10 Nisan 2021

Halil Cibran-Zamansız Sözler

Bir adam aysız bir gecede komşusunun bahçesine girdi ve bulabildiği en büyük kavunu çalıp evine getirdi. Kavunu kestiğinde kelek olduğunu gördü. O zaman bir mucize oldu! Adamın vicdanı harekete geçti ve kavunu çaldığına pişman oldu.
 
Güç ve hoşgörü birbirine eşittir.

Hiç kan dökmemiş katilleri, bir şey çalmamış hırsızları ve aldatmamış yalancıları bağışladığında, gerçekten affetmeyi seven bir bağışlayıcı olursun. 

Kendini av gibi gösteren avcıya ne diyeyim? 

Tahtlarını kurmak için, kalplerinin mutluluğu için, Arap olana karşı Dürzü’yü silahlandırdılar. Sünni ile boğuşması için Şii’yi teşvik ettiler. Bedevi’yi öldürmesi için Kürd’ü desteklediler. Hıristiyan ile tartışması için Müslüman’ı cesaretlendirdiler. Ne zamana kadar annesinin kucağında kardeş kardeşle kavga eder? Sevgilinin mezarı başında ne zamana kadar komşu komşuyu tehdit eder? Allah’ın gözü önünde haç hilalden nereye kadar uzaklaşır?

Bir keresinde avucuma sisi doldurdum. Sonra açtım ve işte, sis bir solucan olmuştu. Sonra bir daha yumdum ve açtım avucumu ve orada bir kuş duruyordu. Ve avucumu bir daha yumup açtım ve bu sefer içinde bir insan vardı, yüzünde hüzün, yukarı bakan. Derken bir daha yumdum avucumu ve tekrar açtığımda orada sisten başka bir şey yoktu. Ama kulaklarımda giderek artan bir boşluğun şarkısı vardı.
 
 Ancak fırsatları değerlendirmeyi bilen, şakadan anlar.
 
Artık bir bahçıvan olamayacak olan bankerin hali ne üzücüdür?
 
Gözlerindeki nefreti dudaklarındaki aptal gülümsemeyle kapatmaya çalışan kimse ne ahmaktır!

Elbiseni, ona kirli ellerini silene ver. Belki o gereksinim duyabilir o elbiseye; ama senin artık ihtiyacınız olmaz.
 
Bin bir türlü ifadesi olan bir yüzle; bir kayaya yapışıp kalmış bir midye gibi tek bir ifadesi olan yüz gördüm. Parlak görünümü ile içerideki sıradanlığın saklandığı bir yüz ile; parlak görünümü ile içerideki güzelliğin belirginleştiği bir yüzü gördüm. Kırışıklarla dolu, ancak hiçbir anlam taşımayan yaşlı bir yüz ile; üstünde her şeyin apaçık göründüğü taptaze bir yüz gördüm.Yüzlere kendi gözlerimin örülmüş olduğu doku aralıklarından baktığım ve saklamakta oldukları gerçeği hep aradığım için, onları ben tanıyorum.
 
Rüzgârgülü rüzgâra dedi ki, “Ne kadar sıkıcı ve tekdüzesin! Yüzümden başka bir yerde esemez misin? Bana Tanrı vergisi olan dengemi bozuyorsun. ”Ve rüzgâr cevap vermedi, sadece boşlukta güldü.
 
İnsan ilk kez toprağı kazıp içine tohum ektiğinde, medeniyet başladı. İnsan toprağa ektiği tohumlarda güneşin sevgisini gördüğünde, din başladı. İnsan güneşi, bir şükran ilahisiyle yücelttiğinde, sanat başladı. İnsan toprağın ürününü yiyip sindirdiğinde, felsefe başladı.


Sedef, ancak denizin görüşüyle inci olur ve kömür, zamanın görüşüyle elmas olur.


Kar beyazı bir yaprak kâğıt dedi ki, “Saf yaratıldım ve o sonsuza kadar saf kalacağım. Ben kararmaktan ya da kirlenmektense, yanmayı ve beyaz küle dönüşmeyi yeğlerim.” Mürekkep şişesi kâğıdın söylediklerini işitti ve karanlık yüreğiyle güldü; ama ona yaklaşmaya cesaret edemedi. Ve rengârenk kalemler de kâğıdı duydular ve onlar da ona yaklaşmadılar. Ve kar beyazı bir yaprak kâğıt sonsuza kadar saf ve bakir kaldı; saf, bakir ve boş olarak.
 
Yaratılıştaki her şey sizin içinizdedir ve içinizdeki her şey yaratılıştadır. Siz en yakın şeylerle sınırsız bir temas içindesiniz ve dahası, mesafe, sizi uzaktaki şeylerden ayırmak için yeterli değildir. En aşağıdakinden en yücesine, en küçüğünden en büyüğüne her şey, içinizde eşit bir şekilde var olur. Tek bir atomda, dünyadaki tüm elementler vardır. Tek bir damla su, okyanusların tüm sırrını içinde barındırır. Aklın tek bir hareketi, var oluş yasalarının tüm hareketlerinde yer alır.
 
Aranızda, özündeki sevme gücünün sınırsızlığını hissetmeyen var mıdır acaba? Yine de bu hudutsuzluğuyla aynı sevginin, bir sevgi düşüncesinden diğerine, bir sevgi davranışından bir başkasına, kendi varlığının tam orta yerinde sımsıkı ve hareket etmeden durduğunu kim hissetmez?


Ve zaman da, tıpkı sevgi gibi bölünemez ve ölçülemez değil midir? Yine de eğer düşüncenizde zamanı mevsimlerle ölçmek isterseniz, her mevsimin diğerlerini içermesine izin verin. Ve bırakın bugününüz, geçmişi anılarla, geleceği ise özlemle kucaklasın.
 
 Biz zamanı sayısız güneşlerin hareketleriyle ölçeriz; onlarsa, ceplerinde taşıdıkları küçük aletlerle ölçerler. Öyleyse söyle bana,Tanrı aşkına, onlarla aynı yerde ve aynı zamanda buluşmamız nasıl mümkün olur?
 
İçinizde zamana bağlı olmadan var olan öz, yaşamın zamandan bağımsızlığının zaten farkındadır; ve bilir ki, dün bugünün anısı, yarın ise bugünün rüyasıdır. Ve yine bilir ki, içinizde şarkı söyleyen veya düşünen özünüz, hala yıldızları uzaya dağıtan o ilk an’ın içinde devinmektedir.
 
İyiliğinizin, üstün beninize duyduğunuz özlemde saklı ve bu özlem her birinizde mevcut. Ancak bazılarınızda bu özlem, yamaçların gizemini ve ormanın ezgilerini taşıyarak, büyük bir güçle denize doğru akan bir sel gibidir ve diğerlerinde ise, dönemeçlerle ve kavislerle yolunu kaybeden, kıyıya ulaşmadan önce oyalanıp duran durgun bir ırmağa benzer. Yine de özlemi fazla olanın, az olana “Neden bu kadar yavaşsın, neden duraklıyorsun?” demesine izin vermeyin. Çünkü gerçekten iyi olan, ne çıplak birine, “Neden elbisen yok?” diye sorar, ne de evsiz olana “Evine ne oldu?” der.
 
