30 Mart 2018

Korku Ütopyalarında Din Algısı


Giriş
İnsan akıllı bir varlıktır. İnsan aklı ile çevresini ve varlıkları anlamlandırma çabası içine girmiştir. Aristoteles insanda bulunan akıl ve bilme yetisini “bütün insanlar, doğal olarak bilmek isterler”
sözü ile dile getirmiştir. İnsan akıllı olmasının yanında diğer bir yönü ile de sosyal bir varlıktır. İnsanın sosyal varlık oluşumu, aile-cemaat-toplum olarak küçükten büyüğe sosyal gruplar şeklinde oluşmuştur. Sosyal varlık olan insan kendisini ait olduğu yerde siyasal olarak da konumlandırma uğraşısı içerisindedir. Siyasal uğraşı içindeki insan; çeşitli siyasal sistemleri kurgulamış , farklı devlet yapıları ortaya çıkartmıştır. Ütopya düşüncesi, insanlığın kurguladığı siyasal düşüncelerden bir tanesidir. İnsanın düşüncesine yön veren diğer bir önemli kurum da dindir. Dinlerde ilahi veya gayri ilahi bütün topluluklarda var olmuş ve onların hayatlarını bireysel, sosyal ve siyasal bazda etkilemiştir. O halde din nedir? Ütopya nedir? sorularına kısa da olsa değinmek yararlı gözükmektedir.

Din kelimesi d-y-n kökünden türeyen Arapça bir kelimedir. Din kelimesinin anlamını Cevheri (öl.1307), “adet, durum; ceza, mükâfat, itaat şeklinde verir ve terim olarak dinin itaat anlamından geldiğini belirtir.  İbn Manzur (1233-1311) bu kavramlara ilaveten “hesap” ve “ İslam”ı da eklemiştir.  Bu kavram Arapçada “din” şeklindeki bir telaffuzla kullanılmış olsa bile her toplum bu kelimeyi farklı telaffuzlarla ifade etmiştir. Bu kavramın farklı telaffuzlarla ifade edilmesi dışında din kavramının kendisi, problemin giriftliği, tanımı yapan kişinin sahip olduğu dünya görüşü, din kavramının dillerde kazandığı özel ve genel manalarda farklı din tanımlarının yapılmış olmasının nedenleridir diyebiliriz.

Her ne kadar farklı din tanımları yapılmış olsa bile din denildiği zaman dinin bazı genel özelliklerinin bu kavramın içerisinde bulunması gerekmektedir. Bu konuda Mevdudi ( 1903–1979)’nin hak dinde bulunması gereken hususiyetleri belirlerken ortaya koyduğu özellikler dikkat çekicidir. 
Bunlar: 
1- Hâkimiyet; en üstün otorite, 
2- Bu yüksek otorite ve hâkimiyete boyun eğme, 
3- Bu hâkimiyetin otoritesi altında meydana gelen ameli ve fikri nizam 
4- Bu nizama uyma ve uymamadan dolayı yüksek otorite takdir edilen ceza ve mükâfat  şeklinde bir dinde bütüncül olarak bulunması gereken nitelikleri sıralamıştır. Ateist bir düşünür olan Bertrand Russell (1872-1970)’da büyük tarihsel dinlerin her birinin üç yanı vardır. Bunları , bir mabet, bir insan, kişisel bir ahlak yasası olarak sıralamıştır. O, bu üç öğeyi her dinde farklı oranlarda olsa bile bulunması gerekli öğeler olarak görür. Hatta bilimin kesinlikle mutlak egemen olduğu bir çağda bile, dinin yaşama olanağı bula- bileceğini belirtir.

