12 Kasım 2018

Yannis Ritsos - Belki Bir Gün

Sana bu pembe bulutları göstermek istiyorum gecede.
Ama görmüyorsun. Gece olmuş -insan neyi görebilir ki?

Artık senin gözlerinle görmekten öte bir seçeneğim yok,
diyor,
demek ki yalnız değilim, yalnız değilsin. Gerçekten de
bir şey yok sana gösterdiğim yerde.

Sadece bir araya gelmiş yıldızlar, yorgun,
bir kır eğlencesinden kamyonla dönen insanlar gibi,
hayal kırıklığına uğramış, aç, hiç biri türkü söylemeyen,
terli avuçlarında ezik yaban çiçekleri.

Ama ben direteceğim, diyor, görmekte ve sana göstermekte
çünkü sen görmezsen, sanki ben de görmemiş olacağım-
hiç değilse senin gözlerinle görmemekte direteceğim-
ve belki bir gün buluşacağız başka yönlerden gelip.


Dostoyevski " Kendine sor: Hayallerin şu an nerede? Kafanı salla ve yılların ne çabuk geçtiğini gör."


Her şeyin tam anlamıyla farkında olmak bir hastalıktır; hem de tümüyle gerçek bir hastalık.
 
İnsanların çoğu, en iyi arkadaşını alçalmış görmekten mutlu olur. Genellikle arkadaşlıkların bu temele inşa edildiğini de söylemek abartı olmaz. Bütün düşünen insanlar, bu eski gerçeği bilir.

Duvarı yıkmaya gücüm yetmiyorsa kendimi parçalayacak değilim elbette. Ama önümde duvar var diye boyun eğmeyi de kabullenemem.

Çabuk anlaşılma, anlaşılan şeyin basitliğine işarettir.
 
Bence insan, yakınlarını sevmek olanaksızlığıyla birlikte doğar. Akrabalar arasındaki sevgi bu bakımdan iğrençtir. Hak edilmemiştir çünkü. Sevgiyi hak etmek gerekir.
 
İnsana lüzumlu olan tek şey, onu nereye sürükleyeceği belli olmayan hür iradedir.

Bir insanın hayatının ikinci yarısı ilk yarıda kazanılan alışkanlıkların sürdürülmesinden ibarettir.
 
Yalan öyle nüfuz etmiş ki insanların diline ‘doğruyu söylemek gerekirse’ diye bir cümle kalıbı var.
 
Kendi yolunda yanlış gitmek başkasının yolunda doğru gitmekten iyidir.
 
Cehennem, insanın yüreğinde sevginin bittiği yerdir.
 
Kendine sor: Hayallerin şu an nerede? Kafanı salla ve yılların ne çabuk geçtiğini gör.
 
İnsanın hırsız olması için başkasına ait bir eşyayı çalması gerekmez; başkasına ait sırları çalmak da hırsızlıktır. Hem de hırsızlığın en bayağısıdır.

İnsan kendisine olan saygısını, onurunu ve güvenini yitirdiği an işi bitmiş demektir. Alabildiğine bir baş aşağı düşüş yaşar.

Mutsuzluk bulaşıcı bir hastalıktır.

Şeref ve inceliği, dans hocaları değil, insanın bizzat kendi ruhu öğretir.

Her insanın, hiç değilse gidebileceği bir yeri olmalıdır.

Bizim gibi basit ve ölümlü insanlar en nihayetinde kaybediyordu.

Gerçi bu değersiz gibi görünüyor ama yine de unutmamamız gerekir ki yaşam yaşamdır matematik değil.

Ben yalnızca aksi biri olmayı değil, hiçbir şey olmayı beceremedim, ne kötü, ne iyi, ne alçak, ne onurlu, ne kahraman, ne de bir böcek olabildim. Şimdi ise köşemde ömrümü tamamlıyorum.

Etrafınıza şöyle bir göz gezdiriniz! Gerçek hayat denilen şeyin ne olduğunu, nerede olduğunu bilmiyoruz bile! Kitaplarımızı, hayallerimizi elimizden alsalar, öylece ortada kalakalacağız.

Sevgili okuyucularım, her şeyin tam anlamıyla farkında olmak bir hastalıktır; hem de tümüyle gerçek bir hastalık.

Aslında her yer boğucu burada, insanın soluk alabileceği bir yer yok. Sokaklar bile penceresiz odalara benziyor. Aman yarabbi, nasıl bir kent bu böyle!

Bir insanın ilk çocukluk yıllarından itibaren baba evinde sahip olduğu anılardan daha değerli hiçbir şeyi yoktur.

Kendine sor: Hayallerin şu an nerede? Kafanı salla ve yılların ne çabuk geçtiğini gör.

Dargın durduğumuz her gün mutluluğumuzdan bir parça kaybetmiştik.

Kendimi üzdüğüm kadar, kimseyi üzmedim hayatta.

Paracelsus "Tıbbın gerçek zemini sevgidir"


"Tıbbın gerçek zemini sevgidir"
 
Columbus’un Amerika topraklarına adım atmasından çok uzun süre geçmeden Tuna Nehri üzerindeki İngolstadt kasabasına tuhaf görünümlü bir adam atını sürdü. El çantası, ilaç kapları, değerli taşlar, astrolojik kartlar ve ameliyat aletleriyle dolu olduğundan yarılmıştı. Şapka ve paltosu, o dönemlerde doktorların giymek için tercih ettiği miniver kürkü ile çevrelenmişti.

Kemer kılıfında dev bir kılıç vardı, deri ceketi tozlu ve isliydi. İnsanlar bu tuhaf giyimli adamın her yere kılıcıyla gittiğini fark ettiler ve fısıldadılar: ‘büyülüdür, kılıcının kabzasında yaşam iksirini muhafaza eder’.

Çağdaşlarının gözünde Paracelsus, büyücü ve hayret verici bir şifacıydı. Yaşam süresince bile mucizevi tedavilerinin uzun hikayesi Avrupa’nın sınır bölgelerine ulaştı. Ölümünden kısa bir süre sonra, aynı anda çeşitli yerlerde görüldüğü, Felsefe Taşına sahip olduğu, ölümü aştığı ve spirite dönüştüğü hikayesi dolaşmaya başladı. Yüz yıl önce bile Avusturya’da bir kolera salgını sırasında, insanlar onun özel güçlerinin hala var olduğunu sanarak iyileşme umuduyla Salzburg’daki mezarına gittiler.

‘Tuhaftım ve benimle aynı olan kimse yoktu diyen Paracelsus’un tam adı Phillippus Theophrastus Bombastus von Hohenheim’dir. Ailesi, güney Almanya’da Stuttgart yakınlarındaki Hohenheim kalesine yerleşmiş, eski ve soylu bir aile olan Bombast’lardı. Büyükbabası Georg, Teutonik şövalyelerinin komutanı olarak haçlı seferlerinde düke eşlik etmiş, bir ara Kıbrıs’ta St. John şövalyeleri ile birlikte bulunmuştu. Ülkesine döndüğünde politik bir komploya maruz kalan büyükbabasının asaleti ve tüm malları elinden alımdı. Bu ortaçağda sık kullanılan bir yoldu ve böylece çocukların bile asalet ve miras hakları ellerinde alınır, kilise ve dönemin prensleri zenginleşirdi. Oğlu Wilhem, hiçbir hakka sahip olamadı. Tübingen’de tıp fakültesini bitiren Wilhem, gezgin doktor olarak yaşama atıldı ve İşviçre’de Almanca konuşulan bir bölge olan Schwayz kantonunda Einsiedeln’eyerleşti. Burada, hemşire yardımcısı olan Elsa ile evlendi. Columbus’un Atlas okyanusunu geçerek Amerika’ya ulaşmasından bir-iki yıl sonra, St. Phillip gününde Paracelsus doğdu. Ailesi ona Phillip adını verirken, büyükbabası bilgiyi araştırmaya adayan anlamında Theophrastus adını verdi, Atina’da Luceum’un başı olarak Aristo’nun mirasçısı, antikçağın büyük bilim adamı Erosos’lu Tyrtamos’un da adı olmuştur. Theophrastus, daha sonraları kendisine ünlü Roma hekimi Celsus’tan da öte, daha üstün anlamına gelen Paracelsus adını verdi. Rickettsia etkeni nedeniyle, kafatası raşitik deformasyonlu olan Theophrastus, bu görünümüyle ünlü Alman filozof Kant’a benzetilmektedir.

