28 Nisan 2021

M. Kemal Atatürk'ün Farrère ile ilgili konuşması

  Atatürk ve Farrère, İzmit buluşması - 18 Haziran 1922

Claude Farrère Babası bir deniz albayı olan Claude Farrère, 1894 yılında Deniz Akademisi'ne girdi. 1899 yılında teğmenliğe terfi etti. 1918'de kaptan olan Farrère, yazar olabilmek için ordudan istifa etti. 1905 yılında yazdığı Uygar adlı romanla, Goncourt Akademisi Edebiyat Ödülü'nü kazandı. Sık sık Türkiye, Saygon gibi egzotik yerlere seyahatlere çıktı. Türk Kurtuluş Savaşı sürecinde, Türkiye'ye cephe alan kendi ülkesi Fransa'ya karşı Türkiye'yi destekleyen yazılar yazdı. Turgut Özakman'ın Şu Çılgın Türkler adlı romanında da adı geçen Claude Farrère, Türklere olan sevgi ve ilgisiyle, Türk Kurtuluş Savaşı sürecinde Mustafa Kemal'i destekledi. Atatürk'e olan hayranlığını dile getirdi. Fantastik öyküler de yazan Farrere, Japonya'ya bağımsız bir yazar olarak davet edildi. İstanbul'da bir caddeye adı Klodfarer olarak Türkçe okunuşuyla verilmiştir

Claude Farrère'in İzmit'e Gelişi ve Mustafa Kemal Paşa- Claude Farrère Mülakatı :

Claude Farrère, önceden kararlaştırıldığı üzere Mustafa Kemal Paşa'yla görüşmek üzere 18 Haziran Pazar günü saat 11'de Tuareg adlı bir Fransız torpidosuyla İzmit'e gelmişti. Yanında mihmandari Ercüment Ekrem, Hilâliahmer Reisi Hamit, Macit ve Ahmet Emin Beyler bulunuyorlardı. Claude Farrère’e İzmit hükümeti adına “hoş geldiniz” demek üzere iskeleden torpidoya doğru hareket eden ilk sandalda Mutasarruf Saadettin Bey, belediye ve müdafaa-ı hukuk reisleriyle, liman reisi ve ayrıca Vakit ve Anadolu'da Yenigün gazetelerinin muhabirleri yer almışlardı. Münir Bey, Salih Bey ve Şükrü Ali Bey'de aynı görevi Mustafa Kemal Paşa adına yapmak üzere ikinci bir sandalla gemiye çıkmışlardı. Claude Farrère’nin her iki heyete minnet şükranlarını ifade etmesinden ve kısa süren bir sohbetten sonra üç sandalla sahile doğru hareket edilmiş, iskeleye çıkan merdivenin iki tarafındaki Türk ve Fransız bayrakları, halkın Türkçe ve Fransızca “yaşasın” nidaları arasında karaya ayak basılmıştı. Askeri bandonun Fransız milli marşını çaldığı sırada İzmit Tütün Şirketi Müdürü Yusuf Osman Bey Fransızca olarak şu konuşmayı yapmıştı: “Aziz üstat. Bu anda size maalesef kesik kollarını açan şu Türk toprağı minnettarlıkla meşbu olarak titriyor. Bütün bir cihan-ı husûmet davâmızın kaybolmasına akurane (azgınca) çalışırken, sizin mütemadiyen yükselen güzel ve her türlü fikr-i menfaatten ârî sadânıza karşı Türk toprağı minnettardır. Siz efkâr-ı umâmiye-i cihâna meydan okuyarak bu güzelliği müdafaadan başka bir şeyle mukayyet olmayan kalbinizin harâret ve asâletiyle bizi aleddevam müdâfaa ettiniz. Bu gün Anadolu eşiğinde sizi yalnız asil ve mümtaz bir ecnebi sıfatıyla değil, kendisince efsanevi bir surette muazzez ve büyük evladından biri gibi der-âguş ediyor. Size beyân-ı hoş- âmedî etmek gibi güzel bir fırsattan istifade ile mensup olduğum irkın tâzimat ve minnettarlıklarını da Fransa'nın diğer büyük evladı Pier Loti'ye iblâğ buyurunuz". Heyecan içinde olan Claude Farrère bu konuşmayı büyük bir ilgi ve teessür içinde dinlemiş, başı üzerindeki Türk bayrağını hürmetle öptükten sonra İzmit halkına hitaben şunları söylemişti: “Ben sizi müdafaa etmekle ancak hak ve hakikati müdafaa etmiş olduğun için minnettarlığa hak kazanmış değilim. Bu vazifede ilelebet devam edeceğim"
 

Claude Farrère, halkın içten alkışlarına, “yaşasın Claude Farrère” sesleriyle ifade ettiği içten tezahüratına teşekkür etmiş, “Yaşasın Türkiye”, “Yaşasın Kemal Paşa” diye bağırarak karşılık vermişti. İskeleden belediye bahçesinin kapısına kadar yürüyerek gidilmiş, Claude Farrère burada mutasarruf Sadettin, Münir ve Ercüment Ekrem Beylerle birlikte otomobile binmişti. Otomobil, Claude Farrère ikametine tahsis edilen ve İzmit'in en güzel konaklarından biri olan Portakalzâde Hafız Ali Rüştü Beyin evine götürecekti. Yol boyunca Yunanlıların yakıp yıktığı yerlerden geçen otomobil, dik bir yokuşa geldiğinde adeta halkın ellerinde taşınmıştı. Halkın ve öğrencilerin alkışları arasında konağa giren Claude Farrère, kısa bir istirahatı takiben balkona çıkarak uzunca bir süre halkın tezahüratına karşılık vermişti. Kendisine "hoş geldiniz” ziyaretinde bulunan İzmit İstihbarat Müdürü Cevdet Bey, Claude Farrère'e “Türklerin âlîcenập ve asil dostu, hak ve hakikat müdâfii siz muhterem misafirimizin Anadolu'ya teşriflerini Matbuat ve İstihbarat Müdüriyet-i Umâmiyesi namına şükran ile karşılamak ve selamlamakla bahtiyarım” sözleriyle hitap etmişti. Claude Farrère de ilk defa bir meslektaşı tarafından ziyaret edilmesinden dolayı memnun ve bahtiyar olduğunu ifadeyle teşekkürlerini bildirmişti. Daha sonra Anadolu'da Yenigün gazetesi muhabiriyle bir mülakat yapan Claude Farrère40, Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek üzere otomobille kasra gitmişti. 18 Haziran Pazar günü yapılan Mustafa Kemal Paşa- Claude Farrère mülakatı iki saat kadar sürmüş, mülakat sonrasında öğle yemeği birlikte yenmişti^l. Görüşmede bulunanların ifadesine göre, Claude Farrère Mustafa Kemal Paşa ile karşılaştığında aşırı heyecanlanmış, bir an için kendisini kaybederek uzun süre konuşamamış, Mustafa Kemal Paşa'ya olan saygısını elleriyle, vücudunun hareketleriyle ifade etmeye çalışmıştı. Sendeleyerek yere diz çökmüş, kendiliğinden gelmediğini, siyasal bir görevle gönderildiğini söylemişti. Mustafa Kemal Paşa da bir yandan kendisini saygıyla yerden kaldırmaya çalışmakla beraber, kolonya serperek rahatlatmaya çalışmıştı. Ancak Claude Farrere’in bu ilk karşılaşmadaki sözleri ve Mustafa Kemal Paşa'nın cevabı bir hayli soğuk bir hava estirmişti. Claude Farrere baygınlığı geçer geçmez Mustafa Kemal Paşa'ya özetle şunları söylemişti: "Ekselans senin yaptıkların, Padişah ve eski rejim aleyhinde yaptıkların korkarım ki senin gibi büyük bir adamı muvaffakiyetsizliğe sevk eder. Seni seven bir adam sıfatıyla rica ederim, bunları yapma. Bu takdirde bütün dünya nazarında büyük olacak ve büyük kalacaksın. Türkleri ve seni seven bir adam sıfatıyla senden bunu rica ediyorum” Claude Farrere’in ağzından dökülen bu sözler adeta ezbere okunan bir ders görünümündeydi. Mustafa Kemal Paşa bu sözler karşısındaki tepkisini gayet yumuşak bir üslupla şu sözlerle ifade etti: “ Muhterem Klod Farer, çoktan beri sizin isminizi işitmekteyim. Ben sizin isminizi işittikçe daima diğer bir ismi de hatırlarım ki o da Piyer Loti'(Pierre Loti)dir. Her ikiniz Türk Milletine ve Türklüğe büyük bir sevda ile bağlı tanınmış bulunuyorsunuz. Sizinle mülakatımda şimdi söylediğiniz sözleri değil, başka türlü sözler işitseydim asla istiğrap etmeyecektim. Mesela siz bana: biz şairler diyebilirdiniz, biz şairler bütün beşeriyette rakik duygular yaratmak için, bütün insanları ince ruhlu yapmak için yüksek hayallerimize geniş kanatlar açarak öyle yazı yazarız. Bu yazılarımıza en temiz ve en merakengiz mevzuları Türkiye'de bulduk. İçlerine asla girmediğimiz kafesler arkasında gizli bir muamma zannettiğimiz hayali, ahenkli, mest, müstağrak, sanki dünya geçmiş gibi görünen hassasiyetli vaziyetlerde gördük deseydiniz, nihayet bir şair olduğunuz için sizi mazur görürdüm. Fakat sizin bana söylediklerinizi esasen kafanızın içinde yeri olmayan ve affınızı rica ederek söylüyorum ki benim kafamdakilerini anlamaktan çok uzak bulunduğunuzu anlatır tarzda size yakışmayan, sizin vasıflarınızla mütenasip görünmeyen sözlerin kaili olmanız beni size karşı ne vaziyet alacağımda mütehayyir kıldı” . Claude Farrere bu cevap karşısında şunun bunun tavsiyesiyle söylediğini itiraf ettiği sözlerinden dolayı af dilemiş,Türk dostluğunda hakiki yolu takip edebilmek için Mustafa Kemal Paşadan en doğru hattı hareketi göstermesini rica etmişti. Kendisini politika çamuruna bulaştıranlara karşı teessüf ve teessürlerini izhar ederek kendi samimi şahsiyetine döndüğünü söylemiş ve Mustafa Kemal Paşanın artık o gözle bakmasını ve konuşmasını istemişti. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa ilk sözler üzerinde fazla durmaya gerek görmemiş, Türklüğün menfaatine hizmet eden herkese olduğu gibi Claude Farrere’den de iltifatlarını esirgememişti. Claude Farrère yemekten sonra kaldığı konağa geri dönmüştü.
 