Sonuç olarak olumlu veya olumsuz birçok din tanımının yapılabilmesi mümkün olmuş , bakış açısına göre, yapılan din tanımı değişmiştir. Ancak bir dinde, inançla, ibadetle (muamelat) ve ahlakla ilgili hususların bulunması gerekir. Bu bağlamda din, ferdi ve içtimai yanı bulunan, fikir ve tatbikat açısından sistemleşmiş olan, inananlara bir yaşam tarzı sunan ve onları belli bir dünya görüşü etrafında toplayan kurumdur. Din, bir değer koyma, değer biçme ve yaşam tarzıdır. Din bir takım şeyleri duyma, onlara inanma ve onlara göre birtakım iradi faaliyetlerde bulunma meselesidir. 

 Ütopya düşüncesi İlkçağdan itibaren insan düşüncesine yön veren öğelerden birisi olmuştur. Bu nedenle de ütopya kavramı kullanıldığında bu kavramın insanların düşüncesinde bir karşılık bulduğunu söyleyebiliriz. Ütopya günlük dilde “düş ülke” ya da “düş ülkü”, “hayallerimizde yaşattığımız ideal yer” anlamında kullanılmıştır.

 Karşımızdaki kişinin fikri, o anki algımızın ve hayat anlayışımızın uzağında ise karşımızdakini ütopik olmakla, halk diliyle, hayalcilikle suçlarız. Günlük dildeki kullanımında ütopya kavramında reel hayatın ötesinde bir tasarım söz konusudur. Bu bağlamda ütopyanın güncel yaşamda gerçekleştirilmesi imkânsız şeyler için kullanıldığı söylenebilir.

 Ütopya kavramını ilk kez siyasal anlamda eserine ad olarak kullanan Thomas More (1478-1535) olmuş ve ütopyayı içinde yaşadığı çağa ve devlete eleştiri olarak kullanmıştır. O, ütopyayı Latince bir kelime olan ütopya (ütopia) terimini bir tür sözcük oyunuyla Eski Yunanca’da “yer” anlamına gelen “topos” sözcüğünün önüne yokluk bildiren “ou” ile iyilik bildiren “eu” ekini ayrı ayrı getirerek, “iyi ama olmayan yer” anlamında kullanmıştır. 

 Ayrıca More, dostu Peter Giles’e (1486–1533) yazdığı mektupta, ütopyayı “gerçeğin adeta bala bandırılmış halinde olduğu gibi, insanların zihinlerine daha bir sevimlice girebileceği bir kurgudur”  ifadesiyle tanımlamıştır. Ancak ütopya düşüncesi insan varlığı ile bir birliktelik içinde olmuş , tarihi süreç içinde çeşitli ütopya türleri ortaya çıkmıştır. Bu nedenle ilk siyasal ütopya örnekleri olarak Platon’un siyasal düşüncelerini dile getirdiği “Devlet ve Yasalar” adlı eserlerini söyleyebiliriz. Hatta Antony Flew (1923-2010)’inde söylediği üzere, ütopya düşüncesi dolaylı ya da dolaysız Platon’un düşüncesinden etkilenmiştir.

 Siyasal olarak ütopyalar istenilen ve istenilmeyen olarak diyalektik bir karşıtlık içinde varlığını sürdürmüştür. Siyasal ütopyaların dışında ütopya kavramından hareket edilerek; Edward Bellamy(1850- 1898)’nin “Looking Backvard” ve William Morris(1834-1896)’in “Hiçbiryerden Haberleri” gibi ekonomik ütopyaları , “Ademin bahçesi” ve “cennet” kavramından yola çıkılarak ortaya konulan dini ütopyaları , teknoloji ve bilimin gelişmesi ile beraber ortaya çıkan bilim-kurgu ütopyalarını , siyasal ütopyalarda kadının yer aldığı ikincil ve olumsuz rolden hareketle ortaya konulan feminist ütopyaları sayabiliriz. Siyasal olarak ütopyanın birçok tanımı yapılmış , genel anlamda eleştirel bir siyaset tasarımı olduğunu söylemek zor olmasa gerektir. Siyasal olarak ütopyanın nasıl kullanıldığını ve tanımlandığını görebilmek için bazı ütopya tanımlarını vermek faydalı olacaktır. Ütopya literatürde; ayrı ntılı olarak, zaman ve uzam içine yerleştirilerek betimlenmiş , gerçekte ise var olmayan bir toplumdur.