İlk eğitimini anne ve babasından alan Theophrastus, babasıyla Alp tepelerinde bitki toplarken, orda rastladıkları yaşlılar, çobanlar ve yolculardan bitkilerin tıbbi özelliklerini öğrendi. Babası ona bilgi ve deneyim elde etmenin doğru yöntemini öğretti. Alp florası (bitki örtüsü) onun farmakoloji bilgisi için zengin bir kaynaktı. Dokuz yaşındayken annesi ölünce Villach’a gittiler. Burada zengin bankerler olan Fugger’lerin altın, demir, civa gibi maden işletmeleri vardı. Theophrastus onların okuluna kayıt olurken, babası madenci hekimliği yaptı ve Fugger’lerin mineraloji eksperi oldu. Mineralleri toplayan ve kendi kütüphanesini oluşturan Wilhelm, oğluna metaller ve yıldızlar arasındaki gizemli ilişkileri öğretti. Babasının asistanı olarak çalışan Paracelsus, madencilerin madenlerin zehirli buharlarında hastalandıklarını gördü, hastalık yapan metallerin özelliklerini öğrendi. Bir simyacının laboratuarında minerallerin mucizevi dönüşümlerini izledi ve bir gün bütün bu gizemleri keşfetmeyi umdu, kurşunu altına dönüştürerek zengin ve ünlü olmayı düşledi. Buradaki deneyimi onun ilerideki yolunu oluşturmasını sağladı.

Babası tarafından Basel üniversitesine gönderilen Paracelsus, zamanın formal ve ezberci eğitimine karşı çıktı, diğer öğrencilerle birlikte bilginin doğru kökenini aramak üzere seyahatlere çıktı. O dönemlerde derslerde Latince zorunlu idi, öğrencilere Latince dersi veriliyor ve Latince kitaplar ezberletiliyordu. Bu dilin zorluğunu görünce şöyle seslendi: ‘Sizlere yıldızları ve bitkileri öğrenmenin Latince ve Yunanca gramer öğrenmekten çok daha kolay olduğunu söylüyorum. İlk önce tıbbı öğrenmek daha iyidir, Latince sonra öğrenebilir.’

Tıbbın kökenini aradı ancak hiçbir üniversitede bulamadı. Akademik eğitimi halkadan geçmeye çalışan köpeğin eğitimine benzetti. İki yıl Alman topraklarında arayışını sürdürdü. Bilimde kriz vardı, bu da kültüre ve topluma yansıyordu. Tübingen’e geldiğinde üniversitenin ikiz fakültelerinden eski okula kayıt oldu. Bu okul, Eflatun’un felsefesini temel alan Duns Scot’ın izleyicilerindendi. Diğer okul ise Aristo’cu Willam Occam’ı takip ediyordu. Occam’cılar ön kadere inanırken Paracelsus, Özgür İrade’ye inandı. Nikolas de Cusa’nın felsefesi onu etkiledi. Bilginin sadece kitaplar aracılığı ile değil doğada araştırma ve inceleme ile öğrenebileceğini söyledi. Kendisinden sonraki Vesalius, Giordano Bruno ve Galileo gibi Eflatun ‘un felsefesine çekildiğini hissetti.

O, doğanın ışığının kitaplarda değil, insanın kalbinde olduğunu gösterebilmeyi umdu. Gerçeği kalplerimizde bulabilirsek, dünyada bizim için imkansız bir şey olmayacaktır’ dedi. Daha sonra babasının yakın arkadaşı Vadianus’un rektöru olduğu Viyana üniversitesine gitti. Burada dört büyük sanatı, aritmetik, geometri, müzik ve astronomi ‘yi öğrendi. Mezun olduktan sonra master için iki yıl daha kalması gerekiyordu ancak veba salgını çıktı ve devam edemedi. Tıp mezuniyeti çalışmaları için İtalya’ya gitti. İtalyanlar ünlü öğretmenlerdi. Eski kadim bilgilerle Arap, Hristiyan doktorların bilgisine sahiptiler. Buradaki Padua Üniversitesi yeni ilerlemelere öncülük etmişti. Aristo’yu temel alan bu okulun mezunlarından Vesalius, modern anatominin kuruluşuna öncülük etti, Copernicus, dünyayı evrenin merkezinden uzaklaştırdı, Galileo, onun bu bulgusunu doğruladı ve modern deney yöntemini geliştirdi. Yayılan yeni dalga, sonunda ortaçağ sistemini devirdi. Ama tüm bunlar gelişmelerin sonucunu bekleyen Paracelsus öldükten sonra oldu. Benzer bir okul Ferrara’da kuruldu. Eflatun’cu Ferrara Üniversitesi ilericiydi ve doktor Niccolo Leoniceno, okulun onuruydu. Leoniceno, Fransız Hastalığı üzerine özelleşmişti ve Paracelsus, ondan çok şey öğrendi. Burada, Ficino, Pico della Mirandola gibi ünlü Eflatuncularla tanışan Paracelsus, onlardan etkilenerek kendi sistemini geliştirdi. Leoniceno’nın hocası ünlü Savonarola idi. Savonarola, tıpta Hippokrat’ın izlenmesini öneriyordu. Paracelsus da Hipokrat gibi hastanın bünyesine önem verdi, doğanın iyileştirici gücüne inandı. Diyordu ki: ‘tedavi sadece hatası olan organa değil, tüm vücuda uygulanmalıdır’. Bu görüş bugün literatürde Bütüncül Tıp olarak adlandırılmaktadır.

O sıralarda çıkan bir savaş, çalışmalarının yarıda kesilmesine neden oldu. Orduda hekimlik yaptığı zamanlarda yaraların yanlış tedavi edildiğini gördü veenfeksiyonu önlerseniz ve yarayı akmaya bırakırsanız, vücudun doğası onu tamamen iyileştirecektir’ diyerek hazırladığı merhemlerle sayısız askeri tedavi etti. Ancak, tehlike sadece yaralarda değildi, tifo, kolera, dizanteri salgınlarının yanı sıra en korkulan şey yeni gelişen bir hastalık olan Fransız Hastalığı idi. Vücudun yabancısı olduğu Spiroket etkeni, derin ülserler oluşturuyor, etler sanki kemiklerden ayrılıyordu. Bu hastalığa 1530’lardan sonra sifiliz (frengi) adı verildi. Bir türlü tedavisi bulunamayan bu hastalık nedeniyle doktorlar ümitsizliğe düştü, hatta Paracelsus mesleğini bırakmayı bile düşündü ancak yine hastalıkla mücadele etmek üzere araştırmalarını sürdürdü.

