13 Ekim 2014

Halikarnas Balıkçısı - Denize Bırakılmış Bir Çiçek "Cennet Gemisi"

 Gangava (Sünger Gemisi) Bozburun'a doğru yol alıyordu. Gökyüzü yıldız pırıltısından ibaretti. Tayfa küme küme güverteye toplanmıştı. Deli Memiş adlı süngerci de ordaydı. Aklını birkaç yıl önce oynatmıştı. Anadolu'nun kıyı köylerindendi. Sefer dönüşü evine varınca, karısının ve dört çocuğunun, bir gece önceki depremde ezilmiş olduklarını gör­müş ve çıldırmıştı. Süngerciler on beş gün önce se­fere çıkarlarken onlara, "Beni de alın," diye yalvar­mıştı. Ona acımışlar, "Hayde gel," demişlerdi. 

Deli Memiş, çevresine halka olmuş denizcilere, "Cennet Gemisi"ni anlatıyordu:"Ölen denizciler elbette cehenneme gitmezler, ama cennete de gitmezler; çünkü cennette deniz yok, yalnız kara var. Tuba ağacı var fakat, onun ke­restesinden bir tirandil teknesi yapsan bile onu yüz­dürecek deniz olmayınca kaç para eder?" Gemiye manevra yaptırırken direkten güverte­ ye düşüp ölen ya da denize düşüp boğulan denizci­ler için ulu Tanrı bir Cennet Gemisi yaptırmışmış. Öyle ya, denizsiz cenneti denizciler neylesinler? Orası onlara cehennem olur. Onlar yani denizciler bir kez öldüler mi, yara­ları görünmezmiş. Sözgelimi, başı ya da ayağı ezil­miş bir denizci, Cennet Gemisinde yine başlı ve ba­caklı olurmuş. Sonra, hepsi de sanki yirmi yaşında imişler gibi, gençleşirlermiş. 

Bunların arasında Geli­bolu'dan, İzmir'den eski leventler varmış. Fakat en çok Berberiye'den korsanlar bulunurmuş. Yeni ter­leyen bıyıkları ve gülümsedikleri zaman apak parlayan dişleriyle görülecek delikanlılarmış. Armaya tır­manmakta onlardan daha çeviği ve atiği bulunamaz­mış. Çünkü, gövdelerinin ağırlığı yokmuş. Değil yet­miş seksen okka, en boylu poslusunun bile ağırlığı, bir dirhem değilmiş. Bir sıçrayışta güverteden papafingonun ucuna konarlarmış; direkten direğe de hoplarlarmış...Bu Cennet Gemisi küçük bir gemi değilmiş. Pruvasından dümenine kadar, yani gemiyi boylu  bo­yunca yürürtıek için bir ay gerekirmiş. Direkleri öyle­sine yüksekmiş ki, geceleri Samanyolunu süpürür­müş. O denizlerin içi sevinçler ve mutluluklarla dopduluymuş. Denizciler de sevinçlerinden, kendilerin­ den geçip boyuna deniz ve su türküleri ve manileri söylerlermiş. Hatta geceleri yalnız olarak nöbet bek­lerken denizden tatlı bir fısıltı gelir a! İşte o, ölmüş denizcilerin uzaktan duyulan türküleriymiş...O gemi­nin direk ucuna biz diri denizciler bir çıkarsak, ancak saçımız sakalımız ağarınca inebilirmişiz...Direk, ta o kadar yüksekmiş...Bazen hani, göğün bir yerinde yağmur yağar, öteki yanında günlük güneşlik olun­ca, yedi renk gelin kuşağı mı gökkuşağı mı ne olur a? İşte o, denizcilerin Cennet Gemisinin direğinden uzanan fors sancağıymış . O gemide vardiyalar da varmış, fakat ikide bir­ de düüt!.. düüt!.. diye düdük çalmazlarmış. O gemi­nin reisi Nuh Aleyhisselam, ikinci kaptanı Yunus Aleyhisselammış. Öteki peygamberler de sık sık ge­miye konuk gelirlermiş. Geminin kerestesi, Marma­ris'in buhur ağacındanmış. Demiri, çiviler, hep altın ve gümüştenmiş. Gemide bir çakaloz topu varmış. Onu patlattıkları zaman, takalübeladan beri cehen­nemde yanmaya alışkın şeytan bile, "Aman yan­dım!" diye bağırır, kaçarmış... 