 Bir başka tanımda, salt düşüncede olsa da içinde yaşayanlara eşitlikçi, doğru, haktanır, yetkin bir düzen içerisinde kötülüklerden arındırılmış mutlu bir yaşam sürmeyi vaat eden kurgusal ve ülküsel kusursuz bir toplum, 

Charles Fourier (1772–1837), ütopyayı uygulama imkânı olmaksızın, etkili bir yöntem bulunmaksızın iyinin düşlenmesi, şeklinde tanımlamışlardır. E. M Cıoran (1911–1995)’a göre ütopya, kutsal kitaptaki vaad edilen yeni bir yeryüzünün muhafaza edilmesidir.

 Bir diğer tanımda ise; ütopya insanların özgürce ve gönüllü olarak bir araya gelip ideal bir topluluk içinde kendilerince iyi olan bir yaşam tarzını sürdürmeye çalışacakları , fakat hiç kimsenin kendi ütopya vizyonunu başkalarına empoze edemeyeceği bir yerdir.

 Görüldüğü üzere birçok ütopya tanımı yapabilmek mümkündür. Ancak bu tanımlamalarda görülen temel özellik ütopyaların gelecekteki toplumu kurmayı arzulamaları ve bunu yaparken mevcut kurulu devlet düzeninden hareket etmeleridir. Bunun içinde ütopyalar genel anlamda devletin devamını ve toplumun mutluluğunu hedeflemişlerdir. Ütopya devlet düzeninde birey, devlet sistemi içinde anlamlı olup bireyin mutluluğu, devletin izin verdiği ölçüdedir. Bu bağlamda ütopyalarda bireyin özgürlüğünden, hislerinden, iradesinden ve farklılığından söz etmek mümkün değildir. Çünkü ütopyalarda birey hissederse toplum sendeleyecektir.

Ütopyalar, değişime kapalı , statik bir devlet tasarladığı için aynı zamanda dogmatik, açık topluma imkân tanımayan, toplum ve devlet içinde mutlak eşitliği hedefleyen, gelecekteki ideal toplumu arayan, bireyi ve duygularını hiçe sayan kendi içinde kusursuz olarak tasarlanmış devlet sistemleridir.

Rönesans düşüncesi ile beraber düşüncenin her alanında yenileşme hareketi başlamış , Rönesans ütopyaları da bu düşüncenin bir devamı olarak yeniden ortaya konulmuştur. Thomas More’un “Ütopyası ”, Tommaso Campanella (1568-1639)’nın “Güneş Ülkesi” Francis Bacon (1561-1626)’un “Yeni Atlantis”i bu dönmede ortaya konulan eserlerden bazılarıdır. Bu eserlerde ortaya konulan eşitlikçi, özel mülkiyetin yok sayıldığı ve ailenin olmamasına dayalı fikirler ile bilimin yön verdiği tümevarım ve deneye dayalı yeni bilgi anlayışı toplumu değiştirmiş ve dönüştürmüştür. Rönesans ütopyalarının dayandığı yukarıdaki fikirler sosyalist ütopyalarında oluşumuna dayanak olmuştur. Sosyalizm ve sosyalist ütopyalar, Rönesans ütopyalarından faydalanmıştır.