Aynı gün İzmit'in en büyük meydanlarından birini teşkil eden Tersane içinde Claude Farrère şerefine askeri oyunlar düzenlenmişti. Misafirler için büyük bir çadır kurularak yerlere halılar serilmiş, koltuklar konulmuştu. Meydan, halk ve öğrenciler tarafından doldurulmuş, bandonun Fransız marşıyla açtığı program dua ile devam etmişti. Daha sonra kule teşkili, süratle soyunup giyinmek, çadır kurmak, çuval koşusu, Karadeniz oyunları, asılı limonları elleri yağlı olduğu halde yemek, yumurta koşusu gibi oyunlar oynanmıştı.

Akşam saat 6.30'da kasrın büyük bahçesinde İzmit halkı tarafından 120 kişilik bir çay ziyafeti verilmişti. Ziyafette sivil bir elbise giymiş olan Mustafa Kemal Paşa'nın sağında Claude Farrère, Hamit Bey, sol yanında Ercüment Ekrem Bey, yanında Yenigün muharriri, onun yanında da Cevat Abbas Bey yer almışlardı. Aralarında kırmızı elbiseli, beyaz baş örtülü, mahzun çehreli Türk kızlarının dikkati çektiği halk ve öğrencilerden oluşan bir kalabalık masanın etrafında toplanmıştı. Kırmızı elbiseli olanları, şehit çocuklarıydı. Mustafa Kemal Paşanın bu çocukları Claude Farrère’e göstererek, “zannediyorum ki şu kırmızı elbiseli kız çocukları babaları Yunanlılar tarafından öldürülen biçarelerdir” sözlerini söylemesi, Fransız edibini heyecanlandırmış ve üzmüştü. Mustafa Kemal Paşa ziyafetin sonlarına doğru Claude Farrère'e sofrayı şereflendirdikleri şu sırada bir kaç söz söyleyeceğini ifade etmiş, Claude Farrère de bunun kendisi için büyük bir şeref olacağını, daha sonra kendisinin de bir kaç söz söylemesine müsaade buyurulmasını rica etmişti. Mustafa Kemal Paşa ayağa kalkarak irticalen yaptığı konuşmasında şunları söylemişti: "Efendiler, Türkiye ’nin ve Türk halkının pek kıymettar dostu olan Monsiegneur Claude Farrère'i şurada daire-i samimiyetimizde görmekten mütehassıl hissiyatimi alenen izhar etmeyi bir vazife addederim. Aziz ve muhterem dostumuz Monsigeneur Claude Farrère, zât-ı necibanenizi, bir kıyısında olsa bile hür ve müstakil Türkiye topraklarında kabul etmekle pek mesrur ve bahtiyarım. Bu sürurum şahsi olduğu kadar, şamil-i umumidir. Muhterem misafirimiz emin olabilirsiniz ki bu dakikada İzmit Körfezi'nden ta Kars kalesine, Bahr-1 Siyah sevahilinden Arabistan vahalarına kadar milletimizin kalbi kıymetli dostumuza karşı aynı hiss-i muhabbet ve takdir ile daraban etmektedir.


Efendiler, Monsiegneur Claude Farrère Türkiye'nin hakikaten ve cidden dostu olduğunu pek bariz bir surette isbat etmiştir. Memleketimiz mühlik dakikalar yaşarken, milletimiz zulümlere maruz bulunurken, dünyanın bütün adaletsizlikleri üzerimize tevcih edilirken, bu zulme karşı semalara yükselen ulvi bir ses, insani bir sadâ işitiliyordu. O sadânın sahibi, huzurunda mesut olduğumuz Claude Farrère 'dir. Efendiler, insanlar adetlerini, ahlaklarını, hislerini, temayüllerini hatta fikirlerini tesmiye ve terbiyede içinde yetiştiği hey'et-i ictimaiyenin temayülat-1 umumiyesinden kurtulamazlar. Fakat bazı büyük hilkatler vardır ki, onlar yalnız mensup oldukları hey’et-i ictimaiyeye karşı değil bütün insaniyete karşı kalplerini ve ruhlarını aynı halde tutarlar. İşte Monsiegneur Claude Farrère bu büyük insanlardan biridir. Dostumuzun bundan başka bir hususiyeti daha vardır. Kendisi, pek necip olan, hürriyet ve istiklalini bütün dünyaya tanıtmak için kanlar döken, inkılâplar yapan büyük bir milletin güzide evladıdır. Türkiye ile ve Türkiye halkıyla bu kadar kalbi alakalara malik olan bir zatın, Türkiye'yi bu gün yaşadığı elemli dakikalarında yakından ziyaret etmek istemesine zaten intizar olunurdu. Dostumuz bu dakikayı pek güzel takdir etmiş ve hakikaten ümit ve intizar olunduğu gibi, İstanbul'dan sonra buraya gelmek zahmetini ihtiyar buyurmuşlardır. Dostumuzun İstanbul'da geçirdiği beş on gün zarfında hasil ettiği intibaatı bilmem, fakat İstanbul'da henüz düşmanların süngüleri ve tehditleri altında yaşayan o zavallı, o bedbaht vatandaşlarımızın kalplerindeki hicranlara elbette temas etmiştir. Bir Türk dostu için bu temasın hasil edeceği intibaatın pek elim ve dertnak olacağını kabul etmek lazımdır. O muhitte senelerden beri, asırlardan beri bu zavallı milletin talihini elinden tutmuş, onun mukadderatıyla oynamış ve sonra kendisini terk edivermiş bir takım bedbahtların bulunması da elemli bir şeydir. Eğer dostumuz Claude Farrère seyahatlerine İstanbul'da hitam verselerdi, bu seyahati natamam kalmış addetmek zaruri olurdu. Türkiye'nin bu günkü hakiki manzarasını görmek için böyle esaret altında bulunan değil, hürriyet ve istiklâlini muhafaza etmekle bahtiyar olan bir muhite gelmek lazım geliyordu.

Efendiler, Türkiye halkı asırlardan beri hür ve müstakil yaşamış ve istiklâli bir lazime-i hayatiye telakki etmiş bir kavmin kahraman evlatlarıdır. Bu millet istiklalsiz yaşamamıştır, yaşayamaz ve yaşamayacaktır. Fakat, bu milletin talihini ellerine alan bir takım insanlar, keyfi ve müstebitane su-i idareleriyle onun hayatını imhaya kastetmiş düşmanların icradan hali kalmadığı nüfuz ve tesirat ile adeta onu şaşırtmışlardı. Milletimiz, istiklaline vurulan darbeler ve mevcudiyetine açılan rahneler karşısında göz yaşları döküyordu. Dostla düşmanı tefrik edemeyecek bir hale getirilmişti. Bu manzara karşısında elim düşüncelere müstağrak kalmıştı. İşte, milletimizin bu hal-i istiğrakını, son bir darbe-i imhakar vurmak fırsatını bekleyen düşmanlarımız vesile ittihaz etti ve an-ı lazımın hululüne zahib oldu, karar verildi, hareket başladı. Artık maskeler atıldı. Türkiye parçalanacak, Türkiye halkı esir, zelil, sefil ve perişan edilecekti. Maksat bu idi ve bu gaye-i zalimaneye vasıl olmak için hatır ve hayale gelmeyen her türlü tedbirlere müracaat edildi ve bahusus Garbin bazı hükümetleri ve bazı rical-i siyasiyesi bunun böyle olmasında israr ediyordu. Ve el'an israr ediyor. Bu tarz-ı hareketlerini cihan nazarında mazur göstermek ve hatta kendi milletlerinin gözünden gizlemek için tevessül etmedikleri tedbir kalmadı. Her türlü müfteriyatı icat etmekten daha kolay bir şey olamazdı. Türkler vahşidir, zalimdir, icabat-i medeniyeyi ahz ve kabule gayr-i müstaiddir. Tarzında, esasen vahşilerin, zalim ve müstevlilerin haksız yere icat ettikleri bir formülü terennüm ederek efkar-1 umumiyeyi iğfale kalkıştılar. Bu teşebbüslerinde muvaffak olacaklarını zannettiler. Başka bir tedbire lüzum görmüyorlardı. Çünkü, Türkiye'nin kabiliyet-i hayatiyeden tamamen mahrum olduğunu farz ediyorlardı. Halbuki düşmanlarımız bu zanlarında tamamen aldanmışlardır. Bu muhakkaktır. Filhakika dimağları bir takım hissiyat-ı ihtiraskaranenin telatumgahı olan insanların telakkisi ile ve bir takım batil zanlarla hakikati tebdil ve hakkı itfa etmek mümkün değildi ve bu güne kadar kainatta buna imkan bulunmamıştır. Bütün bu fecayiden sonra milletlerin vicdanlarına müracaat olunursa, şüphe etmem ki necip ve hakkıyla medeni olan milletler bu siyasetçilerin icraat-ı zalimanelerini tel'in ve takbih etmektedirler. Henüz mütereddit görünenler varsa, ben onları da mazur görürüm. Çünkü Türkiye hakkında her gün icat edilen müfteriyatın mahiyet-i  asliyesini anlamaya yine o devlet adamlarının mevcudiyeti manidir.

