12 Kasım 2018

Paracelsus "Tıbbın gerçek zemini sevgidir"


"Tıbbın gerçek zemini sevgidir"
 
Columbus’un Amerika topraklarına adım atmasından çok uzun süre geçmeden Tuna Nehri üzerindeki İngolstadt kasabasına tuhaf görünümlü bir adam atını sürdü. El çantası, ilaç kapları, değerli taşlar, astrolojik kartlar ve ameliyat aletleriyle dolu olduğundan yarılmıştı. Şapka ve paltosu, o dönemlerde doktorların giymek için tercih ettiği miniver kürkü ile çevrelenmişti.

Kemer kılıfında dev bir kılıç vardı, deri ceketi tozlu ve isliydi. İnsanlar bu tuhaf giyimli adamın her yere kılıcıyla gittiğini fark ettiler ve fısıldadılar: ‘büyülüdür, kılıcının kabzasında yaşam iksirini muhafaza eder’.

Çağdaşlarının gözünde Paracelsus, büyücü ve hayret verici bir şifacıydı. Yaşam süresince bile mucizevi tedavilerinin uzun hikayesi Avrupa’nın sınır bölgelerine ulaştı. Ölümünden kısa bir süre sonra, aynı anda çeşitli yerlerde görüldüğü, Felsefe Taşına sahip olduğu, ölümü aştığı ve spirite dönüştüğü hikayesi dolaşmaya başladı. Yüz yıl önce bile Avusturya’da bir kolera salgını sırasında, insanlar onun özel güçlerinin hala var olduğunu sanarak iyileşme umuduyla Salzburg’daki mezarına gittiler.

‘Tuhaftım ve benimle aynı olan kimse yoktu diyen Paracelsus’un tam adı Phillippus Theophrastus Bombastus von Hohenheim’dir. Ailesi, güney Almanya’da Stuttgart yakınlarındaki Hohenheim kalesine yerleşmiş, eski ve soylu bir aile olan Bombast’lardı. Büyükbabası Georg, Teutonik şövalyelerinin komutanı olarak haçlı seferlerinde düke eşlik etmiş, bir ara Kıbrıs’ta St. John şövalyeleri ile birlikte bulunmuştu. Ülkesine döndüğünde politik bir komploya maruz kalan büyükbabasının asaleti ve tüm malları elinden alımdı. Bu ortaçağda sık kullanılan bir yoldu ve böylece çocukların bile asalet ve miras hakları ellerinde alınır, kilise ve dönemin prensleri zenginleşirdi. Oğlu Wilhem, hiçbir hakka sahip olamadı. Tübingen’de tıp fakültesini bitiren Wilhem, gezgin doktor olarak yaşama atıldı ve İşviçre’de Almanca konuşulan bir bölge olan Schwayz kantonunda Einsiedeln’eyerleşti. Burada, hemşire yardımcısı olan Elsa ile evlendi. Columbus’un Atlas okyanusunu geçerek Amerika’ya ulaşmasından bir-iki yıl sonra, St. Phillip gününde Paracelsus doğdu. Ailesi ona Phillip adını verirken, büyükbabası bilgiyi araştırmaya adayan anlamında Theophrastus adını verdi, Atina’da Luceum’un başı olarak Aristo’nun mirasçısı, antikçağın büyük bilim adamı Erosos’lu Tyrtamos’un da adı olmuştur. Theophrastus, daha sonraları kendisine ünlü Roma hekimi Celsus’tan da öte, daha üstün anlamına gelen Paracelsus adını verdi. Rickettsia etkeni nedeniyle, kafatası raşitik deformasyonlu olan Theophrastus, bu görünümüyle ünlü Alman filozof Kant’a benzetilmektedir.