‘Tanrı, doğada ilacını sağlamaksızın hiçbir hastalığa izin vermez’ diyerek, üzerinde çalışılmamış, etkisi kesinleşmemiş ilaçların kullanılmaması uyarısını yaptı. ’İneğin yemliği izlemesi, köpeğin iz sürmesi gibi bir doktor da hastalığın işaretini, ilacın izini takip etmeliydi’. Tekrar zamanın tıp sistemini eleştirdi. Derslerin ezbere yürütüldüğü o günlerde klinik uygulama neredeyse yoktu. Otopsi yapılacaksa hoca kitaptan okuyor, asistan yerini gösteriyor ve bir berber ve cerrah kadavrayı kesiyordu. Öğrenciler mezun olana kadar bir tek hasta görmeyi bile hayal edemiyordu. Hiç dağlama yapmadan, bıçak kullanmadan Hipokrat yemini eden öğrenciler arasında ‘kör köre yol açar’ deyişi yaygın bir şakaydı. Bu tür otopsilere karşı çıkan Paracelsus, idam sehpasından ceset çalan anatomistlere güldü.

Hırsızları parçalıyorlar, her şeyi gördükten sonra öncekinden daha az şey biliyorlar. Hastalığın anlaşılması, tanınması için ölü bedene değil canlı vücuda ihtiyaç vardır. Hastalığın ve sağlığın doğası uygulama ile anlaşılır. ‘Bir doktoru doktor yapan iyileştirme sanatıdır, çalışması ve uzmanlığıdır. Ne fakültesi, ne papa ne de üniversitenin imtiyazı onu bir doktor yapar diyerek, bilginin yolunu sadece akademik salonlarda aramadı, gerçeğin doğada olduğunu söyleyerek, doğanın öğretmenliğini kabul etti.

Kendisinin sanatını ve simya çalışmasını eleştirenlere şu sözlerle yanıt verdi: ‘Simyacı doktorlarla övünüyorum. Onlar, aylaklığa uymazlar, görkemli atlaslar, ipekler ve altın yüzüklerle gezmezler. Gece gündüz ateşli hastalarının başlarında olurlar, laboratuarlarında yeni keşifler ararlar. İlaçlarıyla övünerek gevezelik etmezler, çünkü bunun hastalara yaramadığını bilirler. İlaçlarını verirler ve tedavi ederler’. Zamanının öteki hekimleri ise kitaplara bağlıydı, araştırma yapmaz, dünyadaki maddelerin bileşimini bilmez, felsefe, astronomi ve erdemi küçümserlerdi. Paracelsus, bu hekimlere yaşam ve çürümenin nedenini sordu. ’Bir armudu ne olgunlaştırır, üzümü ne yapar? Doğanın simyası. Ottan sütü ne yapar, çorak topraklardan şarabı ne yapar? Bu doğal sindirimdir. Doğa simyayı gerçekleştirir. Böylece, bir hekim de şeyleri olgunlaştırmalıdır’. Agrippa von Nettesheim, çağın baş majisyeniydi ve simyada ustaydı. Paracelsus, imparator Maximillian’ın ve bir çok asilin kişisel doktoru olan Nettesheim’dan çok şey öğrendi.

‘Sagacious Philosophy’ adlı esrinde majiyi, doğa güçlerinin yönetimi olarak, magus’u ise doğanın sırlarına eren olarak tanımlar. Bu sırlara erişmek üzere Würzberg’e giderek orada ünlü bir magus ve simyacı olduğu belirtilen, Sponheim’in başkeşişi, Johannes Trithemius ile tanışır. Tarih ve şiirle ilgilenen etik öğretmeni Trithemius aynı zamanda birkaç kısa derste bir dili veya bir bilimi öğrenmenin yolunu da bulmuştur. Buna, steganografi, çentik yazı adını vermişti. Onun idealarını tekrarlayan Paraculsus, ara sıra hayret verici keşifler yaptığında saygıyla ’trithemius bunu bilmiyordu’ diyerek gururlanıyordu. Doğanın kendi kendine yeterliliğine inanan, doğadaki mükemmel işleyiş ve ahengi, doğa yasalarını tanıyan Paracelsus, doğayı bilen onu sevecektir ve onun güçlerinden yararlanmayı bilecektir’ der. Doğayı örnek alarak, Galen’in “karşıt karşıtı tedavi eder” prensibi yerine, “benzer benzeri tedavi eder” prensibine inanır ve bunu tıbbına uygular. Bu ünlü tıp prensibi, Homeopati Okulunun kurucusu Hahnemann tarafından 19. yy’da canlandırıldı. Günümüzde, bu prensipten köken alan homeopati (1) çalışmaları devam etmektedir.

Paracelsus der ki: ’zehir her şeydedir, zehirsiz hiçbir şey yoktur. Dozajı onu bir zehir ya da bir ilaç yapar’. Onun, “benzer benzere” görüşü homeopatik olduğu kadar kemoterapötiktir (2) de. Sanatını uygularken, dozlarını ayarlayarak kimyasal maddeler kullandı. Arterioskleroz’lu (3) hastalara kışın çiçek açan Hellebore (yılbaşı çiçeği, siyah marulcuk) bitkisini önerdi. Onun dozunu ayarlayarak 50 yaş üstündeki hastalara verdi. Bu bitki kışın çiçek açarak doğanın yenilenme gücünü göstermektedir. Aynı zamanda, “organ organa” ilkesini benimsedi. Bu ineğin organının insana verilmesi şeklinde değil, Makrokozmos (evren) organının, mikrokozmos (insan) organına uygulanmasıdır. Paracelsus anemiden (4) söz eder; kan hastalığıdır ki, makrokozmostaki kan; kırmızı renkli organ Mars’tır. Demir elementinden zengin olması nedeniyle kırmızı görünümdedir ve kana afinitesi (eğilimi, çekimi) vardır. Bu nedenle demir elementi insana verilirse kandaki demir eksikliği giderilecektir. Böylece, hastalara demir bakımından zengin bitki tedavisi uygulanır.

Dr. Martin Luther, ünlü tezlerini Wittenberg’de kilisenin kapısına çivilerken, Paracelsus, İspanya, Macaristan, Danimarka, İngiltere, Litvanya, Prusya, Ukrayna, Romanya ve daha birçok yer olmak üzere dünya turuna başlamıştı. Bir çok hastalığı tedavi etti ancak hiç alkış göremedi. Kendisine yöneltilen suçlamalara karşı hep savunmada kalarak mücadele etmek zorunda kaldı. Tepkisel, taşkın ve sivri dilli olması ona yapılan haksızlıkları daha da artırdı. Akademik çevrelerde çok fazla dostu yoktu, çünkü onların tıbbını eleştiriyordu. Kopenhag kralının annesini tedavi etmesi ise ona önemli bir konum sağladı. Krallığın eczanesini organize etti. Bu arada bir savaşın çıkmasıyla orduda usta cerrah olarak hizmet etti. Bir ara büyük Rus dükü Basil, kültürü getirmek üzere sarayına hümanist, hekim, mimar ve astrologları davet ediyordu. Bilimin gezgin şövalyesi Moskova’ya giden kervana katıldı. Kaderi, orada da karşısına savaşı çıkardı. Moskova Tatarlar tarafından işgal edilince esir alınan Paracelsus, Tatar Şamanları ile yakınlık kurdu. Onun Şamanlardan majik teknikler öğrendiği söylendi. İstanbul’a görevle giden bir Tatar prensinin onu da beraberinde götürmesiyle orada adı bilinmeyen ünlü bir magus’tan yaşam iksirinin formülüyle Felsefe Taşı’nı (5) aldığı da söylendi. Paracelsus, bu magus’tan özel bir fomül öğrenmiştir ve LAUDANUM adını verdiği bu ilacı, çok acil durumlar olmadıkça kullanmazdı. Laudanum’unun bir ölüyü bile diriltebilecek güçte olmasıyla övünürdü. Hatta kılıcının kabzasında özel olarak yaptırdığı haznede laudanum‘u saklar, formülü ise tamamen gizli tutardı.