Efendiler, Türkiye halkının bütün fakr-u zaruretine rağmen, gizli veya aşikar düşman elleriyle bu gün içine atılmış olduğu girivenin bütün dehşetine rağmen üç seneden beri kendi mukadderatını eline alarak idare-i hükümette gösterdiği kabiliyet ve kudret, (hazır olan okul öğrencilerini işaretle) şu gördüğünüz çocukları vatana layık yetiştirmek için umur-i maarifte gösterdiği kabiliyet, memleketimizin hemen kamilen hal-i muhasarada bulunmasına rağmen muhafaza-i mevcudiyet için asıl olduğuna kani bulunduğu umur-ı iktisadiyenin tanziminde gösterdiği kabiliyet, şarkta ve garpta muvaffakkiyatı tevali eden ve edeceğine kimsenin şüphe etmemesi lazım gelen muntazam ve muazzam ordular teşkili hususunda gösterdiği en büyük kabiliyet ve kudret, düşmanlarımızın ikinci nokta-i nazarlarında da, yani kabiliyetten mahrum olduğumuz hakkındaki zanlarında da ne kadar aldandıklarını ispata kafi delail değil midir? Fakat efendiler, Garbin bazı zalim ve hakikati görmemek için gözlerini kapayan siyasetçileri, bu hakikat karşısında baş çevirmek istiyor. Necip Fransız milletinin bu hakikati idrakte gösterdiği yüksek misali görmek istemiyor.

Efendiler, varlığını idrak etmiş olan, hürriyet ve esaret farkını takdir eden, ölümü esarete tercih eyleyen ve bunu her gün fiilen ispat ede gelen bir milleti behemehal imha arzu-yı zalimanesine düşmek kadar dünyada vahşet tasavvur olunur mu? Düşmanlarımız maksatlarına behemehal vasıl olmak için her gün yeni vesileler icat etmektedirler. Çünkü, behemehal Türkiye'yi baştan nihayete kadar harabezara çevirmek, burada yaşayan masum halkı, kadınlara ve çocuklarına varıncaya kadar en vahşi işkencelerle, en gayr-ı insani tecavüzlerle katletmek istiyorlar. Bunun için bir taraftan da mukaddes topraklarımıza saldırdıkları Yunanlıların idame-i vahşetini temine çalışıyorlar. Bir taraftan da Türk’ün asalet ve masumiyetini idrak ve asarını göstermeye başlayan milletlerin efkarını teşviş edecek bin türlü iftira ve eracif icat ediyorlar. Bu, pek mâhirane bir taktiktir. Bunu askerler çok yaptıkları için bilirim. Fakat, bunu askerler muharebe meydanlarında düşmana karşı kullanırlar. Düşmana karşı diyorum. Halbuki Garbin bazı rical-i siyasiyesi, bazı hükümetleri bunu, kendilerini insaniyetperver ve amil-i sulh ve sükunet addedenleri işgal ve iğfal etmek için kullanıyorlar.


Efendiler, düşmanlarımız Türkiye'nin Hristiyanlar'a zulüm ettiğini yalancı bir Yavel'in iftiranamesini ileri sürerek cihan-ı medeniyetin efkarını duçar-ı teşevvüş etmek istiyorlar. Türkiye'nin davasındaki kutsiyeti ve Türkiye'nin hakkını teslime mütemayil olanların nokta-i nazarını başka cihete tevcihe çalışıyorlar. Bütün bu müddeiyat, bir sürü kizb ve iftiradan ibarettir. Başka türlü de olamaz. Yeni Türkiye devletinin idare-i mesuliyetini deruhte etmiş olan TBMM bütün icraatından tarihe ve medeniyete karşı hesap vermekte bir an tereddüt etmez. Çünkü, bu hesaptan alnı ak olarak tamamen muzaffer çıkacağından şüphesi yoktur. Fakat geçen sene İnebolu, beş on gün evvel Samsun bombardıman ettirildi. Ayaklanmak üzere, düşmanların teşkil, techiz ve teşvik ettikleri anasir-i muzirranın mülahazat-1 askeriyeye tabi tutulmasında bir kabahat varsa, o kabahatin faillerini Türkiye'de, Ankara'da değil Atina'da ve belki daha büyük bir payitahtta aramak lazımdır. Şurasını da kati olarak beyan ederim ki TBMM hükümeti milletten aldığı en meşru salahiyetleriyle devletin mevcudiyetini ve istiklalini muhafaza ve temin için her müstakil millet ve devlet için meşru olan haklarını, salahiyetlerini biperva istimal eder ve edecektir. Garbın bazı hükümetleri Türkiye ile hal-i muhasamadan çıkmak istemediği, Türkiye'nin mübarek topraklarına saldırdığı, düşmanı takviye ve teşvikten feragata razı olmadığı halde, gûya dünyanın en bitaraf hükümeti imiş gibi memleketimiz içinde zabitlerini dolaştırmak suretiyle tahkikat icrasını ileri sürüyor. Şayan-i teessüftür ki, diğer hükümetleri de bu teşebbüsüne teşrik yollarını buluyorlar. Dünyada bundan daha mantıksız ve daha cüretkarane bir hareket tasavvur edemiyorum. Dünyada müstakil bir devlet tasavvur olunabilirmi ki,  umur-ı dahiliyesine henüz düşman sifatını haiz olanların değil, dostlarının dahi müdahalesine müsamaha etsin. Eğer, o rical-i siyasiyye asırlardan beri müstakil yaşamış, istiklâlin timsali olmuş ve bu gün yeni bir intibah-ı milli ile azim ve imanı ve aşk-ı istiklali yükselmiş Türkiye halkının, Türkiye devletinin istiklalini tanımamak ve tanıtmamak istiyorlarsa, biz bunlara karşı hayretlerle mukabele ederiz ve bu ricalin gafletine bütün cihanın nazar-ı istiğrabını davet ederiz. Zavallı milletimiz esir olmaya razı olmadığı için en büyük cezaya mahkum bulunuyor. İdama! Hayır efendiler hayır.. Bütün cihan emin olsun ki bu millet idama, imhaya değil, ihyaya müstehaktır ve elyaktır. TBMM deruhte ettiği bu vazife-i tarihiyeyi kemal-i muvaffakiyetle ifa ediyor ve en yüksek zaferlerle itmam ve ikmal edecektir.

Efendiler, aziz ve muhterem dostumuz Monsiegneur Claude Farrère'i memleketimizin sulh ve sükuna mazhariyetinde kabul etmekle çok müftehir olacaktık. Eğer bugün buna muvaffak olmamış bulunuyorsak, bu husustaki kabahat bizim değildir. Ona memleketimizin her köşesini göstermek ve her köşede kemal-i tevekkül ve masumiyetle ve fakat kalbinde büyük bir iman ve hiss-i gurur-ı istiklâl ile tarlalarını süren, koyunlarını güden vatandaşlarımı yakından tanıtmak isterdim. O vakit, muhterem dostumuz Türkiye halkını daha çok sevecekti ve o vakit böyle bir milletin istiklaline taarruz edenlerin ne kadar bi-his ve ne kadar bi-insaf olduklarını daha derin bir surette takdir edecekti.

Efendiler, samimi dostlarımız sevdikleri tarafından bir işkenceye mahkumdurlar. O işkence de sevdiklerinin dertlerini dinlemektir. Kıymetli dostumuz bu dakikada o vaziyette bulunuyor. Pek çok arzu ederdim ki, bu acı hakikatlerin müfessiri olmaktan ise, dostumuza șetaretbahş söz söyleyeyim. Fakat bizi mazur görsünler. Biz, hayat ve istiklâl için mücadele eden ve bu kanlı mücadeleler manzarası karşısında bütün cihan-ı medeniyetin bi-his, seyirci kaldığını görmekle dilhun olmuş insanlarız.