İlk eğitimini anne ve babasından alan Theophrastus, babasıyla Alp tepelerinde bitki toplarken, orda rastladıkları yaşlılar, çobanlar ve yolculardan bitkilerin tıbbi özelliklerini öğrendi. Babası ona bilgi ve deneyim elde etmenin doğru yöntemini öğretti. Alp florası (bitki örtüsü) onun farmakoloji bilgisi için zengin bir kaynaktı. Dokuz yaşındayken annesi ölünce Villach’a gittiler. Burada zengin bankerler olan Fugger’lerin altın, demir, civa gibi maden işletmeleri vardı. Theophrastus onların okuluna kayıt olurken, babası madenci hekimliği yaptı ve Fugger’lerin mineraloji eksperi oldu. Mineralleri toplayan ve kendi kütüphanesini oluşturan Wilhelm, oğluna metaller ve yıldızlar arasındaki gizemli ilişkileri öğretti. Babasının asistanı olarak çalışan Paracelsus, madencilerin madenlerin zehirli buharlarında hastalandıklarını gördü, hastalık yapan metallerin özelliklerini öğrendi. Bir simyacının laboratuarında minerallerin mucizevi dönüşümlerini izledi ve bir gün bütün bu gizemleri keşfetmeyi umdu, kurşunu altına dönüştürerek zengin ve ünlü olmayı düşledi. Buradaki deneyimi onun ilerideki yolunu oluşturmasını sağladı.

Babası tarafından Basel üniversitesine gönderilen Paracelsus, zamanın formal ve ezberci eğitimine karşı çıktı, diğer öğrencilerle birlikte bilginin doğru kökenini aramak üzere seyahatlere çıktı. O dönemlerde derslerde Latince zorunlu idi, öğrencilere Latince dersi veriliyor ve Latince kitaplar ezberletiliyordu. Bu dilin zorluğunu görünce şöyle seslendi: ‘Sizlere yıldızları ve bitkileri öğrenmenin Latince ve Yunanca gramer öğrenmekten çok daha kolay olduğunu söylüyorum. İlk önce tıbbı öğrenmek daha iyidir, Latince sonra öğrenebilir.’

Tıbbın kökenini aradı ancak hiçbir üniversitede bulamadı. Akademik eğitimi halkadan geçmeye çalışan köpeğin eğitimine benzetti. İki yıl Alman topraklarında arayışını sürdürdü. Bilimde kriz vardı, bu da kültüre ve topluma yansıyordu. Tübingen’e geldiğinde üniversitenin ikiz fakültelerinden eski okula kayıt oldu. Bu okul, Eflatun’un felsefesini temel alan Duns Scot’ın izleyicilerindendi. Diğer okul ise Aristo’cu Willam Occam’ı takip ediyordu. Occam’cılar ön kadere inanırken Paracelsus, Özgür İrade’ye inandı. Nikolas de Cusa’nın felsefesi onu etkiledi. Bilginin sadece kitaplar aracılığı ile değil doğada araştırma ve inceleme ile öğrenebileceğini söyledi. Kendisinden sonraki Vesalius, Giordano Bruno ve Galileo gibi Eflatun ‘un felsefesine çekildiğini hissetti.