Sosyalist ütopyalar mutlak eşitliği hedefleyen devlet tasarımları olup 19. yüzyı ldan itibaren kurulan sosyalist devlet sistemlerini yoğun bir şekilde etkilemiştir. Mutlak eşitlik ve değişmeme üzerine kurulu devletlerde bireyi, devlete ve topluma karşı yabancılaştırmıştır. Bu yabancılaşma ve devletin katı yapısına bir tepki olarak da süreç içinde siyasal akımın çeşitli kesimlerinden bu devletlere bir tepki olarak korku ütopyaları denen istenilmeyen ütopyalar yazılmaya başlamıştır. Zamyatin (1884-1937) gibi bir devrimci, Berdyaev (1874-1948) gibi bir dindar, Orwell (1903-1950) gibi radikal demokrat, Huxley (1894-1963) gibi liberal düşünceye ait kimseler; kendilerini totaliter yapıların karşısında konumlandırmış ve ütopya düşüncesinin korkunç yapısını eserlerinde betimlemişlerdir. Bu durumu Berdyaev “ütopya her zaman totaliterdir, totaliterlik her zaman ütopyacıdır” sözü ile dile getirmiştir.  Ütopyaya olan tepkisini Popper “Bize dünya üzerinde cenneti vadedenler, cehennem dışında hiçbir şey üretmemiş olanlardır” sözü ile ütopya ve ütopyacılığı eleştirmiştir. Orwell’da ütopyasındaki devlet sistemini tahlil ederken “Alman Nazileri ve Rus komünistleri kullandıkları yöntemlerle bize çok yaklaşmışlardı ” sözleri ile bu gerçeği ve nasıl bir devlet yapısını eleştirmek istediğini göstermek istemiştir.

 Ütopik devlet düzeninden etkilenen siyasal sistemlere (sosyalist, komünist, totaliter) tepki olarak da bazı istenilmeyen korku ütopyaları oluşturulmuştur. Korku ütopyalarının en önemlileri olarak Eugune Zamyatin, Biz, (1924); Aldous Huxley, Cesur Yeni Dünya, (1932), George Orwell, Arthur Koestler (1905–1939), Gün Ortasında Karanl ı k, (1940), George Orwell, 1984, (1948), Ray Bradbury, (1920-?) Fahrenhe it 451, (1953), B. F. Skinner, (1904– 1990) Walden İki, (1948), vb. örnekleri verebiliriz. Ancak biz çalışmamızda bu süreçte oluşan korku ütopyalarından sadece Orwell, Huxley ve Zamyatin ütopyalarını örneklem alarak genel olarak bu eserlerde din olgusunu ve onun nasıl ele alındığını irdelemeye çalışacağız. 

Yakup AKYÜZ 
Yrd. Doç. Dr. 
Din Felsefesi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

kaynak


Arif Dino "Boşluğun kucaklayışı; Umutsuzluk. Hıçkırıkların hiçbir sesle dile gelmez Sen’in susuşu Ben’in susuşu Susuş."

 
Boşluğun kucaklayışı;
Umutsuzluk.
Hıçkırıkların hiçbir sesle dile gelmez
Sen’in susuşu
Ben’in susuşu
Susuş.



(Güli’ye adandı, Gecenin 11’i, Yeniköy)


Vincent'in sonsuz insan sevgisi

Vincent yaralı kalbinde kelimelere dökemeyip taşırdığı mükemmel bir insan sevgisi taşıyordu. O da kendini boyalarla ifade etmeyi seçti. Bunu yapmak zorundaydı. Çünkü insana ve resime duyduğu aşk kalbinin kabuk bağlamış yaralarını parçalayıp üstünde tepiniyordu.
Artık sürekli resim yapıyor, içindeki salt sevgiyi böylece insanların üzerine bir hükümlülük gibi bırakıyordu.
Resim artık öylesine hayatının bir parçası olmuştu ki, fırçayı bir kenara attı ve artık sadece boya tüpünü tuvalin üzerine öylece sıkıp parmaklarıyla o boyayı zevkle eziyordu. Hatta bazen boyaya duyduğu aşkla deliriyor ve tadına varmak için yiyordu. Yemeklerinin rengini veren artık boyalardı.
 