Mustafa Kemal Paşanın konuşmasının hararetle ve şiddetle alkışlanmasından sonra, Claude Farrère de şu mukabil konuşmayı yapmıştı: “Paşa Hazretleri'nin irat buyurdukları necip, ulvi efkara tarafımdan ilave edilecek bir şey yoktur. Bu efkara bütün mevcudiyetimle, bütün kalbimle iştirak ediyorum. Kendilerinin beyan buyurdukları vechile İstanbul'a ziyaret ettim. Fakat bu ziyaret beni dağıdar etti ve kalbimi kırdı. Bu büyük payitahtı ve muhitini ecnebi süngüsü altında gördüm. Bu hal benim için gayet hazin bir manzara teşkil ediyordu. Bu millet, Boğazlardan Asya'ya mağrur nazarlarla bakıyordu. Bu milletin hürriyet için ve hürriyetini muhafaza için ölmeye ve bu azim ile yaşamaya karar vermiş olan bir millet olduğunu gördüm. Fakat gördüğüm şey, bunlardan mı ibarettir? Hayır, başka bir şey daha görmüştüm. Bu gördüğüm şey kalbimi ümit ve mahzuniyet ile doldurdu. Bu halk, bu millet yek vücut sağlam, sebatkar ve kavi bir hükümet-i milliyeye malik ve kudsi bir kumandan tarafından idare ediliyordu. Bütün bu ahval, bu milletin zafere varacağına hiç şüphe bırakmıyor. Acaba gördüğüm şeyler yalnız bunlardan mi ibaretti. Başka bir şey daha gördüm. O da hak ve adaletin kendisinde olmasıydı ve bu millet hakkı için harb ediyordu. Düşmanları zalim ve alçak adamlardan ibaret bulunuyordu. O düşmanlar ki, maksatları habis ve çirkin, fikirleri menfaatten başka bir şey değildir. Fakat, hürriyetini muhafaza için ölen, kanını döken bir milleti, hasis menafi takip eden düşmanlar hiçbir vakit mağlub edemezler. Daha başka bir şey söyleyeceğim. O da, yalnız kendilerinin bu hakka sahip olmaları değil, aynı zamanda büyük bir kuvvete malik olmaları hususudur. Cesur, metin bir surette idare edilen bu kuvvet, zaferin en kuvvetli dermanını teşkil eder. Zât-1 samilerine takdim edeceğim ihtiramat ve takdiratim yalnız benim değil, bütün Fransız milletinin tazimat ve hissiyat-ı ihtiramkaranesidir” Claude Farrère’in Fransızca olarak yaptığı bu konuşma Münir Bey tarafından Türkçe'ye çevrilmiş, saat 8'e doğru ziyafet sona ermişti.


Mustafa Kemal Paşa aynı gün, T.B.M.M.'deki muhalif grubun liderleriyle irtibat ve muhaberatta bulunan I. Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa'yı görevinden azlederek hakkında yasal işleme devam edilmek üzere Milli Müdafaa Vekaleti emrine almıştı.

Mustafa Kemal Paşanın İzmit'ten Adapazarı’na Dönüşü :

Mustafa Kemal Paşanın İzmit'ten Adapazarı’na döneceği 19 Haziran Pazar günü İzmit'te yer yerinden oynamıştı. Claude Farrère’nin de Paşa'yla birlikte Adapazarı'na gitmesi ve aynı gün dönmesi kararlaştırılmıştı. Bütün İzmit halkı istasyon ve civarında toplanmıştı. İki gün önce gülen, sevinen yüzlerin şimdi üzgün oldukları görülüyordu. Tren hattı boyunda bir ellerinde çocukları, diğer ellerinde bayraklar olduğu halde bekleşen kadınlar, beyaz saçları ve ak sakallarıyla göz yaşı döken ihtiyarlar yer almıştı. Saat 10'a doğru istasyon binasının önünü, daha ilerilerini kaplayan askeri birlikler “Hazır ol” vaziyetini almışlardı. Mustafa Kemal Paşa kendisini selamlayan askeri birliklere mukabele etmiş, öğrencilerin hatırlarını sormuş, halkın ön safında bulunanlarının bir çoğunun ellerini sıktıktan sonra, beraberindekilerle birlikte özel trene binmişti. Bu arada, bir dalga halinde vagonun önüne kadar gelmiş
olan halkı pencereden selamlamaya devam etmişti. Ön safta bulunanlardan Kılıçzâde Hakkı Bey (Kılıçoğlu), Mustafa Kemal Paşa'ya hitaben yaptığı konuşmasında, milletin gazi ve muhterem reisinin İzmit'i şereflendirdiğini, İzmit'e en unutulmaz tarihi günlerini yaşattığını, halkın mücâhede-i milliyeye olan bağlılığını anlattıktan sonra, “Hatif'ten gelen bir sadâ size yürüyünüz diyor, millet sizinle beraberdir" demişti. Mustafa Kemal Paşa bu sözlere cevaben şunları söylemişti: “Muhterem vatandaşlarım! Bütün kalp ve vicdanlarınızla benimle beraber olduğunuza inancım vardır. Bu böyle oldukça ve gittiğimiz yolun hakiki olduğuna inandıkça elbette yürüyeceğiz. Bu yürüyüşümüzle memleketi netice-i hakikiyeye isâl edeceğimize şüpheniz olmasın. Hakkımda gösterdiğiniz âsâr-ı muhabbet ve teveccühe sûret-i mahsûsada takdim-i teşekkürat ederim. Güzel memleketinizde geçirdiğim iki günün kıymetli hâtirâsını ilelebet kalbimde saklayacağım. Gördüğüm tezahürat, tâziyâne-i teşvik oldu. Netice-i hakikiyeye vusül için her türlü tedâbiri düşünmekten bir an hâli kalmadık. Buna emin olunuz. Cümlenize teşekkürler ederim”


Özel tren hareket ettiğinde, halk da bir süre trenle birlikte koşmaya devam etmişti. Bu durumu ne, Mustafa Kemal Paşa'nın kompartimanın penceresinden “artık yorulmayınız” diyerek koşmamalarını rica etmesi, ne de polis ve jandarmanın engellemesi önleyebilmişti. Tren ilerledikçe tarlalarında çalışan köylüler, kadınlarıyla, çocuklarıyla ikişer, üçer hat boyuna diziliyor, Paşa'yı selamlıyorlardı. Derbent istasyonuna varıldığında iki gün önceki tezahürat fazlasıyla tekrarlanmıştı. Sapanca istasyonunda Türk ve Frarsız bayraklarıyla ayrı ayrı iki tak hazırlanmış, ayrıca Fransızca -Yaşasın Dostumuz- yazılı büyük bir bayrak asılmıştı. Önceden hazırlanmış olan büfeye çıkıldığında, Claude Farrère’e pek zarif sûrette süslenmiş bir sepet meyve hediye edilmişti. Burada, öncekinde olduğu gibi bir öğrenci heyecanlı bir konuşma yapmıştı. Sapanca'dan sonra Arifiye'de sıcak bir karşılamaya şahit olunmuştu. Mustafa Kemal Paşa yolculuk süresince her zümreden halkla konuşmuş, kendilerine kasaba ve köylerinin dahili ihtiyaçlarına, mahsûllerinin durumuna dair sorular sormuştu.


İzmit-Adapazarı Yolculuğu Esnasında Mustafa Kemal Paşa ile
Mülakat:


Claude Farrère ile birlikte İstanbul'dan İzmit'e gelen Gazetecilerden biride Vakit gazetesi baş yazarı Ahmet Emin Beydi (Yalman). Babası Osman Tevfik Bey Mustafa Kemal Paşa'nın Selanik Askeri Rüştiyesi'ndeki hüsn-ı hatt-ı Türki öğretmeniydi”. Ayrıca Mustafa Kemal Paşa daha Mondros Mütarekesi sonrasında Pera Palas’ta kaldığı günlerde Ahmet Emin Bey'i çağırarak Meclis-i Mebusanın çalışmalarını sürdürmesinin ülke için ne kadar gerekli olduğuna ilişkin yayın yapmasını tavsiye etmiş, bu konuda fikirler vermişti. Mustafa Kemal Paşa Ahmet Emin Bey'i bir kenara çekerek kendisiyle birlikte kalması halinde aldanmayacağını söylemiş, Böylece Ahmet Emin Bey Mustafa Kemal Paşa ile özel trenin İzmit'ten ayrılmasıyla başlayan ve Adapazarı’na varmasıyla sona eren bir mülakat yapmıştı. Velit Bey'in (Ebuziyya) de katılmasıyla yapılan ve Vakit gazetesinde yayımlanan bu mülakatı, günün siyasi ve askeri durumuna işık tutması açısından aynen vermeyi uygun gördük.

Soru:Pontus tehcirinin saikleri neden ibarettir?

Cevap: Samsun ve havalisinde bazı anasır-ı muzırrayı mülahazat-ı askeriye icabı olarak harp mintikasından uzaklaştırmaya bizi mecbur eden sevaik, Yunanlıların oradaki teşebbüsleridir. Sevahili bombardıman etmek suretiyle yapmaya çalıştığı teşvikat dahi bu sevaiktendir. Bu baptaki mesuliyet
Yunanlılara aittir.