Topalın koltuk değneğini düşmanın kafasında kırmaması, sağduyunun gereğidir.

Siz, sayısız konuda iyisiniz ve iyi olmadığınızda ise, kötü değilsiniz. Sadece oyalanıyor ve tembellik ediyorsunuz. Ne yazık ki, geyikler kaplumbağalara çevikliği öğretemiyor.
 
İyi ile kötüyü ayıran çizginin üzerine parmağını koyabilen kişi, aslında Tanrı’nın giysisinin kenarına dokunur.
 
 Amacınıza doğru sağlam ve cesur adımlarla ilerlediğinizde iyisiniz; Fakat oraya topallayarak gittiğinizde de, kötü değilsiniz. Çünkü topallayanlarınız bile geri gitmez. Fakat güçlü ve hızlı olanlarınız, incelik gösterin ve topal birinin yanında asla topallamayın.
 
Doğaldır ki, meyve köke “Benim gibi, olgun, dolgun ve bol bol veren ol” demez. Çünkü, almak nasıl kök için bir ihtiyaçsa, meyve için de vermek bir gereksinimdir.


Olgunluğa ermek istiyorum. Ama ben, üzerinde akıllı canlıların yaşadığı bir krallığa dönmeden bu mümkün mü? Aslında yeryüzündeki her insanın yanılgısı bu değil mi?
 
Siz, kendinizden bir şeyler vermeye çabaladığınızda iyisiniz; Kendiniz için bir kazanç sağlamaya çalıştığınızda ise, kötü değilsiniz. Çünkü bir şey kazanmak için uğraştığınızda, toprağa tutunan ve onun göğsünde beslenen bir kök gibisiniz.


Eğer insanlara boş elimi uzatır ve bir şey alamazsam çok üzücü; ama asıl ümitsiz durum, dolu elimi uzatıp kabul edecek kimseyi bulamamamdır.


 Gerçekten de iyilik, acıktığında en karanlık mağaralarda bile yiyecek arar ve susadığında kirli, durgun sulardan bile içer.
 
 Siz, kendinizle bir olduğunuzda iyisiniz; bununla birlikte, kendinizle bir olmadığınızda, kötü değilsiniz. Çünkü parçalanmış bir aile eşkıyaların ini değildir; sadece parçalanmış bir ailedir. Ve dümensiz bir gemi, tehlikeli adalar arasında amaçsızca dolaşır durur, ama dibe batmaz.
 
İyilik ve kötülük hakkında söylenenlerin hepsi doğru olsaydı, bütün hayatım suçlar silsilesinden ibaret olurdu.
 
Kötü yanımın hiçbir zaman bana zarar vermemiş olması, ama içimdeki erdemin bana zarardan başka bir şey getirmemesi ne gariptir.
 
Ancak yüzünü Güneş’e çevirmiş olanlarınızı, toprak üzerine çizilmiş imajlar durdurabilir mi? Eğer rüzgârla yolculuk ediyorsanız, hangi rüzgârgülü yönünüzü çizebilir? Eğer boyunduruğunuzu kırarsanız, ama başka birinin hücresinin kapısında değil, hangi kanun sizi sınırlayabilir? Ve eğer dans ederseniz, ama başka birinin zincirlerine takılıp sendelemeden, hangi kanun sizi korkutabilir? Orpheus halkı, davulun sesini boğabilir, bir lirin tellerini gevşetebilirsiniz, ama bir tarla kuşuna şarkı söylememesi için kim emir verebilir ki?


Dansçılardan nefret eden yeteneksiz biri için ne diyebiliriz? Veya boyunduruğundan hoşnut olup, ormanındaki geyiği başıboş bir serseri olarak yargılayan bir öküz için? Peki, derisini dökemediği için, diğerlerini çıplak ve ahlaksız olarak niteleyen yaşlı bir sürüngene nedemeli? Veya bir düğün şölenine erkenden gelen, iyice karnını doyurduktan ve yorulduktan sonra, yemekleri ve eğlenceyi kötüleyen biri için? Bunlar hakkında söyleyebileceğim tek şey, hepsinin güneş ışığı altında oldukları halde, Güneş’e sırtlarını dönmüş olduklarıdır. Onlar salt kendi gölgelerini görebilirler ve bu gölgeler, onların kanunları olur. Ve onlar için Güneş, bir gölge yaratıcısından başka ne olabilir ki? Ve onlar için kurallara uymak, başlarını yere eğip, toprak üzerindeki gölgelerini izlemekten başka bir şey değildir.
 
 Bazı insanların erdemi, bize zenginliğe önem vermememizi öğretmeleridir.


 Gerçek dansınızı, toprak el ve ayaklarınızı geri istediğinde yapacaksınız.
 
Yalnızca içinizdeki iyilikten bahsedebilirim, kötülükten değil. Çünkü kötülük, kendi açlık ve susuzluğu içinde azap çeken iyilikten başka ne olabilir ki?


Siz kurallar koymayı çok seversiniz, ama kuralları bozmayı daha çok seversiniz. Tıpkı okyanus kıyısında sabırla kumdan kuleler yapan, sonra da kahkahalarla onları deviren çocuklar gibi. Ancak siz kumdan kulelerinizi yaratırken, okyanus kıyıya kum taşımaya devam eder. Ve siz onları yerle bir ederken, okyanus da sizinle birlikte güler. Gerçekten de okyanus, daima masum olanla beraber güler.


Ayrılık günü, aynı zamanda toplanma günü mü olacak? Benim akşamımın aslında şafağım olduğu söylenecek mi? Sabanını tarlanın ortasında bırakana, üzüm cenderesinin çarkını durdurana ben ne verebilirim? Kalbim meyveyle yüklü bir ağaca dönüşse de derleyip onlara sunabilsem. İştiyakım bir pınar gibi aksa da kaplarını doldurabilsem. Bir yücenin elinin dokunmasını bekleyen bir harp mı, yoksa nefesinin içimden geçeceği bir flüt müyüm? Sessizliğin arayıcısı olan ben, sessizlik içinde başkalarına güvenle dağıtabileceğim nasıl bir hazine buldum? Eğer bugün hasat günüyse, hangi tarlalara ve hangi anımsanmayan mevsimlerde tohumları ekmiş olabilirim? Ve eğer fenerimi yükselteceğim saat gelmişse, içinde yanan benim alevim olmayacak. Kendimi bomboş ve karanlık hissederek fenerimi kaldıracağım. Ve gecenin bekçisi fenerimin içine yağı koyacak; onu yakacak da.
 
 Kadim annemin oğulları, medcezir süvarileri... Ne kadar sık benim rüyalarıma yelken açtınız. Şimdi benim uyanışıma geldiniz ki bu benim en derin rüyam olmalı. Gitmeye hazırım ve şevkimin yelkenleri rüzgârı bekliyor. Bu durgun havadan sadece bir nefes daha alacağım, sadece bir bakış daha geriye, sevgi dolu. Ve sonra aranızda yerimi alacağım, gemiciler arasında bir deniz yolcusu olarak ben. Ve sen, engin deniz, uyuyan anne, nehrin, ırmağın özgürlüğü...Bu nehir sadece bir kıvrım daha yapacak, bu arazide bir kere daha çağıldayacak... Ve ben sana geleceğim, sınırsız okyanusa sınırsız bir damla...
 
