirdi. Oğlu Wilhem, hiçbir hakka sahip olamadı. Tübingen’de tıp
fakültesini bitiren Wilhem, gezgin doktor olarak yaşama atıldı ve
İşviçre’de Almanca konuşulan bir bölge olan Schwayz kantonunda
Einsiedeln’eyerleşti. Burada, hemşire yardımcısı olan Elsa ile evlendi.
Columbus’un Atlas okyanusunu geçerek Amerika’ya ulaşmasından bir-iki yıl
sonra, St. Phillip gününde Paracelsus doğdu. Ailesi ona Phillip adını
verirken, büyükbabası bilgiyi araştırmaya adayan anlamında Theophrastus
adını verdi, Atina’da Luceum’un başı olarak Aristo’nun mirasçısı,
antikçağın büyük bilim adamı Erosos’lu Tyrtamos’un da adı olmuştur.
Theophrastus, daha sonraları kendisine ünlü Roma hekimi Celsus’tan da
öte, daha üstün anlamına gelen Paracelsus adını verdi. Rickettsia etkeni
nedeniyle, kafatası raşitik deformasyonlu olan Theophrastus, bu
görünümüyle ünlü Alman filozof Kant’a benzetilmektedir.
İlk eğitimini anne ve babasından alan
Theophrastus, babasıyla Alp tepelerinde bitki toplarken, orda
rastladıkları yaşlılar, çobanlar ve yolculardan bitkilerin tıbbi
özelliklerini öğrendi. Babası ona bilgi ve deneyim elde etmenin doğru
yöntemini öğretti. Alp florası (bitki örtüsü) onun farmakoloji bilgisi
için zengin bir kaynaktı. Dokuz yaşındayken annesi ölünce Villach’a
gittiler. Burada zengin bankerler olan Fugger’lerin altın, demir, civa
gibi maden işletmeleri vardı. Theophrastus onların okuluna kayıt
olurken, babası madenci hekimliği yaptı ve Fugger’lerin mineraloji
eksperi oldu. Mineralleri toplayan ve kendi kütüphanesini oluşturan
Wilhelm, oğluna metaller ve yıldızlar arasındaki gizemli ilişkileri
öğretti. Babasının asistanı olarak çalışan Paracelsus, madencilerin
madenlerin zehirli buharlarında hastalandıklarını gördü, hastalık yapan
metallerin özelliklerini öğrendi. Bir simyacının laboratuarında
minerallerin mucizevi dönüşümlerini izledi ve bir gün bütün bu gizemleri
keşfetmeyi umdu, kurşunu altına dönüştürerek zengin ve ünlü olmayı
düşledi. Buradaki deneyimi onun ilerideki yolunu oluşturmasını sağladı.
Babası tarafından Basel üniversitesine gönderilen
Paracelsus, zamanın formal ve ezberci eğitimine karşı çıktı, diğer
öğrencilerle birlikte bilginin doğru kökenini aramak üzere seyahatlere
çıktı. O dönemlerde derslerde Latince zorunlu idi, öğrencilere Latince
dersi veriliyor ve Latince kitaplar ezberletiliyordu. Bu dilin zorluğunu
görünce şöyle seslendi: ‘Sizlere yıldızları ve bitkileri öğrenmenin
Latince ve Yunanca gramer öğrenmekten çok daha kolay olduğunu
söylüyorum. İlk önce tıbbı öğrenmek daha iyidir, Latince sonra
öğrenebilir.’
Tıbbın kökenini aradı ancak hiçbir üniversitede
bulamadı. Akademik eğitimi halkadan geçmeye çalışan köpeğin eğitimine
benzetti. İki yıl Alman topraklarında arayışını sürdürdü. Bilimde kriz
vardı, bu da kültüre ve topluma yansıyordu. Tübingen’e geldiğinde
üniversitenin ikiz fakültelerinden eski okula kayıt oldu. Bu okul,
Eflatun’un felsefesini temel alan Duns Scot’ın izleyicilerindendi. Diğer
okul ise Aristo’cu Willam Occam’ı takip ediyordu. Occam’cılar ön kadere
inanırken Paracelsus, Özgür İrade’ye inandı. Nikolas de Cusa’nın
felsefesi onu etkiledi. Bilginin sadece kitaplar aracılığı ile değil
doğada araştırma ve inceleme ile öğrenebileceğini söyledi. Kendisinden
sonraki Vesalius, Giordano Bruno ve Galileo gibi Eflatun ‘un felsefesine
çekildiğini hissetti.