İçindeki yoğun insanlık sevgisini taşırıp boyalarla tuvallere aktaran adam, Vincent van Gogh. Yaşadığı sefil ve yardım dolu bir hayattan sonra elinde kalan ünlenmiş, mükemmel tablolarıydı. Ama o tabloların ününü de ancak öldükten sonra gökyüzüne yükselen özgür ruhu görebildi.

Dünya gözüyle görüp öğrendikleri Vincent'in ancak canını yakmış, onu her yarasının üstüne bir pansuman yapmak zorunda bırakmıştı.
Vincent içinde taşıdığı tüm duyguların karşılığını bir renkte buldu ve onlara can verdi. Suya düşse yağmur damlası, yere düşse toprak parçası zannedip geçeceklerdi. Oysa o, resim yapmayı seçti. Renklerin insanlara getirdiği özgürlüğü balonlara asılı bırakıp insanların görmesini sağladı. Sadece insanlar bunu fark ettiğinde Vincent de balonların yanındaydı, hepsi bu.

Van Gogh'un çocukluğu

Vincent 30 Mart 1853'te dünyaya geldiğinde ailesi Hollanda'nın güneyindeki Brabant bölgesindeki Groot - Zundert köyünde yaşıyordu. Babası da bu köyün papazıydı.
12 yaşına geldiğine komşu kasabanın okuluna eğitim için gönderilmişti ki, okulu yarıda bıraktı. Çünkü her şeyi çok yavaş anlıyordu ve zekasındaki bu durum onu okuldan soğutmuştu. Böylece eğitim - öğrenim hayatını zirvede bıraktı.

Resim Satış Memuru, Vincent Van Gogh

Okulu bıraktıktan sonra Vincent avare ve yalnız bir çocukluk geçiriyordu. İçine kapanmıştı. Babasının desteğiyle 16 yaşında La Haye'deki resim galerisinde memuriyet görevi ile iş hayatına başlamış oldu. Bundan sonraki durağı da Brüksel'deki Goupil galerisiydi ve 1873'te Londra şubesine ataması yapıldı.
Resim bir virüs gibi kanında dolaşmaya inceden başlıyordu. Sadece Vincent bunun farkında değildi.

Vincent'in ilk hayal kırıklığı

Vincent, Londra Goupil Galerisi'nde çalışırken, burada kirada yaşıyordu. Ev sahibinin kızı Ursula Loyer'e aşık olmuştu.
Vincent 22 yaşındaydı. Hissettiği aşk, ruhunu bir mengeneye sıkıştırmış ve boğuyor gibiydi. Ursula olmadan yaşayamayacağı düşüncesi içinde bir çığ gibi büyümeye başladığında onunla evlenmek istediğini söyledi.
Ancak genç Vincent'in aşkı ne yazık ki tek taraflıydı. Evlilik teklifine aldığı olumsuz cevabın karşısında dünyada onun için olumlu olabilecek hiçbir şey kalmamıştı.
Bu yaşadığı ilk aşk ve ilk hayal kırıklığıydı. Bu psikolojiyle orada daha fazla kalamazdı. Olay mahallinden kaçarak uzaklaştı.

Vincent kendini toparlayamıyordu

Londra'dan kaçışı Goupil Galerisi'nin Paris şubesine oldu. Ancak içinde bulunduğu kıskaç onu sıkıştırmaya devam ediyordu.
Haliyle burada da barınamadı. Üzüntüsü, öfkesi bardaktan boşalırcasına etrafına dökülüyordu. Müşteriler, yöneticiler hepsi bu sağanak yağıştan nasibini aldığında yaşadığı anlaşmazlıklar ona evin yolunu gösterdi.

