19 Temmuz 2021

Hayyam "Karanlık aydınlıktan, yalan doğrudan kaçar.Güneş yalnız da olsa etrafına ışık saçar.Üzülme; Doğruların kaderidir yalnızlık.Kargalar sürüyle kartallar yalnız uçar."




Charles Baudelaire - Saat

Çinliler kedilerin gözlerinden okur saati. Bir gün, misyonerin biri, Nankin’in dış mahallelerinde dolaşırken, saatini unuttuğunu ayrımsadı; küçük bir çocuğa saatin kaç olduğunu sordu.

Göksel imparatorluğun çocuğu ilkin duraladı; sonra düşünce değiştirip yanıt verdi: “Şimdi söylerim.” Az sonra yeniden belirdi, kollarında kocaman bir kedi tutuyor, gözlerinin içine bakıyordu; duralamadan konuştu: “Tam öğle olmadı.” Doğru söylüyordu.

Ben de güzel Féline’e, öylesine güzel adlandırılmışa, hem türünün onuru, hem gönlümün övüncü, aklımın kokusu olana doğru eğildiğim zaman, ister gece, ister gündüz olsun, ister ışıkta, ister yoğun karanlıkta olsun, tapılası gözlerinin derinliklerinde açık açık saati görürüm, hep aynı saati, uçsuz bucaksız, görkemli uzam gibi büyük, dakika, saniye bölümü de bulunmayan bir saati; saatler üzerine işlenmemiş, kımıltısız, gene de bir iç çekiş kadar hafif, bir bakış kadar hızlı bir saati.

Ve bakışım bu güzelim kadran üzerinde dinlenirken, bir can sıkıcı gelip de rahatımı kaçırırsa, dürüstlükten, hoşgörüden yoksun bir deha adamı, bir engelleyici ifrit gelip de bana, “Neye bakıyorsun böyle dikkatle? Bu yaratığın gözlerinde ne arıyorsun? Orada saati mi görüyorsun, savurgan ve tembel ölümlü?” diyecek olursa, hiç duraksamadan verebilirim yanıtını: “Evet, saati görüyorum; saat Durasızlık’ı göstermekte!”

Ne dersiniz, hanımefendi, gerçekten değerli, sizin kadar abartılı bir aşk şiiri değil mi bu? Doğrusunu isterseniz, bu özentili övgüyü örerken o kadar haz aldım ki karşılığında hiçbir şey istemeyeceğim sizden. 

 

Lifestyle

 

  

 

  

 

Overseas Lifestyle Services in Marbella | My Guide Marbella


Halil Cibran - Ermiş "Suç ve Ceza"


Suç ve Cezaya Dair Derken kentin yargıçlarından biri öne çıktı ve bize Suç ve Cezadan Söz Et, dedi. O da yanıtladı ve dedi ki: Ruhunuz rüzgârın sırtında başı boş dolanmaya çıktığındadır, yalnız ve korumasızken, kusur işlemeniz başkalarına ve dolayısıyla kendinize karşı. İşlediğiniz bu kusur için kutsanmış kişilerin kapısını çalıp, esameniz okunmadan beklemeniz gerekecek bir süre. Okyanus gibidir tanrı-özünüz; sonsuza kadar kirlenmeden kalır. Hava gibi ancak kanatlı olanları uçurur. Hatta güneş gibidir tanrı-özünüz; köstebeğin yollarını bilmez, yılanın deliklerini de aramaz. Ama tanrı-özünüz tek başına yaşamaz varlığınızdan içre. İçinizde pek çok şey hâlâ insan ve pek çok şey henüz insan değil. Sadece şekilsiz bir cüce, kendi uyanışını arayarak siste uyurgezer yürüyen…Şimdi de içinizdeki insandan söz etmek istiyorum. Çünkü odur bilen suçu ve suçun cezasını, yoksa ne tanrı-özünüz ne de sisteki cüce. Kötülük yapan birinden, sizlerden biri değil de, size yabancı biriymiş, dünyanıza giren davetsiz bir misafirmiş gibi söz ettiğinizi sık sık duydum. Fakat ben derim ki, evliyalar ve adil kişiler nasıl her birinizin içindeki en yüksekten daha yukarı çıkamazlarsa, kötüler ve zayıflar da, yine sizlerin içindeki o en alçak noktadan daha aşağıya inemezler.

Nasıl tek bir yaprak bile sararmazsa bütün ağacın sessiz bilgisi olmadan, kusur işleyen de hepinizin gizli iradesi dışında kusur işleyemez. Hep birlikte bir tören alayı gibi yürürsünüz tanrı özünüze doğru. Yol da sizsiniz yolcu da. Aranızdan biri düştüğünde, arkasındakiler için düşmüştür, taşa takılıp tökezlenmeye karşı bir uyarı… Evet, hem de önündekiler için düşmüştür, ayaklarına daha tez ve sağlam oldukları halde, ayağa takılacak taşı kaldırmayanlar için. Bir de, sözlerim ağır bir yük gibi çökse de yüreğinize, şunu söyleyeceğim: Öldürülenin hiç sorumluluğu yok değildir öldürülmesinde, soyulanın hiç suçu yok değildir soyulmasında. Dürüst ve adil olan azade değildir kötünün ettiklerinden. Pirüpak olana bulaşmamış değildir mücrimin pisliği. Evet, suçlu mağdurun kurbanıdır çoğunlukla. Daha da büyük bir çoğunlukla, suçtan ve suçlanmadan azade olanların yükünü taşır mahkûmlar. Haklıyı haksızdan ve iyiyi kötüden ayıramazsınız… Çünkü birlikte dururlar güneşin altında, birlikte dokunan siyah ve beyaz iplikler gibi. Koptuğunda siyah iplik, dokuyucu tümünü elden geçirir kumaşın ve tezgâhı da gözden geçirir hatta. Eğer varsa aranızda sadakatsiz kadını yargılayacak olan, kocasının yüreğini de tartsın terazide ve ruhunu ölçülerle vursun ölçüye. İnciteni kınayacak olan varsa, incinenin de ruhuna baksın. Eğer aranızda doğruluk adına cezalandıracak ve kötü ağaca baltayı vuracak olan varsa, köklerine baksın ağacın. Gerçekte iyi ile kötünün, meyve veren ile vermeyenin köklerini sarmaş dolaş görecektir toprağın sessiz bağrında. Ve siz adil olmaya özenen yargıçlar. Cismen namuslu ama ruhen hırsız olana ne hüküm verirsiniz?

Cismen katleden ama ruhen maktul olana ne ceza kesersiniz? Eyleyişinde düzenbaz ve zalim olanı nasıl mahkûm edersiniz, aynı zamanda incinmiş ve haksızlığa uğramış ise? Ya pişmanlıkları yaptıkları yanlışları çoktan aşmış olanları nasıl cezalandırırsınız? Pişmanlık değil midir, hizmete heves ettiğiniz o hukukla sağlanan adalet? Ama yükleyemezsiniz pişmanlığı masumların yüreğine, suçlularınkinden de kaldıramazsınız. O çağrılmadan çalacaktır kapıları geceleri, insanlar uyanıp kendilerine baksın diye. Ya siz adaleti kavramak isteyenler, nasıl yapacaksınız bunu tüm fiillere ışığın kusursuz aydınlığında bakmadan? Ancak o zaman göreceksiniz dimdik ayakta olan ile düşmüşün aslında tek bir insan olduğunu ve durduğunu onun cüce-özünün gecesi ile tanrı-özünün gündüzü arasında, alacakaranlıkta ve tapınağın köşe taşının, temelin en dibindeki taştan daha üstte olmadığını.


Søren Kierkegaard - Ölümcül Hastalık Umutsuzluk

 Ölümcül Hastalık Umutsuzluk

Søren Kierkegaard; şu Danimarkalı filozof, varoluşçuluğun babası... Kierkegaard’a göre umutsuzluk evrenseldir, çünkü insan sonluluktan sonsuzluğa geçişi umutsuzluk yoluyla gerçekleştirir. Umutsuzluk kaçınılmazdır, onu bir an olsun yabana atamayız. Benliğin iflah olmaz hastalıklarına karşılık umut üzerine topyekûn iyimser bir felsefe geliştirmek ruhumuza yapılabilecek en ağır saldırılardan biridir. Bir mustarip kötü bir teselliyle avutulabilir mi? Umut üzerine gerekli-gereksiz sarfedilen sözler ölümcül bir hastanın yanında yapılan gaflara benzeyecektir ve pek az teskin edicidir! Oysa umudunu sonuna kadar tüketmiş bir ruh hali gerçeği kavramak adına daha doğru bir adım atmış olur. Umutsuzluk kaçınılmazdır, insanın karşıtların bir sentezi olmasının, daha doğrusu diyalektik bir varlık oluşunun gereğidir. Sonlu varlığı ile sonsuz varlığı arasına sıkışan insan “kendi olma” sürecini umutsuzluk içinde yaşar.

Kierkegaard için umutsuzluk ölümcül hastalıktır. “Bu hastalıktan ölünmesinden veya bu hastalığın fiziksel ölümle sona ermesinden çok, bu hastalığın işkencesi, can çekişen ama ölemeden ölümle savaşan kişi gibi ölememektedir, sürekli bir can çekişme hali içindedir.” “Ölümcül hastalık dar anlamda kendisinden sonra hiçbir şey bırakmadan ölüme giden bir hastalık demektir. Ve umutsuzluk budur.” Umutsuzluğun özü yaşamın hiçbir şey olmamasıdır.

