26 Haziran 2022

Erdal Atabek /Karl Jaspers Ne Demişti?

 

Varoluşçu Alman filozofu Karl Jaspers , işlenen bir suçtan kimlerin suçlanacağı konusunda dört kategori belirler: 

Bir: Suçu işleyen(ler). 

İki: Onları destekleyenler. 

Üç: İşlenen suçu görüp de gerekeni yapmayanlar. 

Dört: Suçu görmemek için başlarını çevirenler. 

Böylece bir suçun işlenmesinde çoğu zaman bir topluluğun hiç sorumluluk almayan kişilerinin de“suçlu olduğunu” öne sürmüştür.    Karl Jaspers

Max Stirner “İnsan günümüzün tanrısıdır ve İnsan korkusu Tanrı korkusunun yerini almıştır”

Neymiş benim üstlenmem gereken o bir sürü mesele? Öncelikle iyi meseleleri benimsemeliymişim, sonra Tanrı meselesini, insanlık, hakikat, özgürlük, insaniyet, adalet meselelerini; dahası halkımın, hükümdarımın, vatanımın meselelerini, ayrıca tin meselesini ve daha binlerce başka meseleyi...Bir tek Benim kendi meselem hiçbir zaman Benim meselem olmamalıymış! 'Tüh o egoiste! Yazıklar olsun, yalnızca kendini düşünene!'


Tanrısal şeyler Tanrı'nın meselesidir; insani şeyler ise insanın...Benim meselem ne tanrısaldır ne insani; hakikat, iyilik, adalet, özgürlük vs. değildir, sadece ve sadece Benim olandır ve genel olmayıp tıpkı benim biricik olduğum gibi o da biriciktir. Benim için Benden daha önemlisi yoktur!