Soru: Samsun bombardımanı gibi hareketlerin iki taraf için tesiri ne
olabilir?

 
Cevap: Diğer taraf için tesirini bilmem, fakat bizim için azim ve iman-ı milliyi takviyeye, düşmanlarımızın ne kadar adi, ne kadar sefil ve ne kadar hunhar olduklarını milletimize fiilen tanıtmaya vesile teşkil ediyor.

Soru: Ordumuz ne haldedir? Münasip görüldüğü ve icap ettiği saniyede her türlü harekatı muvaffakiyetle icraya kadir addolunabilir mi?Muhte!if teftişler arasında görülen fark ve ordunun kuvve-i maneviyesi Zat-ı Devletleri üzerinde ne tesir bırakmıştır?

Cevap: Ordumuz, İstiklal mücahedesi yapan kahraman ve azimkar milletimizin amal-i meşruasını emniyetle istihsale kadir bir haldedir. Ordumuz, her türlü vezaif-i taarruziyeyi muvaffakiyetle ifaya hazır ve amadedir. Her teftişte gördüğüm müspet fark ve bilhassa orduda mevcut pek yüksek kuvve-i maneviyse, salabet, azim ve iman, şevk ve şetaret çok defalar gözlerimi meserret yaşlarıyla dolduracak derecede tesir bırakmaktadır.

Soru: Son Kocaeli seyahatinin ve halkla sıkı temasın bıraktığı intibalar ne merkezdedir?

Cevap: Benimle beraber seyahat ettiğiniz için bunun ifade ve izahını size bırakıyorum.  

Soru: Dostumuzla (Farrère) olan mülakat ne gibi intibalar bırakmıştır? 

 Cevap: Monseigneur Claude Farrère pek hassas ve pek ali ruhuyla, beşerden pek az kimseye nasip olan evsaf-ı hususiyesiyle, nezahetin timsal-i müşahhası buldum. Kendisiyle mülakat bende hiçbir vakit unutamayacağım manevi hazlar, kıymetli hatıralar bırakmıştır. Türkiye böyle vefakar bir dosta malikiyeti ile müftehir olabilir.

Soru: Son Amerika notasında bizim eskiden beri müesses haklara riayet etmediğimiz, Amerika müesseselerinin faaliyetine imkan bırakmadığımız ve hukuk-ı tasarrufiyyeyi ihlal ettiğimiz hakkında bir itham vardır. Amerikalılar ve Amerika müesseselerine karşı Büyük Millet Meclisi Hükümeti şimdiye kadar nasıl hareket etmiştir? 

Cevap: TBMM hükümetinin Amerika hakkındaki nokta-i nazarı müspettir. Hükümetimiz Harb-ı Umumi esnasında Babıali'nin kat etmiş olduğu münasebat-ı dostaneyi iade ve ihyaya teşebbüsten hali kalmamıştır. Bu teşebbüse kendi taraflarından maddi bir mukabele görülmemiş olmakla beraber, memleketimizdeki Amerika müessesatı, Amerika heyetleri, bir çok Amerikalılar tamamen bir dost memlekette olduğu gibi muhafaza edilmekte ve hürmet görmektedirler. El'an memleketimizin her köşe bucağında Amerikalılar ikamet etmekte, istedikleri gibi, istedikleri yerlerde keşt-i güzar eylemektedirler.

Soru: Şark komşularımızla münasebatımız nasıldır? Rusya ile aramıza bürudet girdiği rivayeti doğru mudur? Rus-Alman itilafına iştirak ettiğimiz hakkındaki rivayetler doğru mudur?

Cevap: Şark dostlarımızla münasebatımız müstenit bulunduğu ciddi samimiyet dairesinde devam etmektedir. Rusya ile aramızda bürudet tevlit edecek mahiyette bir hadise olmamıştır57 Rus-Alman itilafına iştirakimiz hakkındaki rivayet doğru değildir.  

Soru: Memleketin iktisadi vaziyeti nedir? Bu seneki mahsul hakkında alman haberler ümitbahş bir maiyette midir?  

Cevap: Memleketin vaziyet-i iktisadiyesi şayan-ı memnuniyettir. Bu seneki mahsulat fevkalade feyizlidir. 

Soru: istanbul halkının milli mücadeleye karşı olan vaziyeti hakkındaki hissiyatınız ne merkezdedir?  

Cevap: İstanbul halkının vaziyeti hakkındaki hissiyatımı izhar için en kıymetli ve en şamil kelimeleri kullanabilirsiniz. 

Mustafa Kemal Paşa ve Claude Farrere Adapazarı'nda :  

Mustafa Kemal Paşa ve refakatindekileri taşıyan özel tren öğleye doğru Adapazarı'na vardığında, İzmit'ten hareket edildiğinde başlayan mülakat da son bulmuştu. Misafirler, istasyon ve civarını dolduran büyük bir kalabalık tarafından karşılanmışlardı. Etraf, yeşillikler ve bayraklarla donatılmış, milli orduya mensup pek düzenli bir askeri birlik yollara dizilmişti. Askeri birliğin düzenli görünüşü ve kıyafetlerinin mükemmelliği görenleri hem şaşırtmış, hem de gururlandırmıştı. İlk defa olarak İstanbul'dan gelenler gözlerine inanamamışlardı. Aralarından geçilirken Claude Farrere hayretle iki tarafına bakmış, şüphesiz gördüklerine memnun olmuş, göğsü kabarmıştı. 

Dar'ül-Fünûnlu Şadan Hanım, Adapazarı kadınları adına Mustafa Kemal Paşa ve Claude Farrere'e güzel bir hitapta bulunmuş: Şarkın büyük evladı ile Garbın âlî ruhlu edibini bir arada gördüklerinden dolayı Adapazarı kadınlarının ne kadar iftihar ettiklerini pek serbest, pek etkili güzel bir tavır ve dille anlatmıştı. Mustafa Kemal Paşa ve Claude Farrere istasyondan köşke gitmişler, burada kısa bir istirahatten sonra Claude Farrere, beraberinde Mutasarrıf Sadettin Bey, Hamit ve Macit Beyler olduğu halde Sabiha Hanım kız okulunu ziyaret etmişlerdi. Burada öğrencilerin jimnastik hareketleri izlenmiş, el işleri görülmüştü. Öğrenciler Claude Farrere'e çeşitli hediyeler vermişler, gördüklerinden son derece memnun kalan Fransız edibi, okul müdiresi Şehime Yümnü Hanım'la, coğrafya öğretmeni Nimet Hanım'a takdir ve teşekkürlerini iletmişti. Claude Farrere, Sabiha Hanım okulunu ziyaretten sonra Çarkbaşı mesiresine gitmiş, Adapazarı'ndan ayrılmadan önce Mustafa Kemal Paşa'yla ikametgahında birlikte, öğle yemeği yemişlerdi. Yemekte sadece berrak bir su içilmiş, Claude Farrere de bol bol su içmek suretiyle meşrubat konusunda Anadolu kanunlarına uymanın kendisine pek hoş geldiğini göstermişti. İstasyondaki veda pek samimi ve etkili olmuş, Claude Farrere, refakatinde Mutasarrıf Sadettin Bey olduğu halde Mustafa Kemal Paşa, halk, asker ve öğrenciler tarafından uğurlanmıştı. Bu arada Mustafa Kemal Paşa, Claude Farrere'e gümüşle işlenmiş bir kırbaç hediye etmişti.dergipark.org.tr

Ralph Waldo Emerson - Doğa

Emerson, doğa ile geleneklerin dışında bir ilişki kuran Transandantalizm akımının temellerini attığı bu çalışmasını konu hakkındaki ilk konferanslarına dayandırır. Emerson, doğayı her şeyi içine alan ve çok az tanıdığımız ilahi bir varlık olarak tanımlar. Birey ile doğanın füzyonunu yüceltir. Bu durum aynı zamanda Buda öğretisine dayanan bir uyanışı da içerir. Emerson, doğayı görmeyi henüz tam olarak öğrenemediğimizi ileri sürer. İnsan için önemli olan Doğa'nın Ruhu'nu keşfetmek olmalıdır. Bu noktada Emerson'ın ruh olarak adlandırdığı kavram Alman filozof Hegel'in Geist olarak tarif ettiği Tin ile yakınlık göstermektedir. Emerson'a göre doğayı sadece kendi çıkar ve ihtiyaçları için kullanan insan yarım insandır.Doğa bir anlamıyla da hem Amerika kıtasının vahşi doğası ve insanı hem de Amerikan düşüncesiyle dünyanın ilk kez tanıştığı eserdir. Avrupa'nın aksine Amerika kıtası insan eli değmemiş, siyasi ve askeri tarihten bağışık bir doğadır. Emerson'ın doğayı ve insanın dünyadaki asıl rolünü farklı bir gözle görmesinin altında bu gerçeğin yattığı apaçıktır.

"Doğa’nın Şarkısı"

Benden sorulur geceler ve sabahlar,
Neşeli güneş, kambur kamer,
Hava boşlukları, körfezi mesafelerin,
Haddi hesabı olmayan günler.