O, doğanın ışığının kitaplarda değil, insanın kalbinde olduğunu gösterebilmeyi umdu. ‘Gerçeği kalplerimizde bulabilirsek, dünyada bizim için imkansız bir şey olmayacaktır’
dedi. Daha sonra babasının yakın arkadaşı Vadianus’un rektöru olduğu
Viyana üniversitesine gitti. Burada dört büyük sanatı, aritmetik,
geometri, müzik ve astronomi ‘yi öğrendi. Mezun olduktan sonra master
için iki yıl daha kalması gerekiyordu ancak veba salgını çıktı ve devam
edemedi. Tıp mezuniyeti çalışmaları için İtalya’ya gitti. İtalyanlar
ünlü öğretmenlerdi. Eski kadim bilgilerle Arap, Hristiyan doktorların
bilgisine sahiptiler. Buradaki Padua Üniversitesi yeni ilerlemelere
öncülük etmişti. Aristo’yu temel alan bu okulun mezunlarından Vesalius,
modern anatominin kuruluşuna öncülük etti, Copernicus, dünyayı evrenin
merkezinden uzaklaştırdı, Galileo, onun bu bulgusunu doğruladı ve modern
deney yöntemini geliştirdi. Yayılan yeni dalga, sonunda ortaçağ
sistemini devirdi. Ama tüm bunlar gelişmelerin sonucunu bekleyen
Paracelsus öldükten sonra oldu. Benzer bir okul Ferrara’da kuruldu.
Eflatun’cu Ferrara Üniversitesi ilericiydi ve doktor Niccolo Leoniceno,
okulun onuruydu. Leoniceno, Fransız Hastalığı üzerine özelleşmişti ve
Paracelsus, ondan çok şey öğrendi. Burada, Ficino, Pico della Mirandola
gibi ünlü Eflatuncularla tanışan Paracelsus, onlardan etkilenerek kendi
sistemini geliştirdi. Leoniceno’nın hocası ünlü Savonarola idi.
Savonarola, tıpta Hippokrat’ın izlenmesini öneriyordu. Paracelsus da
Hipokrat gibi hastanın bünyesine önem verdi, doğanın iyileştirici gücüne
inandı. Diyordu ki: ‘tedavi sadece hatası olan organa değil, tüm vücuda uygulanmalıdır’. Bu görüş bugün literatürde Bütüncül Tıp olarak adlandırılmaktadır.
O sıralarda çıkan bir savaş, çalışmalarının yarıda
kesilmesine neden oldu. Orduda hekimlik yaptığı zamanlarda yaraların
yanlış tedavi edildiğini gördü ve ‘enfeksiyonu önlerseniz ve yarayı akmaya bırakırsanız, vücudun doğası onu tamamen iyileştirecektir’
diyerek hazırladığı merhemlerle sayısız askeri tedavi etti. Ancak,
tehlike sadece yaralarda değildi, tifo, kolera, dizanteri salgınlarının
yanı sıra en korkulan şey yeni gelişen bir hastalık olan Fransız
Hastalığı idi. Vücudun yabancısı olduğu Spiroket etkeni, derin ülserler
oluşturuyor, etler sanki kemiklerden ayrılıyordu. Bu hastalığa
1530’lardan sonra sifiliz (frengi) adı verildi. Bir türlü tedavisi
bulunamayan bu hastalık nedeniyle doktorlar ümitsizliğe düştü, hatta
Paracelsus mesleğini bırakmayı bile düşündü ancak yine hastalıkla
mücadele etmek üzere araştırmalarını sürdürdü.