Kierkegaard bir dinin çerçevesi içinde yapıtlar üretmesine karşılık aynı zamanda insanoğlunun en temel sorunlarını ortaya koyar. Kierkegaard birden ve doğrudan varoluş gizeminin içine dalar. Hegel’de en üst noktasına ulaşan akıl ve sistem felsefesine karşı bireyin varoluşunun akıldışılığını, paradoksunu açığa serer.  

Umutsuzluk Ölümcül Bir Hastalıktır

             Umutsuzu avutmaktan çok uzakta, umutsuzluğu yok etmedeki başarısızlık, aksine umutsuzun hıncını arttıran bir işkencedir; çünkü geçmiş, kişiyi, umutsuzluğu sürekli şimdide biriktirerek böylece ne kendinden kurtulabildiği ve ne de kendini yok edebildiği için umutsuzluğa düşürmektedir. Umutsuzluğun birikiminin formülü budur ve ben’in bu hastalığının içindeki ateşin fırlaması buradan kaynaklanır.

Umutsuzluğa düşen insanın bir umutsuzluk konusu vardır, buna yalnızca bir an inanılır daha fazla değil; çünkü hemen gerçek umutsuzluk, umutsuzluğun gerçek yüzü ortaya çıkar. Bir şeyden dolayı umutsuzluğa düşerken aslında insan kendi için umutsuzluğa düşmektedir ve şimdi kendi ben’inden kurtulmaya çalışmaktadır. Böylece “Sezar veya hiç olurum” diyen tutkulu kişi Sezar olamaz ve bundan dolayı umutsuzluğa düşer. Ama bunun başka bir anlamı vardır, Sezar haline gelemediği için kendi olmaya katlanamaz. O halde, aslında hiçbir şekilde Sezar olamadığı için bu ben, Sezar olamamaktan dolayı umutsuzluğa düşer. Tüm neşesini, bir o denli umutsuz olan tüm neşesini başka bir biçimde oluşturabilen bu aynı ben için Sezar olamamak, işte bu durumda katlanılması en güç şeydir. Daha yakından bakıldığında, onun için dayanılmaz olan, hiçbir şekilde Sezar olamamak değildir; hiçbir şekilde dayanamadığı kendi ben’inden kurtulamamasıdır. Sezar olsaydı, bunu yapabilirdi; ama Sezar olamadığına göre umutsuz kişimiz, ben’inden kurtulamaz. Özünde umutsuzluğu değişmemektedir, çünkü benliğine sahip değildir, kendi değildir. Sezar olarak kendi olamayacağı bir gerçektir ama kendi ben’inden kurtulmuş olacaktır; Sezar olamayıp ben’inden kurtulamadığı için umutsuzluğa düşmektedir. O halde, umutsuz bir kişinin kendi ben’ini yok etmesinin onun gördüğü bir ceza olduğunu söylemek yüzeysel bir düşünce olacaktır. Çünkü bu, umutsuzun umutsuzluğunun, işkencesinin tam da yapamayacağı şeydir, çünkü umutsuzluk boyun eğmeyen, yok edilemeyen bir şeyi, ben’i ateşe vermektedir.

O halde bir şeyden umutsuzluğa düşmek, hâlâ gerçek umutsuzluk değildir, sadece başlangıçtır, doktorların bir hastalık için söyledikleri gibi umutsuzluk kuluçkaya yatmaktadır. Daha sonra umutsuzluk ortaya çıkar: Kendinden umutsuzluğa düşülmüştür. Ölmüş veya şıpsevdi olan dostunu kaybetmekten dolayı aşkta umutsuzluğa düşmüş bir genç kıza bakınız. Bu kaybediş gerçek umutsuzluk değildir, kendi kendinden umutsuzluğa düşmüştür. Başkasına ait hale gelseydi en hoş şekilde kaybetmiş ve kurtulmuş olacağı bu ben, bu durumda can sıkıntısına yol açar; çünkü başkası olmadan bir ben’e sahip olmak zorundadır. Kendisi için bir hazine olabilecek -diğer taraftan bu da başka bir umutsuzluk anlamı taşır- bu ben, diğeri öldüğü zaman dayanılmaz bir boşluk olacaktır veya terk edilişini anımsattığı için bir tiksinti nedeni olacaktır. O halde ona “kızım kendi kendini tüketiyorsun” demeye çalışın; onun şu yanıtı verdiğini göreceksiniz: “Ah! Hayır, acım tam da kendimi tüketmeyi başaramadığımdan dolayı”.

Kendinden umutsuzluğa düşmek, umutsuzluğa kapılıp kendinden kurtulmayı istemek, işte her umutsuzluğun formülü ve İkincisi: Umutsuz olmayı, kendi olmayı istemek, daha önce belirttiğimiz gibi (birinci bölüme bkz.) kendi olmanın reddedildiği umutsuzluğu, kendi olmanın istendiği umutsuzluğa dönüştürmek demektir. Umutsuzluğa düşen, umutsuzluğu içinde kendisi olmayı istemektedir. O halde kendi kendisinden kurtulmayı istemiyor mu? Görünürde hayır ama daha yakından bakıldığında her zaman aynı çelişkiye rastlanır. Bu umutsuz kişinin olmak istediği ben, hiçbir şekilde olmadığı ben’dir (çünkü gerçekten olduğu ben’i sahiplenmek, umutsuzluğun tam karşıtdır); aslında istediği, ben’i yaratıcısından ayırmaktır. Ama burada umutsuzluğa düşmesine rağmen başarısızlığa uğranır ve umutsuzluğun tüm çabalarına karşın, bu Yaratıcı en güçlü olarak kalır, kişiyi olmak istemediği ben olmaya zorlar. Ama bunu yaparken, insan her zaman kendi yaratısının bir benliği haline gelmek için kendi ben’inden, sahip olduğu ben’inden kurtulmayı ister. Olmak istediği ‘ben’e kavuşmak, tüm zevkleri tatmasını sağlardı -bu durumun da başka bir anlamda aynı derecede umutsuz olmasına rağmen-; ama olmak istemediği bu “ben”i olmak zorunda kalan bu kendi, onun işkencesidir: Kendinden kurtulamamanın işkencesi

Sokrates, ruhun ölümsüzlüğünü, ruhun hastalığının (günahın) ruhu yok etmedeki güçsüzlüğüyle kanıtlıyordu. Aynı şekilde, insanın sonsuzluğu, umutsuzluğun ben’i yok etme güçsüzlüğüyle, umutsuzluğun bu acımasız çelişkisiyle kanıtlanabilir. İçimizde sonsuzluk olmadan umutsuzluğa düşemeyiz; ama eğer umutsuzluk ben’i yok edebilseydi o zaman umutsuzluk da olmazdı

Ben’in hastalığı olan umutsuzluk, “Ölümcül hastalık” budur. Umutsuz kişi ölümcül bir hastadır. Başka herhangi bir hastalıktan daha fazla olarak, bu hastalık varlığın en saygın özüne saldırır; ama insan bu yüzden ölemez. Burada ölüm, hastalığın sonu değildir, bitmeyen bir sondur. Bu hastalıktan kurtulmamızı ölüm bile sağlayamaz, çünkü buradaki acısıyla birlikte olan hastalık ve... ölüm, ölememektir.

Umutsuzluğun durumu budur. Ve umutsuz kişinin bundan kuşku duymaması boşunadır, boşuna ben’ini kaybetmeye ve ondan hiçbir iz kalmamacasına onu kaybetmeye çalışır: Bununla birlikte, sonsuzluk umutsuzluğu ortaya çıkaracak ve kendi ben’ine çivileyecektir; böylece işkence her zaman kendinden kurtulamamanın sonucu olarak gerçekleşir ve insan böylece kendi ben’inden kurtulmanın bir ham hayal olduğunu anlar. Ve bu kesinliğe neden şaşırmalıyız? Değil mi ki bu ben hem sahip olduğumuz hem kendisi olduğumuz varlıktır, Tanrı’nm insana bahşettiği bir ödün, üstelik insana olan bağlılığından ileri gelen ödündür. Çünkü bu ben, varlığımız, Sonsuzluk’un insana tanıdığı sonsuz, yüce bir ayrıcalıktır ve aynı zamanda insan üzerindeki inancıdır.

PDF


Şükran Kurdakul Seçme Şiirleri



Yaşamın Bıraktığı

Buramda duya duya yaşamın bıraktığını,
Gelip şehrin ortasında kapandığım bu yerde ben
Baksam ki kurtulmaya kendi kendimden
Duysam ki düşüncenin düşüncemde yarattığını.

Sussam ki hiç doğmamışlar gibi sussam,
Paldır küldür konuşan bu çağın ortasında;
Gözlerim kendine dönük, kafam kendi dalgasında
Ellerimle ayaklarımla tutsaklığıma dursam.

Büsbütün umutsuzluk, büsbütün yargı payı,
Bir zaman vursa, bir zaman gelir geçerdi
Ama bunca yıllık evren ne hale geldi,
Baksana hangi tohumlar parçalıyor dünyayı.

Dursam, baksam, duysam ki
İlk düşünen insandan bu yana
Son düşünecek insana kadar.
Versem versem
Kendimi verebilirdim sana.

 Kapıların İçinde

Ben unutsam gözlerimin hatırında kalacak
Sabah aydınlığında açıldı kapı,
O gökyüzü Ege dalgalarında olurdu ancak
O yemyeşil ağaç bilmiyorum hangi dağda olurdu
Işığa mı baksam, ağaca mı, gökyüzüne mi?
Bir çocuk gibi havaya kaldırıp ellerimi,
Gene bir çocuk gibi koşuverdim duvara kadar
Seni benden sonra çıkaracaklar değil mi?
Bir mısra sevinci içinde gülümseyeceksin uzun uzun
Gözlerimi orada bıraktım biliyor musun?
Saçların alnına dökülüşürken,
Ellerini çırparken ellerini..
Öyle uzaktan uzağa orada olsun yaşamak seni
Mavi mavi sevinçler gerirecek,
İçimdeki mahzunluğa.