Vincent aşkın zehrini bünyesinden atmaya çalışıyordu

Hayat artık anlamsız ve her zamankinden daha zordu. Tüm acılar üstüne gelmiş, birkmiş, bir şovalye gibi savaşmak isterken o sessizdi.
Kendini resim yapmaya verdi. Kimi zaman ne yapacağını bilmez halde sokaklarda dolanırken, arada aklını başına devşirebildiği nadir zamanlarda da resim galerileri ve müzeleri dolaşıyordu. Yine de çoğunlukla resim yapmanın büyüsüne kapılmak daha cazip geliyordu.

Papazlıktan inancını kaybetmeye kadar uzanan yolculuk

Artık sokakları dolaşmak Vincent'e yetmediğinde başka şehirlere, ülkelere açılmıştı. Gittiği her yerde başka bir iş yapıyordu. Dil öğretti, rahiplerin yardımcısı oldu, kitap satıcılığı yaptı.
Brüksel'e gidip ilahiyat dersleri aldıktan sonra Belçika'daki Borinage madenlerinde papazlık yaptı. Sefalet bütün gerçekliğiyle Vincent'in hayatında kol geziyordu. Bundan başka madenciler için de savaşıyordu. İşte o andan sonra kesinlikle deli olarak anılmaya başlamıştı.
Madencilere yardım için çırpınıyor, bin bir güçlük karşısında adeta direniyordu. Bu aslında kendi iç dünyasında direnemediklerine karşı da açtığı bir savaştı belki. Yine de köylüler ve madencilerin gözünde Vincent artık çağdaş bir İsa'ydı.
Vincent günden güne daha da kötüleşiyordu. Bu savaş onu çok fazla yormuş ve hasta etmişti. Öylesine fakirleşmişti ki, köylülerin sadakasıyla günü bitirmeye çalışıyordu. Kardeşi Theo neredeyse ölmek üzere olan Vincent'i alıp Brüksel'e götürdü.
Hayatı kurtulmuştu, fiziksel olarak her şey normal seyrine dönüyordu. Ama Vincent'in ruhundaki yaralar hala derindi. Aşk acısı, madenciler için savaşırken tanık oldukları kafasında her şeyi sorgular hale getirmişti Vincent'i. Tanrı'ya olan inancını kaybetmişti.

Brüksel'de başlayan yeni hayat

Vincent'ın sağlığı artık daha iyiydi. Ressam Ridden van Rappart ile tanıştığında ondan dersler aldı. Çünkü artık resim içinde büyütmek istediği tek tutkuydu. Anatomi ve perspektifi öğrenmişti bile.
Theo da kardeşinin resme olan yeteneğini fark etmiş, ona maddi destek veriyordu.

Vincent ikinci hayal kırıklığı ile sarsıldı

Ailesi Etten şehrine yerleşmişti. Vincent ailesinin yanına döndü. Dul kuzeni Kate'i uzun zaman sonra ilk kez görüyordu ve Kate kalbinin ritmini tekrar değişmişti. Ursula'dan sonra tekrar atmaz sandığı kalbi, belli ki sadece kan pompalamaktan sıkılmıştı.
Ancak Kate de Vincent'in evlenme teklifini reddetti. Bir kez daha hayalleri kırılmıştı. Ama en azından bu sefer tecrübeliydi.
Hemen kafasının içinden bir yara bandı çıkardı, özenle yapışkanlı kısmın üzerindeki koruyucu kağıdı sıyırdı ve yaralı kısmın üzerindeki kana aldırmadan yapıştırdı. Üstelik bu sefer yara bandı renkliydi. Çünkü Vincent'in fırçası ve boyası vardı.

Vincent Van Gogh ilk yağlı boya tablolarını yaptı

Vincent, 1883'e kadar La Haye'de kalarak, akrabası olan, ünlü ressam Mauve'den resim dersleri aldı. Önündeki iki yıl içinde ilk yağlı boya tablolarını yapacaktı. Bu Vincent için bütün güzel şeyler adına attığı en güzel adımlardandı. Artık fırça darbeleri ile her şeyi renklendirebilirdi.