İstanbul’dan kutsal topraklara, oradan Rodos’a, Venedik yoluyla da Salzburg’a geldiğinde bu kez, reformistler bir isyan dalgası başlatmıştır. Onların yaralarını tedavi ettiği, aralarında mesaj taşıdığı gerekçesiyle tüm Salzburglular gibi o da tutuklanır. Paracelsus, o günlerde binlerce kişinin asıldığını, işkence gördüğünü yazar.

Çalışmaları sırasında bizmut, çinko ve kobaltı tanımlar. Saflaştırma-karıştırma tekniğini geliştiren geliştiren Paracelsus’un ‘kimya’ kelimesini ilk kullanan kişi olduğu söylenir. Modern kimya sınıflamasından önce O, çözeltileri, maddeleri gruplara böler. Bir damla sirkenin, bir fıçı şaraba dönüşebileceğini gösterir. Simya çalışmaları yani basit anlamda kurşunu altına çevirme ya da saf olmayanı saflaştırma teknikleri nedeniyle ona altın yapıcısı denildi ve kitapların editörü ona Aureolus adını verdi. O, metallerin özelliklerini iyi biliyordu. Onların dönüşümlerini, nasıl bir gelişim gösterdiklerini maden ocaklarında gözlemlemişti. Metaller de evrim geçiriyor ve saflaşıyordu. Her şeyi mükemmel kılan eliksir’in tüm maddeleri ilk maddeye, prima materiaya dönüştürdüğünü ve yaşamı uzattığından söz etti. Her varlıkta bulunan yaşam özüne archeus, bizi yenileyen, onaran güce de arcanum adını verdi. İlaçlarında bu arcanumları kullandı ve bir doktorun sanatının bu arcanumlarda bulunduğunu söyledi. Bu tıp sanatında kimyasal maddelerin kullanımıydı. Reçeteleri kopyacı ve bilgisiz doktorlardan korumak için kapalı fomüller ve sembolik ifadeler kullandı. Ona göre, hastalığın belirlenmesinde vücudun doğal siklusu izlenmeliydi. Doğal hastalıklar ya vücudun ya da elementlerin yapısındaki karışıklıklardan köken alırdı. Kalıtsal faktörleri de göz ardı etmezdi. Biyolojinin kalıtım prensiplerini anlamaya çalışarak doğanın yapısını da anlamaya çalıştı. İnsan vücudu simyasal bir mutfaktı. Aşçı simyacı, besinleri, et, kemik, saç, yağ vs. dönüştürüyor, özümseyemediğini ise atıyordu. Archeus (yaşam özü), besleyici elementlerden zehirli olanları ayırırdı. Doktorun görevi, archeus’a yardım etmekti, bu amaçla ya zehirin atılma yolunu bulmalı ya da atılmasında tere yardım etmeliydi. Archeus, doğanın bir gücü, insan ise evrenin bir molekülü, mikrokozmos idi. Bugün bilim adamları archeus’a hücrenin canlı hafızası, arcanum’a ise element adını vermektedirler.

Basle’da ünlü basımcı, Froben’in bacağını tedavi edip kesilmekten kurtarmasıyla birlikte Froben’in yakın arkadaşı ünlü hümanist, hicivci (satirist) Erasmus’u da tedavi edince, belediye doktorluğuna atandı ve üniversite öğretmenliğinin kapısı açıldı. Basle Üniversitesi’nde verdiği dersler, iki açıdan devrim niteliği taşır; ilki Latince yerine derslerini yerel dille, Almanca vermesi, diğeri ise alışıldık biçimde Galen ve Avicenna’nın (İbn-i Sina) kitaplarının ezberletilmesiyle verilen eğitim yerine kendi deneyimlerine dayanarak ders vermesidir. Hastaları kendisi muayene eder, öğrencilerine konsültasyon yaptırır, onları pratiğe yönlendirir. Tüm bunlar tepkilere yol açarken bir olay daha olur ki bununla herkesi karşısına alır. St. John gününde kutlamalar için yakılan ateşte İbn-i Sina‘nın ünlü Canon’unun özeti olan kalın bir cildi yakar ve şu sözleri haykırır: ‘Doktorlar, hastalar sizin için kitabınız, hasta yatağı çalışmanızdır. Amacı, tıp eğitimini ezbercilikten kurtarmaktır. Bu nedenle Martin Luther’in Papal Bull’u yaktığı gibi Canon’u yakmasıyla Tıbbın Luther’i adını alır. Ancak, belediye meclisi üzerine yapılan baskılar nedeniyle zorla Basle’dan uzaklaştırılır.
 
Nüremberg’e giden Paracelsus, burada sifilizli hastaları tedavi ederek birkez daha ün kazanır. ‘Fransız Hastalığının Nedenleri ve Kökenleri Üzerine’ adlı çalışmasının ilk bölümleri yayınlanırken, devamı yasaklanır. Paracelsus, civanın dozunun ayarlanmasıyla bu hastalığın tedavi edebileceğini gösterir. Bilmeyenleri kullanmamaları için uyarır. Dozajdan ilk söz eden odur ve arcanumun etkisinin önemli olduğunu, ‘Paragranum’ gibi küçük hacimli kitaplarına temel öğretilerini sığdırmış ve tıbbın 4 sütüna dayandığını söylemiştir. Bunlardan
FELSEFE, bu doğal felsefeydi ki tıbbın giriş kapısıydı,
ASTRONOMİ, evrenin bilgisiydi, tıp çalışmalarının da ön koşuluydu,
ALKEMİ (simya), mükemmelleşmenin yoluydu ki, biokimya ve farmakolojiye yol açtı.
ERDEM , doktorun profesyonel kafası, hastanın yaşam gücünü harekete geçirmedeki yeterliliğiydi ki, diğer üç sütunu bir arada tutmak için zorunluydu.
Hastanın tiniyle iletişim olmalı, onun vücudunu anlayabilmek için hissetme ve temas yeteneğine sahip olmalıydı. Doktor-hasta iletişimine inanmak alışılmadık bir şeydi. Reçetelerini kopyalayan hırsızları hor gördü, onlar içlerinde hastayı anlayabilme yeteneğini kaybetmişlerdi; erdemden yoksundular. Küçük rutin vakalar dışında hastaya yardım edemiyorlardı. Zenginler, prensler, tüm varlıklarını ortaya döküyor ancak kendilerini iyileştirecek doktor bulamıyorlardı. Hastalar kaderlerine terk edilmişti, doktor hatası nedeniyle her yer sakatlar ve tabutlarla doluydu. İyi bir doktor, güçlü bir fikre sahip olmalıydı. Tedavi etmedeki başarısını büyük ölçüde sağlığı harekete geçirecek, güvenle birlikte bunu hastaya hissettirebilecek yeteneğine sahipti. Sözünü ettiği erdem, bireyin gücünün fark edilmesi ve zekanın yaratıcılığının ortaya konulmasıydı.