Nasıl huzur içinde ve üzülmeden gidebilirim? Hayır, ruhum yara almadan bu şehri terk etmeliyim. Duvarlar arasında acı dolu geçen uzun günler, yalnızlık içinde uzun geceler; kim acıdan ve yalnızlıktan pişmanlık duymadan buradan kopabilir? Bu caddelere ruhumdan o kadar çok parça saçtım ki, özlemimin o kadar çok çocuğu bu tepelerde çıplak dolaştı ki, sıkıntı ve ıstırap çekmeden onlardan kendimi ayıramam. Bugün üstümden çıkardığım bir giysi değil, kendi ellerimle yırttığım derim, kabuğum. Geride bıraktığım bir düşünce değil, açlık ve susuzlukla tatlandırılmış bir gönül. Yine de daha fazla oyalanamam. Her şeyi kendine çeken deniz beni de çağırıyor; yola çıkmalıyım. Çünkü kalmak, saatler geceyle yanarken, donmak, kristalleşmek ve bir kalıba dökülmek demek. Buradaki her şeyi memnuniyetle yanıma alırdım, ama nasıl? Bir ses, dili ve ona kanat olan dudakları taşıyamaz. Boşluğu yalnız başına aramalı. Ve kartal, tek başına, yuvasını taşımadan Güneş’e uçmalı...
 
Para sahte sevginin kaynağı, sahte ışığın ve talihin kaynağı; zehirli suyun kuyusu, eski çağın çaresizliği!
 
İkiniz öldükten sonra, düşmanınla aranız düzelecek.
 
Eğer benim matemimi kahkahaya, tiksintimi coşkuya, aşırılığımı normale çevirmek isteyen varsa; ona düşen, bana Doğulular arasında adaletli bir yönetici, dürüst bir kanun koyucu, bilgeliğiyle amel eden bir dini lider, karısına kendi nefsine baktığı gözle bakan bir koca göstermektir. Beni dans ederken görmek ve davul zurna çalarken duymak isteyen; beni mezarlar arasında durdurmamalı, düğün evine çağırmalıdır.


Batının Ruhu dostumuzdur, eğer onu kabul edersek, düşmanımızdır eğer ona teslim olursak; dostumuzdur ona kalplerimizi açarsak, düşmanımızdır kalplerimizi ona teslim edersek; dostumuzdur ondan bize uygun olanı alırsak, düşmanımızdır ona uymak için kendimizi kullandırtırsak.
 
Tanrım, düşmanım yok. Ama ille de bir düşmanım olacaksa, gücü benim gücüme denk olsun ki, yalnızca hak üstün gelsin.
 
Soyunun, ülkenin ve benliğinin yobazlığından kurtulup biraz bunların üzerine çıkabilseydin, gerçekten tanrısal olurdun.
 
Güçsüz bir ulus, güçlü olanlarını zayıflatır ve güçlü bir ulusun zayıf olanlarını güçlendirir.


 Her ulus, kendi bireylerinin eylemlerinden sorumludur.


Devlet adamı bir tilki, düşünürü bir hokkabaz ve sanatı yamama ve taklit olan o ulusa ne yazık.
 
Ne yazık o ulusa ki bilgileriyle yıllardır dilsiz ve güçlüleri beşiktedir henüz.
 
 Ne yazık o ulusa ki parçalara bölünmüş, her parçası kendini bir ulus sanır.
 
Rüyasında mağduriyetiyle savaşan, uyanıkken kusurlu olana boyun eğen ulusa yazık.
 
Sesini bir cenazede yükseltmeyen, sadece mezarda saygı gösteren, isyan etmek için boynu kılıcın altına girene dek bekleyen ulusa yazık.
 
Yaşamımda kulakları keskin bir adam tanıdım. Dilini bir savaşta yitirmişti. Bu adamın kendisini büyük sessizliğe mahkûm eden o belâ başına gelmeden önce dövüştüğü savaşları iyi biliyorum ben. Doğrusu onun ölmüş olması beni çok mutlu ediyor. Çünkü dünya ikimize yetecek kadar geniş değil.
 
Bir Fatihi davul ve zurnayla karşılayan, sonrada onu başka bir Fatihi karşılamak için davul ve türkülerle kovalayan ulusa yazık.


 Fatihin heybetini, erdemin kusursuzluğu olarak gören ve gözlerinde fatihin çirkinliği güzelliğe dönüşen, fethedilmiş ulusa yazık.
 
Dinden inanca, köy yolundan şehir sokaklarına, ilimden mantığa kayan ulusa yazık.
 
 Eğer ödülse dinin amacı, eğer vatanseverlik kişisel çıkarlar demekse ve eğer eğitim ilerlemek içinse, o zaman inançsız, vatan haini ve cahil bir adam olmayı yeğlerim.
 
Giydiğini dikmeyen, ektiğini yemeyen, içtiği pekmezi ezmeyen ulusa yazık.


Sana kral diyorlar ve sarayına almak istiyorlar Mesih İlân ettiler seni. Yine de kutsal yağı kendilerine sürerler. Evet, senin hayatından geçiniyorlar.
 
Cennet orada, şu kapının ardında, hemen yandaki odada; ama ben anahtarı kaybettim. Belki de sadece koyduğum yeri unuttum.
 
Kardeşlerim, her kim olursanız olun, ister kilisenizde tapının, ister tapınağınızda diz çökün, ister caminizde dua ediyor olun, sizi seviyorum. Siz ve ben bir inancın çocuklarıyız. Çünkü dinin değişik yolları hepimize uzanmış O yüce varlığın sevgili parmaklarıdır.
 
Uzun zaman önce, çok sevdiği ve insanlar tarafından çok sevildiği için çarmıha gerilen bir adam yaşardı. Daha dün O’nu üç kez gördüğümü söylesem belki şaşırırsınız. İlkinde bir fahişeyi bir polisin elinden kurtarmaya çalışıyordu. İkincisinde bir ayyaşla şarap içiyordu; üçüncüsünde ise kiliseyi propaganda aracı olarak kullanmak isteyen bir adamla kavgaya tutuşmuştu.
 
 Kutlu Dağ’ı duymuşsunuzdur. Dünyadaki en yüksek dağdır. Doruğuna varsaydın, sende tek bir arzu kalırdı; aşağıya inip en derin vadide oturanlarla beraber olmak. O’na bu yüzden Kutlu Dağ denmiştir.
 
Ey çarmıha gerilen, sen kalbimin üzerinde çarmıha gerildin. Ellerine çakılan çiviler kalbimin duvarlarını delip geçti. Ve yarın bir yabancı bu Golgota’dan(Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği yer, Kudüs) geçtiğinde, burada kan kaybeden iki kişinin kanının olduğunu bilmeyecek. Yalnızca bir adamın kanı sanacak onu.
 
Nasıralı İsa her yüzyılda bir, Lübnan dağları arasında bir bahçede Hıristiyan İsa’yla buluşur. Uzun uzun konuşurlar.
 