Vincent'in bir türlü aşka kavuşamayışı

Kalbini bantladıktan sonra kendine vereceği ikinci bir emire kadar o bandı oradan çıkarmamaya karar verdi.
Bir süre Clasina Maria Hoornik (Sien) adlı bir fahişe ile yaşadı. Aşk adını vermiyordu. Araya çizdiği çizgi fazlasıyla inceydi. Ancak bu ilişki de Theo'nun hoşuna gitmemişti, kardeşine yakıştıramıyordu. Daha sonra Vincent'in birçok tablosunda Sien olacaktı.
Bir daha kalbim kırılmayacak diye antlar verdiği zamanlardı. Neredeyse mutluydu. Ailesinin yanına döndü. Burada komşusu Margot Begemann ile aralarında aşk desen olmaz, demesen daha da büyük yalan sayılacak bir sevişme başlamıştı. Kalbindeki yara bandı artık kabuk bağlamış yaranın üzerinde daha fazla kalmak istemiyordu. Bunu fark eden Vincent, o yara bandına daha fazla ihtiyacı kalmadığını düşündü ve onu çekti. Hisettiği sızıya da hiç aldırmadı.
Bu sefer Vincent'in engeli kendi ailesiydi. Margot ile evlenmesine razı olmadılar. Margot da bu durum karşısında fazlasıyla güçsüzdü ve intihara kalkıştı. Bu olay karşısında Vincent çok fazla sarsıldı. Kendini bir kez daha çıkmazdan kurtarmak için dişlerini çok fazla sıkmak ve bedenini sessiz çığlıklardan korumak zorundaydı.

incent Van Gogh Paris'te

Vincent'in babası 1885'te öldü. Margot ile yaşadıklarından sonra da onu buralara bağlayan pek bir şey kalmamıştı. Kardeşi Theo'nun isteğiyle bir yıl sonra Paris'e taşındı. Theo, kelimenin tam anlamıyla kardeşine bakmayı görev edinmişti. Özellikle resim ile ilgili desteği sonsuzdu.
Hazırlanmış bunca zeminden sonra Vincent üzerine düşeni yaptı ve ressam Cormon'un atölyesine kayıt oldu. Burası onun için yeni bir başlangıçtı. Özellikle empresyonist ressamlarla tanışma fırsatı buldu. Toulouse – Lautrec, Pissarro, Signac, Seurat ve Gauguin ile de tanışmıştı. Hepsinden ayrı etkileniyordu.
Bir dönem de Pointillist tekniğini benimsedi. Resimlerinde bir dönem bu tekniğin etkileri görüldü. Paris'te yaşadığı bir yıl içinde 200'den fazla resim yapmıştı.
1888'de Lautrec'in fikriyle Güney Fransa'da Arles kasabasına gitti. Daima güneşli ve sıcak olan bu kasabada Akdeniz'in rengi Vincent'i büyülemişti. Gaugin de gelip ona misafir oldu.
Hayat belki de Vincent için Paris'ten sonra başlamıştı.

Vincent'in sonsuz insan sevgisi

Vincent yaralı kalbinde kelimelere dökemeyip taşırdığı mükemmel bir insan sevgisi taşıyordu. O da kendini boyalarla ifade etmeyi seçti. Bunu yapmak zorundaydı. Çünkü insana ve resime duyduğu aşk kalbinin kabuk bağlamış yaralarını parçalayıp üstünde tepiniyordu.
Artık sürekli resim yapıyor, içindeki salt sevgiyi böylece insanların üzerine bir hükümlülük gibi bırakıyordu.
Resim artık öylesine hayatının bir parçası olmuştu ki, fırçayı bir kenara attı ve artık sadece boya tüpünü tuvalin üzerine öylece sıkıp parmaklarıyla o boyayı zevkle eziyordu. Hatta bazen boyaya duyduğu aşkla deliriyor ve tadına varmak için yiyordu. Yemeklerinin rengini veren artık boyalardı.