O, doğanın ışığının kitaplarda değil, insanın kalbinde olduğunu gösterebilmeyi umdu. Gerçeği kalplerimizde bulabilirsek, dünyada bizim için imkansız bir şey olmayacaktır’ dedi. Daha sonra babasının yakın arkadaşı Vadianus’un rektöru olduğu Viyana üniversitesine gitti. Burada dört büyük sanatı, aritmetik, geometri, müzik ve astronomi ‘yi öğrendi. Mezun olduktan sonra master için iki yıl daha kalması gerekiyordu ancak veba salgını çıktı ve devam edemedi. Tıp mezuniyeti çalışmaları için İtalya’ya gitti. İtalyanlar ünlü öğretmenlerdi. Eski kadim bilgilerle Arap, Hristiyan doktorların bilgisine sahiptiler. Buradaki Padua Üniversitesi yeni ilerlemelere öncülük etmişti. Aristo’yu temel alan bu okulun mezunlarından Vesalius, modern anatominin kuruluşuna öncülük etti, Copernicus, dünyayı evrenin merkezinden uzaklaştırdı, Galileo, onun bu bulgusunu doğruladı ve modern deney yöntemini geliştirdi. Yayılan yeni dalga, sonunda ortaçağ sistemini devirdi. Ama tüm bunlar gelişmelerin sonucunu bekleyen Paracelsus öldükten sonra oldu. Benzer bir okul Ferrara’da kuruldu. Eflatun’cu Ferrara Üniversitesi ilericiydi ve doktor Niccolo Leoniceno, okulun onuruydu. Leoniceno, Fransız Hastalığı üzerine özelleşmişti ve Paracelsus, ondan çok şey öğrendi. Burada, Ficino, Pico della Mirandola gibi ünlü Eflatuncularla tanışan Paracelsus, onlardan etkilenerek kendi sistemini geliştirdi. Leoniceno’nın hocası ünlü Savonarola idi. Savonarola, tıpta Hippokrat’ın izlenmesini öneriyordu. Paracelsus da Hipokrat gibi hastanın bünyesine önem verdi, doğanın iyileştirici gücüne inandı. Diyordu ki: ‘tedavi sadece hatası olan organa değil, tüm vücuda uygulanmalıdır’. Bu görüş bugün literatürde Bütüncül Tıp olarak adlandırılmaktadır.

O sıralarda çıkan bir savaş, çalışmalarının yarıda kesilmesine neden oldu. Orduda hekimlik yaptığı zamanlarda yaraların yanlış tedavi edildiğini gördü veenfeksiyonu önlerseniz ve yarayı akmaya bırakırsanız, vücudun doğası onu tamamen iyileştirecektir’ diyerek hazırladığı merhemlerle sayısız askeri tedavi etti. Ancak, tehlike sadece yaralarda değildi, tifo, kolera, dizanteri salgınlarının yanı sıra en korkulan şey yeni gelişen bir hastalık olan Fransız Hastalığı idi. Vücudun yabancısı olduğu Spiroket etkeni, derin ülserler oluşturuyor, etler sanki kemiklerden ayrılıyordu. Bu hastalığa 1530’lardan sonra sifiliz (frengi) adı verildi. Bir türlü tedavisi bulunamayan bu hastalık nedeniyle doktorlar ümitsizliğe düştü, hatta Paracelsus mesleğini bırakmayı bile düşündü ancak yine hastalıkla mücadele etmek üzere araştırmalarını sürdürdü.

‘Tanrı, doğada ilacını sağlamaksızın hiçbir hastalığa izin vermez’ diyerek, üzerinde çalışılmamış, etkisi kesinleşmemiş ilaçların kullanılmaması uyarısını yaptı. ’İneğin yemliği izlemesi, köpeğin iz sürmesi gibi bir doktor da hastalığın işaretini, ilacın izini takip etmeliydi’. Tekrar zamanın tıp sistemini eleştirdi. Derslerin ezbere yürütüldüğü o günlerde klinik uygulama neredeyse yoktu. Otopsi yapılacaksa hoca kitaptan okuyor, asistan yerini gösteriyor ve bir berber ve cerrah kadavrayı kesiyordu. Öğrenciler mezun olana kadar bir tek hasta görmeyi bile hayal edemiyordu. Hiç dağlama yapmadan, bıçak kullanmadan Hipokrat yemini eden öğrenciler arasında ‘kör köre yol açar’ deyişi yaygın bir şakaydı. Bu tür otopsilere karşı çıkan Paracelsus, idam sehpasından ceset çalan anatomistlere güldü.

Hırsızları parçalıyorlar, her şeyi gördükten sonra öncekinden daha az şey biliyorlar. Hastalığın anlaşılması, tanınması için ölü bedene değil canlı vücuda ihtiyaç vardır. Hastalığın ve sağlığın doğası uygulama ile anlaşılır. ‘Bir doktoru doktor yapan iyileştirme sanatıdır, çalışması ve uzmanlığıdır. Ne fakültesi, ne papa ne de üniversitenin imtiyazı onu bir doktor yapar diyerek, bilginin yolunu sadece akademik salonlarda aramadı, gerçeğin doğada olduğunu söyleyerek, doğanın öğretmenliğini kabul etti.