Melekler gelirlermiş, hepsi de gelin giysileriyle gelirlermiş; denizcilerin ranzalarına otururlarmış. Bunların esmer, kara gözlüleri, bizim güneyin Menteşeli kızlarına, çakır gözlü sırma saçlıları da Rumeli kızlarına benzerlermiş. Yemeklerde öyle bayat galeta değil; her gün ta­vuk kızartması, hindi ve kuzu dolması, onların ya­nında akik gibi, yakut gibi kırmızı; bir de güneş ışığı gibi altın sarısı beyaz şarap sunarlarmış. Korsanlar içerlermiş ve hep yelken gölgesinde şekerleme kes­tirirlermiş. İnsan yalnız çubuğunu tütünle doldurmak için uyanırmış. Olur a, denizciler dünyada bıraktıkla­rı çoluk çocuklarının ne olduklarını merak edip dü­şüncelere dalarlarsa, hemen çubuk yakarlarmış. Tam grandi direğinin dibinde içi tütün dolu kocaman bir fıçı bulunurmuş. İnsan ondan ne kadar tütün al­sa, fıçı gene dolu bulunurmuş. .Bu tütünün dumanı açık mavi olurmuş. Bazı akşamlar ufukta mavimi di­yeyim, pembemi diyeyim, ince hafif bir buğu olur a, işte dünyadaki çoluk çocukları için düşünceye dalan ve onları göresi gelen şehitlerin dudaklarından telle­nen dumanlarmış onlar. 
 
Ben bu söylediklerimin hepsine inanıyorum. Hani, Koca Hamza vardı ya? Hani dört yıl önce Mondros Savaşında şehit olmuştu? Onunla birlikte savaşıyorduk. İkimiz de Mesudiye Zırhlısının kıç ta- retindeydik. Hamza'nın göğsüne, üç karış uzunlu­ ğunda sivri bir demir saplandı. Bir düşman güllesi ta­retin içinde patlamıştı. Hamza böğrünün üstüne düş­tü; kanlar içinde debelenirken yanına koştum, ona yardım etmek için üzerine eğildim. Nah! O koca göz­ lerini faltaşı gibi açmıştı. Bana bakmıyordu. Sanki ötenin de daha ötesinde, uzağın uzağındaki bir yere bakıyordu. Denizin üzerinde bir yerdi orası. Sonra bana işaret etti. Daha da eğildim, kulağımı ağzına dayadım. Kulak zarını patlatırcasına gürlemekte olan top seslerini bastırmak zorundaydı. Bana, "Allahaısmarladık Memiş, ben gidiyorum. Bir gün Cennet Gemisinde kavuşuruz," dedi. Allah için söyleyin, Koca Hamza hiç yalan söyleyecek adam mıydı? Demek ki, son soluğunu verir­ ken, Cennet Gemisini görüyordu. Kim bilir, belki onu gemiye almak için gökten bir filika indirilmekte oldu­ ğunu görmüştü. Az kalsın aşağıya koşup fıkaranın sandığını da getirecektim. Ama "Hamza o Cennet Gemisinde pırtılarını ne yapar?" diye düşündüm de, caydım. 
 
Koca deniz uşağına Cennet Gemisinde yepyeni denizci giysileri giydirmişlerdir...A kardeşlerim, ben artık deli değilim a! Tam Hamza son soluğunu verirken, Cennet Gemisindeki denizci arkadaşlar üç kez "Allah var!" diye bağırdı­ lar... Biliyorum, şimdi çocuklar Cennet Gemisindedir. Arkadaş denizciler mutlaka çocuklara, kendi çocuk­ larıymış gibi bakarlar. Ölen çoluk çocuğun Cennet Gemisine alınmaları Tanrının bir bağışıydı. Çocuklar karada ne yapsınlar? Bütün kıyı çocukları deniz ve kayık meraklısıdırlar. Çocukları çok göresim geldi. O kara gün köyden ayrılırken kızım küçük Emine ba­na, "Baba, erken gel," demişti. Hâlâ sesi kulağımda. Erken döndüm. Ancak, ölülerini görmek için dönmüşüm... "Ah! Bende şans yok ki! Şu gövdeden kurtulsam da, Cennet Gemisinde çocuklara kavuşsam..." Gözleri özlem yaşlarıyla doluydu. Bütün Akdeniz nur içindeydi. O apaydın gümüş­sü ay ışığında, geminin iki feneri kıpkırmızıydı. Denizcilerden birisi bir türkü tutturdu. Aranağmesini denizciler hep bir ağızdan söylediler. Sesleri denizin hışıltısına karıştı...