Behçet Necatigi Seçme Şiirleri

 Dönme Dolap

Nerden niçin mi geldim
Bilmeden bir şey diyemem, ya siz?
Hem hiç önemli değil
Geldim, yer açtılar, oturdum
Girip çıkanlar vardı
Zaten ben geldiğimde.
Başka şeyler de vardı, ekmek gibi, su gibi
Gülüşler öpüşler ne bileyim hepsi
Doğrusu anlamadım bir düğün dernek mi
Sonra da kimileri düşünceli, durgundu
Gidenler neye gitti doğrusu anlamadım
Zaten ben geldiğimde.
Bir luna-park mı bir konser bir gösteri
Bilmem pek anlamadım önüm kalabalıktı
Sıkıştığım yerde vakit çabuk geçti.
Bak dediler baktım pek bir şey göremedim
Hem her yer karanlıktı
Zaten ben geldiğimde.
Benim tek düşüncem büzüldüğüm köşede
Nasıl çekip gideceğim kalk git dediklerinde
Çünkü çıkmak sıkışık sıralardan mesele
Kalkacaklar yol vermeye bakacaklar ardımdan
Az mı söylendilerdi şuracığa ilişirken
Zaten ben geldiğimde.

Gizli Sevda

 Hani bir sevgilin vardı
Yedi sekiz sene önce,
Dün yolda rastladım
Sevindi beni görünce.

Sokakta ayaküstü
Konuştuk ordan burdan,
Evlenmiş, çocukları olmuş
Bir kız, bir oğlan.

Seni sordu
Hiç değişmedi, dedim,
Bildiğin gibi...
Anlıyordu.

Mesutmuş, kocasını seviyormuş,
Kendilerininmiş evleri..
Bir suçlu gibi ezik,
Sana selâm söyledi.

İncir Yaprakları

Yumuldular uğultular arasında
İncir yapraklarını artık kim düşünürdü
Sallanırken iki dalga arasında bir martı
Bu yatağa, koltuğa, bu kara tahtalara
Düşmeden önce
Eksiydi eksi şimdi iki artı.

Gömüldüler dalgalar arasına
Ellerinde uzatılan iki elma
Yüzlerinde alı al bir kızartı
Bekleyen yan yana ayrılıklardı
Perdeler inerse az daha sürerdi
Yumuldular, gözlerini yumdular.

Eksikti tamken bile hepsi bu kadardı
Dumandı, dağılır, çiçekti solardı
Uçuşurken üflenmiş şeytan arabaları
Anladılar, duruldular, doğruldular
Az önceki incir yapraklarını
Aradılar, buldular, tutundular.

Parıltı

Çakar şimşek düşer yıldırım
İşte bir şey birden söylenir geçer

Yıllar neyi eskitir, bir takvimi eskitir
Bir terlik, yerine yenisi
Tükenişlerde insan
Söylenir, geçer

Çağın Tanığı Olmak

Fırlat at uzağa
Döner gelir bumerang.

Yukardan aşağı, boş küpler,
Soldan sağa
Hangi harfleri koymalı
Ki çözülsün bilmece?

Diş diş
Kalıntı çağ mazgalları
Sonra yeni katmanlar
Bir intihar gibi içerde.

Aldatışı yakınların
Bilinseydi
Kime inanacaksın
Ki hangi yolları yürümeli?

Çocukluk, gene ancak çocukluk
Gerçi o da acı
Ama iyi ki var
Yerine hangi mutlu yaşantı?

O nineler, o kızlar, o evler
De yoksa
Kimin bu toprak
Çok düşünmüşümdür.

Onu benden, beni ondan ayıran
Düzenler
Bırakmaz bizi bize, bölücü
Olmuş nice değerler, ben de ölmüşümdür.

İçindeyim, diretiyorum çağa
Size ne miyim ben, siz bana nesiniz?
Bir hayal, bir masal mı eski
Ama ben görmüşümdür.

Fırlat at uzağa
Döner gelir bumerang.

Astar

 Siz hiç eski tahtalara yağlı boya yaptınız mı?
Bütün iş ilk çekilen boyadadır, astarda.
Astar düzgün değilse tepserir boya
Islak duvarlar gibi dökülür pul pul.

Bir hava kabarcığı alttan doğru yavaş
Taşır bazı şeyleri dipten yüze.
Çıkar suya yukarı, döner bir zaman yavaş
Söner suyun üstünde.

Daha demin titrek dokuyordu aşkı
Konuşan bakışlar, ince gülüşler
Daha demin vardı.

Sustunuz ikiniz de, gözleriniz daldı:
Boğdu sevincinizi sularda kıskanç
Bir hava kabarcığı.

Semender

Sözlüklere kalsa
Ateşte masal hayvanı
Bir insan olmasın
Ateşler yaşam lavları.

Ejder derler aşka
Bir volkan olmasın
İyi ki yanında
İnsanın hayalleri.

Ama masal deniyor
Bir yalan olmasın
Yanmalar içinde de
Ararız masalları.

 

Füruğ Ferruhzad ve Şiiri


I- Hayatı:
İranlı kadın şairler arasında Pervîn-i İ‘tisâmî’den sonra ikinci sırada yer alan Furûğ-i Ferruhzâd, 1313 hş./1934 yılında Tahran’da dünyaya geldi. Çocukluk ve gençlik dönemlerini orta halli bir aile ortamında geçirdi. Bir ordu mensubu olan ba-bası Muhammed-i Ferruhzâd, çocuklarının eğitiminde kendine özgü bir tarz izleyerek, Furûğ’un ifadesiyle onları askeri disiplinle yetiştirmeğe çalışıyordu. Furûğ, ilkokulun ardından Husrev-i Hâver Lisesi’nin orta kısmını bitirdikten sonra Kız Sanat Mektebi’ne devam etti. Daha sonra Güzel Sanatlar Akademisi’nde ressamlık eğitimi gördü. Bu sanatların etkileri şiirlerinde de göze çarpmaktadır. On altı yaşındayken (1329 hş./1950) anne tarafından akrabalarından o dönemler İran’ın hiciv yazarları arasında yer alan kendisinden on beş yaş daha büyük Pervîz-i Şâpûr ile ailelerinin karşı çıkmalarına rağmen evlenen Furûğ, bir süre sonra (1332 hş./1953) eşinin görevi nedeniyle onunla birlikte Ahvâz’a gitti. Ancak evlilik hayatı fazla uzun sürmedi ve anlaşmazlık gerekçesiyle hem eşinden ve hem de Kâmyâr adlı oğlundan ayrılmak zorunda kaldı.


On üç-on dört yaşlarında şiir yazmaya gazel ile başlayan Furûğ, şairliğinin ilk yıllarına ait bu gazellerinin hiçbirini neşretmedi. İlk şiirleri Hândenîhâ adlı dergide yayınlandı. Sanat hayatının kapılarını bir şair ve ressam olarak aralayan Furûğ, 1333 hş./1954 yılından itibaren şiir kitaplarını yayınlamaya başladı. Daha sonraları bu iki uğraşına yedinci sanat olarak adlandırılan sinemayı da ekledi. 1337 hş./1958 yılından itibaren film teknikleri ve sinemayla da yakından ilgilenmeye başlayan Furûğ’un hayatında yedinci sanatın da oldukça önemli yeri vardı. Dönemin ünlü sanatkarları ve yazarları arasında yer alan İbrâhîm-i Gulistân ile birlikte başta sinema olmak üzere çeşitli alanlarda çalışmalarda bulundu. “Gulistân Film”de onunla birlikte yıllarca çalıştı. 1338 hş./1959 yılında ilk olarak sinema alanında araştırmalar yapmak, film teknolojisiyle yakından tanışmak ve projelerini gerçekleştirme için ortam hazırlama amacıyla İngiltere’ye gitti.


1339 hş./1960’da İngiltere’den döndükten sonra sinemayla daha yakından ilgilenmeye başladı. İbrâhim-i Gulistân ile birlikte birkaç kısa metrajlı filme imza attı. Daha sonra sinema dünyasıyla ilgili çalışmalar için tekrar İngiltere’ye gitti. 1341 hş./1962‘de cüzamlılar ile ilgili bir belgesel yapımı için Tebrîz’de çalışmalara başladı. Bu dönemin hatırası Tebriz’de çekimlerini gerçekleştirdiği Hâne Siyâh Est adlı filmidir. Söz konusu film, 1342 hş./1963 yılında Batı Almanya’da düzenlenen bir film festivalinde en iyi belgesel ödülüne layık görüldü. Aynı yıl Keyhân gazetesi için gazete yayını konulu bir tanıtım filmi hazırladı. Furûğ’un, tiyatro alanında da birtakım çalışmaları bulunmaktadır.


Daha sonraki yıllarda İbrâhim-i Gulistân ile başta Hışt u Âyine olmak üzere birkaç film daha yapan Furûğ, 1343 hş./1964 yılında İtalya, Almanya ve Fransa’yı kapsayan bir seyahatte bulundu. Avrupa’da kaldığı sürede Almanca ve İtalyanca öğrendi. 1344 hş./1965 yılında Unesco Kültür Birimi tarafından Furûğ’un hayatını konu alan otuz dakikalık bir belgesel film hazırlandı. Aynı yıl İtalyan bir yönetmen Furûğ-i Ferruhzâd’ın hayatını konu alan on beş dakikalık bir film hazırladı.