Kendisinin sanatını ve simya çalışmasını eleştirenlere şu sözlerle yanıt verdi: ‘Simyacı doktorlarla övünüyorum. Onlar, aylaklığa uymazlar, görkemli atlaslar, ipekler ve altın yüzüklerle gezmezler. Gece gündüz ateşli hastalarının başlarında olurlar, laboratuarlarında yeni keşifler ararlar. İlaçlarıyla övünerek gevezelik etmezler, çünkü bunun hastalara yaramadığını bilirler. İlaçlarını verirler ve tedavi ederler’. Zamanının öteki hekimleri ise kitaplara bağlıydı, araştırma yapmaz, dünyadaki maddelerin bileşimini bilmez, felsefe, astronomi ve erdemi küçümserlerdi. Paracelsus, bu hekimlere yaşam ve çürümenin nedenini sordu. ’Bir armudu ne olgunlaştırır, üzümü ne yapar? Doğanın simyası. Ottan sütü ne yapar, çorak topraklardan şarabı ne yapar? Bu doğal sindirimdir. Doğa simyayı gerçekleştirir. Böylece, bir hekim de şeyleri olgunlaştırmalıdır’. Agrippa von Nettesheim, çağın baş majisyeniydi ve simyada ustaydı. Paracelsus, imparator Maximillian’ın ve bir çok asilin kişisel doktoru olan Nettesheim’dan çok şey öğrendi.

‘Sagacious Philosophy’ adlı esrinde majiyi, doğa güçlerinin yönetimi olarak, magus’u ise doğanın sırlarına eren olarak tanımlar. Bu sırlara erişmek üzere Würzberg’e giderek orada ünlü bir magus ve simyacı olduğu belirtilen, Sponheim’in başkeşişi, Johannes Trithemius ile tanışır. Tarih ve şiirle ilgilenen etik öğretmeni Trithemius aynı zamanda birkaç kısa derste bir dili veya bir bilimi öğrenmenin yolunu da bulmuştur. Buna, steganografi, çentik yazı adını vermişti. Onun idealarını tekrarlayan Paraculsus, ara sıra hayret verici keşifler yaptığında saygıyla ’trithemius bunu bilmiyordu’ diyerek gururlanıyordu. Doğanın kendi kendine yeterliliğine inanan, doğadaki mükemmel işleyiş ve ahengi, doğa yasalarını tanıyan Paracelsus, doğayı bilen onu sevecektir ve onun güçlerinden yararlanmayı bilecektir’ der. Doğayı örnek alarak, Galen’in “karşıt karşıtı tedavi eder” prensibi yerine, “benzer benzeri tedavi eder” prensibine inanır ve bunu tıbbına uygular. Bu ünlü tıp prensibi, Homeopati Okulunun kurucusu Hahnemann tarafından 19. yy’da canlandırıldı. Günümüzde, bu prensipten köken alan homeopati (1) çalışmaları devam etmektedir.

Paracelsus der ki: ’zehir her şeydedir, zehirsiz hiçbir şey yoktur. Dozajı onu bir zehir ya da bir ilaç yapar’. Onun, “benzer benzere” görüşü homeopatik olduğu kadar kemoterapötiktir (2) de. Sanatını uygularken, dozlarını ayarlayarak kimyasal maddeler kullandı. Arterioskleroz’lu (3) hastalara kışın çiçek açan Hellebore (yılbaşı çiçeği, siyah marulcuk) bitkisini önerdi. Onun dozunu ayarlayarak 50 yaş üstündeki hastalara verdi. Bu bitki kışın çiçek açarak doğanın yenilenme gücünü göstermektedir. Aynı zamanda, “organ organa” ilkesini benimsedi. Bu ineğin organının insana verilmesi şeklinde değil, Makrokozmos (evren) organının, mikrokozmos (insan) organına uygulanmasıdır. Paracelsus anemiden (4) söz eder; kan hastalığıdır ki, makrokozmostaki kan; kırmızı renkli organ Mars’tır. Demir elementinden zengin olması nedeniyle kırmızı görünümdedir ve kana afinitesi (eğilimi, çekimi) vardır. Bu nedenle demir elementi insana verilirse kandaki demir eksikliği giderilecektir. Böylece, hastalara demir bakımından zengin bitki tedavisi uygulanır.