Kulağı kesik ressam, Vincent van Gogh

İlk geldiğinde büyülendiği kasabanın güneşi, yaz aylarına Vincent'i bunaltmaya başladı. Tarlada güneş altında çalışmak zorunda olmak Vincent'in sinirlerini yıpratmıştı. Gaugin ile yaşamak da pek kolay sayılmazdı.
23 Aralık 1890 gecesi Gaugin'in küstah tavırları Vincent'i deli etmişti. O an oralarda usturasını gördü ve bir sinirle Gaugin'in gırtlağına doğru götürdü. Her şey çok hızlı gelişiyordu. Gaugin kendini korumayı başardı. Ancak bu sefer de hırsını alamayan Vincent, usturayla kendi kulağını kesti.
Her şey sıradan bir andan ibaret gibiydi. O anda dünyanın başka bir yerinde de biri örneğin burnunu kesiyor ya da gözünün birini oyuyor olabilirdi. Öylesine bir soğukkanlılıkla kestiği kulağını şehrin genelevinden tanıdığı bir kıza götürdü.

Vincent akıl hastanesinde

Gaugin o geceden sonra kaçmıştı. Yine Vincent'i kurtarmak için Paris'ten gelen Theo onu hastaneye yatırdı ve kulağını tedavi ettirdi. Burada tedavisi sırasında halüsinasyonlar görmeye başladı. Bu yeni şeylerin habercisiydi. Belli ki, yara bantları onu ancak şimdiye kadar getirebilmişti.
Vincent van Gogh hayatının en muhteşem 200 tablasunu Arles'te yapmıştı. Oraya her şeye rağmen duyduğu bir bağlılık vardı. Bu yüzden kendi isteğiyle burada Saint - Remy akıl hastanesine yattı. Buradan sonra başka bir akıl hastanesine daha gönderilecekti.

Satışını gördüğü ilk ve son tablosu

Kırmızı Üzüm Bağı adını verdiği tablosu Vincent hala yaşıyorken satılan ilk ve son tablosuydu. Bu onun resim adına aldığı bir ödül ve mutlu olduğu anlardan birinin karşılığıydı. Mercure de Francce dergisinde de hakkında ilk kez bir yazı yayınlandı.

Vincent van Gogh'un ölümü

Vincent hastaneden taburcu edildiğinde Theo onu tekrar Paris'e getirdi. Ancak Vincent, 27 Temmuz 1890 günü tarlalara resim yapmaya gitmişti ki, daha önceden bulduğu bir silahı göğsü ile karnı arasında ateşledi. Onu bir yandan büyüleyen bir yandan delirten güneş, ölümüne şahitlik etmek için o gün daha da acıklı parladı.
Ona yetişen yine Theo oldu ama onu sadece 2 gün daha da yaşatabildiler. 29 Temmuz'da öldü.
Bir yıl sonra da Theo öldü. Auvers'e Vincent'in yanına gömüldü.

Ölümünden sonra Vincent van Gogh

Vincent yaşarken zaten kendinden öceki dönemlerin çok sağlam olarak kabul görmüş tekniklerini kumdan bir kale gibi tek hamlede yıkmıştı. Şimdi de ölümünün üzerinden 10 yıl geçmişken ortaya çıkan Fauve akımının ressamlarına örnek oluyordu. Ayrıca ondan etkilenen ekspresyonistler de vardı.
Vincent öldükten sonra Paris'te Bağımsız Sanatçılar Sergisi'nde teşhir edilen eserleriyle bir anda ünlü oldu. 37 yıllık hayatı buna vefa vermedi ama, son 3-4 yılda yaptığı tablolar ile resim dünyasının ölümsüzlerinden olmayı başardı. Belli ki yaşarken yara bantlarını fazla sıkı sarmıştı