Her büyük şairin en etkili şiiri, ölümüdür. Bu en son ve en üzücü şirini söylemesinden sonra bir bakıma şairin diğer eserleri de olgunluk derecesine erişmiş, tam anlamını bulmuş olur. Kendi ifadesiyle yalnız bir kadın olan, kocasından ayrılmasıyla daha da yalnızlaşan, şiiri ve sinemayı sanat hayatının bir sırdaşı, bir yoldaşı olarak algılayan Furûğ-i Ferruhzâd, 4 Behmen 1345 hş./1966 yılında otomobiliyle geçirdiği bir trafik kazasında 32 yaşında vefat etti.


Furûğ-i Ferruhzâd’ın hayatı, iki döneme ayrılarak incelenmektedir.

1. Dönem (1331-1338 hş./1952-1959)

Şairin Esîr, (1331), Dîvâr (1336) ve İsyân (1338) adlı şiir mecmualarını yaz-mış olduğu devirleri de içine alan bu dönem Furûğ’un romantizmin etkisinde bulun-duğu ve eserlerini de bu tarzın etkisinde kaleme almış olduğu dönem olarak kabul edilmektedir. Çağdaş Fars şiirinde romantizm, Nîmâ’nın “Efsâne” adlı şiiriyle baş-lamış, gelişerek devam etmiştir. Batı romantizminin etkileri Nîmâ ve geliştirdiği tar-zın takipçileri arasında yer alan şairlerin eserlerinde yer yer görülmektedir. Toplum-dan ayrılarak bir kenara çekilme anlamına gelen inziva, sosyal faaliyetleri bir tarafa bırakıp doğaya sığınma ve yalnızlık Efsâne’de kendini göstermektedir. Efsâne, bir bakıma romantik şairin bir manifestosudur. Daha sonraları çağdaş Fars şairlerinden Perviz Nâtil-i Hânlerî, Ferîdûn-i Tevellulî ve Ahmed Gulçîn-i Ma‘ânî bu tarzı devam ettiren şairler arasında yer almışlardır. Furûğ ilk üç şiir mecmuasındaki şiirlerini bu tarzın yoğun etkisi altında kalarak kaleme almıştır.


Romantizmde üç önemli temel çizgi; özgürlük, şahsiyet ve duygusallıktır. Victor Hugo ve taraftarları romantizmi özgür sanat ve özgür şahsiyet ekolü olarak kabul etmektedirler. Romantik sanatçı iç dünyasının isteklerine ve ihtiyaçlarına çok önem vermekte, sanatı aracılığıyla isteklerini ve ruhi problemlerini dile getirmektedir.


Furûğ’un özellikle ilk şiir mecmuası Esîr, İran’daki bireyin görünürde birtakım değerlere bağlı ancak asıl anlamını kaybetmiş sayısız sosyal kurallar ve geleneklere uymak zorunda olduğu kurallar ve sosyal hayat hakkında önemli bilgiler vermektedir. Şair kendisini bir hapishaneye benzettiği toplumun duvarları arasında tutuklu olarak görmekte, bu kalın duvarlar arasından sadece aşk ile kurtarabileceğini düşünmektedir. Bu mecmuada yer alan şiirlerden biri olan İsyân, Furûğ’un hayatında karşılaştığı sıkıntılarından ve kendine yüklediği problemlerden dolayı iniltilerini dile getiren en güzel örneklerden biridir. O bu şiirinde kendisini klasik geleneklerin ve geleneksel yaşam tarzının kafesinde esir kalmış bir kuş gibi nitelemekte ve kurtulmaya, özgür atmosferde kanat çırpmaya çalışmaktadır.


Özellikle bu eserlerini kaleme almış olduğu dönemlerde Furûğ, son derece açık, duygularını içten geldiği gibi perdelemeden dizelerine aktarmış, kendine özgü başkalarının el atamadığı bir dünyada yaşadığından bu şiirleri toplum tarafından kolay bir şekilde kabul edilememiş, bazı gruplar tarafından geleneklere aykırı davrandığı, İran klasik tarzını adet ve törelerini hiçe saydığı, ahlakî geleneklere ve toplumsal kurallara uymadığı gerekçesiyle şiddetli eleştirilerle karşı karşıya kalmıştır.


İsyân
    Dudaklarıma suskunluk kilidi vurma
    Söylenmemiş hikayem var gönlümde
    Ayağımdan ağır bağları çöz
    Bu sevdadan dolayı perişan gönlüm
    Gel ey adam, ey bencil yaratık
    Gel, aç kafesin kapılarını
    Bir ömür boyu beni zindana tıktıysan da
    Şu bir nefes için salıver artık beni
    Ben o kuşum
    Çoktan beri kafasında uçma sevdası olan o kuş
    Daracık göğsümde iniltiye dönüştü şarkım
    Tükendi hasretle günlerim
    Dudaklarıma suskunluk kilidi vurma
    Söylemem gerekir sırlarımı
    Duyurmam gerekir bütün dünya insanlarına
    Ateşli sesimin yankılarını
    Meltem öpücük aldı benden binlerce
    Binlerce öpücük bağışladım güneşe
    Senin gardiyan olduğun o zindanda
    Bir tek öpücükle sarsıldı bir gece varlığım
    Gel aç kapıyı, kanat çırpayım
    Şiirin aydınlık gökyüzünde
    Bırakırsan beni uçmaya
    Bir gül olacağım şiir bahçesinde

            Ahvâz, Sonbahar 1333 hş.

Furûğ’un aşağıdaki şiirinde temel konusu sevgilisiyle aralarındaki anlaşmazlıktan dolayı ayrılmasıdır:

    Vefa gösterdim bir adama
    Ancak ayağının tersiyle vurdu o aşkıma ve umutlarıma
    Verdiğim her şey helal olsun ona
    Ancak karşılıksız verdiğim gönlüm müstesna
    Sessiz bakışlarımda yine
    Söylenmemiş hikayelerim var
    Giyinip kuşandığımda yine
    Gizli fitnelerim var
    Ona verdiğim şeyden dolayı üzüntülü değilim
    Hasretli, üzüntülü ve matemli değilim
    Yeri dolmayan o gönülden başka
    Yemin olsun Allah’a yoktur eksiğim

            Ahvâz, Dey 1333 hş.

Kocasından ayrıldıktan sonraki dönemde kaleme almış olduğu ikinci eseri Dîvâr, yine bir kadının ince duygusallığından, kadınsı duygularından bahsetmekte-dir. Bu mecmuasının ilk şiiri olan “Ruyâ”da artık yorulduğu ve usandığı hayatın acı dolu dünyasından bahsetmekte ve gece yarısı oturup yalnız bir ortamda arzularını dile getiren mısralar kaleme almaktadır. Ancak bütün bu arzular rüyadaki olaylar gerçekleşme imkanı bulamaz ve şair gerçek hayatta ihanet ve soğukluktan başka nasip alamaz, yine şiirin sıcak kanatları altına sığınır.
Üçüncü şiir mecmuası İsyân’da Furûğ, bütün şairlik tecrübelerini kullanarak özgün şiir atmosferini yakalamaya çalışır. Bu eserinde de yine yalnızlık, ayrılık, şaşkınlık ve ıstıraptan, yorgunluk ve güçsüzlükten, bir tür hastalığa benzeyen rüyamsı bir hayattan şikayette bulunmakta ve her şeye karşı isyan bayrağını çekmektedir. Bu eserini kaleme aldığı dönem, onun Avrupa seyahatinde bulunduğu günlere de rastlamaktadır. Şair bazı şiirlerini de İtalya ve Almanya’da yazmıştır.


İkinci dönem (1338-1345 hş./ 1959-1966)
Birinci dönemin sonlarına doğru önemli ruhi değişimler geçiren Furûğ, dör-düncü şiir mecmuası Tevellud-i Dîger’in yayınlanmasından sonra daha önce kaleme almış olduğu şiirlerinden dolayı üzüldüğünü ve o şiirlerin sadece dış dünyayı gören birinin değerlendirmeleri, derinlik boyutlarının bulunmayan gençlik duygularının birer ürünü olduğunu belirtmektedir. Bu durum, Nîmâ çağında Nîmâ tarzının takipçileri arasında görülen en önemli dönüşümlerden biri olarak kabul edilmektedir. Daha çok maddî arzularına eğilimi olan birinin felsefî, sosyal, genel kamuoyunu ilgilendiren konulara doğru yön değiştirmesi ve dış dünyanın yüz yüze bulunduğu, halkı ilgilendiren konuların ön plana çıktığı yeni bir tarza yönelmesi önemli bir değişim olarak onun hayatında yerini almıştır. O yazılarında açıkça kötü diye nitelendirdiği çok sayıda şiir kaleme almış olduğunu dile getirmektedir.


“Tevellud-i Dîger”, Tevellud-i Dîger adlı şiir mecmuasının son şiiridir. Furûğ’un eski tarz şiirlerinden sıyrılarak önde gelen çağdaş Fars şairleri büyükler arasına girmesinin nedenlerinden biri de bu şiiridir. Söz konusu mecmuanın bazı şiir-leri zayıf olsa da içerisinde yer alan şiirlerin önemli bir bölümü güzel ve güçlü şiir-lerden oluşmaktadır. Şiirine bu adı vermesinde Furûğ için özel ve ayrı bir önem var-dır. O, bu şiiriyle yeni bir hayata özellikle şairlik dünyasında yeni bir tarza kavuş-muştur. Bu şiirinde kendisini uçsuz bucaksız okyanusların yalnızlığında yaşayan bir periye benzetmekte ve insanın çok uzun süreler geçmişte gizli ve yalnız yaşayabileceğini ve bunun anlamının da ölüm olduğunu ifade etmektedir. Kendisi de çok uzun süren böyle bir hayat sonucu, çok uzun çok tehlikeli yalnızlık yolculuğundan hatıralarla döndükten sonra yaşamakta olduğu zamana dönmekte ve eskiyi değerlendirirken geçmişin bir çukur olduğunu ancak içerisinde inci aranmaması gerektiğini, eğer böyle olsaydı kendisinin de oradan dönmeyeceğini dile getirmektedir.