‘Tanrı, doğada ilacını sağlamaksızın hiçbir hastalığa izin vermez’ diyerek,
üzerinde çalışılmamış, etkisi kesinleşmemiş ilaçların kullanılmaması
uyarısını yaptı. ’İneğin yemliği izlemesi, köpeğin iz sürmesi gibi bir
doktor da hastalığın işaretini, ilacın izini takip etmeliydi’. Tekrar
zamanın tıp sistemini eleştirdi. Derslerin ezbere yürütüldüğü o günlerde
klinik uygulama neredeyse yoktu. Otopsi yapılacaksa hoca kitaptan
okuyor, asistan yerini gösteriyor ve bir berber ve cerrah kadavrayı
kesiyordu. Öğrenciler mezun olana kadar bir tek hasta görmeyi bile hayal
edemiyordu. Hiç dağlama yapmadan, bıçak kullanmadan Hipokrat yemini
eden öğrenciler arasında ‘kör köre yol açar’ deyişi yaygın bir şakaydı.
Bu tür otopsilere karşı çıkan Paracelsus, idam sehpasından ceset çalan
anatomistlere güldü.
‘Hırsızları parçalıyorlar, her şeyi gördükten
sonra öncekinden daha az şey biliyorlar. Hastalığın anlaşılması,
tanınması için ölü bedene değil canlı vücuda ihtiyaç vardır. Hastalığın
ve sağlığın doğası uygulama ile anlaşılır. ‘Bir doktoru doktor yapan
iyileştirme sanatıdır, çalışması ve uzmanlığıdır. Ne fakültesi, ne papa
ne de üniversitenin imtiyazı onu bir doktor yapar ‘ diyerek,
bilginin yolunu sadece akademik salonlarda aramadı, gerçeğin doğada
olduğunu söyleyerek, doğanın öğretmenliğini kabul etti.
Kendisinin sanatını ve simya çalışmasını eleştirenlere şu sözlerle yanıt verdi: ‘Simyacı
doktorlarla övünüyorum. Onlar, aylaklığa uymazlar, görkemli atlaslar,
ipekler ve altın yüzüklerle gezmezler. Gece gündüz ateşli hastalarının
başlarında olurlar, laboratuarlarında yeni keşifler ararlar. İlaçlarıyla
övünerek gevezelik etmezler, çünkü bunun hastalara yaramadığını
bilirler. İlaçlarını verirler ve tedavi ederler’. Zamanının öteki
hekimleri ise kitaplara bağlıydı, araştırma yapmaz, dünyadaki maddelerin
bileşimini bilmez, felsefe, astronomi ve erdemi küçümserlerdi.
Paracelsus, bu hekimlere yaşam ve çürümenin nedenini sordu. ’Bir
armudu ne olgunlaştırır, üzümü ne yapar? Doğanın simyası. Ottan sütü ne
yapar, çorak topraklardan şarabı ne yapar? Bu doğal sindirimdir. Doğa
simyayı gerçekleştirir. Böylece, bir hekim de şeyleri
olgunlaştırmalıdır’. Agrippa von Nettesheim, çağın baş majisyeniydi
ve simyada ustaydı. Paracelsus, imparator Maximillian’ın ve bir çok
asilin kişisel doktoru olan Nettesheim’dan çok şey öğrendi.
‘Sagacious
Philosophy’ adlı esrinde majiyi, doğa güçlerinin yönetimi olarak,
magus’u ise doğanın sırlarına eren olarak tanımlar. Bu sırlara erişmek
üzere Würzberg’e giderek orada ünlü bir magus ve simyacı olduğu
belirtilen, Sponheim’in başkeşişi, Johannes Trithemius ile tanışır.
Tarih ve şiirle ilgilenen etik öğretmeni Trithemius aynı zamanda birkaç
kısa derste bir dili veya bir bilimi öğrenmenin yolunu da bulmuştur.
Buna, steganografi, çentik yazı adını vermişti. Onun idealarını
tekrarlayan Paraculsus, ara sıra hayret verici keşifler yaptığında
saygıyla ’trithemius bunu bilmiyordu’ diyerek gururlanıyordu. Doğanın
kendi kendine yeterliliğine inanan, doğadaki mükemmel işleyiş ve ahengi,
doğa yasalarını tanıyan Paracelsus, ‘doğayı bilen onu sevecektir ve onun güçlerinden yararlanmayı bilecektir’ der.
Doğayı örnek alarak, Galen’in “karşıt karşıtı tedavi eder” prensibi
yerine, “benzer benzeri tedavi eder” prensibine inanır ve bunu tıbbına
uygular. Bu ünlü tıp prensibi, Homeopati Okulunun kurucusu Hahnemann
tarafından 19. yy’da canlandırıldı. Günümüzde, bu prensipten köken alan
homeopati (1) çalışmaları devam etmektedir.