Dr. Martin Luther, ünlü tezlerini Wittenberg’de kilisenin kapısına çivilerken, Paracelsus, İspanya, Macaristan, Danimarka, İngiltere, Litvanya, Prusya, Ukrayna, Romanya ve daha birçok yer olmak üzere dünya turuna başlamıştı. Bir çok hastalığı tedavi etti ancak hiç alkış göremedi. Kendisine yöneltilen suçlamalara karşı hep savunmada kalarak mücadele etmek zorunda kaldı. Tepkisel, taşkın ve sivri dilli olması ona yapılan haksızlıkları daha da artırdı. Akademik çevrelerde çok fazla dostu yoktu, çünkü onların tıbbını eleştiriyordu. Kopenhag kralının annesini tedavi etmesi ise ona önemli bir konum sağladı. Krallığın eczanesini organize etti. Bu arada bir savaşın çıkmasıyla orduda usta cerrah olarak hizmet etti. Bir ara büyük Rus dükü Basil, kültürü getirmek üzere sarayına hümanist, hekim, mimar ve astrologları davet ediyordu. Bilimin gezgin şövalyesi Moskova’ya giden kervana katıldı. Kaderi, orada da karşısına savaşı çıkardı. Moskova Tatarlar tarafından işgal edilince esir alınan Paracelsus, Tatar Şamanları ile yakınlık kurdu. Onun Şamanlardan majik teknikler öğrendiği söylendi. İstanbul’a görevle giden bir Tatar prensinin onu da beraberinde götürmesiyle orada adı bilinmeyen ünlü bir magus’tan yaşam iksirinin formülüyle Felsefe Taşı’nı (5) aldığı da söylendi. Paracelsus, bu magus’tan özel bir fomül öğrenmiştir ve LAUDANUM adını verdiği bu ilacı, çok acil durumlar olmadıkça kullanmazdı. Laudanum’unun bir ölüyü bile diriltebilecek güçte olmasıyla övünürdü. Hatta kılıcının kabzasında özel olarak yaptırdığı haznede laudanum‘u saklar, formülü ise tamamen gizli tutardı.

İstanbul’dan kutsal topraklara, oradan Rodos’a, Venedik yoluyla da Salzburg’a geldiğinde bu kez, reformistler bir isyan dalgası başlatmıştır. Onların yaralarını tedavi ettiği, aralarında mesaj taşıdığı gerekçesiyle tüm Salzburglular gibi o da tutuklanır. Paracelsus, o günlerde binlerce kişinin asıldığını, işkence gördüğünü yazar.