Tevellud-i Dîger adlı şiiriyle bütün bu geçmişin üzerinde bıraktığı etkilerden, dağınık ve sıkıntılı hayat tarzından kurtularak yeniden dünyaya gelmiş olduğunu dizelerine aktaran şair bu şiiriyle İran çağdaş edebiyatı üzerinde önemli etkiler bırakmıştır. Çağdaş şairlerden Sohrâb-i Sipehrî de, bu şiiri öven ifadelerde bulunmuştur.


Furûğ’un şiiri özellikle de Tevellud-i Dîger ve ölümünden sonra yayınlanan Îmân Beyâverîm Be Ağâz-i Fasl-i Serd adlı son iki şiir mecmuasında özgün bir tarz-dadır. Kendisinden önceki ya da çağdaşı şairlerden oldukça az oranda etkilenmiş olan Furûğ, olgunlaşma yolunda felsefi ve sosyal konulara eğilmiş ve şiirlerini bu konularda kaleme almıştır.


II- Eserleri:
1- Esîr (Tahran 1331 hş.) 2- Dîvâr (Tahran 1335 hş.) 3- İsyân (Tahran 1336 hş.) 4- Tevellud-i Dîger (Tahran 1342 hş.) 5- Îmân Beyâverîm Be Âğâz Fasl-i Serd, (Tahran 1352 hş.), Berguzîde-yi Eş‘âr (Tahran 1353 hş.), Guzîne-yi Eş‘âr (Tahran 1364 hş.).
Furûğ’un yukarıda adı geçen eserlerindeki şiirlerinin tamamı Dîvân-i Kâmil-i Eş‘âr-i Furûğ, daha sonraları da Dîvân-i Eş‘âr-i Furûğ-i Ferruhzâd adıyla (Tahran 1376 hş., Beşinci baskı) yayınlanmıştır. Şiirleri dışında eserleri arasında birkaç tiyatro çevirisi ve film senaryosu yer almaktadır.

1- Esîr
Furûğ-i Ferruhzâd’ın ilk şiir mecmuası Esîr adıyla 1331 hş./1952 yılında Tahran’da yayınlandı. Şairin kendi ifadesiyle bu eseri dış dünyasındaki sosyal değerlere, toplumun geleneksel yapısına ve törelerine aldırmadan bir kadın olarak gençlik dönemindeki durumunu ve duygularını tasvir eder. Esîr’de yer alan şiirler daha çok şairin şahsî hayatındaki olumsuzluklar, özellikle başlamasından kısa bir süre sonra ayrılıkla sona eren evliliği, sıkıntıları, ümitsizlikleri ve yalnızlıkla kararmış hayatında gelişen olayların etkisinde kaleme alınmıştır.


Bu şiir mecmuasında Furûğ, ahlakî kuralları da bir kenara bırakmış, o döneme kadar şiir söylemiş İranlı kadın şairlerin geleneklerinde bulunmayan yeni mazmunlar, terkipler ve kelimeler de kullanmıştır. Bu eserindeki şiirlerinde şair gerçekten neyin peşinde dolaştığını bilmemektedir. Aile hayatının karanlık duvarlarından, dar sınırlarından kurtulmak için bir pencere aramakta ve kendi diliyle bu karanlık zindandan çıkmak için yoğun çaba göstermektedir. Furûğ, bu ve daha sonra kaleme almış olduğu Dîvâr adlı eserlerindeki bazı şiirlerini o dönemlerde birtakım eserleri Farsça’ya tercüme edilmiş Amerikalı kadın şairlerin şiirlerinden etkilenerek yazmıştır.


Genel olarak değerlendirildiğinde Furûğ-i Ferruhzâd’ın şiirleri Fransız yazar George Sand’ı (1804-1876) hatırlatmaktadır. George Sand’ın da ilk romanları duy-gusal, aşk konulu ve romantiktir. Hayatının daha sonraki dönemlerinde daha ciddi, toplumu yakından ilgilendiren sosyal konulara yönelerek eserlerini bu alanlarda ka-leme almıştır. O da yaşadığı dönemlerde erkeklerin sahip olduğu bütün hakların ve özgürlüklerin kadınlara da verilmesi taraftarı olduğu için eserlerinde kadın hakları konusunda korkusuz ve cesurca ifadelerde bulunmaktadır.


Furûğ-i Ferruhzâd’ın ilk üç eseri de daha çok serkeş, heyecanlı, isyankar ve romantik bir kadının duygularını yansıtırken, hayatının daha sonraki devirlerinde özellikle birlikte sinema çalışmaları yapmış oldukları çağdaş yazarlardan İbrâhîm-i Gulistân, çevresindeki edebiyatçılar ve düşünce adamlarıyla birlikte bulunmaya başlamasıyla hayatında önemli değişimler olmuş, sanata, şiire ve topluma yönelmiştir. Bu yüzden sosyal, eleştirel ve toplumu bazı konularda uyarmayı hedef alan şiirlerle dolu dördüncü eseri, Tevellud-i Dîger diğerleriyle oldukça farklılık arz etmekte, daha başka bir atmosferi yansıtmakta, adıyla da yeni bir doğuşu çağrıştırmaktadır. Esîr, yirmi dokuz şiirden oluşmaktadır.


    Bâ Kodâm Dest? : Hangi El İle?
    Seviyorum onu…
    Tohumun ışığı sevdiği gibi
    Tarlanın rüzgarı sevdiği gibi
    Kayığın dalgayı sevdiği gibi
    Kuşun yüksekleri sevdiği gibi
    Seviyorum onu…
    Aşk ne ile
    Ebedileştirilebilir?
    Hangi öpücükle, hangi dudakla?
    Ne zaman, Hangi gecede?
    Yok olup giden ben gibi…
    Günler gibi…
    Mevsimler gibi…
    Yuvalar gibi…
    Evlerin damındaki karlar gibi…
    O da sonunda
    Gölgeler arasında toz olacaktır
    Eski bir fotoğraf gibi
    Yırtılıp kaybolacaktır
    Hangi el ile
    Aşk ebedileştirilebilir?
    Hangi elle?

2- Dîvâr
Furûğ’un ikinci şiir kitabı Dîvâr, 1335 hş./1956’da yine Tahran’da yayınlandı. Ancak bu eseri klasik şiir taraftarları ve gelenekçiler tarafından yoğun eleştirilerle karşılandı. Kocasından ayrılmasından sonra kaleme aldığı bu eserinde şair bir kadının duygularından ve iç dünyasından bahsetmektedir. Bu şiir mecmuasında yalnızlık, şaşkınlık, güçsüzlük, karmaşık rüyalar içinde yaşayan, hayalî bir yaşantıyla uğraşmakta olan şair, hemen her şeye isyan etmektedir. İçerisinde yer alan şiirlerin bir kısmı ilk şiir mecmuası Esîr ile aynı çizgide bulunan Dîvâr, yirmi beş şiir içermektedir. Bu mecmuanın ilk şiiri olan “Ru’yâ”, acılarla dolu gerçek hayattan sahneler sergilenmektedir. Diğer eserlerinde bolca kullandığı “karanlık” ve “gece” sembolleri burada da çokça görülmektedir.
Dîvâr’daki şiirlerin çoğunun konusu aşktır. Şairin aşkının sırrı da şiirinde giz-lidir. O, maddi aşklardan çok ötelerde, gönül aşığıdır, ten aşığı değil:


    Kahr : Küskünlük
    Git…git ona doğru, umurumda değil
    Sen güneşsin…o yeryüzü…ben gökyüzü
    Onun üzerine doğ, çünkü ben konmuşum
    Naz ile yıldızların omuzuna
    Beni perdelerin arkasına çeken sen
    Nasıl anlamadın sırlarımı?
    Bedeninden vazgeçtim senin, çünkü dünyada
    Benim isteğimin amacı bir ten değildi
    Koştuysam sana doğru böyle
    Aşka aşığım, senin visâline değil
    Işıksız gecelerimin karanlığında
    Senin hayalinden daha güzeldir aşkın hayali
    Onun yanında oturduğun şu an
    Sen, şarap ve ona kavuşma devleti!
    Gitti geçmiş ve eskidi o efsane
    Bir senin bedenin ve bir de onun yok olmayan aşkı kaldı.

3- İsyân
1335 hş./1956 yılında yayınladığı üçüncü şiir mecmuası İsyân ile Furûğ-i Ferruhzâd, sonu olmayan bir yola girmişti. On sekiz şiirden oluşan bu kitabında şair, kutsal kitaplarda yer alan metinlere ve özellikle de insanın yaratılışı, şeytanın Allah’a karşı başkaldırmasıyla ilgili konuları göz önünde bulundurup kendisinden önce de bu konulara eğilmiş doğulu ya da batılı şairlerden de örnekler alarak duygularını dizelere aktarmıştır. Eserde şeytanın Allah’a isyan etmesi, insanların da ona uyarak Allah’a başkaldırmaları konusunda birtakım düşünceler, daha çok sorular yoluyla dizelerine aktarılmaktadır. Bütün bu sorular sonuçta cevapsız kalınca şair Allah’a teslim olmaya razı olmakta ve günahlarının affedilmesini istemektedir. İsyân’da şairin diğer eserlerinde ana tema olan “aşk” yerine göreceli olarak ölüm düşüncesi öne çıkmakta geçmekte, gitgide ölüm üzüntüsü şairin ruhunu gölgelemektedir. Daha önce yazılmış diğer iki kitaba oranla bu eserde romantik ve duygusal kavramlara daha az rastlanmaktadır.