Biricik Ve Mülkiyeti

George Orwell - Kitaplar Ve Sigaralar

 Sahafta çalışırken -sahafta çalışmıyorsanız bu mekanı kafanızda çekici yaşlı beyefendilerin uçsuz bucaksız deri ciltli kitap sayfalarının arasında gezindiği bir tür cennet olarak canlandırmanız ne kadar da kolay- beni en çok etkileyen şey gerçek kitapseverlerin az bulunurluğu olmuştu. Dükkanımızın olağanüstü ilginç bir kitap stoku vardı, ancak müşterilerimizin yüzde onunun bile iyi kitabı kötü kitaptan ayırt edebildiğinden şüpheliyim. İlk baskı züppeleri, edebiyat sevdalılarından daha fazlaydı ama ucuz ders kitapları için pazarlık yapan doğulu öğrenciler onlardan da çoktu; yine de en çok yeğenleri için doğum günü hediyesi arayan kafası karışık kadınlar geliyordu.
Bize gelenlerin pek çoğu her yerde karın ağrısı olacak, fakat kitapçı için ayrıca sorun olan kimselerdi. Örneğin, “yatalak biri için kitap isteyen” (bu çok yaygın bir istektir) pek sevgili yaşlı bir hanımefendi ve 1897’de çok hoş bir kitap okumuş olan, kendisi için o kitabın bir nüshasını bulup bulamayacağınızı soran bir başka sevgili yaşlı hanımefendi. Ne yazık ki kitabın adını ya da yazarını hatırlamıyor, tıpkı hangi konuyla ilgili olduğunu da hatırlamadığı gibi; fakat kırmızı bir kapağının olduğunu unutmamış. Bunları bir kenara bırakırsak sahafların peşini bırakmayan iki tür bela vardır. Bunlardan birincisi, her gün, bazen günde birkaç kere gelip size işe yaramaz kitaplar satmaya çalışan, bayat ekmek kokulu düşkün adamlardır. Ötekisi, yığınla kitap ısmarlayan ama ücretlerini ödemeyi aklından bile geçirmeyenlerdir. Dükkanda veresiye satış yapmıyorduk ama sonradan gelip kitabı alacaklar için kitapları kenara ayırıyor veya gerekiyorsa kitap ısmarlıyorduk. Bizden kitap ısmarlayan insanların hemen hemen yarısı bir daha gelmiyordu. Bu, başlangıçta beni şaşırtıyordu. Böyle bir şeyi neden yapıyorlardı ki? içeri giriyor, nadir bulunan pahalı kitaplar istiyor, kitabı ayıracağımıza defalarca söz verdirdikten sonra bir daha asla dönmemek üzere ortadan kayboluyorlardı. Bunların çoğu kesin paranoyaktı. Kendileri hakkında gösterişçi bir şekilde konuşuyor ve nasıl olup da evden üstlerine para almadan çıktiklarına dair son derece yaratıcı, eminim ki çoğu kez kendilerinin de inandığı hikayeler anlatıyorlardı. Londra gibi bir şehirde sokaklarda gezinen yığınla raporlu deli vardır ve bu deliler kitapçıların çekimine kapılma eğilimdedirler; çünkü kitapçılar hiç para harcamadan uzun süre oyalanabileceğiniz az sayıda yerden biridir. İnsan, sonunda bu insanları neredeyse bir bakışta tanır hale geliyor. Zira tüm şaşaalı sözlerine karşın, hallerinde eski püskü ve amaçsızlık dolu bir şeyler vardır. Paranoyak olduğu aşikar birisiyle muhatap olduğumuzda çoğu kez istediği kitapları kenara ayırır, sonra gittiği anda raflara geri koyardık. Hiçbirinin kitapları ödeme yapmadan götürmeye yeltenmediğini fark ettim, onlar için kitabı ısmarlamak yeterliydi; sanıyorum bu onlara gerçekten para harcadıkları yanılsamasını yaşatıyordu. Çoğu sahaf gibi biz de çok sayıda ek iş yapıyorduk. Örneğin, ikinci el daktilo ve pul, yani kullanılmış pul satıyorduk. Pul koleksiyoncuları garip, sessiz, balıksı türden ve her yaştan insanlar olurlar; ama yalnızca erkekler yapar bu işi. Anlaşılan kadınlar renkli kağıt parçalarını albümlere yapıştırmanın verdiği garip zevki anlayamıyor. Ayrıca, Japonya depremini önceden bildiğini iddia eden insanların derlediği altı penilik yıldız falları satıyorduk. Kapalı zarfların içinde olduklarından bir kere bile zarfı açıp içine bakmadım; ancak satın alan insanlar sıkça geri gelip yıldız fallarının ne kadar “doğru” olduğunu anlatıyorlardı. (Karşı cins için son derece çekici olduğunuzu ve en büyük hatanızın cömertliğiniz olduğunu anlatan her yıldız falı kuşkusuz “doğru” gelecektir.) Çocuk kitapları arasından en çok eskiden kalma olanlar satarak epey iş yapardık. Modern çocuk kitapları, özellikle de topluca değerlendirdiğinizde epey korkunç şeyler. Ben olsam bir çocuğa Peter Pan’ı vereceğime Petronius Arbiter’i vermeyi tercih ederdim, ancak Barrie bile ardından gelen taklitçilerinin yanında daha mert ve erdemli kalıyor. Noel zamanlarında Noel kartları ve takvimlerle uğraştığımız hummalı bir on gün geçirirdik; satması yorucu da olsa sezonu süresince kârlı bir iştir bu. Noel hassasiyetinin vahşi bir sinizm ile sömürüldüğünü görmek ilgimi çekerdi. Noel kartı şirketlerinin simsarları daha haziran ayından kataloglarıyla gelirlerdi. Faturalarından birindeki bir ifade hafızama kazınmıştır: “İki düzine tavşanlı Bebek İsa.” Ama esas ek işimiz, ödünç kitap veren bir kütüphaneydi; tamamı kurmaca, beş ya da altı yüz kitaptan oluşan alışılageldik bir “2 Peni – depozito yok” kütüphanesi. Kitap hırsızları bu kütüphaneleri nasıl da seviyor olmalı! Bir kitabı dükkanın birinden 2 peniye ödünç alıp etiketi söktükten sonra bir diğer dükkana 1 şiline satmak dünyanın en kolay suçudur. Buna rağmen, kitapçılar genelde belirli sayıda kitabın çalınmasını (ayda yaklaşık bir düzine kitap kaybederdik) depozito isteyerek müşteri kaçırmaya kıyasla daha kârlı bulurlar. Dükkanımız tam olarak Hampstead ile Camden Town arasındaki sınırdaydı ve baronetlerden otobüs bileti satıcılarına kadar her türden insan uğrardı. Kütüphane üyelerimiz muhtemelen Londra’daki kitap okuyan insanların ortalamasını doğru bir biçimde yansıtıyordu. Bu nedenle, kütüphanemizde en iyi “giden” yazarın hangisi olduğunu söylemeye değer: Priestley? Hemingway? Walpole? Wodehouse? Hayır, Ethel M. Dell, ikincilikte Warwick Deeping ve Jeffrey Farnol üçüncü diyebilirim. Dell’in romanların sadece kadınlar okuyor; ancak beklenebileceği gibi yalnzca arzulu kız kuruları ve tütün satıcılarının şişman karıları değil, her türden ve yaştan kadın. Erkeklerin roman okumadığı doğru değil fakat kimi kurmaca dallarından tümüyle kaçındıkları doğru. Kabaca söyleyecek olursak, ortalama roman olarak adlandırabileceğimiz şey -sıradan, iyi-kötü, İngiliz romanının normunu oluşturan Sulandırılmış Galsworthy tarzı- yalnızca kadınlar için var gibi duruyor. Erkekler ya saygı duyulabilecek romanları okuyor ya da polisiye hikayeleri. Ancak polisiye hikaye tüketimleri inanılmaz. Üyelerimizden biri, bildiğim kadarıyla, diğer kütüphanelerden aldıkları hariç yıl boyunca haftada dört ya da beş polisiye hikaye okuyordu. Beni en çok şaşırtan, asla aynı kitabı iki kere okumaması olmuştu. Görünüşe göre o saçmalık sağanağının tamamını (hesapladığım kadarıyla bir yılda okuduğu sayfalar 3000m²’ye yakın bir alan eder), sonsuza dek hafızasına kaydediyordu. Kitap ya da yazar isimlerini dikkate almıyor, ancak neredeyse bir bakışta bir kitabı daha önce okuyup okumadığını söyleyebiliyordu.