Paracelsus der ki: ’zehir her şeydedir, zehirsiz hiçbir şey yoktur. Dozajı onu bir zehir ya da bir ilaç yapar’.
Onun, “benzer benzere” görüşü homeopatik olduğu kadar kemoterapötiktir
(2) de. Sanatını uygularken, dozlarını ayarlayarak kimyasal maddeler
kullandı. Arterioskleroz’lu (3) hastalara kışın çiçek açan Hellebore
(yılbaşı çiçeği, siyah marulcuk) bitkisini önerdi. Onun dozunu
ayarlayarak 50 yaş üstündeki hastalara verdi. Bu bitki kışın çiçek
açarak doğanın yenilenme gücünü göstermektedir. Aynı zamanda, “organ organa” ilkesini benimsedi.
Bu ineğin organının insana verilmesi şeklinde değil, Makrokozmos (evren)
organının, mikrokozmos (insan) organına uygulanmasıdır. Paracelsus
anemiden (4) söz eder; kan hastalığıdır ki, makrokozmostaki kan; kırmızı
renkli organ Mars’tır. Demir elementinden zengin olması nedeniyle
kırmızı görünümdedir ve kana afinitesi (eğilimi, çekimi) vardır. Bu
nedenle demir elementi insana verilirse kandaki demir eksikliği
giderilecektir. Böylece, hastalara demir bakımından zengin bitki
tedavisi uygulanır.
Dr. Martin Luther, ünlü tezlerini Wittenberg’de
kilisenin kapısına çivilerken, Paracelsus, İspanya, Macaristan,
Danimarka, İngiltere, Litvanya, Prusya, Ukrayna, Romanya ve daha birçok
yer olmak üzere dünya turuna başlamıştı. Bir çok hastalığı tedavi etti
ancak hiç alkış göremedi. Kendisine yöneltilen suçlamalara karşı hep
savunmada kalarak mücadele etmek zorunda kaldı. Tepkisel, taşkın ve
sivri dilli olması ona yapılan haksızlıkları daha da artırdı. Akademik
çevrelerde çok fazla dostu yoktu, çünkü onların tıbbını eleştiriyordu.
Kopenhag kralının annesini tedavi etmesi ise ona önemli bir konum
sağladı. Krallığın eczanesini organize etti. Bu arada bir savaşın
çıkmasıyla orduda usta cerrah olarak hizmet etti. Bir ara büyük Rus dükü
Basil, kültürü getirmek üzere sarayına hümanist, hekim, mimar ve
astrologları davet ediyordu. Bilimin gezgin şövalyesi Moskova’ya giden
kervana katıldı. Kaderi, orada da karşısına savaşı çıkardı. Moskova
Tatarlar tarafından işgal edilince esir alınan Paracelsus, Tatar
Şamanları ile yakınlık kurdu. Onun Şamanlardan majik teknikler öğrendiği
söylendi. İstanbul’a görevle giden bir Tatar prensinin onu da
beraberinde götürmesiyle orada adı bilinmeyen ünlü bir magus’tan yaşam
iksirinin formülüyle Felsefe Taşı’nı (5) aldığı da söylendi. Paracelsus,
bu magus’tan özel bir fomül öğrenmiştir ve LAUDANUM adını verdiği bu
ilacı, çok acil durumlar olmadıkça kullanmazdı. Laudanum’unun bir ölüyü
bile diriltebilecek güçte olmasıyla övünürdü. Hatta kılıcının kabzasında
özel olarak yaptırdığı haznede laudanum‘u saklar, formülü ise tamamen
gizli tutardı.
İstanbul’dan kutsal topraklara, oradan Rodos’a,
Venedik yoluyla da Salzburg’a geldiğinde bu kez, reformistler bir isyan
dalgası başlatmıştır. Onların yaralarını tedavi ettiği, aralarında mesaj
taşıdığı gerekçesiyle tüm Salzburglular gibi o da tutuklanır.
Paracelsus, o günlerde binlerce kişinin asıldığını, işkence gördüğünü
yazar.