‘Beni doğa düzenler, ondan doğdum ve onu izledim. O beni, ben onu bilirim. Işık olan ondadır, onda olanı görürüm. ’

Hiçbir zaman yerleşik hayat bulamamasının, izole edilmesinin verdiği acıyı şöyle dillendirir: ‘Doğa beni yerleşimcisi olarak tanımadı. Babamın memleketini memleketim yaptım ancak çabuk ayrıldım. Polonya, Litvanya ve Prusya’ya sürüldüm, bu da onlara yetmedi. Almanlar, Hristyanlar, okullar, rahipler benden hoşlanmadı. Fakat, teşekkür ederim tanrım, hastalarım benden hoşlandı.’
Tüm hastalıkların nedenini vücudun onlardan kurulu olduğu üç temel mistik elementin kapısına dayandırdı.
·         Sülfür: gaz ve yanıcı elementler olarak bilinir ki, ruhun kuvvetleridir.
·         Civa: sıvı elementler olarak bulunur ki, zekanın kuvvetleridir.
·         Tuz: katı elementlerde bulunur ki, maddenin prensibidir.
Sağlıkta bunlar ayrışmaz bir şekilde dengededir hafif ayrışmaları hastalığı tamamen ayrışmaları ise ölümü oluşturur.

Gut hastalığını tedavi ederek kendini bir kez daha kanıtladı. Oluşan asit birikimi nedeniyle eklemlerde ağrıya neden olan bu tip birikimlere, cehennem gibi yandıklarından ‘tartarus’ adını verdi. Romatizma, artrit, gut, taş ve kum birikimi, lumbago, siyatik gibi hastalıkları ‘tartarik hastalıklar’ grubu altında tedavi etti. Tüm hastalıklarda olduğu gibi jinekolojik hastalıklarda da vücudun bütününü ele aldı ve yaşam gücünü harekete geçirmeye çalıştı. Bu yaşam gücü bugün biyolojide’’vitalizm’ adını almıştır. İnsanın, evreni oluşturan maddelerle beslendiğini, büyümelerini yöneten ve bozan yasalara tabi olduğunu ileri sürdü. Her canlı birdi bireysel olarak yapılanmıştı ve doğa yasasını izlerdi. Bu biyolojik bir devrimdi ki doğaya ait olan yine doğaya verilmişti. Psikosomatik hastalıkların cinlerin işi olmadığını, doğal olduklarını belirtti. Köken psikolojikse öncelikle ruhun dengelenmesini sonra fiziğin tedavi edilmesini önerdi. İlk olarak manyetizmayı kullanarak birçok hastalığı tedavi etti. Örneğin, epilepsi ve kitlenmiş bir çenede, extremitelere (kollar ve bacaklara) özel olarak ayarlanmış mıknatıslar tutturup ardından uygun ilaçlar verilerek tedavinin etkili olabileceğini gösterdi.

Yaşamını son yıllarında Paracelsus ılımlı, alçakgönüllü ve toleranslı oldu. Tüm zamanını meditasyon ve fakirlere yardımla geçirdi. Vasiyetinde paralarını fakirlere, tıp aletlerini ise berberlere bıraktı. ’Büyük Cerrahi Kitabı’ adlı eserini 1536’da yayımlandığında büyük etki yarattı. Bununla beraber ‘ Büyük ve Küçük Dünyanın Anatomisi ve Destansı Felsefe’ en hacimli çalışması olmuştur. Burada, sihirsel inançları, batıl itikatları özetledi. Evren, kurtuluş, astroloji, geometri, meteoroloji, kozmografi vb. konularını açıkladı. Vasiyetini onaylattıktan üç gün sonra vefat etti. Ne acıdır ki el yazmalarını ne öğrencileri ne de yakınları sahiplendi.

Öğretilerinin takipçilerinden biri de Giordano Bruno idi. Bruno, ’harika bir doktor olarak kim Paracelsus’tan sonra Hipokrat’la benzerdir‘ demiştir.
 
Ünlü psikiyatrist Carl Jung‘da onun çalışmalarıyla ilgilendi. Paracelsus’un ölümünün dörtyüzüncü yıldönümünde Einsiedeln’de onunla ilgili bir ders vererek bu harika hekimi onurlandırdı. Bugün, hakkında bilimsel makalelerin yazılmaya devam ettiği bu ilginç ve büyük kişilik, kendisi gibi büyük insanlarla birlikte eski ideaların, felsefelerin ve bilimlerin yeniden şekillendirilebileceğini, engellerin aşılmasında, karanlık vadiyi geçerken insanlığa meşale olarak nesilden nesile hizmet edilebileceğini göstermektedir.

Paracelsus, Giordano Bruno ve tüm büyük filozoflara, insanların geleceğine kurulan sarsılmaz köprüler oldukları için, yürekten teşekkürler…
Gülsen Çelik
Yeni Yüksektepe Dergisi

1- Homeopati’de belirli bir hastalık için kullanılacak ilaçlar, eğer sağlıklı kişiler üzerinde uygulanırsa o hastalığın belirtileri görünür. İlk başta görülen belirtiler ile hastanın genel bedensel ve ruhsal durumuna çok dikkat edilir. Dozaj konusu çok hassasiyet gerektirir.
 
2- Kemoterapi:Çeşitli kimyasal maddelerle tedavi;ilaç tedavisi. Genellikle bakterilere karşı.
 
3- Arterioskleroz:Atardamar duvarında genel olarak bağ dokusu artışı ya da kalsiyum tuzlarının birikmesi ile oluşan damar sertliği.
 
4- Kansızlık diye bilinen, kanda oksijen taşınmasında yardımcı olan hemoglobin miktarının düşmesi.
 
5- Felsefe Taşı veya ‘Fırlatma tozu’maddenin dönüşümüne yardımcı, bazılarına göre diğer metalleri altına dönüştüren güçlü ama ince bir maddedir. Ezoterik (içrek) olarak insanın yükselmesi ve alt etkenlerden bağımsız olmasını temsil eder.

Kierkegaard’da 'Estetik'

 Varoluşçuluğun babası olarak kabul edilen Kierkegaard, felsefesinde estetik, etik ve dinsel olmak üzere üç varoluş aşaması üzerinde durur. Bu aşamalar Kierkegaard’ın felsefi taslağını görmemizde anahtar durumdadır. Bu aşamalardan en ilgi çekici ve belirleyici aşama ise, Either / Or’dakarşımıza çıkan estetik aşamadır. Kierkegaard bu aşamayı edebi bir metni aratmayacak bir şekilde Either / Or’un I.cildinde işler. Ancak estetik aşama kimi varoluşsal durumlar ile bizi yüz yüze bırakır ve II. ciltte etik aşamayı temsil eden B bu sorunları, estetik yaşamın sınırlarını ortaya koymaya çalışır, A’yı uyandırmak ister. Kierkegaard bu uyandırmayı Hegel’in karşısında yer alacak bir şekilde yapar; öznelliğin, öznel ilgilerin derin sularında yüzer. Felsefesinin özü durumunda olan tezi şudur: “Öznellik hakikattir, edimselliktir / etkinliktir.
 
Varoluşu sub specie aeterni ve soyutlama içerisinde düşünmek onu temel olarak feshetmektir ve bunun değeri, çelişki ilkesini iptal etmenin fazlasıyla müjdeli değeri ile benzerlik gösterir. Hareket (motion) olmadan varoluş düşünülemez ve hareket sub specie aeterni düşünülemezdir. Hareketi uzaklaştırmak ve hareketi bir geçiş olarak mantık içerisine sokup zaman ve uzayla birlikte ele almak ustaca bir çözüm olmaktan uzak, salt yeni bir karışıklıktır. Varoluş, hareket gibi, ele alması çok zor bir meseledir. Eğer onu düşünürsem iptal ederim, sonrasında ise onu düşünemem. Düşünülemeyen bir şeyin – yani varoluşun – olduğunu söylemek doğru geliyor. Ancak tekrar edersek varoluşu bu şekilde ele almanın bir zorluğu vardır: düşünen biri, varoluş içerisindedir. 
 