Çalışmaları sırasında bizmut, çinko ve kobaltı tanımlar. Saflaştırma-karıştırma tekniğini geliştiren geliştiren Paracelsus’un ‘kimya’ kelimesini ilk kullanan kişi olduğu söylenir. Modern kimya sınıflamasından önce O, çözeltileri, maddeleri gruplara böler. Bir damla sirkenin, bir fıçı şaraba dönüşebileceğini gösterir. Simya çalışmaları yani basit anlamda kurşunu altına çevirme ya da saf olmayanı saflaştırma teknikleri nedeniyle ona altın yapıcısı denildi ve kitapların editörü ona Aureolus adını verdi. O, metallerin özelliklerini iyi biliyordu. Onların dönüşümlerini, nasıl bir gelişim gösterdiklerini maden ocaklarında gözlemlemişti. Metaller de evrim geçiriyor ve saflaşıyordu. Her şeyi mükemmel kılan eliksir’in tüm maddeleri ilk maddeye, prima materiaya dönüştürdüğünü ve yaşamı uzattığından söz etti. Her varlıkta bulunan yaşam özüne archeus, bizi yenileyen, onaran güce de arcanum adını verdi. İlaçlarında bu arcanumları kullandı ve bir doktorun sanatının bu arcanumlarda bulunduğunu söyledi. Bu tıp sanatında kimyasal maddelerin kullanımıydı. Reçeteleri kopyacı ve bilgisiz doktorlardan korumak için kapalı fomüller ve sembolik ifadeler kullandı. Ona göre, hastalığın belirlenmesinde vücudun doğal siklusu izlenmeliydi. Doğal hastalıklar ya vücudun ya da elementlerin yapısındaki karışıklıklardan köken alırdı. Kalıtsal faktörleri de göz ardı etmezdi. Biyolojinin kalıtım prensiplerini anlamaya çalışarak doğanın yapısını da anlamaya çalıştı. İnsan vücudu simyasal bir mutfaktı. Aşçı simyacı, besinleri, et, kemik, saç, yağ vs. dönüştürüyor, özümseyemediğini ise atıyordu. Archeus (yaşam özü), besleyici elementlerden zehirli olanları ayırırdı. Doktorun görevi, archeus’a yardım etmekti, bu amaçla ya zehirin atılma yolunu bulmalı ya da atılmasında tere yardım etmeliydi. Archeus, doğanın bir gücü, insan ise evrenin bir molekülü, mikrokozmos idi. Bugün bilim adamları archeus’a hücrenin canlı hafızası, arcanum’a ise element adını vermektedirler.

Basle’da ünlü basımcı, Froben’in bacağını tedavi edip kesilmekten kurtarmasıyla birlikte Froben’in yakın arkadaşı ünlü hümanist, hicivci (satirist) Erasmus’u da tedavi edince, belediye doktorluğuna atandı ve üniversite öğretmenliğinin kapısı açıldı. Basle Üniversitesi’nde verdiği dersler, iki açıdan devrim niteliği taşır; ilki Latince yerine derslerini yerel dille, Almanca vermesi, diğeri ise alışıldık biçimde Galen ve Avicenna’nın (İbn-i Sina) kitaplarının ezberletilmesiyle verilen eğitim yerine kendi deneyimlerine dayanarak ders vermesidir. Hastaları kendisi muayene eder, öğrencilerine konsültasyon yaptırır, onları pratiğe yönlendirir. Tüm bunlar tepkilere yol açarken bir olay daha olur ki bununla herkesi karşısına alır. St. John gününde kutlamalar için yakılan ateşte İbn-i Sina‘nın ünlü Canon’unun özeti olan kalın bir cildi yakar ve şu sözleri haykırır: ‘Doktorlar, hastalar sizin için kitabınız, hasta yatağı çalışmanızdır. Amacı, tıp eğitimini ezbercilikten kurtarmaktır. Bu nedenle Martin Luther’in Papal Bull’u yaktığı gibi Canon’u yakmasıyla Tıbbın Luther’i adını alır. Ancak, belediye meclisi üzerine yapılan baskılar nedeniyle zorla Basle’dan uzaklaştırılır.
 