Çalışmaları sırasında bizmut, çinko ve kobaltı
tanımlar. Saflaştırma-karıştırma tekniğini geliştiren geliştiren
Paracelsus’un ‘kimya’ kelimesini ilk kullanan kişi olduğu söylenir.
Modern kimya sınıflamasından önce O, çözeltileri, maddeleri gruplara
böler. Bir damla sirkenin, bir fıçı şaraba dönüşebileceğini gösterir.
Simya çalışmaları yani basit anlamda kurşunu altına çevirme ya da saf
olmayanı saflaştırma teknikleri nedeniyle ona altın yapıcısı denildi ve
kitapların editörü ona Aureolus adını verdi. O,
metallerin özelliklerini iyi biliyordu. Onların dönüşümlerini, nasıl bir
gelişim gösterdiklerini maden ocaklarında gözlemlemişti. Metaller de
evrim geçiriyor ve saflaşıyordu. Her şeyi mükemmel kılan eliksir’in tüm
maddeleri ilk maddeye, prima materiaya dönüştürdüğünü ve yaşamı
uzattığından söz etti. Her varlıkta bulunan yaşam özüne archeus, bizi
yenileyen, onaran güce de arcanum adını verdi. İlaçlarında bu
arcanumları kullandı ve bir doktorun sanatının bu arcanumlarda
bulunduğunu söyledi. Bu tıp sanatında kimyasal maddelerin kullanımıydı.
Reçeteleri kopyacı ve bilgisiz doktorlardan korumak için kapalı fomüller
ve sembolik ifadeler kullandı. Ona göre, hastalığın belirlenmesinde
vücudun doğal siklusu izlenmeliydi. Doğal hastalıklar ya vücudun ya da
elementlerin yapısındaki karışıklıklardan köken alırdı. Kalıtsal
faktörleri de göz ardı etmezdi. Biyolojinin kalıtım prensiplerini
anlamaya çalışarak doğanın yapısını da anlamaya çalıştı. İnsan vücudu
simyasal bir mutfaktı. Aşçı simyacı, besinleri, et, kemik, saç, yağ vs.
dönüştürüyor, özümseyemediğini ise atıyordu. Archeus (yaşam özü),
besleyici elementlerden zehirli olanları ayırırdı. Doktorun görevi,
archeus’a yardım etmekti, bu amaçla ya zehirin atılma yolunu bulmalı ya
da atılmasında tere yardım etmeliydi. Archeus, doğanın bir gücü, insan
ise evrenin bir molekülü, mikrokozmos idi. Bugün bilim adamları
archeus’a hücrenin canlı hafızası, arcanum’a ise element adını
vermektedirler.
Basle’da ünlü basımcı, Froben’in bacağını tedavi
edip kesilmekten kurtarmasıyla birlikte Froben’in yakın arkadaşı ünlü
hümanist, hicivci (satirist) Erasmus’u da tedavi edince, belediye
doktorluğuna atandı ve üniversite öğretmenliğinin kapısı açıldı. Basle
Üniversitesi’nde verdiği dersler, iki açıdan devrim niteliği taşır; ilki
Latince yerine derslerini yerel dille, Almanca vermesi, diğeri ise
alışıldık biçimde Galen ve Avicenna’nın (İbn-i Sina) kitaplarının
ezberletilmesiyle verilen eğitim yerine kendi deneyimlerine dayanarak
ders vermesidir. Hastaları kendisi muayene eder, öğrencilerine
konsültasyon yaptırır, onları pratiğe yönlendirir. Tüm bunlar tepkilere
yol açarken bir olay daha olur ki bununla herkesi karşısına alır. St.
John gününde kutlamalar için yakılan ateşte İbn-i Sina‘nın ünlü
Canon’unun özeti olan kalın bir cildi yakar ve şu sözleri haykırır: ‘Doktorlar, hastalar sizin için kitabınız, hasta yatağı çalışmanızdır.
Amacı, tıp eğitimini ezbercilikten kurtarmaktır. Bu nedenle Martin
Luther’in Papal Bull’u yaktığı gibi Canon’u yakmasıyla Tıbbın Luther’i
adını alır. Ancak, belediye meclisi üzerine yapılan baskılar nedeniyle
zorla Basle’dan uzaklaştırılır.