Her defasında Nasıralı İsa, Hıristiyan İsa’ya, “Dostum korkarım hiçbir zaman anlaşamayacağız,” diyerek kendi yoluna gider.


Eğer var oluş, var olmamaktan daha iyi olmasaydı, hiçbir varlık olmazdı.
 
İnsanlık, ezel vadilerinden ebed denizine akan bir ışık nehridir. 

Hem sonsuz ölçüde büyük olan ve hem de sonsuz ölçüde küçük olan biziz ve biz aynı zamanda ikisi arasındaki yoluz.
 
 Ben, bu ulu okyanusta bir damlayım yalnızca.
 
Kardeşlerim şimdi ne söylüyorsam tek yürekten, yarın söylenecek binlerce yürekten. 

Beni sempatilerinin sütüyle besliyorlar; oysa bilseler benim o mamadan daha doğduğum gün vazgeçtiğimi.
 
İnsan, binlerce yıl evvel, deniz ve rüzgârın sözcükleri kendisine hediye etmesinden önce; sık ormanlar içinde kaybolan benliğini arayan, zihni karışmış bir yaratıktı. Durum bundan ibaretken, yalnızca dünü bilen cılız seslerle eski günlerimiz hakkında nasıl yorum yapabiliriz?
 
İnsan kalbi yardım için yakarır insan ruhu kurtuluş için yalvarır. Duymadığımız anlamadığımız için çığlıklarına kulak vermeyiz. Ancak duyana ve anlayana deli deriz ve ondan kaçarız.
 
İnsanın içinin zenginliği yüzünü güzelleştirir ve sevecenlik ve saygıyı doğurur onda. Her varlığın canı gözlerinde, çehresinde, bedeninin tüm devinimlerinde ve her türlü davranışlarında ortaya konmuştur.
Görünüşümüz, sözlerimiz ve tavırlarımız kendimizden daha büyük değildir. Çünkü can bizim yuvamız, gözler onun pencereleri ve sözlerimiz de onun bildiricileridir.

 Dostum, ben göründüğüm gibi değilim. Görüntü, kuşandığım bir giysidir ancak beni senin kuşkularından ve seni benim ihmallerimden koruyacak dikkatle dokunmuş bir giysi.
 
Kalbiniz gecelerin ve gündüzlerin sırrını sessizce bilir Ancak kulaklarınız, kalbinizin bilgisini işitmek için deli olur.
 
Kalplerimizin esrarına ancak kalpleri sırlarla dolu olanlar yol bulabilir.


Düşüncelerinizde daima bildiğinizi, kelimelerde de bileceksiniz. Rüyalarınızın çıplak bedenine parmaklarınızla dokunabileceksiniz ve böyle de olması gerekir.
 
Malınızı çalmak için fazla vicdanlı olan bazı insanlar, düşüncelerinizi bozmakta bir sorun görmezler.


Özel ve ayrımcı olmayalım. Unutmayalım ki, şairin aklı da, akrebin kuyruğu da gururla aynı yeryüzünden yükselir.
 
Yüreğin bir volkansa eğer, avuçlarında çiçekler açmasını nasıl umabilirsin?

 Yavaş bir doğuştaki Tanrı’dır, insan.
 
Benim varlığımın sonu yoktur. İnsanın ruhu, Tanrı’nın yaradılışta kendinden ayırdığı meşaledir.
 
Ruhun üstün hali, aklın isyan ettiğine bile boyun eğmektir. Ve aklın en alçak hali, ruhun boyun eğdiğine karşı isyan etmektir.
 
Ruhlarınız, nice nice zamanlar bir harp sahnesidir ve burada aklınız ve muhakemeniz hırs ve şehvetinize karşı savaşlara girer. Elimden gelseydi, ruhunuz içinde barış sağlamak, unsurlarınız arasındaki ahenksizliği ve rakipliği birliğe ve ahenge çevirmek isterdim.
 
Ruhun arzuladığı her şey ruh tarafından yerine getirilir.
 
Ruhlar sevinçlerinin ışığında yükselirken benim ruhum ihtişamla kederin
karanlığında yükselir. Ben Sen’im: Gece! Ve sabahım geldiğinde benim devrim de bitecektir.


Yedi kez ruhumu kınadım:
 
İlki
Yükseklere ulaşmada zayıflık gösterdiğini gördüğüm zaman. 

İkincisi
Dosdoğru gidenlerin önünde sekmeye başladığını gördüğüm zaman. 

Üçüncüsü
Kolayla zor olan arasında seçenek sunulduğu zaman kolayı yeğlediğinde. 

Dördüncüsü
 Bir suç işlediği, sonra da başkalarının buna benzer suçları onu teselli ettiğinde. 

Beşincisi
Kendi zayıflığına tahammül ettiği, üstelik bu tahammülü güçlü oluşuna bağladığında.

 Altıncısı
Bir yüzün çirkinliğini hor görüp, aslında onun kendi maskelerinden biri olduğunu fark edemediğinde. 

Ve yedincisi

Bir övgü şarkısı söyleyip de bunu bir erdem sandığında.


 
 Aranızdan bazıları, “Sevinç kederden büyüktür”, bazıları da, “Hayır, keder sevinçten büyüktür” demektedir. Oysa ben sizlere derim ki, bunlar birbirinden ayırt edilemezler. Daima birlikte gelirler, biri yanı başınızdayken, öbürü yatağınıza uzanmış uyuklamaktadır.
 
Ruhunuzun saklı kaynağı yükselmeli ve çağıldayarak denize doğru koşmalı; Ve o zaman, sonsuz derinliğinizin hazineleri gözlerinizin önüne serilecektir.


Yücelik insanoğlunun gerçek benliğidir.


 Adlandıramadığın nimetleri özlediğinde ve nedenini bilmeden kederlendiğinde, işte o zaman büyüyen her şeyle beraber büyüyecek ve üst benliğine uzanacaksın.
 
İnsanoğlunun gönlü yardımına koşacak birini arar; ruhu içini dökmeyi diler; ama biz tıkamışızdır kulaklarımızı onların feryatlarına, ne duyarız, ne anlarız. Ve ‘deli’ deriz onlara kulak verip anlamış olanlara, üstelik kaçışırız yanlarından.
 
Bugüne kadar yalnızca, “Sen kimsin?” diye sorana ne cevap vereceğimi bilemedim.

 Bana diyorlar ki: “Kendini tanırsan, insanların hepsini tanırsın.” Ben de onlara diyorum ki: “Ancak bütün insanları tanıyınca kendimi tanıyabilirim.”
 
Kendini tanıdığın ölçüde başkalarını yargılayabilirsin. De bana hangimiz günahkâr, angimiz masum?


Ben bir yolcu ve aynı zamanda bir denizciyim. Her sabah yeni bir tepe keşfederim ruhumda.
 
Tanrı beni bir çakıl taşı olarak bu kusursuz ve gizemli göle fırlattığı zaman, yüzeyinde sayısız halkalar meydana getirerek onun sükûnetini bozdum. Ama derinliklerine ulaştığımda, ben de o göl gibi sakinleştim.


Hiçbir zaman ikinci benliğimle tam olarak uyuşamadım. Bana öyle geliyor ki varlık probleminin sırrı, ikimizin arasında bir yerde.
 