Nüremberg’e giden Paracelsus, burada sifilizli hastaları tedavi ederek birkez daha ün kazanır. ‘Fransız Hastalığının Nedenleri ve Kökenleri Üzerine’ adlı çalışmasının ilk bölümleri yayınlanırken, devamı yasaklanır. Paracelsus, civanın dozunun ayarlanmasıyla bu hastalığın tedavi edebileceğini gösterir. Bilmeyenleri kullanmamaları için uyarır. Dozajdan ilk söz eden odur ve arcanumun etkisinin önemli olduğunu, ‘Paragranum’ gibi küçük hacimli kitaplarına temel öğretilerini sığdırmış ve tıbbın 4 sütüna dayandığını söylemiştir. Bunlardan
FELSEFE, bu doğal felsefeydi ki tıbbın giriş kapısıydı,
ASTRONOMİ, evrenin bilgisiydi, tıp çalışmalarının da ön koşuluydu,
ALKEMİ (simya), mükemmelleşmenin yoluydu ki, biokimya ve farmakolojiye yol açtı.
ERDEM , doktorun profesyonel kafası, hastanın yaşam gücünü harekete geçirmedeki yeterliliğiydi ki, diğer üç sütunu bir arada tutmak için zorunluydu.
Hastanın tiniyle iletişim olmalı, onun vücudunu anlayabilmek için hissetme ve temas yeteneğine sahip olmalıydı. Doktor-hasta iletişimine inanmak alışılmadık bir şeydi. Reçetelerini kopyalayan hırsızları hor gördü, onlar içlerinde hastayı anlayabilme yeteneğini kaybetmişlerdi; erdemden yoksundular. Küçük rutin vakalar dışında hastaya yardım edemiyorlardı. Zenginler, prensler, tüm varlıklarını ortaya döküyor ancak kendilerini iyileştirecek doktor bulamıyorlardı. Hastalar kaderlerine terk edilmişti, doktor hatası nedeniyle her yer sakatlar ve tabutlarla doluydu. İyi bir doktor, güçlü bir fikre sahip olmalıydı. Tedavi etmedeki başarısını büyük ölçüde sağlığı harekete geçirecek, güvenle birlikte bunu hastaya hissettirebilecek yeteneğine sahipti. Sözünü ettiği erdem, bireyin gücünün fark edilmesi ve zekanın yaratıcılığının ortaya konulmasıydı.

‘Beni doğa düzenler, ondan doğdum ve onu izledim. O beni, ben onu bilirim. Işık olan ondadır, onda olanı görürüm. ’

Hiçbir zaman yerleşik hayat bulamamasının, izole edilmesinin verdiği acıyı şöyle dillendirir: ‘Doğa beni yerleşimcisi olarak tanımadı. Babamın memleketini memleketim yaptım ancak çabuk ayrıldım. Polonya, Litvanya ve Prusya’ya sürüldüm, bu da onlara yetmedi. Almanlar, Hristyanlar, okullar, rahipler benden hoşlanmadı. Fakat, teşekkür ederim tanrım, hastalarım benden hoşlandı.’
Tüm hastalıkların nedenini vücudun onlardan kurulu olduğu üç temel mistik elementin kapısına dayandırdı.
·         Sülfür: gaz ve yanıcı elementler olarak bilinir ki, ruhun kuvvetleridir.
·         Civa: sıvı elementler olarak bulunur ki, zekanın kuvvetleridir.
·         Tuz: katı elementlerde bulunur ki, maddenin prensibidir.
Sağlıkta bunlar ayrışmaz bir şekilde dengededir hafif ayrışmaları hastalığı tamamen ayrışmaları ise ölümü oluşturur.

Gut hastalığını tedavi ederek kendini bir kez daha kanıtladı. Oluşan asit birikimi nedeniyle eklemlerde ağrıya neden olan bu tip birikimlere, cehennem gibi yandıklarından ‘tartarus’ adını verdi. Romatizma, artrit, gut, taş ve kum birikimi, lumbago, siyatik gibi hastalıkları ‘tartarik hastalıklar’ grubu altında tedavi etti. Tüm hastalıklarda olduğu gibi jinekolojik hastalıklarda da vücudun bütününü ele aldı ve yaşam gücünü harekete geçirmeye çalıştı. Bu yaşam gücü bugün biyolojide’’vitalizm’ adını almıştır. İnsanın, evreni oluşturan maddelerle beslendiğini, büyümelerini yöneten ve bozan yasalara tabi olduğunu ileri sürdü. Her canlı birdi bireysel olarak yapılanmıştı ve doğa yasasını izlerdi. Bu biyolojik bir devrimdi ki doğaya ait olan yine doğaya verilmişti. Psikosomatik hastalıkların cinlerin işi olmadığını, doğal olduklarını belirtti. Köken psikolojikse öncelikle ruhun dengelenmesini sonra fiziğin tedavi edilmesini önerdi. İlk olarak manyetizmayı kullanarak birçok hastalığı tedavi etti. Örneğin, epilepsi ve kitlenmiş bir çenede, extremitelere (kollar ve bacaklara) özel olarak ayarlanmış mıknatıslar tutturup ardından uygun ilaçlar verilerek tedavinin etkili olabileceğini gösterdi.