Romantik şiirin özelliklerinden olan coğrafî ya da hayali seferlerde gezip do-laşma Furûğ’un bu eserinde önemli ölçüde ön plana çıkmaktadır. Yaşadığı çevreden ve insanlardan ayrılarak özgür, daha geniş bölgelere seyahatlerde bulunmak, başka atmosferlere ve zamanlara kaçış, hayal kanatlarıyla havalanarak tarihî seferlere çıkış, bu tür eserlerin önemli özelliklerindedir.


Bu mecmuasında Furûğ, şairlik tecrübelerini göstermekte, kendine özgü şiir atmosferini bulmak için çaba sarf etmektedir. Bu eserinde de yalnızlık, ayrılık, yor-gunluk ve güçsüzlük ifadelerine sık sık rastlanmaktadır. Kendisini her zaman sıkıntılar içerisinde, dar bir dünyada, karanlık ve üzüntülü bir atmosferde gördüğü için her şeye isyan etmektedir. İsyân’ın ilk şiiri Furûğ-i Ferruhzâd’ın oğluna hitaben gelecekteki umutlarını dizelere aktararak yazmış olduğu “Şi‘rî Berâyi To” adlı şiiridir.


    Şi‘rî Berâyi To: Senin İçin Bir Şiir
    -Oğlum “Kâmyâr”a-
    Senin için söylüyorum bu şiiri
    Susamış bir yaz gün aşımında
    Uğursuz başlamış bu yolun ortalarında
    Bu sonu olmayan üzüntünün eski mezarında
    Burada, suskundur bütün yıldızlar
    Burada, ağlamaktadır bütün melekler
    Burada, Meryem gülünün tomurcukları
    Daha değersizdir çöl dikenlerinden
    Burada oturmuş her yolun başına
    Bir yalan, yüzsüzlük ve riya devi
    Göremiyorum karanlık gökyüzünde
    Dirilişin aydınlık sabahından bir ışık
    Bırak yeniden
    Dolsun gözlerim şebnem tanecikleriyle
    Perdeyi açmaya kendim gittim
    Hz. Meryem’lerin temiz yüzlerinden
    Bu dışı zahit güruhla
    Kolay değildir bu mücadele biliyorum
    Benim ve senin şehrin, tatlı yavrucuğum
    Yuvasıdır çoktan beri şeytanın

        Tahran, 7 Mordad 1336 hş.

4- Tevellud-i Dîger
Furûğ-i Ferruhzâd’ın hem içerik, hem mazmun açısından daha önce yazmış olduğu ilk üç şiir kitabından tamamen farklı olan dördüncü şiir mecmuası Tevellud-i Dîger, 1343 hş./1964’de Tahran’da yayınlandı. O, Tevellud-i Dîger ile artık başka bir Furûğ olmuştur. Artık “Esîr” değildir. Şiirlerini olgunlaşmış bir aşk ve dinmiş heyecanlarıyla söylemektedir. Geçmişin heveslerinden ve tutkun olduğu arzularının “Dîvâr”ından geçmiş, yeniden doğmuştur. Gerçekte de onun hayatında ikinci bir dönemin, sanat yaşamında yeni bir devre, yeni bir doğuşun başlangıcı olarak kabul edilen Tevellud-i Dîger, hem şairin kendi hayatında ve hem de Çağdaş Fars edebiyatı tarihinde şairce düşünce tarzının yeni ve benzeri az görülen bir çehreyle, bütün şiirsel derinlikleriyle ortaya konulduğu bir eserdir. Bütün bunlar Furûğ’un hem bu eserinde yer alan kelimeler ve hem de kullandığı vezinlerde kendisini göstermektedir.
Tevellud-i Dîger, yayınlandığı dönem Fars şiiri açısından önemli gelişmelerden biri olarak kabul edilmiştir. “Ân Rûzhâ” adlı şiirle başlayan bu eseriyle şair kendini aşarak diğer dünyalara pencere açmış, daha önce göremediği, kavrayamadığı olayları yakından görerek değerlendirmelerini dizelerine aktarmıştır. Bu eserde yer alan şiirlerin çoğu, konuşma diline çok yakın bir dilde ve modern kalıplarda kaleme alınmış, tasvirler, terkipler ve mazmunların bir kısmı diğer Fars şairleri tarafından kullanılmamış, ilk olarak Furûğ tarafından Fars şiirine sokulmuştur. Bu eserde yer alan şiirlerden başta “Der Hıyâbânhâ-yi Serd-i Şeb”, “Der Ğurûbî Ebedî”, Ma‘şûk-i Men”, “Âyehâ-yi Zemînî”, “Dîdâr Der Şeb”, “Feth-i Bâğ” ve özellikle de “Tevellud-i Dîger” olmak üzere birçok şiiri kendi çizgisinde Fars edebiyatında modern şiirin en üst dereceden şiirleri arasında yer almaktadır.


5- Îmân Beyâverîm Be Âğâz-i Fasl-i Serd
Furûğ-i Ferruhzâd’ın beşinci ve son eseri olan Îmân Beyâverîm Be Âğâz-i Fasl-i Serd ölümünden birkaç ay önce 1345 hş./1966 yılında “On Çağdaş Şairden On Eser” dizisinde yayınlandı. Ölümüyle sonuçlanan kazadan kısa bir süre önce kaleme almış olduğu mesaj yüklü “Perende Mordenî Est” adlı şiiri de bu eserdedir. Bu son şiir kitabı, şekil, dil, düşünce, açıklama yeteneği ve ifadelerindeki olgunluk bakımından Tevellud-i Dîger’den daha yüksek basamaklarda yer almaktadır. Artık bazı amaçlarına ulaşamayacağını anlayan şair, sürekli olarak geceden, karanlıktan, karanlıkta ard arda akıp giden cenazelerden söz ederken çaresiz olarak bütün bu korkunç görüntülerden yine kendine sığınmakta, her zaman yaptığı gibi oturduğu pencerenin kenarında yüzünü güneşe çevirip duygularını dizelerine aktararak teselli olmaya çalışmakta, ancak aydınlıkla aralarında ilişki sağlayacak bir araç olmadığı için her zamanki gibi güneşe yenilmektedir. Onu güneşle tanıştıracak kimse yoktur. Kendisini kurtaracak kişiyi aynadan sorma dışında başka çaresi yoktur. Bu eserinde de konuşma diline çok yakın bir dil kullanmış olan şairin özgün dili, açıklama yeteneği ve sadeliğiyle birleşince, olağanüstü özellikler gösterir bir hal almıştır.


İçerisinde tamamı Furûğ’un ustalık dönemi eserlerinden yedi şiir bulunan bu mecmuada başta en uzun şiiri “Îmân Beyâverîm Be Âğâz-i Fasl-i Serd” olmak üzere “Pencere”, “Tenhâ Sedâst Ki Mî Mâned”, “Dilem Berâyi Bâğçe Mî Sûzed”, “Kesî Ki Misl-i Hîçkes Nîst”, “Dilem Girifte” ve son şiiri “Perende Mordenî Est” adlı şiirleri de yer almaktadır.


Büyük sanatçıların eserleri arasında genellikle diğer eserlerinden öne çıkan bütün görüşlerinin ve düşüncelerinin bir özetini, sanat hayatının ana kesitlerini taşı-yan daha büyük bir eseri vardır. Söz konusu eseri bir bakıma sanatkarın varlığı ve sanatının bir manifestosu, sanatının zirvede olduğu devrin hatırasıdır. Mevlana’nın “Mesnevi”si Sohrâb-i Sipehrî’nin “Sedâ-yi Pây-i Âb” ve “Musâfir” adlı şiirleri, bütün şiirlerinin bir fihristi gibidir. Furûğ-i Ferruhzâd’ın bu anlamda en önemli ve en etkili eseri, Îmân Beyâverîm Be Âğâz-i Fasl-i Serd adlı oldukça samimi duygularla kaleme alınmış şiirlerle dolu, etkileyici şiir mecmuasıdır. Zaten hepimiz soğuk mevsimin eşiğinde bulunmuyor muyuz? Kızlarımız, kardeşlerimiz, annelerimiz soğuk bir mevsimin kapısında beklemiyorlar mı?
Furûğ özel hayatıyla iç içe olarak toplumun genel yaşantısından kesitler de vermekte olduğu bu eserinde günümüz Farsça’sının modern edebî diliyle çok duygusal ve etkileyici ifadelerle hayatın insanı mağlub edişini kendi şahsında dizelere aktararak gözler önüne sermektedir. Şair bu şiirinde hatıralarını gür bir sesle aktarmaktadır. Biz onu pencerenin kenarında yüzü pencereye dönük olarak bakarken şiirini okuyor halde arkadan izliyoruz. Cümlelerinin bir kısmı tam olarak bize ulaşmıyor. Soğuk bir mevsimin eşiğinde bulunuyoruz. Dışarıda kar yağıyor…
Diğer şiirlerinin bazı bölümlerini de etkilemiş olan, bir hatıralar geçidini andıran bu şiirde kelimeler ve cümleler yer yer yinelenmektedir. Şiir, yalnız bir kadının ümitsizliklerini dile getiren dizelerle başlamaktadır. Soğuk bir mevsimin eşiğinde durmuş beklemekte olan yalnız bir kadın. Kış mevsimi, ölüm, durgunluk, sessizlik ve yok oluşun sembolü. Dey ayı. Eller güçsüz ve kurtarıcı ise mezarda uyumakta. O kadın, baharı, çiçeklerin açmasını, dalların meyveye durmasını düşünmektedir. Ancak buradaki bahar, gelecek bahar değil, geçmişindeki baharlardır. Şairin zorunlu olarak soğuk mevsimin başlangıcına, yaşlılık ve büyük bir yalnızlığın pençesinde bulunduğuna inanmaktan başka çaresi yoktur. Başlayan soğuk mevsimle birlikte genç bir kadın hayal bahçelerinin birden bire viran olarak harabelere dönüşmesiyle, çürüyen tohumlar, karın altında kalan umutlarla baş başa kalmaktadır. Şair bir sonraki baharda umutlarının da her şey gibi yeniden tomurcuklanacağını, yeşereceğini ve dirileceğini arzulamaktadır. Böylelikle çoğunu kendi yaşadığı ve dizelere aktardığı hatıralarını genelleştirerek mısralarına dökmekte ve ebedileştirmektedir.