Grek felsefesi unutkan olmadığı için hareket, hareketin diyalektik teşebbüsleri için daimi bir konu oldu. Grek filozofu varoluş içerisinde (existing) bir insandı, bunu unutmadı. Dolayısıyla o, düşünebilmek için Pythagorasçı anlamda intihar etme ya da ölme ya da Sokratesçi anlamda ölme yoluna başvurdu. O düşünen bir varlık (being) olduğunun farkındaydı, ama kendini sürekli bir oluş (becoming) sürecine koyduğu için devamlı bir şekilde düşünmekten kendini sürekli olarak alı koyan aracı olarak varoluş (existence) içerisinde olduğunun da farkındaydı. Sonuç olarak hakiki olarak düşünebilmek için kendini durdurdu/feshetti. Modern felsefe böyle çocukluklara üstün bir duyguyla gülümser; kesin olarak her modern düşünür gibi bir modern düşünür, düşünmenin ve varlığın bir olduğunu bilir, bununla birlikte düşündüğü şeyde varolan sorunun değerli olmadığını bilmemiştir. Bu soyut bir felsefenin ve saf düşünmenin karar verici faktörü açıklamaktan uzaklaştırarak her şeyi açıklamak istemesi karşısında direnilmesi zorunlu olan, varoluşun ve varoluş içerisinde insanın etik gerekliliğinin anlamıdır. ...Saf düşünmenin, etik ile ve etik olarak varoluş içerisindeki bireysellikle ilişkisini açıklayıp açıklamaması ise başka bir sorundur. Ancak bu onun hiçbir zaman yapmadığı bir şeydir; aslında bunu yapmak istemesinin bir işaretini bile göstermez; çünkü bu durumda diğer bir tür diyalektik ile, Grek ya da varoluş-diyalektiği ile ilgilenmek zorunda kalacaktır.” (Kierkegaard)

“Yineleme, Greklerdeki “hatırlama” için hayati bir ifadedir. Onlar tüm bilmenin bir hatırlama olduğunu öğretmiş oldukları gibi modern felsefe de tüm yaşamın bir hatırlama olduğunu öğretecektir. Buna dair üstü kapalı bir önerisi olan tek modern filozof Leibniz’dir. Yineleme ve hatırlama aynı hareketlerdir, ancak karşıt yönlerde olmanın dışında; çünkü hatırlanan şeydeki durum geriye doğru bir tekrardır, oysa sahici yineleme ileri doğru bir hatırlamadır. Dolayısıyla yineleme, olası ise, bir insanı mutlu yapar, hatırlama ise onu mutsuz kılar; elbette kendisine yaşamak için zaman verirse ve doğum sırasında acil bir şekilde tekrardan yaşamdan kaçacak bir özür bulmazsa; örneğin bir şeyi unutursa…Yinelemenin sevgisi hakiki olan tek mutlu sevgidir. Hatırlamanın sevgisi gibi rahatsız edici bir ümide, kolay olmayan keşif maceraperestliğine ne de üzüntü verici bir hatırlamaya sahiptir-ânın çok keyifli güvenliğini taşır…Tanrı yinelemeyi istememiş olsaydı dünya varoluşa gelmezdi. Dünya devam ediyor, yineleme olduğu için devam ediyor. Yineleme etkin olandır, varoluşun ciddiyetidir (earnessness). Yinelemeyi isteyen insan ciddiyet olarak olgun biridir.” (Kierkegaard)

Nesnel refleksiyon yolu öznel bireyi ilineksel bir şeye, dolayısıyla varoluşu bir kayıtsızlığa, yitip giden bir şeye dönüştürür. Nesnel hakikat ile ilgili yol öznellikten uzak düşer ve özne ve öznellik kayıtsız [ligegyldig] olurken hakikat de kayıtsız olur, bu onun tam da nesnel geçerliliğidir [validity/Gyldighed]; çünkü tıpkı karar gibi ilgi de öznelliktir. Şu annesnel refleksiyon yolu soyut düşünmeye, matematiğe, çeşitli tarihsel bilgilere yol gösteriyor ve Hamlet’in söylediği gibi, varoluş ve varolmayış sadece öznel anlama sahip olduğu için, nesnel bir bakış açısından, varoluş ya da varolmayış tümüyle uygun biryolda, tümüyle uygun ve sonsuz bir kayıtsızlıkta öznel bireyden her zaman uzaklaşıyor.”(Kierkegaard)

Dürüst olmak gerekirse, daha fazlasını sormuyorum ancak hangi yaşamın daha yüksek olduğunu bilmeni istiyorum-filozofun ya da özgür adamın mı? Eğer filozof sadece bir filozofsa, özgürlüğün kutlu yaşamını bilmeksizin özgürlüğü özümsemişse çok önemli bir noktayı ıskalar, tüm dünyayı kazanır ama kendini kaybeder-bu özgürlük için yaşayan birinin başına gelmez, çok fazla şeyi kaybetmiş olsa bile.

Dolayısıyla, Either/Or’da zamanı geldiğinde kavga ediyor olmam (kısmen bu mektupta, kısmen ve temel olarak kendimde) özgürlük içindir. Bu dünyada sevdiğim kişilere bırakmaya niyetlendiğim hazine budur... Bu hazine senin kendi içsel varlığında bulunuyor. Bir insanı meleklerden daha büyük kılan orada bir Ya/Ya da’nın olmasıdır.” (Kierkegaard)

“Benim Ya/Ya da’m iyi ve kötü arasında seçimi tasarlamaktan çok birinin kendisiyle iyiyi ve kötüyü seçeceği ya da onları dışarıda tutan seçimi tasarlar. Burada sorun birinin hangi nitelikler (qualifications) altında tüm varoluşunu gördüğü ve kişisel olarak yaşadığıdır. İyiyi ve kötüyü seçme, kişinin iyiyi seçmesi aslında doğrudur, ancak daha sonra bu açığa çıkar; çünkü estet kötü değil ama kayıtsızdır. Etiğin seçimi yürürlüğe koyacağını söylemiş olmamın nedeni de budur. Dolayısıyla bu iyiyi isteme ya da kötüyü isteme arasında bir seçimde bulunma sorunundan çok istemeye (will) dair seçimde bulunma sorunudur, fakat sonrasında bu iyiyi ve kötüyü vaz eder/ ortaya koyar.” (Kierkegaard))

“Ancak burada mesele bir seçimdir, aslında mutlak bir seçimdir; çünkü biri sadece mutlak bir seçimde bulunarak etiği seçebilir. Sonuç olarak etik mutlak bir seçimle vaz edilir/ortaya konur...

İlerlediğim Ya/Ya da, dolayısıyla, belli bir anlamda mutlaktır; çünkü seçim yapmak ile seçim yapmamak arasındadır. Ancak seçim mutlak bir seçim olduğu için Ya/Ya da mutlaktır. Diğer bir anlamda, mutlak Ya/Ya da seçime kadar görünür olmaz, çünkü şu an iyi ve kötü arasında seçim gibi görünüyor. Burada vaz edilen/ortaya konan (posited) bu seçimle ve ilk seçimle ilgilenmemeliyim; seni bir seçim yapmanın zorunluluğunun kendini açıkça göstereceği ve böylece varoluşu etik özellikler altında göz önüne alacağın bir noktaya doğru zorlamak istiyorum.” (Kierkegaard)

“Burada biri, Don Giovanni’yi tikel bir birey olarak işitmez; onun söylediği şeyi değil sesini, duyusallığın sesini işitir ve onu kadınsı istekler ile işitir. Don Giovanni sadece sürekli biterek ve sürekli tekrardan başlayarak epik olabilir; çünkü onun yaşamı hiçbir bütünlüğü olmayan repellerende anların [Momenter] toplamıdır ve onun an olarak yaşamı anların toplamıdır ve anların toplamı olarak yaşamı da andır. Don Giovanni bu evrensellik içerisinde bulunur; bir birey ve doğanın bir gücü olma arasında gezinti içerisindedir; bir birey olur olmaz estetik tümüyle farklı kategoriler kazanır.” (Kierkegaard)