Yaşamını son yıllarında Paracelsus ılımlı, alçakgönüllü ve toleranslı oldu. Tüm zamanını meditasyon ve fakirlere yardımla geçirdi. Vasiyetinde paralarını fakirlere, tıp aletlerini ise berberlere bıraktı. ’Büyük Cerrahi Kitabı’ adlı eserini 1536’da yayımlandığında büyük etki yarattı. Bununla beraber ‘ Büyük ve Küçük Dünyanın Anatomisi ve Destansı Felsefe’ en hacimli çalışması olmuştur. Burada, sihirsel inançları, batıl itikatları özetledi. Evren, kurtuluş, astroloji, geometri, meteoroloji, kozmografi vb. konularını açıkladı. Vasiyetini onaylattıktan üç gün sonra vefat etti. Ne acıdır ki el yazmalarını ne öğrencileri ne de yakınları sahiplendi.

Öğretilerinin takipçilerinden biri de Giordano Bruno idi. Bruno, ’harika bir doktor olarak kim Paracelsus’tan sonra Hipokrat’la benzerdir‘ demiştir.
 
Ünlü psikiyatrist Carl Jung‘da onun çalışmalarıyla ilgilendi. Paracelsus’un ölümünün dörtyüzüncü yıldönümünde Einsiedeln’de onunla ilgili bir ders vererek bu harika hekimi onurlandırdı. Bugün, hakkında bilimsel makalelerin yazılmaya devam ettiği bu ilginç ve büyük kişilik, kendisi gibi büyük insanlarla birlikte eski ideaların, felsefelerin ve bilimlerin yeniden şekillendirilebileceğini, engellerin aşılmasında, karanlık vadiyi geçerken insanlığa meşale olarak nesilden nesile hizmet edilebileceğini göstermektedir.

Paracelsus, Giordano Bruno ve tüm büyük filozoflara, insanların geleceğine kurulan sarsılmaz köprüler oldukları için, yürekten teşekkürler…
Gülsen Çelik
Yeni Yüksektepe Dergisi

1- Homeopati’de belirli bir hastalık için kullanılacak ilaçlar, eğer sağlıklı kişiler üzerinde uygulanırsa o hastalığın belirtileri görünür. İlk başta görülen belirtiler ile hastanın genel bedensel ve ruhsal durumuna çok dikkat edilir. Dozaj konusu çok hassasiyet gerektirir.
 
2- Kemoterapi:Çeşitli kimyasal maddelerle tedavi;ilaç tedavisi. Genellikle bakterilere karşı.
 
3- Arterioskleroz:Atardamar duvarında genel olarak bağ dokusu artışı ya da kalsiyum tuzlarının birikmesi ile oluşan damar sertliği.
 
4- Kansızlık diye bilinen, kanda oksijen taşınmasında yardımcı olan hemoglobin miktarının düşmesi.
 
5- Felsefe Taşı veya ‘Fırlatma tozu’maddenin dönüşümüne yardımcı, bazılarına göre diğer metalleri altına dönüştüren güçlü ama ince bir maddedir. Ezoterik (içrek) olarak insanın yükselmesi ve alt etkenlerden bağımsız olmasını temsil eder.