Saklanırım ihtişamında güneşin,
Çınlayan ezgiler içre sessiz dilim,
Uzanırım sular seller üzre,
Uykumsıra artar kuvvetim.

Hiçbir sayı çetelemi tutamaz,
Hiçbir kabile ele geçiremez hanedanımı,
Otururum önünde Hayat Pınarı'nın
Ve dökerim sessiz sedasız tufanımı;

Ve hep zarif adımlarla
Asırlar boyu toplarım,
Nesilden nesile ender çiçekleri
Eksiksiz çelengime takarım.

Ve ardından sayısız yazların
Olgunlaşır bahçemdeki çiçeklik
Ve yıldızların şifalı ışığından
Yayılır en güçlü güzellik.

Yazdım fermanımı eskiden,
Taşın ve ateşin doğasını,
Kömür madenlerini,
Mercan adalarını.

Çalarak uydulardan ve gezegenlerden
Çekip çıkardım kırık yıldızları ayı,
Geçip gitmiş bütün o şeylerden
Yeniden kurdum dünyayı.

Ne zaman ki başladı karnavalı tanrıların
Takarak yıldız ve çiçek süslerini,
Cinler ve sürüngenler halinde
Sarıp sarmaladılar aşırı güçlerini.

Zaman ve Fikir'di mimarlarım
Sağlam temeller attılar,
Denizi kaynatıp kumu
Granitle ve kireçle kardılar.

Ama o harika çocuk—insan,
Bu arada ner'de oyalanıp durdu?
Müjdelerken onu gökkuşağı,
Gülümsemesi günbatımında parlıyordu.

Kuzey ışıklarım atlar yukarılara,
Gezegenlerim dosdoğru döner durur,
Ama o çocuk—insan doğmadı daha,
O ki hepsinin doruğudur.

Sonsuza dek dönmek zorunda mı bu devran?
Asla uyumayacak mı batıda rüzgârlarım?
Asla durmayacak mı günün birinde bir an,
Güneşi ve uyduları döndüren çarklarım?

Bu ne kadar çok giyinip soyunma,
Bıktım usandım kar kaftanımdan,
Ve ne kadar ağır dağılır gökkuşağı,
Bıktım yapraklarımdan, çağlayanlarımdan;

Yoruldum dünyalardan ve türlerden,
Ne kadar çok uzadı bu oyun partisi;
Onsuz neye yarar görkemi yaz'ın,
Neye yarar kış'ın donmuş gölgesi?

Yaratıklarımla ben onun için,
Doğum sancısı çektik ve bekledik;
Filolar halinde geldi habercileri,
Ama henüz ufukta onu görmedik.

İki kez kalıba döktüm bir şekli
Ve elimi üç kez açtım,
Birinden günü, birinden geceyi,
Birinden tuzlu deniz kumunu çıkarttım.

Bir kez Judea'da bir yemlikte,
Ve bir kez Nil'in döküldüğü yerde,
Bir kez Avon nehri kıyısında,
Ve bir kez de Akademe'de.

Krallar ve kurtarıcılar yarattım
Ve egemen kıldım krallar üzre ozanları,
Ama kısa sürdü büyülü etkisi yıldızların
Tamamlayamadım canlıları.

Dönsün yine ateşli çarklar bir kez daha,
Ve karıştırsın kazanı yeniden;
Kaynasın, Kader! antik elementler,
Sıcak, soğuk, ıslak, kuru, barış, acı hep birden.

Savaşlar, ticaret, inançlar, şarkılar birbirine karışsın
Nesilden nesile durmadan olgunlaşarak,
Bütün iklimlerin ve sayısız günlerin içinde
Güneşin kavurduğu dünya bir insan doğuracak.

Ne bir ışık karardı, ne aşındı bir atom parçası,
Eskisi gibi gücüm kuvvetim yerindedir,
Ve dikenler arasında açan taze gül goncası
Gökleri çiyler içre eritmektedir.

Türkçesi: Volkan Hacıoğlu

 

Carlos Castaneda - Kartalın Armağanı

Carlos Castaneda, Los Angeles’daki California Üniversitesi’nde insanbilim (antropoloji) dalında uzman bir öğrenciydi. Yaşlı bir Yaqııi yerlisi olan don Jııan’la tanıştığı zaman, Meksika’nın Sonora yöresindeki Kızılderililerce kullanılan çeşitli tıbbi bitkileri incelemekteydi. Donjuarı’ın öğretileri, bu iki insanın usta ve öğrenci olarak geçirdikleri ilk beş yılın öyküsüdür. Carlos Castaneda sonraları, Bir Başka Gerçeklik, Ixtlan Yolculuğu (Yacjui Kızıldereli Büyücüsü Don Juan’ınyeni Öğretileri), Erk Öyküleri ve İkinci Erk Çemberi adlı kitaplarıyla bu incelemelerin öyküsünü sürdürmüştür.

BÜTÜN CANLI VARLIKLARIN KADERİ KARTAL’IN ELİNDEDİR.

KARTAL IN ARMAĞANI KURTULMA ve ÖZGÜRLÜĞE KAVUŞMA FIRSATI DEMEKTİR
Castaneda, Meksika'ya geri döndüğünde, artık efsaneleşmiş »lan Don Juan’ın yerini almak üzere topluluğun lideri olarak seçildiğini öğrenir. Büyücülerin evrenin gizemli güçlerini tanıma, uysallaştırma ve onlardan yararlanabilme erkinin peşine düşen Castaneda, bir kez daha eski öğretilerin bilinmez dehşetler, Tanrısal görsüler ve göz kamaştırıcı içgörülerle dolu dünyasına girer. Don Juan’ın anlaşılması güç, kudretli ve lıep onunla birlikte olan ruhunun aralıksız etkisi altında, Castaneda, büyücülük sanatının daha da derinlerine iner. Büyücülüğün özüne doğru bir yolculuk hayal gücünüze ve mantığınıza bir meydan okuma.


Önsöz

Her ne kadar bir insan bilimci olsam da, bu çalışma gerçek anlamda bir insanbilimsel çalışma sayılmaz; yinede kökenleri kültürel insanbilime inmektedir, çünkü yıllar önce bu disiplin içinde bir alan çalışması olarak başlamıştı. O yıllarda, güneybatı ve kuzey Meksika’da yaşayan Kızılderililer arasında tıbbi bitkilerin kullanımı üzerinde incelemeler yapıyordum.

Geçen bunca yıl boyunca araştırmalarım, gerek kazandıkları ivme, gerekse kişisel gelişmem sonucu farklı bir duruma evrildi. Tıbbi bitkiler üzerindeki incelemelerin yerini, en az iki farklı kültürün sınırlarının ötesine geçen bir inanç dizgesi üzerindeki incelemeler aldı.

Çalışmalarımın ilgi odağında ortaya çıkan bu değişimin sorumlusu, beni daha sonra orta MeksikalI bir Mazatec Kızılderilisi olan Genaro Flores’le tanıştıran kuzey Meksikalı Yaqui Kızılderilisi don Juan Matus oldu. Her ikisi de, günümüzde genelde büyücülük olarak bilinen ve gerek tıp bilimi, gerekse ruhbilimin ilkel bir biçimi olduğu sanılan, oysa, gerçekte son derece yüksek özdüzenceli, son derece bilgili uygulayıcılar arasında var olan bir geleneği oluşturan eski bir öğretinin sürdüriiciileridir.

Bu iki adam benim için, birer bilgi kaynağından çok öğretmen oldular; ama ben yine de yaptığım işin, dağınıklığına rağmen, insanbilimsel bir çalışma olduğunu ısrarla savundum. Bu dizgenin kültürel dayanaklarını belirleyebilmek, kusursuz bir sınıflandırma yöntemi, sınıflandırıcı bir düzen, kökenleri ve
dağılımı üzerine bir varsayım geliştirebilmek için yıllarımı harcadım. Ancak, tüm bu uğraşlarım boşunaydı, çünkü sonuçta, dizgenin zorlayıcı içsel erkleri entelektüel arayışlarımı rayından çıkarttı ve beni de aralarına kattı.

Bu iki erk sahibi adamın etkisi altında, çalışmam bir yaşam öyküsüne dönüştü; çünkü, aralarına katıldığım andan itibaren, kendimi yaşadıklarımı aktarmaya zorunlu hissettim. Bu, oldukça farklı bir yaşam öyküsüdtir, çünkü burada ne sıradan bir insan olarak gündelik yaşantımı, ne de gündelik yaşantımın oluşturduğu öznel durumları aktarıyorum. Bunların yerine, birbiriyle ilişkili düşünceler ve yöntemlerden oluşan yabancı bir dizgeyi benimsemenin sonucu olarak yaşantımda gelişen olaylar örgüsünü aktarıyorum. Başka bir deyişle, incelemek istediğim inanç dizgesi beni içine çekti ve bütün
yaşamımı ona adadım.

İşte bu koşullardan dolayı, yaptığım işin tam olarak ne olduğunu açıklamak zorundayım. Sıradan bir
batılı ya da bir insanbilimci olarak yola çıktığım ilk noktadan çok uzakta olduğum şu anda, bu çalışmanın bir kurmaca olmadığını yinelemek zorundayım. Burada anlattıklarım bizler için yabancıdır; bu nedenle de gerçekdışı gibi görünmektedir.