“… Onun [Don Giovanni’nin] yaşamı şen yemeğine eşlik eden melodiler gibi çalkantılıdır; her zaman çok sevinçlidir. Hiçbir ön hazırlığa, plana, zamana ihtiyaç duymaz; çünkü her zaman hazırdır; yani güç her zaman ondadır ve arzusu da böyle ondadır ve sadece arzuladığı zaman kendi toprağı içerisinde uygun bir şekilde durur...Ancak bu güç, bu kuvvet kelimelerle ifade edilemez, yalnızca müzik bu gücün bir nosyonunu verebilir; çünkü refleksiyon ve düşünce ile ifade edilemez.” (Kierkegaard)

“Don Giovanni için her kız sıradan bir kızdır, her sevgi ilişkisi gündelik bir yaşam hikâyesidir. Zerlina genç ve güzeldir ve bir kadındır; bu onun diğer binlercesiyle paylaştığı olağanüstülüktür. Ancak Don Giovanni’nin arzuladığı bu olağanüstülük değil, onun, Zerlina’nın her kadınla paylaştığı sıradanlıktır. Eğer bu olmasaydı, Don Giovanni mutlak müzikal olmaktan kesilirdi; o halde estetik şimdiye göre kelimeleri, çizgileri talep eder; zaten böyle olduğu için Don Giovanni mutlak olarak müzikaldir.” (Kierkegaard)

“Antik tragedyada yas daha etkili/yoğun iken acı daha etkisizdir; modern tragedyada ise acı daha büyük iken yas daha azdır. Yas kendisinde her zaman acıdan daha tözsel bir şeye sahiptir. Acı her zaman yasın bilmediği acı veren şey üzerinde bir refleksiyona işaret eder. Psikolojik bir yetişkinin acı çekmesini gören bir çocuğu gözlemlemek çok ilgi çekicidir. Çocuk acıyı hissedecek yeterli refleksiyona sahip değildir ve yası sonsuz bir derinliktedir. O bir günah ve suç fikrine sahip olacak yeterli refleksiyona sahip de değildir; bir yetişkinin acı çekişini gördüğü zaman zihni bu konuda düşünmesine engel olmaz, ancak eğer acı veren şeyin nedeni ondan gizlenirse çocuğun yasında karanlık bir neden sezisi var olur. Dolayısıyla bu Greklerin yası için de böyledir, ama tam ve derin bir uyum içerisinde ve bunun [yasın] aynı anda böylesine tatlı, böylesine derin olmasının nedeni budur. Öte yandan yetişkin biri; gencin, çocuğun acı çekişini gördüğü zaman acı daha büyük, yas ise daha azdır. Suçluluk fikrini daha fazla telaffuz ettikçe acı daha büyür, yas ise azalır.

Bunu şimdi antik ve modern arasındaki ilişkiye uygulayan biri, şunu söyleyebilir: Antik tragedyada yas daha etkilidir, yasa uygun bilinç daha etkilidir. Bunun bende değil tragedyalarda olduğunu sürekli akılda tutmak gerekir, Grek tragedyasındaki etkili yası, uygun bir şekilde anlamak için Grek bilincine göre yaşamak zorundayım.” (Kierkegaard)

“Can sıkıntısı ilerlediği ve tüm kötülüklerin kökeni olduğu için dünyanın geri gitmesi, kötülüğün yayılması hiç şaşırtıcı değildir. Bu ta dünyanın başlangıcına geri götürülebilir. Tanrılar sıkıldı, dolayısıyla insanları yarattı. Adem yalnız olduğu için sıkıldı, dolayısıyla Havva yaratıldı. Bu andan sonra, can sıkıntısı dünyaya girdi ve nüfusun büyümesine eş bir oranda sayıca büyüdü. Adem yalnızlıktan sıkıldı; Adem ve Havva birlikte sıkıldı, bundan sonra Adem, Havva, Kabil ve Habil ailece en famille [aile olarak] sıkıldı. Bundan sonra dünyanın nüfusu arttı ve milletler en masse [birlikte/birarada b.m.] sıkıldı. Kendilerini avutmak için gökyüzüne ulaşacak yükseklikte bir kule inşa etme nosyonunu rastgele buldular. Bu nosyon kulenin yüksekliği kadar sıkıcıydı ve can sıkıntısının nasıl üstünlük elde etmiş olduğunun berbat bir kanıtıydı.” (Kierkegaard)

“Önerdiğim metot toprağı değiştirmek değil, fakat uygun mahsul döngüsü gibi, ekme yöntemine ve mahsul türlerine dair yöntemi değiştirmeyi içerir. İşte bu bir kez daha sınırlama ilkesi, dünyada yegâne kurtarıcı ilkedir. Kişi kendini daha fazla sınırladıkça daha fazla zorlukların üstesinden gelir/çözümler bulur. Yalnız bir mahkûmun yaşamı içerisinde aşırı zorlukların üstesinden gelir; bir örümcek onun için büyük bir eğlence kaynağı olabilir. Okul günlerimizi, o yaşlardaki durumumuzu düşünün; öğretmenimizi seçmeye dair hiçbir estetik etmen olmadığı ve öğretmenler çok sıkıcı oldukları zaman bizler nasıl da zorlukların üstesinden gelirdik! Sıraya bir delik açmak ve içerisine bir sineği hapsetmek ve bir parça kâğıt arasından onu dikizlemek ne keyif vericiydi. Çatıdan sürekli bir şekilde damlamaları dinleyebilmek ne eğlenceliydi. Biri çok ufak sesi ya da hareketi sezerek ne titiz bir gözlemci oluyor. Bu söz konusu ilke, uzamsal genişlikle değil yoğunluk vasıtası ile rahatlama peşinde koşan bir ilkenin uç nokta hudududur.” (Kierkegaard)

“Bir insan için yaşamın hiçbir anı insanın herhangi bir yoğunlukta istediği şeyi unutamayacak kadar çok anlamlı olmamalıdır; öte yandan yaşamın her tek anı herhangi bir yoğunlukta onu hatırlayabilecek kadar da çok anlamlı olmalıdır. En iyi hatırlayan yaş en unutkan olandır da; yani çocukluk. Biri poetik olarak daha fazla hatırladıkça daha kolay unutur, çünkü poetik olarak hatırlamak aslında unutmanın tek ifadesidir. Poetik olarak hatırladığım zaman deneyimim hâlihazırda acı verici her şeyi unutacak değişimi de yaşar. Biri bu şekilde hatırlayabilmek için nasıl yaşadığının oldukça farkında olmak zorundadır, özellikle nasıl hoşnut olduğunun.” (Kierkegaard)