Ben kendime yabancıyım. Dilimin konuştuğunu işitiyorum; ama kulaklarım bu sese yabancı. Gizli benliğimin güldüğünü ağladığını küstahça korktuğunu görebilirim ve bu yüzden oluşum oluşuma hayran kalabilir ve bu yüzden ruhum ruhuma yanıtlanmak için yalvarabilir. Ama bilinmez gizli sisle örtülü ve sessizlikle maskelenmiş kalır.
 
Bedenim ruhuma âşık olup da evlendikleri gün, ikinci kez doğdum.
 
 Ruh ile tenin savaşı, yalnızca ruhu sakin, ama teni asi olanların düşüncelerindedir.
 
Onlar uyanık halde bana derler ki, “Sen ve içinde yaşadığın âlem sonsuz bir denizin sonsuz sahilinde yalnızca bir kum tanesisiniz.” Ben düşümde onlara şöyle derim, “Sonu olmayan o denizin ta kendisiyim ben ve bütün âlemler benim sahilimde kum taneleridir.”
 
Durmadan yürüyorum bu kıyılarda, Kum ve köpüğün arasında yürüyorum, Bir gün ayak izlerimi silecek med Ve rüzgâr köpüğü götürecek elbet, Ama denizle kıyı ebediyen kalacak arkamda. 

Yalnızca bir kez konuştu Sfenks: “Bir kum tanesi çöldür, çöl de bir kum tanesi.” Bunu söyledi ve tekrar sustu. Bir daha da hiç konuşmadı. Sfenks’i işittim, ama anlamadım.
 
İnci, bir kum tanesinin çevresine acının bina ettiği bir mabettir. Peki ya bedenlerimizi hangi arzu, hangi tanelerin çevresine inşa etti?
 
Dün bana, hayat dairesinde kararsızca dalgalanan bir zerreymişim gibi gelirdi. Oysa bugün, çok iyi biliyorum ki o dairenin kendisiyim ben. Ve düzenli zerreleriyle hayat, bütünüyle bende devinmektedir.


Siz çoksunuz, oysa ben tekim. Bana dilediğinizi söyleyin ve yapın. Dişi koyun gecenin karanlığında kurtların avı olabilir. Fakat kanı, vadinin taşlarında tan ağarıp da güneş yükselene değin duracak! 


Yoksa, ne çiçek açan ne de meyve veren bir ağaç mı olsaydım; çünkü verimli olabilmenin sancısı, kıraç olmaktan ağırdır; ve eli açık zenginin çektiği acı dilencinin sefaletinden beterdir...
 
Bilmen gerekenlerin sonuna ulaştığında, duyumsaman gerekenlerin başında olacaksın.


 Sana açıkladıklarında değil, açıklayamadıklarındadır insanın gerçeği. Bu yüzden, onu tanımak istediğinde söylediklerine değil, söylemediklerine kulak ver. Söylediklerimin yarısı anlamsızdır, ama diğer yarısı anlaşılsın diye söylüyorum bunları.


 Ne söylediklerime inanmanı, ne de yaptıklarıma güvenmeni isterim çünkü sözlerim senin düşüncelerinden ve yaptıklarım, gerçekleşmiş umutlarından başka bir şey değil.
 
Sana hizmet edene altından daha fazlasını borçlusun. O halde, ya kalbiniver ona ya da sen de hizmet et.

 Dostum, sen iyisin, dikkatlisin, akıllısın; hatta sen mükemmelsin ve ben de seninle akıllıca ve dikkatli konuşurum. Ve ben yine de deliyim. Fakat deliliğimi gizlerim. Tek başıma deli olmak isterim.
 
Aç gözlerini iyice bak, bütün şekillerde kendini göreceksin. Ve kulaklarını açıp dikkatle dinle, bütün seslerde kendi sesini duyacaksın.
 
 Aslında hiçbir insana hiçbir şey borçlu değilsin. Ama her şeyi bütün insanlara borçlusun.


Senin doğduğun gün şeytan öldü. Artık bir melek bulmak için cehennemden geçmen gerek
mez. Sen iki kişisin: birincisi karanlıkta uyanık, ikincisi aydınlıkta gafil.
 
İkinci benliğin senden dolayı sürekli hüzünlüdür. Ama o, ancak hüzünle yaşar ve gelişir. Bu yüzden, onun sevincinin kaynağı yine hüzündür. 

Sen, dev özünün ancak bir zerresisin. Ekmeği arayan bir ağız ve susuz ağıza bardağı götüren kör bir elsin.
 
Kimimiz mürekkep gibidir, kimimiz kâğıt. Bazımızın siyahlığı olmasa, beyazlık sağırlaşırdı. Ve bazımızın beyazlığı olmasa, siyahlık kör olurdu.
 
Siyah beyaza şöyle dedi, “Gri olsaydın, sana karşı hoşgörülü olurdum.”
 
Sen körsün bense sağır ve dilsiz; o halde elini ver ki, birbirimizin farkına varalım.

Hepimiz mahpusuz. Ama kimimizin hücresinde pencere var, kimimizinkinde yok.


Hepimiz mabedin büyük kapısında bekleyen dilencileriz. Kral mabede girip çıkarken, her birimiz onun ihsanından payımızı alırız. Ama yine de birbirimizi kıskanır, böylece kralı küçük gördüğümüzü apaçık gösteririz.
 
Hepimiz kutsal dağın zirvesine koşuyoruz. Geçmişi bir rehber değil de, bir harita olarak kabul etsek yolumuz daha kısa olmaz mı?
 
İnsanların cenaze töreni, belki de meleklerin düğünüdür.
 
İnsanın hayal gücü ile idraki arasında bulunan mesafeyi aşması, yalnızca bunu ne kadar istediğine bağlıdır.
 
İnsanlar geveze ayıplarımı övüp, dilsiz ayıplarımı yerdiğinde, hissetmeye başladım yalnızlığın acısını.
 
İnsanların en gevezesi, en az akıllı olandır. Ve bir hatiple bir tellal arasında büyük bir fark vardır.
 
 İçimdeki ‘ben’, dostum, sessizlik konağında oturur ve sonsuza kadar orada kalacak, anlaşılmadan, yaklaşılmadan.


İnsanın kürsüsü, geveze aklı değil suskun kalbidir.
 
Gevezelere yalnızca dilsizler imrenir.
 
En çok acınması gereken insan, bütün hayalleri gümüş ve altın hülyasına dönüşen kimsedir.
 
Onlar bizim önümüze altın ve gümüşten olan zenginliklerini sererler, bizse onların önüne kalplerimizi ve ruhlarımızı sereriz. Buna rağmen onlar, hâlâ kendilerini ev sahibi, bizi ise misafir sayarlar.


En zengin ile en yoksul arasındaki fark, sadece açlık çekilen bir gün ve susuz geçirilen bir saatten ibarettir. 

Hayalleri ve arzuları olmayan efendiler olmaktansa, fark edilecek fikirleriyle mütevazıların arasında bir hayalperest olmayı yeğlerim.
 
 Yaşam bana altın sunarken sana gümüş verdiğimde kendimi cömert sayıyorsam, ne kadar cimri olmalıyım.
 
