Cumhuriyetin Onuncu Yıl Marşı “Çıktık açık alınla On yılda her savaştan” diye başlar. Bu Kurtuluş Savaşı’nı izleyen çağdaşlaşma savaşıdır. Gerçek savaştan daha zor olduğunu bugün hâlâ sürüp gitmesinden anlıyoruz.
07 Kasım 2014 Cuma
Bugün daha güç bir aşamaya gelmesinin nedeni, Türk toplumunun sayısal
büyüklüğü, gelişme sürecinin çok hızlı bir kentleşme aşamasına ulaşması
ve Yakındoğu üzerinde büyük bir emperyalistkapitalist kavganın
ortasında kalmış olmamızdır.
Osmanlı tarihinde fetih-yağma karışımı bir tutumla yapılan yıllık
seferler kesildikten sonra, kendini dışarıdan gelen saldırılara ve iç
ayaklanmalara karşı korumak zorunda kalan Osmanlı Devletinin burnu
savaştan hiç çıkamamıştır. 200 yıl süren, Türkleri Cezayir ve Yemen’den
Afyonkarahisar’a, Viyana’dan Sakarya’ya, Bağdat ve Basra’dan Sivas’a,
Ukrayna’dan Sinop’a getiren süreç acıklı bir yenilgiler tarihidir.
Osmanlı varlığı ile eşdeş olan İstanbul-Konstantiniyye’yi de kâfirlere
teslim ederek İmparatorluğu Vahdettin Beyliği’ne indirgedik.
Osmanlıcılar ‘Halife Vahdettin’in Sevr Beyliği’nin izleyicileri
olabilir. Kurtuluş Savaşı bu sınırları Edirne’den Kars’a, Akdeniz’de
Antakya’dan Rize’ye, yeniden uzattı. Bugün Türkiye sınırlarını savunma
zorunluluğunu hissedenler Cumhuriyet Türkiye’sinin, zoraki de olsa,
mirasçılarıdır.
Türkiye’de Vahdettin Beyliği’ne ‘evet’ diyecek bir aptal kaldığını
sanmıyorum. Son Halife Medine’ye mi kaçtı? Ondan bunu beklemek biraz
fazla olurdu ama, en büyük İslam devletinin son temsilcisi ve İslam
Halifesi olarak, İstanbul’da kalsaydı, eminim Cumhuriyet onu
öldürmeyecek kadar asil ruhlu ve hoşgörülü idi.
Osmanlı’dan kalan en büyük miras cehalettir. Her çağın cahilliği aynı
değil. Kılık değiştirmiş bir bilgisizlikle çarpışıyoruz. Çağdaşlığın
karşısında emperyalistlerin sömürü aracı olarak kullandığı insanlar var.
Fesli, şalvarlı değiller. İmza atmasını da biliyorlar. Üniversite
diplomaları da var. Bu yeni tür cehaletin doğası üzerinde aydınlanmak
gerekiyor.
NEDEN EVRENSEL İNSANLAR ÇIKMADI?
Osmanlıların 19. yüzyılda birkaç kez açıp çalıştıramadıkları
Darülfünun, fen ile din bilgisi arasındaki farkı anlayana kadar vefat
etti. Osmanlı toplumunda bunları bilenler vardı. Fakat Osmanlı
üniversitesinin tutucu zırhını, Avrupa’da olduğu gibi, kıramadık. Bu,
Türk din kurumunun cehaletidir. Dünya ile karşılaştırma olanağı veren
bir entelektüel düzeyi olmasa bile Osmanlı dönemi, aralarında pek çok
Hıristiyan dönmesi de olan, yüzlerce düşünür, sanatçı, şair yetiştirdi.
Gelibolulu Mustafa Ali gibi bir tarihçi sosyal gözlemci, Piri Reis
gibi, yine Gelibolulu bir coğrafya gözlemcisi korsan reisi, Evliya
Çelebi gibi, dünya çapında ve her konuya ilgi duyan, hikâyeci üsluplu
bır coğrafya, folklor, dil gözlemcisi gezgin bir coğrafyacı, Kâtip
Çelebi gibi bir tarih ve coğrafya araştırıcısı, ve Mizanül-Hak gibi bir
sosyal gözlem incelemesi yapabilen bilge bir düşünür, bizdeki ilk
matbaa’yı kuran İbrahim Müteferrika ve Sait Efendi gibi her dönemde
uygarlık için yol gösterici olabilecek insanlar yetişti.
Eğer aralarında dünya standartlarına ulaşan kimse çıkmadı ise nedeni,
Mizanül-Hak’da Kâtip Çelebi’nin söylediği gibi, medrese yobazlarıdır.
Müderris’in en az bilgilisi İslamın en cahil toplumunda yerleşti. Bizim
İslam tarihlerinde adı geçen hiçbir büyük düşünürümüz, din bilginimiz,
filozof ya da bilim adamımız yok.
Büyük tarikatlerin içinde sadece Ahmet Yesevi Türk. Ama o da İran ve
Türkistan’da. Oysa Arap ve İranlılar evrensel standartlara ulaşan bilim
adamı, filozof ve şair yetiştirdiler. Bizim güzel bir divan şiiri
geleneğimiz var. Gençliğimizde Fuzuli’den, Nedim’den beyitler ezberleyip
güzel deyişlerle birbirimize caka satardık. Ama dünya Firdevsi’yi,
Hayyam’ı, Hafız’ı, biliyor, fakat Fuzuli’den söz etmiyor. Gerçi dünyanın
İslam’a bakışında bir eğrilik var, ama İstanbul, İslamı etkileyen kimse
de yetiştirmemiş. Sadece Koca Sinan’ı evrensel bir statüde
savunabiliyoruz. Başka alanlar boş. Kendimizi aldatmakta devam edersek,
bu geleceği de karartan bir tutum olur. Kaldı ki Türkiye’de yayımlanan
kitaplar ve üniversite ders kitapları bu geri kalmışlığı her gün
yüzümüze çarpmaktadır.