Büyücülüğün dolambaçları içinde derinlere indikçe, başlarda bana ilkel inançlar ve uygulamalar dizgesi
gibi görünen şeyler, devasa ve içinden çıkılması güç bir dünya halini aldı. Bu dünyayı tanıyabilmek, onu aktarabilmek için, giderek artan biçimde karmaşıklaşan ve daha incelikli hale gelen yöntemler kullanmak zorundayım. Bana olanlar, ne benim önceden kestirebildiğini türden gelişmeler, ne de diğer insanbilimcilerin MeksikalI Kızılderililerin inanç dizgeleri üzerine bildiklerine benziyor. Sonuç olarak, kendimi güç bir durumda hissediyorum; bu koşullar altında yapabildiğim tek şey, bana olanları, olduğu gibi yansıtmak. İyi niyetim konusunda, ikili bir yaşamım olmadığını ve kendimi don Juan’ın dizgesinin ilkelerini uygulamaya adamış olduğumu bir kez daha vurgulamanın ötesinde herhangi bir güvence veremeyeceğim. Bana eğitmenlik yapan MeksikalI Kızılderili büyücüler, don Juan Matus ve don Genaro Flores, bilgilerini kendilerince yeterli gördükleri ölçüde bana açıkladıktan sonra, eyvallah deyip çekip gittiler. Bana düşen görevin, o andan itibaren, onlardan öğrendiğim bilgileri kendi çabamla bir araya getirmek olduğunu anladım.

Bu görevi yerine getirmek üzere çalışmalara başlamak için Meksika’ya geri döndüğümde don Juan ve don Genaro’nun beşi kadın dördü erkek dokuz çömezinin daha bulunduğunu keşfettim. Kadınların en yaşlısının adı Soledad’dı. Bir diğeri “La Gorda” takma adlı Maria Elena’ydı; diğer iiç kadın, Lydia, Rosa ve Josefina daha gençtiler ve “Küçük kız kardeşler” olarak anılıyorlardı. Dört adamın adlarıysa, yaş sırasına göre Eligio, Benigno, Nestor ve Pablito’ydu; son saydığım üçüne, don Genaro’ya çok yakın oldukları için “Genarolar” deniliyordu.

Nestor, Pablito ve artık orada olmayan Eligio’nun çömez olduklarını biliyordum zaten, ama her nedense
dört kızın Pablito’nun kız kardeşleri, Soledad’ınsa onların anaları olduğuna inanmıştım. Geçen yıllar boyunca Soledad’ı az çok tanımıştım, yaşça don Jııan’a yakın olduğu için bir saygı ifadesi olarak ona her zaman doıia Soledad şeklinde hitap ederdim. Benigno’yu tanırdım ama onun don Juan ve don Genaro ile ilişkisinden hiç haberim olmamıştı.

Anlayamadığım nedenlerden dolayı hepsi de, şu ya da bu şekilde benim Meksika’ya geri dönmemi bekliyor gibiydiler. Bana, onların liderleri, Nagualları olarak don Juan’ın yerini almamın beklendiğini bildirdiler. Don Juan’la don Ge-ııaro’nun da Eligio’nun da bu dünyadan uçup gittiklerini söylediler. Bu üç kişinin öldüğüne inanmıyorlardı; onlar, yaşadığımız dünyadan farklı, ama aynı ölçüde gerçek başka bir dünyaya girmişlerdi.

Kadınlarla—özellikle dona SoledadTa—ilk karşılaştığımız andan itibaren sürekli ters düştük. Ancak, yinede dinginleşmeme yardımcı oldular. Onlarla kurduğum ilişki, yaşamımda gizemli bir coşkunun doğmasına yol açtı. Birlikte yaşadıklarımız, düşünce ve kavrayış biçimimde çok büyük değişimler getirdi. Ama, tüm bunlar bilinç düzeyinde gerçekleşmiyordu—ya da en azından, onları ilk ziyaretimden sonra zihnimi her zamankinden daha fazla karışmış buldum; yine de bu kargaşanın içinde, şaşırtıcı ölçüde sağlam bir zemin vardı. Bu çatışmaların etkisiyle, kendimde o güne değin var olduklarını düşlerimde bile görmediğim yetenekler keşfettim.

La Gorda ve küçük kız kardeşler kusursuz birer diiş görücüydü/er; kendi arzularıyla bana yol gösterici bilgiler verdiler ve becerilerini gösterdiler. Don Juan düş görme sanatını, kişinin kendi olağan düşlerinden yararlanma, onun ve don Genaro’nun ikinci dikkat adını verdikleri uzmanlık gerektiren bir dikkat türü aracılığıyla kontrollü farkındalığa dönüştürebilme potansiyeli olarak tanımlamıştı.

Genarolardan, don Juan’ın ve don Genaro’nun öğretilerinin bir diğer yönünü oluşturan iz sürme sanatındaki başarılı uygulamalarını bana öğretmelerini bekliyordum. Iz siirme sanatı bana kişinin akla gelen her durumda en iyi sonuçları elde edebilmesini sağlayan bir dizi yöntem olarak anlatılmıştı. Ancak, Genaroların iz sürme üzerine bana anlattıkları, benim beklediğim tutarlılıktan ya da erkten yoksundu. Bu adamlar, ya gerçek anlamda bu sanatın uygulayıcıları değillerdi, ya da bu sanatı bana göstermek istemiyorlardı.

Kendilerini benim yanımda rahat hissedebilmeleri için soruşturmalarıma ara verdim, ama onlar sakin sakin oturdular ve artık hiç soru sormadığıma göre en sonunda bir Nagual gibi davranmaya başladığıma
inandılar. Hepsi de benim kılavuzluğumu ve öğütlerimi bekliyorlardı.
Beklentilerine uygun davranabilmek için, don Juan ve don Genaro’nun bana öğrettiklerini baştan sona
gözden geçirmek, büyücülük sanatının derinlerine inmek zorundaydım.

 

Mary Wollstonecraft - Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi


Mary Wollstonecraft (1759-1797): 38 yıl süren kısa ömrüne karşın, erkek egemenliğindeki felsefe alanında yazdıklarıyla, kendinden sonraki yüzyılları kadın hakları konusunda derinden etkileyen bir 18. yüzyıl düşünürüdür. Dilimize ilk kez çevrilen ve günümüzden 215 yıl önce yayımlanan Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi (1792) ise, bundan beş yıl sonra, geleceğin Frankenstein’ını yazacak kızı Mary [Shelley]’nin doğumundan 11 gün sonra ölen Wollstonecraft’ın en temel yapıtıdır.

 

 

 "Hakim kanat tarafından kadının içine düşürüldüğü bayağılığın, endişelerin, üzüntülerin çeşitliliğinin izini sürmek, bitmeyen bir görev olacaktır."

 Siyaset Felsefesi   The First Feminist – Mary Wollstonecraft (1759-1797)            

Burke’e Eleştiri 

İnsan Haklarının Bir Savunması eserinde her ne kadar Burke’e cevap niteliğinde olsa da muhafazakarlığın estetik, ahlak, cinsiyet, toplum, siyaset gibi görüşlerini eleştirir. 

Burke’e yönelik ise Düşünceler’den ziyade Felsefi Soruşturma eseri üzerinden eleştirilerini yöneltir. Wollstonecraft’ın karşı olduğu Burke’ün İskoç ahlakçıları gibi ortak duyu üzerinden hareket etmesidir. 

Aydınlanma’nın akıl, bilim ve ilerleme kavramlarını benimseyen Wollstonecraft, en açık hakikatlere ulaşmak için önyargılarla savaşılmasını savunur.

Aydınlanma’nın akıl, bilim ve ilerleme kavramlarını benimseyen Wollstonecraft, en açık hakikatlere ulaşmak için önyargılarla savaşılmasını savunur.

    «İnsanın hayvandan üstün olmasının nedeni nedir? Bu sorunun yanıtı, yarımın bütünden az olduğu önermesi denli açıktır. İnsanın hayvandan üstün olmasının nedeni Akıldır.

    Bir varlığı bir başka varlıktan üstün kılan hangi edinilmiş  özelliktir? Hep bir ağızdan yanıt verebiliriz: Erdem

    İnsanlara tutkular bahşedilmiş olmasının nedeni nedir? Deneyim bizlere şöyle fısıldar: İnsan bu tutkularla savaşırken, hayvanların ya da vahşilerin ulaşma yetisine sahip olmadığı bir bilgi seviyesine ulaşabilir. Eğitim

    Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Doğamızın mükemmeliyetinin ve mutluluğumuzun ölçütü, bireyi farklılaştıran, toplumu bir arada tutan yasaları yöneten akıl, erdem ve bilgi olmalıdır: İnsanoğluna genel olarak baktığımızda, aklın kullanılmasından doğal olarak bilgi ile erdemin doğduğu da yadsınamaz bir gerçektir.»