İnsanlar arasında kalbime en yakın olan, bir ülkesi olmayan kral ve dilenmeyi bilmeyen fakirdir.


İnsan, davranışlarında orta yolu seçmiştir. Bu yüzden onun suçluları da, peygamberleri de öldürdüğünü görüyoruz.
 
Her insan, dünyada kendisinden önce yaşamış her kralın ve her kölenin torunudur.


Büyük insan, ne efendi ne de uşak olandır.
 
Hakiki hür, zincire vurulu kölenin yükünü sabır ve şükürle taşıyandır.
 
Büyük adamın iki kalbi vardır: Birisi acı çeker ve diğeri ümit eder.
 
Tanıdığım her büyük adamın kişiliğinde, onun büyüklüğünü açıklayan küçük şeyler olduğunu fark ettim, bütün o büyüklükleri uyuşukluktan, delilikten ve intihardan alıkoyan işte bu küçük şeylerdi.
 
 İnsanın koyduğu yasalara insanın ruhu değil, aklı tâbi olur.
 
Sadece iki kişi insanlık yasalarını tanımaz; deli ve dahi. Onlar, insanlar arasında Tanrı’ya en yakın olanlardır.
 
İnsanlık, insanlarına hitap eder, ama onlar dinlemez. Biri dinleyecek ve bir anneyi gözyaşlarını silerek teselli edecek olsa, diğerleri “O zayıf, fazla duygusal,” der.
 
İnsan zaruri ile zaruri olmayan ihtiyaçları birbirinden ayırt edemez. Çünkü bu, meleklere özgü bir niteliktir ve melekler üstün zekâlı bilgelerdir. Meleklerin boşluktaki üstün fikirlerimiz olmadığını kim bilebilir?
 
İhtiyacından fazlasını yiyemezsin. Somunun yiyemediğin yarısı başkasının hakkıdır ve bir parça da Tanrı misafirine ayırmalısın.
 
Sahip olduklarınızdan verdiğinizde, çok az şey vermiş olursunuz; Gerçek veriş, kendinizden vermektir. Çünkü sahip olduklarınız, yarın ihtiyacınız olabilir diye saklayıp koruduğunuz şeylerden ibaret değil mi?
 
Cömertlik bana, senden daha çok gereksindiğimi değil, benden daha çok gereksindiğini vermendir.
 
 İhtiyaç korkusu da, ihtiyaçtan başka bir şey değil midir? Kuyunuz tamamen doluyken susuzluktan korkmak, tatmin olamayan bir susuzluk göstermez mi?


Çok fazla şeye sahip olup, çok az verenler, bunu gösteriş isteyen gizli arzuları için yaparlar
 ki bu da armağanlarını yararsız kılar ve bazıları vardır ki, çok az şeye sahiptirler ve hepsini verirler. Bunlar hayata ve hayatın definesine inananlardır ve kasaları hiç boş kalmaz.
 
Bazıları sevinçle verirler, bu sevinç onların ödülüdür. Bazıları ise ıstırap içinde verirler vebu acı onların vaftizidir. Ve bazıları vardır ki, ne vermenin acısını hissederler, ne sevinç ararlar, ne de bir erdemlilik düşüncesi taşırlar; Onlar, şu vadideki mersin ağacının kokusunu salışı gibi verirler. Böyle kişilerin ellerinde Tanrı dile gelir ve onların gözlerinden Tanrı, dünyaya gülümser.


İstendiği zaman vermek güzel bir davranış olabilir; fakat istenmeden, ihtiyacı hissederek vermek çok daha anlamlıdır. Ve cömert olan için, verecek kimseyi aramak, veriş olayından daha fazla sevinç getirir.
 
Vermekten alıkoyacağınız herhangi bir şey olabilir mi? Sahip olduğunuz her şey bir gün verilecektir. Öyleyse şimdi verin ve vermenin hazzını mirasçılarınız değil siz yaşayın.
 
“Hak edene vereceğim!” dersiniz oysa bahçenizdeki meyve ağaçları ve otlağınızdaki sürü böyle demez. Onlar yaşayabilmek için, yok olmamak için verirler. Emin olun ki, gündüz ve geceleri yaşayacak kadar değeri olan insan, ona vereceğiniz her şeyi alacak değerdedir. Herhalde kendisine günler ve geceler verilmesini hak eden bir kişi, sizden gelebilecek şeyleri de hak eder. Ve hayat okyanusundan içmeye hak kazanmış bir insan, sizin küçük ırmağınızdan da bir bardak su alabilir.


Faydasından öte, kabul etmenin gerektirdiği cesaretten ve güvenden daha büyük bir değer var mıdır?
 
Ve siz kim oluyorsunuz da, onların göğüslerini yırtarak gururlarını korunmasızca ortaya seriyor, sonra da onların değerlerini örtüsüz ve gururlarını utanmasız olarak değerlendiriyorsunuz?
 
Önce kendinizi vermeye hak kazanmış ve verme olayında bir aracı olarak görün. Çünkü gerçekte her şeyi veren hayattır ve siz kendinizi bir verici olarak belirlediğinizde, sadece bir tanık olduğunuzu unutuyorsunuz. 

Ve siz alıcılar, ki hepiniz bu gruba dâhilsiniz, ne kendinize ne de size verene bir boyunduruk yüklememek için, hiç bir minnet hissi taşımayın. Bunun yerine, armağanları kanat yaparak, verenle beraber yükselin; Çünkü borcunuzu gereğinden fazla abartmak, annesi özgür yürekli dünya, babası evren olan, cömertlik olgusundan şüphe etmek demektir. 

En özgür ruh bile fiziksel gereksinimlerden kaçamaz. 

Öbür “Siz” hep size üzülür durur. Ama öbürü de üzüntülerden beslenerek büyür; yani işler yolunda.

Özgürlük, leziz yemeklerinden ve bereketli şarabından sunmak için çağırır sofrasına bizi; ama biz de sofraya oturur oturmaz tıkanırcasına yeriz önümüze konulanları.
 
Özgürlük tahtı önünde ağaçlar, meltemin dokunuşuyla titriyorlar. Özgürlüğün heybeti karşısında güneş ve ay ışığıyla seviniyorlar. Serçeler, özgürlüğü işitmek için ötüşüyor, çiçekler özgürlük ortamında nefeslerinin kokusunu yayıyor. Yeryüzündeki her şey, özgürlük şeref ve sevinciyle dolu tabiat kanunlarıyla yaşıyor. Oysa insanlar bu nimetten ne kadar yoksun! Çünkü insanlar, evrensel ilahi ruhlarına sınırlı kanunlar koydular. Bedenleri ve ruhları için acımasız kanunlar çıkardılar. Eğilim ve duyguları için korkunç ve dar zindanlar yaptılar. 

Her hâlükârda bu kötü bir zindan değil. Ama beni diğer odadaki mahkûmdan ayıran duvarı sevmiyorum. Gerçi şunu da sana itiraf etmeliyim ki, bu konuyu ne zindancıya ne de zindanın mimarına açmak niyetindeyim.