👍 "Dua kitabı tanrıyı sevmenizi ondan korkmanızı söylüyordu; fakat korktuğunuz birisini nasıl sevebilirsiniz ki? Kişisel duygularınız söz konusu olduğunda aynısı geçerliydi. Ne hissetmeniz gerektiği genelde yeterince açıktı, ama doğru duygu emredilemezdi."

 "Şu anda tek bildiğimiz, kimi vahşi hayvanlar gibi hayalgücünün de esaret altında üreyemeyeceği."

"Beni en çok etkileyen şey gerçek kitapseverlerin az bulunduğu olmuştu..."

"Kitap tüketimimiz bu kadar düşük olmaya devam ederse, en azından bunun nedeninin kitapların satın alındıkları ya da ödünç alındıklarında çok pahalı olmalarında değil okumanın köpeklere, sinemaya ya da pub'a gitmeketen daha az heyecan verici bir meşgale olmasında yattığını itiraf edelim."


"Köylüye bir şey öğretebilmek için, ondan birçok şey öğrenmeli." diyen Tonguç, 1938’de sorunun çözümünü şöyle açıklar:

 Kanımızı ve iliklerimizi isteyerek köyün içine akıtmadıkça, kırk bin köyün kenarına münevver (aydın) insanın mezar taşı dikilmedikçe, bu köyün sırlarını anlayamayız. Köyü anlayabilmek, duyabilmek için onunla kucak kucağa, nefes nefese gelmek lazımdır. Onun içtiği suyu içmek, yediği bulguru yemek, yaktığı tezeğin ifade ettiği sırları sezebilmek ve yaptığı işleri yapabilmek gerekir. Bizim köyün ne olduğunu evvela büyük alimler, artistler değil kahramanlar anlayacaklar, sonra alimlere ve sanatkârlara anlatacaklardır. 

Türk köyü, daha belki yirmibeş yıl alim değil, kahraman isteyecektir. 

Bataklığı kurutmak, sıtmalıya kinin rejimi yaptırmak, trahomlunun gözüne ilaç damlatmak, okul binasını yapmak, yaralının yarasını sarmak, gebeye çocuğunu doğurtmak, pulluğun nasıl kullanılacağını veya tamir edileceğini öğretmek, bozuk köprüyü yapmak, ıslah edilmiş tohumu tarlaya saçmak, fidan dikerek onu büyütmek ve step köylüsünün ‘dal’ diye adlandırdığı ağacı hakikaten ağaç haline getirmek; ulemanın (alimin) işi değil, kahraman teknisyenler ordusunun işidir. O (köylü), bu kahramanları kendi içinden yetiştirmeğe mahkum. Bütün felaketlere katlanarak, ıstırabı zehir gibi yutarak çalışan ve başlarının üstünde şereflerle örülü birer taç taşıyan bu kahramanlar köyü dile getirecekler. O zaman yeni sesler duyacağız. Bu seslerden ürkmeden onları dinlemek lazımdır. Köyden yeni renk ve seda getirenleri saygı ile karşılamak gerekir. 