Hayatı tasvir ederken olaylara bazen mücadeleci bir bakışla yaklaşan şairin eserlerinde yer yer bu mücadeleci yaklaşımı eleştirel ve mizah karışık ifadelerle de dolmaktadır. Bu özellikler “Ey Merz-i Por Goher” adlı şiirinde daha açık bir şekilde kendini gösterirken, “Îmân Beyâverîm Be Ağâz-i Fasl-i Serd” adlı şiirinde sanatsal yönü daha ileri düzeylerde ve daha derin boyutlarda sergilenmektedir.


    Îmân Beyâverîm Be Ağâz-i Fasl-i Serd
    Ve bu benim,
    Yalnız bir kadın
    Soğuk bir mevsimin eşiğinde
    Yeryüzünün bulanık varlığını kavramanın başlangıcında
    Gökyüzünün sade ve üzüntülü umutsuzluğunda
    Bu çamurlu ellerin güçsüzlüğünde
    Zaman geçti
    Zaman geçti ve dört kez çaldı saat
    Dört kez çaldı
    Bugün Dey ayının ilk günüdür.
    Bilirim mevsimlerin sırlarını ben
    Anlarım sözünü zamanların
    Kurtarıcı mezarda uyumaktadır.
    Ve toprak, kabir
    Dinlenmenin işaretidir.
    Ben üşüyorum
    Ben üşüyorum ve sanki bir daha asla ısınmayacağım
    Ey sevgili, ey tek sevgili “kaç yıllıktı acaba o şarap?”
    Bak burada zamanın ne kadar değeri var
    Ve nasıl çiğniyorlar etlerimi balıklar
    Neden beni hep denizin derinliklerinde saklıyorsun?
    Ben üşüyorum ve sedef küpelerden rahatsızım
    Ben üşüyorum ve biliyorum
    Bir yabani şakayıkın kırmızı hayallerinin tamamından
    birkaç damla kan dışında
    hiçbir şey kalmayacaktır

“Îmân Beyâverîm Be Ağâz-i Fasl-i Serd”, aynı zamanda Furûğ’un düşünce ağırlıklı şiirlerinden biridir. Bu şiirinde bireysel ve toplumsal problemleri, kendine özgü konuları bir tarafa bırakarak insanın yalnızlığından garipliğinden, bahsetmekte insanın bu yönüyle ilgili düşüncelerini dizelerine aktarmaktadır. Bu şiirine yalnızlıktan söz ederek başlayan şair, doğal bir girizgahla kendini aşarak çevresindeki dünyaya geçmekte, sürekli kar yağışını dile getirdiği bölümlerinde de bahar ve gençliği hatırlamakta, gelecek baharı, ağaçların tomurcuklanacak dallarını, sevgiliye ve soğuk mevsimin başlangıcına inancını yenilediği günleri hatırlamaktadır. Şiir “ben”, “yalnızlık” ve “soğuk” kelimeleriyle, şairin konumunu açıklayan doğal ve somut kavramlarla başlamakta hemen ardından her şeyin ayrılmaz bir parçası olan zaman kavramıyla devam etmektedir. Burada söz konusu edilen zaman Dey ayının ilk günleridir. Şair burada zamanın akışını ve dört mevsimin geçişini anlatmaktadır. 

III-Tarzı ve Düşünceleri
Çağdaş Fars şiirinde Nîmâ tarzının takipçileri arasında yer alan Furûğ’un şiirleri daha çok serbest şiir türündendir. Klasik Fars şiirinin kalıplarını ve vezinlerini kullanarak kaleme almış olduğu şiirleri oldukça azdır. Yaşadığı dönemlerde İran toplumunun bireysel ve toplumsal hayatının bazı alanlarında sarsıntılar ortaya çıkmış, klasik hayat tarzının bir tarafa bırakılması yolunda bir takım hareketler yavaş yavaş kendini göstermeğe başlamıştır. Şiirinden daha özgür bir yaratılışa sahip olan Furûğ’un bu hareketler içerisindeki rolü, eskiye karşı cephe alışı ve toplum içerisinde klasik özellikleri reddetme, ahlakî birtakım kuralları yerle bir etme, bazı gelenekleri ortadan kaldırma gibi düşünceleri her zaman göze çarpmıştır. Hassas bir ruhî yapıda bulunması, sıkıntılarla tanışık olması ve insanî değerlerin derinliklerinden haberdar olmasına rağmen, isyancı ve maceraperest yapılı bir şahsiyettir. Bu özellikleri hayatının ilk dönemlerinde kaleme almış olduğu şiirlerinde açıkça görülmektedir.


Furûğ, Şairlik hayatının başlangıcından itibaren gerçek ve samimi duygula-rından kaynaklanarak dizelerine akan ifadeleriyle yaşadığı çağın şiir tarzı, klasik mesnevi tarzı ve Nîmâ tarzının romantik şiir türüne kadar çeşitli türlerde şiirler ka-leme aldı. İlk üç eserinde kadını, kadın haklarını, kadın erkek eşitliğini savundu. Yalnızlık ve esaretten bahsetti. Daha sonra geçirdiği çok köklü bir değişimle yeniden bir doğuşla olgunlaştı.


Furûğ-i Ferruhzâd’ın kendi ifadeleriyle işlediği tek günah kadınsı duygularını dizelerine aktarmasıdır. Bu nedenle karşı karşıya kaldığı yoğun tepkiler üzerine yaptığı açıklamalarda söz konusu konuların sadece şiirle sınırlı kaldığını ifade etmekte ve kendisini savunmaktadır. Ancak bu açıklamaları beklediği gibi etkili olmamış, toplum tarafından kabul edilmemiş ve yalnızlığını daha da artırmıştır.
Furûğ-i Ferruhzâd, dildeki ifade rahatlığı, geniş görüş yelpazesi, içtenliği, ya-şanılan dünya ve insanların problemlerini şiirine yansıtması nedeniyle çok sayıda Fars şairini etkilemiş ve Fars şiirinde son kırk-elli yılın en büyük temsilcilerinden biri olmuştur. Toplumsal sorunlara şiir diliyle eğilen Ferruhzâd, şiirlerinde ölüm ve yokluk ile aşk ve hayata ağırlık vermiş, kadın erkek eşitsizliği konusunda içindeki isyanı şiirlerine yansıtmıştır.


Tahran’daki havadan sıkılan, aydınların oluşturduğu yarı karanlık atmosferden rahatsız olan şair, tecrübelerini pekiştirmek ve yeni ortamlar bulabilmek amacıyla İran dışına seferlerde bulunmuştur. Yaşadığı çağı iyi tanımayı hedefleyen Furûğ, gençlik döneminde klasik Fars şiirinin önde gelen temsilcileri Hâfız ve Sa’dî’ye, kendi çağında yaşamış Ferîdûn-i Tevellulî, Nâdir-i Nâdirpûr ve diğer şairlere yakın ilgi duyduğu gibi, diğer taraftan da Avrupa şiir ve edebiyatıyla yakından ilgilenmiş, Batı Edebiyatı ve şiirini de tanımaya çalışmış Avrupalı bazı şairlerin etkisinde kalmıştır.


Furûğ’un eserlerinde hayat ile şiir birbirinden asla ayrılma imkanı bulunma-yan iç içe girmiş ikili olarak göze çarpmaktadır. Hem özel ve hem de toplumsal ha-yatında yenilgiye uğrayarak başarısız olması bir süre devam eden ümitsizlikten, gü-vensizlikten, kimselere inanmama ve değer vermeme gibi davranışlarından sonra kendisini bir isyana da sürüklemiştir. İlk eserlerinde geleneklere ve ahlakî değerlere karşı isyanı açıkça görülmekte olan Furûğ’un hayatının ilk dönemlerindeki isyankar, itirazcı ve korkusuz yapısı, Tevellud-i Dîger adlı eserini kaleme almasından sonra önemli ölçüde değişmiş ve yumuşamaya başlamıştır. Bütün bunlarla birlikte onun Fars edebiyatı tarihinde özellikle de kadın şairler arasındaki yeri hep belirgin kalmış ve seçkinler arasında yer almıştır.