Zindana götürülen bir adam görürsen, kalbinden şöyle geçir: “Kim bilir, sürüldüğü daha dar ve karanlık bir zindandan kaçıyordur belki.”
 
Gerçekte, özgürlük dediğiniz, halkaları güneşte parlayıp gözünüzü kamaştırsa da, bu zincirlerin en kuvvetlisidir. Ve özgür olmanız için terk etmeniz gereken, kendi benliğinizin parçalarından başka ne olabilir?
 
Şehir kapılarında ve sıcak yuvanızda yere kapanıp, özgürlüğünüz için dua ettiğinizi gördüm; Tıpkı, kölelerin kendilerini kılıçtan geçiren bir zorbanın önünde eğilmeleri ve onu övmeleri gibi... Sık sık, tapınağın korusunda ve kalenin gölgesinde, aranızda en özgür geçinenlerin, özgürlüklerini bir boyunduruk ve bir kelepçe gibi taşıdıklarını gördüm. Ve kalbim kanadı; çünkü ancak özgürlük arayışında hissettiğiniz derin arzu size gem vurduğunda ve özgürlükten bir amaç ve bir bütünleniş olarak bahsetmeyi terk ettiğinizde, gerçekten özgür olabilirsiniz.


İhtiyaçlar ve ıstıraplar hayatımızı kuşattığı halde çıplaklık ve bağımsızlık içinde olanlara üstün geldiğimiz zaman özgür sayılırsınız.
 
Su kaynaklarınız doluyken, susuz kalırsam diye korkulara kapılmak en giderilmeyecek susuzluk değil de nedir?

Siz, günleriniz endişesiz ve geceleriniz bir istek ve üzüntüden uzak olduğunda özgür olacaksınız. Yazık ki, bu tür duygular yaşantınızı kuşak gibi sarmakta... Yine de, örtüsüz ve bağsız, bunları aşabilirsiniz. Ve siz,günlerinizin ve gecelerinizin ötesine, anlayışınızın şafağında öğle aydınlığını çepeçevre bağladığınız zincirleri kırmadan nasıl yükselebilirsiniz?
 

Eğer geçersiz kılmak istediğiniz adaletsiz bir kanun varsa, bunu alnınıza kendi ellerinizle, bizzat siz yazdınız. Bu kanunu, hukuk kitaplarınızı yakarak veya denizin bütün suyunu bile kullansanız, yargıçlarınızın alınlarını yıkayarak yok edemezsiniz.
 
Ve devirmek istediğiniz bir despot varsa, önce onun sizin içinizde kurduğu tahtı devirmeye bakın. Bir zorba, özgür ve gururlu olana, eğer özgürlüğünde zulüm ve gururunda utanç taşımasaydı, nasıl hükmedebilirdi? 

Eğer başınıza bir despot geçmişse bunun sorumlusu sizlersiniz; Yüce Yaratan, alnınıza diktatörleri yazmamıştı, bunu sizler kendi kendinize yazıyorsunuz.
 
Ve eğer, üzerinizden atmak istediğiniz bir endişeyse, onu kendinizin seçtiğini, kimsenin size yüklemediğini unutmayın.
 
Ve kurtulmak istediğiniz bir korkunuz varsa, o korkunun merkezi sizin kalbinizdir, yoksa korkulanın avuçları içinde değil.
 
Her şey, varlığınızın içinde yarı kucaklanmış olarak dolaşır durur; istenen ve korkulan, nefret edilen ve baş tacı olan, takip ettiğiniz ve kaçmak istediğiniz. Bunlar içinizde, ışıklar ve gölgeler gibi, birbirine yapışmış çiftler halinde hareket ederler. Ve gölge soluklaşıp kaybolduğunda, can çekişen ışık, bir başka ışığa gölge olur. Ve sizin özgürlüğünüz, prangasından kurtulduğunda, daha büyük bir özgürlüğe pranga olur.
 
Koruyucu meleklerimize dikkat etmeli, onları da kollamalıyız.
 
Melekler ve şeytanlar sık sık beni ziyaret eder. Ama her seferinde onlardan kurtulurum. Ziyaretçi bir melekse eğer, eski bir dua okurum, sıkılıp evimi terk eder. bir şeytansa gelen, eski bir günah işlerim, yanımdan geçip gider.


Biz sevinçlerimizi ve hüzünlerimizi onları yaşamadan çok önce tercih ederiz. 

Acınız, anlayışınızı saklayan kabuğun kırılışıdır.
 
Aşk acısı mırıldanır; bilgi acısı konuşur; arzuların acısı fısıldar; fakirlik acısı yalvarır. Ancak ortada aşktan daha derin, bilgilerden daha şerefli, arzulardan daha güçlü ve fakirlikten daha acı bir üzüntü daha vardır. Ancak gözleri yıldızlar gibi parlak olan bu acı dilsizdir, hiç sesi çıkmaz.
 
Ve eğer kalbinizi, yaşamınızın günlük mucizelerini hayranlıkla izlemek üzere açarsanız, acınızın, neşenizden hiç de daha az harikulade olmadığını göreceksiniz. Ve kırlarınızın üstünden mevsimlerin geçişini kabul ettiğiniz gibi, aynı doğallıkla, kalbinizin mevsimlerini de onaylayacaksınız. Ve kederinizin kışını da, pencerenizden huzur içinde seyredeceksiniz.
 
Acılarınızın çoğu sizin tarafından seçilmiştir. Acınız, aslında içinizdeki doktorun, hasta yanınızı iyileştirmek için sunduğu “acı” ilaçtır. Doktorunuza güvenin ve verdiği ilacı sessizce ve sakince için; Çünkü size sert ve haşin de gelse, onun elleri “Görülmeyen”in şefkatli elleri tarafından yönlendirilir. Ve size ilacı sunduğu kadeh dudaklarınızı yaksa da, O’nun kutsal gözyaşlarıyla ıslanmış kilden yapılmıştır.”
 
Bence bir hastalığın en iyi tedavisi inzivadır.
 
Tasa, iki bahçeyi ayıran bir duvardır.
 
Bin sene önce komşum bana, “Elemden gayrı bir şey olmadığı için hayattan nefret ediyorum” demişti. Dün mezarına uğradım. Hayat, kabri üzerinde raks ediyordu.


Kederin veya sevincin büyüdüğünde, dünya gözünde küçülür.
 
Evet, Nirvana vardır. Ve o; koyunlarını yeşil otlağa sürmene, çocuğunu uyuması için yatağa yatırmana ve şiirinin son dizesini yazmana değer.
 
Kendinizi neşeli hissettiğinizde kalbinizin derinliklerine inin. Fark edeceksiniz ki, size bu sevinci veren, daha önce üzülmenize neden olmuştu. 

Üzgün olduğunuzda, tekrar kalbinize dönün. Göreceksiniz ki, daha önce sevinciniz olan bir şey için ağlıyorsunuz.
 
Ben, gönlümün kederlerini, kalabalığın sevinçleriyle değiştirmeyecektim. Ve üzüntülerimin her parçamdan akıttığı gözyaşlarım, gülüşlere dönmeyecekti. Yalnızca bir damla yaş ve bir gülümseyiş olacaktı benim hayatım.Bir damla yaş ki, gönlümü arıtan ve hayatın gizlerini, saklı olan her şeyi bana anlatan. Bir gülümseyiş ki, beni benim cinsimden olanlarına çocuklarına benzeten ve tanrıların beni yüceltmesinin bir işareti olan. Bir damla yaş ki, beni şu kırılmış gönüllerde birleştiren; bir gülümseyiş ki, varoluşta sevincimin belirtisi olan.
 