        «İnsanlar genel olarak akıllarını önyargılarını söküp atmak için değil, onları meşrulaştırmak için kullanıyorlar.»
        «Günümüzde önyargılara ilişkin olarak yeni bir modanın hâkim olduğunu görebiliyorum. Biri, insanlığı ve aklı da arkasına alarak da olsa, önyargılara karşı çıkmaya kalktığında, kendisine atalarının aptal olduğuna mı inandığı soruluyor. Buna, hayır diye yanıt vermeliyim; başlangıçta her türlü fikrin bir biçimde akla dayalı olduğuna inanıyorum, ama pek çok zaman yerel ve geçici bir fikir daima makul olma iddiası taşıyan temel bir ilke haline getiriliveriyor. Ama işte temel aldıkları akıl artık akıl olmaktan çıkmış olan bazı küflü fikirler; salt uzun zamandır var olmalarının onlara kazandırdığı saygınlık nedeniyle önyargıya dönüşüyor. Neden önyargıları salt önyargılar oldukları için seviyoruz? Önyargı dediğimiz, akılla kanıtlayamadığımız ama gene de ikna olduğumuz bir fikirdir; akılla temellendirebildiğimiz anda bu fikir, hatalı dahi olsa önyargı olmaktan çıkar: Öyleyse aldın muhalefet ettiği fikirleri el üstünde tutmamızın öğütlenmesi doğru mu?»

        Wollstonecraft, İskoç Aydınlanması düşüncesinde görülen akıl yerine tutku ve duyguları öne çıkaran yaklaşımlara karşı çıkmaktadır. Bu yaklaşım ise, mevcut toplumsal, siyasal ve cinsel eşitsizlikleri doğallaştırdığını ve meşrulaştırdığını ileri sürer. Mevcut yapıya hakim olmak için ise aklın duygulara hakim olması gerekir.
        Romantik kavramını da duygu olarak ele alan Wollstonecraft, romantik kavramıyla yapay ve sahte eserler üretildiğini savunur.

        Ona göre eleştirel aklı engelleyen de kadın ve erkeğe ilişkin farklı doğal duygular ve erdemler tanımlamaktır.

        Burke’ün güzel ve yüceye ilişkin düşüncelerini ele alan Wollstonecraft, kadınla özdeşleşen güzelin zayıflık, önemsizlik, küçüklük gibi niteliklerini erkekle özdeşleşen yücenin daha güçlü ve önemli nitelikleriyle karşıt olarak tanımlanmasını eleştirir.

        Wollstonecraft, Avrupa medeniyetini soyluluk ve din üzerinden ele eleştirir. Soyluluk ve din üzerinden yapay duygu ve düşünceler üreterek gerçek değerlerin ve aklın gelişmesi engellenir.
        Soylular ve Kilise/din adamları, zamanla yozlaşmışlardır. Dolayısıyla mevcut sorunları çözemezler.
        Onların amacı, mülkiyetin güvenliğidir.

        Feminist Düşünceye Katkısı
            İnsan doğasının kadın ve erkek doğası şeklinde ayrılmasına karşı çıkar.
                «Kadın cinsini aşağılayan ve doğadan türetildiği söylenerek akla dayandığı iddia edilen sayısız sav vardır.»
                Erkek akıl kapasitesi ile tanımlanırken kadın duygu kapasitesi ile tanımlanmıştır.
                Oysa eğitim sayesinde bu eşitsiz durum giderilebilir.

            «Ya doğa insanla insan arasında büyük bir fark gözetmiş ya da dünyaya şimdiye dek egemen olan medeniyet son derece taraflı davranmış. Eğitim üzerine yazılmış çok çeşitli kitapları inceledim, ebeveynlerin çocuklarım yetiştirme, okulların idare biçimlerini gözlemledim; ama sonuç ne oldu? - Bana acı veren sefaletin kaynağında kız kardeşlerimin sefil eğitiminden başka bir şey yatmadığına dair sarsılmaz bir inanç: Kadınlaş acelece varılmış tek bir sonuçtan kaynaklanan, iç içe geçen çok çeşitli nedenlerle zayıflığa ve perişanlığa mahkûm edilmiş.»

            «Bu zamansız ve verimsiz çiçeklenmenin kaynağında yanlış eğitim sistemini buluyorum; bu konuda yazan erkekleş dişi cinsi insan olarak değil de kadın olarak gördüklerinden, onları şefkatli eşler ve akılcı annelerden ziyade, alımlı metresler olarak şekillendirmeye yatkınlar; kadın cinsi deyince anlaşılan şey, bu yüzeysel saygı görüntüsüyle öylesine cilalanıp parlatılmış ki, yüzyılımızın uygar kadım, pek az istisnayı bir yana bırakacak olursak, yetenekleri ve erdemleriyle, karşısındakinde, çok daha soylu bir duygu olan saygı yerine, yalnızca sevgi uyandırmaya çalışıyor.»

        Onun temel vurgusu, bireycilik, eşitlik ve özgürlük temaları üzerinden ilerler.

        Erkekler rasyonellikleri destekleyen bir eğitim alırken kadınlar duygusal ve kadına atfedilen özelliklerini destekleyen ve yerleşik hale gelen bir eğitim almaktadır.
            «Bugüne dek kadınların aldığı eğitim, bu arada toplumun sivil yapılanması, onları önemsiz arzu nesneleri - aptallık üreten ve yayan kişiler! - haline getirmiştir; anlayışlarını geliştirmeden salt güzellik ve evlilik peşinde koştuklarında kadınların görevlerinden uzaklaştığı, kısa ömürlü güzellikleri geçince de gülünç ve yararsız yaratıklara dönüştükleri kanıtlanmalıdır.»

            «Toplumun bugün geldiği haliyle, kadınların yaşamları boyunca sürdürdükleri iş haz alıp vermektir; bu durum böyle süregittiği sürece böylesine zayıf varlıklardan pek fazla bir şey beklenemez. Doğadan güzellikle narinliğin bir arada bulunuşunun verdiği büyülenmeyi örnek alarak, güç kazanabilmek için güzelliğin hâkimiyetinden başka bir şey tanımayan kadınlaş aklın zenginleştireceği doğuştan haklarından feragat eder ve eşitlikten kaynaklanan saygın hazlara ulaşmak için emek sarf etmek yerine, kısa ömürlü kraliçeler olarak yaşamayı seçerler. Erkeklerden aşağı olmalarıyla yücelerek (kulağa bir çelişki gibi geliyor değil mi?) sürekli olarak, kadın oldukları için saygı görmek isterler; oysa deneyimleri şunu göstermeliydi: Kadın cinsine titizlikle bu temelsiz saygıyı göstermekle övünen erkekler, el üstünde tutuyor gibi göründükleri zayıflığı aslında küçümser ve sömürür.»

        Ona göre mevcut düzen mülkiyeti koruma üzerinden ilerler.
            «Düşünen zihin açısından bu dünyayı trajik bir sahne haline getiren kötülüklerin çoğunun kaynağı, mülke gösterilen saygıdır. Toplumsal arazlar, zehirli bir pınardan akar gibi bu saygıdan akar gelir. Çoğu uygar toplumda zararlı sürüngenler ve zehirli yılanlar, soylulara özgü ayrıcalıkların oluşturduğu çalıların gölgesi altında saklanır. Bu ortama hâkim olan sıcak ve hareketsiz havada şehvet gelişirken, her türlü saygın özellik olgunlaşıp erdeme dönüşmeden önce canlılığını yitirir. Saygınlık mülkiyete göre gösterildiğinden, bir sınıf diğerini ezer; mülk de bir kez edinildiğinde, yetenekleri ve erdemi ezer. Zorunlu görevlerini ihmal eden insanlara yarı-tanrılar gibi davranıldığı görülür. Din, gösterişli törenlerle ahlaktan ayrılın Tüm bunlar olurken, dünyanın değersiz insanların ve zalimlerin inine dönüşmesine şaşırmamak gerekir.»

            «Servet sahipliğiyle kadınlara özgü yumuşaklık insanoğlunu yozlaştırır ve aynı nedenden kaynaklanır. Kadınların akılcı yaratıklar olabilmeleri için onları kendi erdemlerini edinmeye teşvik etmek gerekir; çünkü akılcı bir varlık kendi çabasıyla edinmediği bir şeyle nasıl kendini geliştirebilir?
            «Kadınların davranış biçiminde bir devrim yapmanın zamanı gelmiştir - onlara yitirdikleri saygınlığı geri vermenin zamanıdır - insan türünün bir parçası olarak, kendilerini reformdan geçirerek dünyayı da reformdan geçirmelerini sağlamanın zamanıdır. Değişmez ahlak kurallarını yerel davranış alışkanlıklarından ayırmanın zamanıdır. - Erkekler yarı tanrılarsa eğer - onlara hizmet edelim! Kadınların ruhunun saygınlığı, hayvanlarınki kadar tartışmaya açıksa – akılları eğer davranışlarını doğru biçimde yönlendirecek yeterli ışığı sunmuyorsa ve hata yapmalarını da engelleyecek bir içgüdüleri de yoksa - kadınlar hiç kuşkusuz tüm yaratıkların en zavallı olanıdır! Bu koşullar altında, kaderin demirden eli altında yaradılış açısından kusurlu ve zayıf cins olmaya razı olmalıdırlar.»

        Son olarak Wollstonecraft, Fransız Devrimi’ni destekler ancak yapılış şeklini eleştirir.