Şiiri konuşma diline yakın bir dilde, akıcı ve sade bir tarzda kaleme alan Furûğ, daha çok modern dilde yaygın terkipler ve deyimleri kullanmıştır. Genel ola-rak değerlendirildiğinde şiirinde romantik şiir tarzının özelliklerinin öne çıktığı göz-lenecektir. Daha önce de işaret edildiği gibi çağdaş Fars şiirinde romantik şiir tarzı, Nîmâ’nın “Efsâne”siyle başlamış, Ferîdûn-i Tevellulî, Nâdir-i Nâdirpûr ve Furûğ-i Ferruhzâd tarafından geliştirilmiştir. Bu tarzda bir taraftan “ölüm”, “vahşet”, “kabir” dalgalanırken diğer taraftan da “şehvet”, “günah”, “isyan” ve şeytanın kışkırtmasıyla yaygınlaşan istek ve arzular kol gezmektedir. Furûğ, kendi ifadesiyle ilk üç eserinde işlediği temaları da göz önünde bulundurarak duygu ve düşüncelerini iç dünyasında yaşadıklarını perdesiz ve kinayesiz olarak dizelerine aktarmıştır.


Furûğ, zamanının çocuğu olma yolunda çok çaba sarf etmiştir. Gençlik dönemlerinde hem Hafız ve Sa‘dî gibi klasik dönemin önde gelen şairlerini, hem de Tevellulî ve Nâdirpûr gibi yaşadığı çağın önemli şairlerinin eserlerini okumuş, diğer taraftan da Avrupa dilleri ve edebiyatlarıyla yakından ilgilenerek ünlü Avrupalı şair ve edebiyatçıların eserleri üzerinde mütalaalarda bulunmuş ve onların tecrübelerin-den de yaralanmıştır. Kendi ifadesiyle ne tamamen klasik edebiyata dalmış ve ne de Avrupa edebiyatında kendini kaybetmiştir.

IV-Furûğ-i Ferruhzâd’ın Sosyal İçerikli Şiirleri
Çağdaş Fars şiirinin önde gelen özelliklerinden biri de sosyal konularla çok yakından ilişkili olmasıdır. Bu özellik az da olsa klasik Fars şiirinde de görülmekte-dir. Ancak modern şiir çok açık ve çok kapsamlı bir şekilde sosyal hayatın hemen hemen her yönünü ele almakta ve bu dönem şairleri dizelerinde sosyal konuları yoğun olarak dile getirmektedirler. Furûğ-i Ferruhzâd’ın sosyal yapıya bakışı hassas bir açıdan ve eleştirel bir tarzdadır. Onun takıldığı ve dizelerinde mücadeleye giriştiği sosyal kurallardan biri, kadınların zararına olan bir takım gelenekler ve örflerdir.


Bazen serkeş ve isyankar bir kadın rolünde, kendi ifadesiyle mazlum aydın bir kadın olarak yürürlükteki kanunlar ve geleneklerle mücadele içerisinde bulunmaktadır. Bu özellik şiirinin ana temalarından biridir. 1333 hş./1954 yılında Şîrâz’dan bir dergiye göndermiş olduğu mektubunda şu satırları kaleme almaktadır: “Benim arzum, İranlı kadınların özgürlüğü ve onların erkeklerle eşit haklara sahip olmalarıdır. Ben bu ülkede bacılarımın uğradıkları haksızlıkları ve adaletsizlikleri, çektikleri sıkıntıları tamamıyla biliyorum. Bu yüzden eserlerimin yarısını onların sıkıntılarını dile getirmeğe, problemlerini tasvir ederek gözler önüne sermeğe ayırıyorum.”
Furûğ-i Ferruhzâd, kanuna ve adalet meleğine iyi gözle bakmaz. Kanunlar onu diğer hemcinsleri gibi her zaman mahkum etmektedir. Gerçekte onun bu mücadelesinin somut bir yararı da yoktur. Bu yüzden bütün bu tecavüzlerden korunmak amacıyla aşka sığınmaktadır. Dış dünyanın sıkıntısı, onu iç dünyaya sürüklemektedir. Avrupa seyahatinden dönüşünden sonra şunları söylemektedir: “Hayatın baskıları, çevrenin baskısı, elime ve ayağıma vurulmuş zincirlerin ağırlığı… Bütün varlığımla etkisinden kurtulmak için çalıştığım bütün bunlar beni yormuş ve bitkin bir hale getirmişti. Ben sadece bir kadın, bir insan olmak istiyordum. Ben de nefes almaya, bağırmaya hakkım var demek istiyordum. Ancak karşımdakiler feryatlarımı kesmek, nefesimi göğsüme tıkmak ve söndürmek istiyorlardı.”
Şair, dostlukları ya da düşmanlıkları belli olmayan, sadece kendilerini düşünen kendilerinden başka her şey gözlerinde değersiz olan insanları kötü insanlar olarak niteler.

    Ben düşüncelerin, sözlerin ve seslerin eşit olduğu bir dünyadan geliyorum.
    Bu dünya ise, yılanların yuvasına benzemektedir.
    Bu dünya, seni öperken
    Zihinlerinde seni idam edecekleri ipi ören insanların hareketlerinin
    Ayak sesleriyle doludur.

Bunun yanında şair, normal bir hayat yaşayan insanları bunlar arasında da kadınları çok sevmektedir. Tahran’da aydınlar meclisine zaman zaman katılan şairin mektuplarından, makalelerinden ve şiirlerinden o meclislerin faaliyetlerini ciddiye almadığı anlaşılmaktadır. Furûğ-i Ferruhzâd, kadın bir şairdi, ancak erkeklerden oluşan bu aydınlar tabakasının sahteci olduğunu anlamıştı. Derinlikleri olmayan sığ aydınların özellikle kadın konusundaki görüşleri şairi rahatsız etmekteydi. Alkol bataklığında çırpınan, yemek masalarında halkın yoksulluğundan alay edercesine dem vuran aydınlara dönemin önemli şahsiyetlerinden şair Ahmed Rızâ Ahmedî’ye göndermiş olduğu bir mektubunda şöyle seslenir: “Tahran’ın bu uyduruk yaşantısından izler taşımayan bir yere gitmiş olmamdan çok mutluyum. Sana…bağımsız bir hayat, bu sun’î, derinliği olmayan sığ, yüzeysel yaşantıdan uzak bir hayat en güzel bir ortamı ve desteği sağlamaya yeter.”
Yaşamış olduğu dönemin sosyal olayları karşısında hassas bir yaklaşım ve eleştirel bir bakış açısı sergileyen Furûğ, sonuçları açısından kadınlar için birtakım zararlar taşıyan bazı kanunlar ve geleneklerle mücadele içerisine girmiştir. Yer yer isyankar ve kimseyi dinlemeyen bir kadın olarak İranlı kadınların baskı ve zulüm altında hayat geçirmelerini asla kabul edemeyen, gelenekler ve kadınları baskı altında tutmayı amaçlayan kanunlar karşısında başkaldırıyı esas alan aydınlar grubunun bir üyesi olarak şiirini bu alanda bir araç olarak kullanmıştır.
Cüzzam hastalarıyla ilgili olarak çektiği bir filminde onların problemlerini dile getirmeğe çalışmış, cüzzamlıların çocuklarından birini alarak evine götürmüş ve büyütmüştür. O çocukla kendi çocuğu arasında hiç fark görmediğini de dizelerine aktardığı ifadeleriyle dile getirmiştir.
Furûğ’un ilgilendiği bir diğer alan da siyasettir. Siyasî olaylarla oldukça ya-kından ilgilenmiş, yer yer bazı gelişmeleri eleştirel açıdan dile getirirken hiciv ve mizah dilini de kullanmıştır. Furûğ’un siyasî içerikli şiirleri daha çok Tevellud-i Dîger ve Îmân Beyâverîm Be Âğâz-i Fasl-i Serd adını taşıyan şiir mecmualarında yer almaktadır.

Furûğ-i Ferruhzâd, şiirlerinde sadece kendi ülkesinin yüz yüze bulunduğu teh-likelerden bahsetmekle kalmamış, düşüncesine evrensel boyutlar da kazandırarak dünyanın geleceğinden ümitsizliğe düşmüş, bu sonucu belli olmayan ilerlemenin korkusunu taşımış, insanların başına neler getirebileceğini düşünmüştür.


    Benimle konuş
    Pencereye sığınmışım ben
    Güneşle tanışıklığım var
    Ey dost, ey kardeş, ey kan kardeş
    Aya ulaştığında
    Güllerin katliama uğradığı tarihi yaz

Furûğ-i Ferruhzâd, Şiirlerinde kanuna ve adalet meleğine övgüler dizmemektedir. Kanunlar, her zaman onu hemcinsleri gibi baskı altında tutmakta ve ellerinden bütün haklarını almaktadır. Onun bu yoldaki mücadelelerinin de bir faydası yoktur. Kendisine ve hemcinslerine karşı yönelen bütün olumsuz hareketler ve tutumlar karşısında şiire sığınmakta, dış dünyanın baskılarından ve karanlıklarından, kendi iç dünyasının derinliklerine doğru ilerlemektedir.


Gecelerini içki masalarında geçiren ve yoksul halkın problemleriyle ilgilenmeyen aydınlara değer vermeyen şair, toplumun ileri gelen zengin kesimleri ve saygın çevrelerine karşı fazla ilgi duymamakta, toplumdaki sınıf ayrımından oldukça rahatsız olmakta ve bu durumu dizelerinde ağır bir dille eleştirmektedir. Öte yandan hep bir kurtarıcının rüyasını gören şaire göre, sonunda bir kurtarıcı gelecek ve bütün problemlerden insanlığı kurtaracaktır.


Şairin burada eleştirdiği aydınlar, çağdaş Fars edebiyatının temsilcileri olduklarını söyleyen, ileri düzeyde anlayışlı, kavrama yetenekli ve son derece olgun olduklarını iddia eden, kendilerini birer eleştirmen, milli şair, uluslararası yazar ve teorisyen olarak gören şairler ve yazarlardır

prof. dr. nimet yıldırım