Ben istekli ve arzu dolu ölecektim, bu bıkkınlık ve umutsuzluk yaşamak yerine. Ruhumun derinliklerinde aşkı ve güzeli arzulamayı istiyorum ve insanların en perişanını mutlu görmeyi. İsteğin ve özlemin iç çekişini duymuştum bir kez, o, en tatlı müzikten de tatlıydı Akşam çökünce çiçek, taç yapraklarıyla sarar özlemini, koynuna alır, uyur. Sabahın gelmesiyle dudaklarını aralar güneşin öpüşü için. Bir çiçeğin hayatı, istemek ve yapmaktır. Bir damla yaş ve bir gülümseyiş. Denizin suları buhar olur, yükselir, birleşir, bulut olur. Ve bulutlar, tepelerin üstünde uçar, vadileri aşar, ta ki nazlı bir rüzgârla buluşana dek, sonra kırlara iner damla damla ve derelere karışır, ırmaklara birleşir, denize kendi evine dönmek için. Bulutların hayatı bir ayrılıktır ve bir kavuşma. Bir gözyaşı ve bir gülümseme.


Ruh da işte böyle ayrılır büyük ruhtan, madde dünyasına gitmek için; bir bulut gibi kederin dağlarını, neşelerin ovalarını aşar ve ölüm meltemiyle buluşur geldiği yere dönmek için. Aşk’ın ve Güzellik’in okyanusuna-
Tanrı’ya.

Kanatlı ruh bile doğal gereksinimlerinden bağımsız olamaz.
 
Bazılarınız, “Haz, ıstıraptan daha anlamlıdır” der; diğerleri ise, “Hayır, ıstırap daha anlamlıdır”.
 
Bense, ikisi birbirinden ayrılamaz, diyorum. Onlar beraber gelirler. Ve siz, bir tanesiyle masanızda otururken, unutmayın ki, diğeri de yatağınızda uyuyordur.


Gerçekte siz, hazzınızla ıstırabınız arasında bir terazi konumundasınız. Sadece boş olduğunuzda, hareketsiz ve dengede kalabilirsiniz. Bir hazine avcısı, altın ve gümüşünü tartmak için sizi kullandığında, haz ve ıstırap kefeleriniz, ister istemez, yükselip alçalacaktır.
 
Bugünün acısı, dünün hazzının anısıdır
 
Istırabın içinize kazıdığı alan ne kadar derin olursa, o denli çok hazzı içerebilir.

Dünümüzün borçlarını ödemek için yarınımızdan ödünç alırız çoğu kez.
 
Gökte (esir âlemi) yaşayan ruhlar insanın acılarına gıpta etmez mi? İçinde hazzımı barındıran bir acıdan yakınmak ne garip!
 
Hazzınız, ıstırabınızın maskesiz halidir ve kahkahanızın yükseldiği aynı kuyu, sık sık gözyaşlarınızla dolar.
 
Söyleyin bana, onlar kim ki ruhu gücendirsinler? Bülbül gecenin sessizliğini veya ateş böceği yıldızları gücendirebilir mi? Ve sizin ateşiniz veya dumanınız rüzgâra yük olur mu? Nasıl olur da ruhu, bir çomakla karıştırabileceğiniz sakin bir havuz gibi algılayabilirsiniz?
 
Çoğunlukla, hazzı reddettiğinizde asıl yaptığınız, varlığınızın gizli yerlerinde arzuyu depolamak olacaktır. 

Ve bedeniniz, ruhunuzun müzik aletidir. Ve güzel müzik veya anlaşılmaz sesler çıkarmak size kalmıştır. Şimdi kalbinize sorun: “Bizim için iyi olan hazla zararlı hazzı nasıl ayırabiliriz?”
 
Kırlara, bahçelere çıkın; öğreneceksiniz ki çiçeklerden bal toplamak arının hazzıdır; balını sunmak ise çiçeğin... Çünkü arıya göre çiçek yaşamın kaynağıdır. Ve çiçek için arı sevginin ulağıdır. Ve ikisi için ise, hazzın verilmesi ve alınması bir gereksinim ve bir vecddir... Hazlarınızda arılar ve çiçekler gibi olun. 

Gariptir ki, kimi zevklerin tutkusudur, acılarımızın bir kısmını oluşturan.
 
Dün gece yeni bir zevk keşfettim ve onu ilk defa denerken evime aceleyle bir melekle bir şeytan geldi. Beni kapıda yakaladılar ve yeni zevkim hakkında çekişmeye başladılar; birisi haykırıyordu, “Bu bir günah!”, diğeri, “Bu bir lütuf!” 

Büyük bir acı ya da büyük bir sevinç olmadan içindeki gerçek ortaya çıkmaz. Eğer kendi gerçeğin açığa çıksın istiyorsan, ya güneşin altında çıplak dans etmeli ya da kendi çarmıhını taşımalısın.
 
Bırakın bugününüz, geçmişi anılarla, geleceği ise özlemle kucaklasın
 
Eğer kış, baharı yüreğimde saklıyorum deseydi, ona kim inanırdı?
 
Bir elmanın yüreğinde gizlenen tohum görülmez bir elma bahçesidir. Ama bu tohum bir kayaya rasgelirse ondan hiçbir şey çıkmaz. 

Her tohumda bir özlem gizlidir.


Dünyada gerçeğe dönüşmeyecek hiçbir özlem mevcut değildir.
 
Bir tohum ek, toprak sana bir çiçek verecektir. Düşünü gökle donat, sana sevgilini gönderecektir. 

Arzu hayatın yarısıdır. Kayıtsızlıksa ölümün.
 
İlk gri şafak bizi birbirimize görünür hale getirdiğinden beri, sonsuzluklar üstüne sonsuzluklar geçti; her ne kadar pek çok dünyanın doğumunu, tamamlanmasını ve ölümünü görmüş olsak da, hala istekli ve hala genciz.


İnsanın değeri ulaştıklarıyla değil, ulaşmayı arzu ettiği şeylerle bilinir.
 
Tanımlayamadığın rahmetleri özlediğinde.
 
Ve nedenini bilmediğin hüzünlere kapıldığında. İşte o zaman gerçekten tam bir verimlilikle serpilecek ve daha büyük benliğine doğru alabildiğine yükseleceksin.
 
Neşeli yüreklerle birlikte neşeli şarkılar söyleyen kederli bir kalp ne kadar yücedir.


Kıskancın suskunluğu çok gürültülüdür.
 
Kıskanç, bilmeden beni över.
 
Yalnız benden aşağı olan beni kıskanabilir veya nefret eder. Ne kıskanıldım, ne de nefret edildim; çünkü kimseden üstün değilim. Yalnız benden üstün olan beni övebilir, ya da hor görür. Ne övüldüm, ne de hor görüldüm; çünkü kimseden aşağı değilim.