Nüremberg’e giden Paracelsus, burada sifilizli
hastaları tedavi ederek birkez daha ün kazanır. ‘Fransız Hastalığının
Nedenleri ve Kökenleri Üzerine’ adlı çalışmasının ilk bölümleri
yayınlanırken, devamı yasaklanır. Paracelsus, civanın dozunun
ayarlanmasıyla bu hastalığın tedavi edebileceğini gösterir. Bilmeyenleri
kullanmamaları için uyarır. Dozajdan ilk söz eden odur ve arcanumun
etkisinin önemli olduğunu, ‘Paragranum’ gibi küçük hacimli kitaplarına
temel öğretilerini sığdırmış ve tıbbın 4 sütüna dayandığını söylemiştir.
Bunlardan
FELSEFE, bu doğal felsefeydi ki tıbbın giriş kapısıydı,
ASTRONOMİ, evrenin bilgisiydi, tıp çalışmalarının da ön koşuluydu,
ALKEMİ (simya), mükemmelleşmenin yoluydu ki, biokimya ve farmakolojiye yol açtı.
ERDEM , doktorun profesyonel
kafası, hastanın yaşam gücünü harekete geçirmedeki yeterliliğiydi ki,
diğer üç sütunu bir arada tutmak için zorunluydu.
Hastanın tiniyle iletişim olmalı, onun vücudunu
anlayabilmek için hissetme ve temas yeteneğine sahip olmalıydı.
Doktor-hasta iletişimine inanmak alışılmadık bir şeydi. Reçetelerini
kopyalayan hırsızları hor gördü, onlar içlerinde hastayı anlayabilme
yeteneğini kaybetmişlerdi; erdemden yoksundular. Küçük rutin vakalar
dışında hastaya yardım edemiyorlardı. Zenginler, prensler, tüm
varlıklarını ortaya döküyor ancak kendilerini iyileştirecek doktor
bulamıyorlardı. Hastalar kaderlerine terk edilmişti, doktor hatası
nedeniyle her yer sakatlar ve tabutlarla doluydu. İyi bir doktor, güçlü
bir fikre sahip olmalıydı. Tedavi etmedeki başarısını büyük ölçüde
sağlığı harekete geçirecek, güvenle birlikte bunu hastaya
hissettirebilecek yeteneğine sahipti. Sözünü ettiği erdem, bireyin
gücünün fark edilmesi ve zekanın yaratıcılığının ortaya konulmasıydı.
‘Beni doğa düzenler, ondan doğdum ve onu izledim. O beni, ben onu bilirim. Işık olan ondadır, onda olanı görürüm. ’
Hiçbir zaman yerleşik hayat bulamamasının, izole edilmesinin verdiği acıyı şöyle dillendirir:
‘Doğa beni yerleşimcisi olarak tanımadı. Babamın memleketini memleketim
yaptım ancak çabuk ayrıldım. Polonya, Litvanya ve Prusya’ya sürüldüm,
bu da onlara yetmedi. Almanlar, Hristyanlar, okullar, rahipler benden
hoşlanmadı. Fakat, teşekkür ederim tanrım, hastalarım benden hoşlandı.’
Tüm hastalıkların nedenini vücudun onlardan kurulu olduğu üç temel mistik elementin kapısına dayandırdı.
· Sülfür: gaz ve yanıcı elementler olarak bilinir ki, ruhun kuvvetleridir.
· Civa: sıvı elementler olarak bulunur ki, zekanın kuvvetleridir.
· Tuz: katı elementlerde bulunur ki, maddenin prensibidir.
Sağlıkta bunlar ayrışmaz bir şekilde dengededir hafif ayrışmaları hastalığı tamamen ayrışmaları ise ölümü oluşturur.
Gut hastalığını tedavi ederek kendini bir kez daha
kanıtladı. Oluşan asit birikimi nedeniyle eklemlerde ağrıya neden olan
bu tip birikimlere, cehennem gibi yandıklarından ‘tartarus’ adını verdi.