HALKIN ŞİİRİ
Gençliğimde imza atana okuma bilen olarak bakılırdı. Halkın folkloru
olmasa, divan şiiri birkaç uzmanın anladığı, günümüz gençlerinin yanına
bile yaklaşmadıkları, kendi içine kapalı bir şiir okuludur. Konu
açısından ise acınacak kadar dardır. Halkın hâlâ okuyabileceği şiir ise
Türk aşiret süvarilerinin hâlâ akıncı olarak fetih ve yağma yaptıkları
14-15-16. yüzyıllardan kalmıştır. Dedem Korkut, Yunus Emre, Kaygusuz
Abdal, Pir Sultan Abdal’ı bugün gençler okuyup anlar. Baki ya da Nefi’yi
ise anlayan çıkmaz.
Cumhuriyete gelene kadar çocuklara kendi edebiyatlarını ders
programlarına koysak da öğrenmezler. Bu süreçte 400 yıllık bir dil
boşluğu var. Bu yokluk, üniversite ve okul yokluğu ile de birleşerek,
toplumsal cehaletin temel nedenlerinden birini oluşturuyor. Yüzlerce
yılın edebiyat ürününe, düşüncesine ulaşamıyorsunuz. Bunu alfabe ile
ilişkisi yok. Dille ilişkisi var.
Bu sorunlar dışında sonra Osmanlı’nın İslamlıkla ilişkisinin de doğru
kurulması gerekir. Fatih ve Kanuni kanunnameleri dini değil, örfi
hukuku ön plana getiren yasalardır. Osmanlıcılar bunun da farkında
değiller. Oysa Osmanlı’nın yükselme dönemi bu kanunnamelere göre
davranan sultanlar dönemine indirgenebilir.
OSMANLI NEDEN UZUN SÜRE AYAKTA KALDI
Geçmişe baktığımız zaman, Osmanlı’nın yapısal sarsıntılara ve 17.
yüzyılda neredeyse sülalenin yıkılmasına neden olacak çöküntülere karşın
ayakta kalmasını sağlayan başka nedenler olduğunu da düşünmek gerekir.
Kanımca bu Türk göçerlerin fethettikleri ülkelerin halkı ile kurdukları
simbiyotik yaşam geleneğine dayanıyor. Osmanlı da Gök Türkler, Hazarlar,
Selçuklar gibi önce Anadolu halkı ile, sonra Akdenizli, Balkanlı ve
Doğu Avrupalı halklarla simbiyotik bir ilişki içinde yaşadı.
Hıristiyanların Müslüman olanları yanında olmayanları da imparatorluk
nüfusunun her zaman büyük bir yüzdesini oluşturdu. Hıristiyan
kiliseleri, patrikler, sinagoglar, hahamlar, Katolik kiliseleri, her
dinden insan ve dil, Osmanlı İstanbul’unda yan yana yaşadılar. Ticaret
yaptılar. Gemilerde birlikte çalıştılar.
Yeniçeri zaten Türk kökenli değildi. Görünüşte Bektaşi oldular ama,
Türkçe bilgileri onu sadece bir Lingua Franca kadar (Hindistan ordusunun
Urdu dili gibi) kullanmalarına yetebilirdi. Dinlerinin niteliği
üzerinde, Bektaşi yorumu dışında bir şey söylemek zordur. Fakat, haremi,
ordusu, halkının bir bölümü Hıristiyan olan kozmopolit bir ülkede bir
İslam toplumu bizimki kadar oldu. İstanbul meyhanelerini dolduran, içki
trafiğini kontrol eden, sarhoş yeniçeri hikâyeleri seyahatnameleri
doldurur.
Osmanlı’nın en ünlü sadrazamı Sokollu Mehmet Paşa’nın yeniçeri
ordusuna katılmadan önce kilise korosunda şarkı söylediğini anımsamak,
Osmanlı toplum yapısını yeteri kadar açıklar. Olasılıkla bu yapı ve
Osmanlı devletinin başından itibaren Avrupa devletler sistemi içinde
oluşu, Hıristiyan devletlerle (yani Dar-ül-Harp’le) yaptığı dostluk
antlaşmaları, İstanbul’u dolduran yabancı sefirler, tüccarlar, mallar,
sokaklarda konuşulan diller, Avrupa ile ticaret ilişkilerini sağlayan
Yahudiler, sultanların çoğu Yahudi olan doktorları bazen doğudaki
Müslüman devletlerin Osmanlı devletinin dini konusunda kuşkulu olmasına
neden olmuştur. Hindistan’da Babüroğulları bunların başında gelir. Buna
Safavi’lerin katıldığı da olmuştur. Bizim şeyhülislamlar da İranlıları
ödürülmesi gereken kâfir ilan ediyorlardı.
Yine vurgularsak, göçer Türk’ün fethettiği toprakların insanlarıyla
kurduğu simbiyotik yaşam deneyini İlk Osmanlı Bey ve sultanları yöntem
olarak devletin kurgusuna yerleştirdiler. Göçer olmayan Osmanlının uzun
yaşamı ona dayanıyor. Türkiye ve Türkçe varsa o hoşgörünün yapısından
kaynaklanıyor. Gerisi Osmanlıca deyimi ile laf ü güzaf (boş söz) dür.
kaynak
Cumhuriyet Gazetesi - Çağdaşlaşmaya engel olan Osmanlı