“O bazen öylesine entelektüeldir ki kendimi bir kadın olarak yok olmuş hissederim, bazen de öyle vahşi ve tutkuludur, öyle arzuludur ki onun önünde her zaman titremişimdir. Ara sıra ise ona bir yabancı gibiydim, tamamen vazgeçerdi. Sonrasında kollarımı boynuna attığım zaman her şey değişirdi ve bir bulut kucaklamış gibi olurdum. Ondan önce bu ifadeyi biliyordum, ancak o bana bunu öğretti, sayesinde anladım; bu ifadeyi kullandığım zaman her zaman onu düşünürüm, sanki düşündüğüm her düşünce sadece onun vasıtasıyla gerçekleşiyor. Her zaman müziği sevdim; o eşsiz bir enstrümandı, her zaman hassastı; diğer enstrümanların olamayacağı kadar bir yelpazeye sahipti. Tüm hislerin ve hallerin en mükemmel örneğiydi; hiçbir düşünce onun için yüce değildi ne de umutsuzluk böyleydi. Bir sonbahar fırtınası gibi kükreyebilir, duyulamaz bir şekilde fısıldayabilirdi. Tek bir kelimem bile etkisiz değildi, ama yine de kelimelerimin etkisinin yetersiz gelmeyeceğini söyleyemem, çünkü onların ne yapacağını bilmek benim için imkânsızdı. Tarif edilmez ama şifreli, çok mutlu, ad verilemeyen kaygı ile harekete geçirmiş olduğum bu müziği dinledim ama harekete geçmedi; her zaman ahenk vardı, her zaman onun tarafından mest oldum.” (Kierkegaard)

“Ancak çok iyi bilirim, eşim sabahları akşam ki kadar güzel değil, gün içerisinde üzüntüye belli bir dokunuşu, kimi keyifsizlikleri ancak sonradan kayboluyor ve akşama kadar hakikaten albenili olan talepleri unutuluyor; elbette çok iyi biliyorum, burnu kusursuz, güzel değil, çok ufak; ana yine de dünyaya kusursuz yöneliyor ve şunu da biliyorum, bu küçük burun bana öylesine çok alay konusu veriyor ki kendi adıma iyi ki daha güzel bir buruna sahip değil diyebiliyorum. Bu yaşamdaki ilineklere, senin böylesine ateşli olduğundan çok daha fazla derin anlam yüklüyor. Bu iyilik için Tanrıya şükrederek zayıf tarafı unutuyorum.

Ancak bundan daha önemli olan, Tanrıya bütün ruhumla şükrettiğim şey onun şu ana kadar sevdiğim tek kişi olması ve Tanrıya tüm kalbimle dua ettiğim diğer bir şey de şudur: bana hiç bir zaman başka birini sevmek istemeyeceğim gücü verecek bir ailem var, aile içerisinde sahip olduğu pay ile birlikte eşimin de paylaştığı bir aile teslimiyetinin varlığı; her hissi, her hali benim için daha yüksek bir anlama kavuşturuyor... Anlıyor musun genç dostum, bu ilk günlerin baş döndürücü flörtü, imgelemsel erotikteki macera değildir; örneğin kendine ve sevgiliye, herkesin nişanlılık döneminde yaptığı gibi, daha önce âşık olup olmadığını ya da kendisinin daha önce herhangi birini hiç sevip sevmediğini sormak, işte bu yaşamın ciddiyetidir ve bu soğuk, güzel olmayan, erotik olmayan, poetik olmayan bir şey değildir.

…Sen ise, aslında talan ederek, dikkatsizce yaşıyorsun, insanlara çaktırmadan yaklaşıyorsun, onların mutlu anlarını, onların en güzel anlarını onlardan çalıyorsun ve bu gölge resmi uzun adamın Schlemihl’de yaptığı gibi cebine yapıştırıyorsun ve istediğin her yere yanında götürüyorsun.” (Kierkegaard)

“Birey yaşamı bakımından iki tür tarih vardır, dışsal ve içsel. Karşıt yönlerde akan iki akıntıya sahiptir. İlki sırayla iki yöne sahiptir: Birinde birey, çabaladığı şeylere sahip değildir ve tarih, onu elde etme mücadelesidir. Diğerinde ise birey onu elde etse de ona sahip olamaz; çünkü onu engelleyen sürekli bir dışsallık vardır. Tarih, dolayısıyla, bu engellerin üstesinden gelme mücadelesidir. Tarihin diğer türü ise sahip olmakla başlar ve tarih kendisiyle onu elde ettiği süreçtir. İlk durumda tarih, dışsal olduğu ve çabaladığı şey dışarıda bulunduğu için hakiki realiteye [Realitet] sahip değildir; poetik ve artistik temsil bütünüyle uygun bir şekilde onu küçültmek ve yoğun anla ilgili olarak onu hızlandırmaktan oluşur.” (Kierkegaard)

“...Eğer yeterince gücüm varsa seni uyandırabileceğim, düşünme etkinliğini değil, çünkü bunda kusurun yok, tinin ciddiliğini. Bu olmaksızın birçok şeyin sonunu getirmede, hatta dünyayı hayrete düşürmede başarılı olabilirsin (ki eli sıkı değilim), ama yaşama hakiki anlamını verecek tek şeyi, en yüksek şeyi kaçırabilirsin; tüm dünyayı kazanabilir ve kendini kaybedebilirsin.” (Kierkegaard)

“Trajik kahraman ile İbrahim arasındaki fark yeterince açıktır. Trajik kahraman etik sınırlar içerisinde kalır. Etiğin ifadesinin kendi telosunu, etiğin daha yüce bir ifadesinde bulmasına izin verir; baba ile oğul, ya da kız ve baba arasındaki etik ilişkiyi, diyalektiğin etik yaşam fikriyle bağlantısından alan bir duyarlığa indirger. O zaman burada etiğin kendisinin, teolojik askıya alınması söz konusudur.
İbrahim’de durum farklıdır. O eyleminde etiği tamamen aşmış ve onun dışında daha yüce bir telosa sahip olmuş ve bu telosla ilişkili olarak etiği askıya almıştır. Kim İbrahim’in eylemini evrenselle ilişkilendirebilir? İbrahim’in yaptığıyla evrensel arasında, İbrahim’in evrenseli aştığında başka herhangi bir temas noktası keşfedilebilir mi? İbrahim’in yaptığı, bir ulusu kurtarmak, devlet fikrine arka çıkmak değildir. Eğer herhangi bir tanrısal öfke olsaydı, bu ancak Tanrı’nın yalnızca İbrahim’e duyduğu öfke olabilirdi. İbrahim’in bütün eyleminin evrenselle hiçbir ilişkisi yoktur, bu tamamen özel bir girişimdir. O zaman trajik kahramanın eylemi etik yaşamın bir ifadesi olması nedeniyle yüce iken, İbrahim tamamen kişisel erdem eylemi nedeniyle yücedir. İbrahim’in yaşamında babanın oğlunu sevmesinden daha yüce bir etiksel [etik] ifade yoktur. Etiksel [Etik] yaşam anlamında bir etik söz konusu bile değildir.” (Kierkegaard) 
 

David Hume "Güzel şeyler onları tasarlayan aklın içinde var olurlar."

    İnsan akıllı bir yaratıktır; böyle olduğu için de uygun gıdasını bilimden alır; fakat insanın bilgisinin alanı öylesine dardır ki, bilimden aldığı besinlerden ancak çok az bir kısmı için ümitlenilebilir.

    Sana nasıl davranmalarını istersen, sen de başkalarına öyle davran. Fakat, ilk iyi davranışı sen yap.

    En sönük izlenim kırıntısı bile en canlı düşünceden gerçeğe daha uygundur.

    İnsan hayatının belli başlı kılavuzu alışkanlıktır.

    Beyindeki küçük çalkalanmaları düşünce diye nitelendirmek ne tuhaf bir ayrıcalıktır.

    Eşyanın güzelliği onu görenin zihnindedir.

    Filozof ol ama, ortaya koyduğun bütün felsefenin ortasında hâlâ bir insan olarak kalabil.

    İnsanın doğası gereği elimizde olan yegane bilimdir. Yine de bugüne kadar en fazla ihmal edilmiş olandır.

    Bu dünyada çoğunluğun küçük bir azınlık tarafından yönetilmesinden daha garip bir şey yoktur.