Romatizma, artrit, gut, taş ve kum birikimi, lumbago, siyatik gibi
hastalıkları ‘tartarik hastalıklar’ grubu altında tedavi etti. Tüm
hastalıklarda olduğu gibi jinekolojik hastalıklarda da vücudun bütününü
ele aldı ve yaşam gücünü harekete geçirmeye çalıştı. Bu yaşam gücü bugün
biyolojide’’vitalizm’ adını almıştır. İnsanın, evreni oluşturan
maddelerle beslendiğini, büyümelerini yöneten ve bozan yasalara tabi
olduğunu ileri sürdü. Her canlı birdi bireysel olarak yapılanmıştı ve
doğa yasasını izlerdi. Bu biyolojik bir devrimdi ki doğaya ait olan yine
doğaya verilmişti. Psikosomatik hastalıkların cinlerin işi olmadığını,
doğal olduklarını belirtti. Köken psikolojikse öncelikle ruhun
dengelenmesini sonra fiziğin tedavi edilmesini önerdi. İlk olarak
manyetizmayı kullanarak birçok hastalığı tedavi etti. Örneğin, epilepsi
ve kitlenmiş bir çenede, extremitelere (kollar ve bacaklara) özel olarak
ayarlanmış mıknatıslar tutturup ardından uygun ilaçlar verilerek
tedavinin etkili olabileceğini gösterdi.
Yaşamını son yıllarında Paracelsus ılımlı,
alçakgönüllü ve toleranslı oldu. Tüm zamanını meditasyon ve fakirlere
yardımla geçirdi. Vasiyetinde paralarını fakirlere, tıp aletlerini ise
berberlere bıraktı. ’Büyük Cerrahi Kitabı’ adlı eserini 1536’da yayımlandığında büyük etki yarattı. Bununla beraber ‘ Büyük ve Küçük Dünyanın Anatomisi ve Destansı Felsefe’ en
hacimli çalışması olmuştur. Burada, sihirsel inançları, batıl
itikatları özetledi. Evren, kurtuluş, astroloji, geometri, meteoroloji,
kozmografi vb. konularını açıkladı. Vasiyetini onaylattıktan üç gün
sonra vefat etti. Ne acıdır ki el yazmalarını ne öğrencileri ne de
yakınları sahiplendi.
Öğretilerinin takipçilerinden biri de Giordano Bruno idi. Bruno, ’harika bir doktor olarak kim Paracelsus’tan sonra Hipokrat’la benzerdir‘ demiştir.
Ünlü psikiyatrist Carl Jung‘da onun çalışmalarıyla
ilgilendi. Paracelsus’un ölümünün dörtyüzüncü yıldönümünde
Einsiedeln’de onunla ilgili bir ders vererek bu harika hekimi
onurlandırdı. Bugün, hakkında bilimsel makalelerin yazılmaya devam
ettiği bu ilginç ve büyük kişilik, kendisi gibi büyük insanlarla
birlikte eski ideaların, felsefelerin ve bilimlerin yeniden
şekillendirilebileceğini, engellerin aşılmasında, karanlık vadiyi
geçerken insanlığa meşale olarak nesilden nesile hizmet edilebileceğini
göstermektedir.
Paracelsus, Giordano Bruno ve tüm büyük
filozoflara, insanların geleceğine kurulan sarsılmaz köprüler oldukları
için, yürekten teşekkürler…
Gülsen Çelik
Yeni Yüksektepe Dergisi
1- Homeopati’de belirli bir hastalık için
kullanılacak ilaçlar, eğer sağlıklı kişiler üzerinde uygulanırsa o
hastalığın belirtileri görünür. İlk başta görülen belirtiler ile
hastanın genel bedensel ve ruhsal durumuna çok dikkat edilir. Dozaj
konusu çok hassasiyet gerektirir.
2- Kemoterapi:Çeşitli kimyasal maddelerle tedavi;ilaç tedavisi. Genellikle bakterilere karşı.
3- Arterioskleroz:Atardamar duvarında genel olarak
bağ dokusu artışı ya da kalsiyum tuzlarının birikmesi ile oluşan damar
sertliği.
4- Kansızlık diye bilinen, kanda oksijen taşınmasında yardımcı olan hemoglobin miktarının düşmesi.
5- Felsefe Taşı veya ‘Fırlatma tozu’maddenin
dönüşümüne yardımcı, bazılarına göre diğer metalleri altına dönüştüren
güçlü ama ince bir maddedir. Ezoterik (içrek) olarak insanın yükselmesi
ve alt etkenlerden bağımsız olmasını temsil eder.