 Demokrasinin iki çeşidi vardır. Biri zor ve gerçek olanı, öbürü de kolayı, oyun olanı… Topraksızı topraklandırmadan, işçinin durumunu sağlama bağlamadan, halkı esaslı bir eğitimden geçirmeden olmaz birincisi, köklü değişiklikler ister. Bu zor demokrasidir ama gerçek demokrasidir.

İkincisi kâğıt ve sandık demokrasisidir. Okuma yazma bilsin bilmesin; toprağı, işi olsun olmasın, demagojiyle serseme çevrilen halk, bir sandığa elindeki kâğıdı atar. Böylece kendi kendini yönetmiş sayılır. Bu oyundur, kolaydır. Amerika bu demokrasiyi yayıyor işte. Biz demokrasinin kolayını seçtik, çok şeyler göreceğiz daha…

Deniz Ufkunda - Ahmet Hamdi Tanpınar


Deniz ufkunda batan güneş
Ve keskin çığlığı kuşların
Rabbim bu uğultu, bu ateş
Ve bu ümitsiz uçuşların
Doldurduğu akşam havası,
Akşamın mercan dallar gibi
Suda olgunlaşan rüyası.


Hayvanlar Senfonisi - Dan Brown


Dan Brown  Hem Yazdı Hem Besteledi. Müzik, Eğlence Ve Rengarenk Resimlerle Dolu Sayfalar Çocuk Okurlarla Buluşuyor. Maestro Fare ve müzisyen arkadaşlarıyla ormanların ve denizlerin derinliklerinde gezin! Kitabın içinde büyük mavi bir balina, hızlı çitalar, minik böcekler ve zarif kuğularla karşılaşacaksın. Üstelik her birinin seninle paylaşacağı bir sırrı var. Yol boyunca Maestro Fare’nin senin için bıraktığı sürprizleri bulabilirsin. Örneğin; saklanmış bir arı, ipuçları veren karışık harfler, hatta çözmen için şifreli bir mesaj. New York Times’ın en çok satanlar listesinin bir numaralı yazarı Dan Brown, son derece eğlenceli, gizemli ve müzikli bu ilk resimli kitabı Hayvanlar Senfonisi ile çocuklarla buluşuyor. Ücretsiz bir uygulama ve Dan Brown tarafından bestelenmiş müzikler içeren bu müthiş kitabı yakından tanımaya ne dersiniz?


Deizm: (Teofilozofik Bir Tahlil) - Yaşar Nuri Öztürk

Laiklik, sadece devletin dinden, dinin de devletten elini çekmesini sağlamıyor, din sınıfının dini yaşamak isteyen kitlelere tasallutunu da önlüyor. Bu açıdan bakıldığında laiklik dine en büyük hizmetin kurumudur. Ve laiklik, dindarların âdeta huzur ve mutluluk gemisidir. Dinci sömürücüler laikliğe, esas bu ikinci anlamı yüzünden düşmandırlar. Çünkü onların kitleler üzerindeki şeytani hegemonyalarını kıran, laikliğin bu ikinci anlamıdır. Bu anlam, din bezigânlarının korkulu rüyalarının ve saltanatlarını yitirme kaygılarının esas sebebidir.
 
 

Tanrı'dan Başka İnsanüstü Tanımayan İnanç

Kur'an, deizmi teşvik eden bir kitap değil ama ona kapı aralayan bir kitaptır. Deizmin aynı anda hem felsefi hem de teolojik karakteri bu inancın Tanrı dışında insanüstü tanımamasıdır.

Deizmin bu temel karakteri onun kutsal kavramını da etkilemiştir. Deizmin kutsalı ne dindir ne ilham ne havra ne kilise ne de cami. Onun kutsalları akıl, bilim ve ahlaktır. Dincilik bu temel değerleri tarih boyunca yıkan, işlemez hale getiren, hatta onlara savaş açan temel musibet olduğu için deistler dine hayatlarında yer vermemişlerdir.

Deistler bilmişlerdir ki, Tanrı dışında insanüstü tanıdığınızda bunun arkasından sadece peygamberler değil; evliya, ermişler ve daha bilmem neler insanüstü varlıklara dönüştürülerek birer yedek ilah halinde insan hayatına musallat edilecektir, edilmiştir. Akıl dışında kutsal tanımanın sonucu ise aklın hayatın dışına itilmesi, onun yerini kutsallaştırılmış birtakım adamların ilhamların, rüyalarının alması olacaktır.

Tarih, özellikle dinler tarihi deistlerin bu iddialarını (veya öngörülerini) tamamen doğrulamıştı. Ve doğrulamaya devam etmektedir.