To see a World in a Grain of Sandz
And a Heaven in a Wild Flowerz
Hold Infinity in the palm of your hand
And Eternity in an Hour
Görmek bir dünyayı bir kum taneceğinde
VE bir cenneti yabanıl bir çiçekte
Sığdırıver o hâlde avucunun içine sınırsızlığı
VE dahi bir tek ânın içine sonsuzluğu
William Blake
25 Kasım 2021
24 Kasım 2021
Tüm Öğretmenlerimizin "Öğretmenler Günü" Kutlu Olsun!
Eğitimdir ki, bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder.
Okul sayesinde, okulun vereceği ilim ve fen sayesindedir ki, Türk milleti, Türk sanatı, Türk iktisadiyatı, Türk şiir ve edebiyeti bütün güzellikleriyle gelişir.
Gerçek kurtuluş ancak cehaletin ortadan kaldırılmasıyla olur. Cehalet kaldırılmadıkça toplum yerinde kalıyor demektir, yerinde duran bir şey ise geriye gidiyor demektir.
Bir millet savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin o zaferlerin kalıca sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuyla mümkündür.
Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden yoksun bir millet, henüz millet namını almak istidanı keşfetmemiştir.
22 Kasım 2021
Tekliğin Türküsü Sevgi Soysal, İpek Şahbenderoğlu (Derleyen), Funda Soysal (Derleyen)
Genç yaşından itibaren Ankara’nın 1960’lardaki canlı edebiyat dünyasının içinde çevirileri ve öyküleriyle yer alan Sevgi Soysal, ilk kitabı Tutkulu Perçem’i 1962 yılında yayımladı. 12 Mart’ın ardından uzaklaştırılmasına değin TRT Ankara Radyosu’nda program uzmanı olarak çalıştı. Radyo için yazdığı öyküleri kitaplaştırdığı Tante Rosa (1968) farklı üslubuyla edebiyat çevrelerini şaşırttı. Çocukluktan itibaren biçimlenen yönleriyle kadın-erkek ilişkilerini işlediği ilk romanı Yürümek’le (1970) TRT Sanat Ödülleri Yarışması Başarı Ödülü’nü kazandı. 1973’te yayımlanan Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, 12 Mart ile bastırılmaya çalışılan gençlik hareketi ile Ankara’nın gündelik yaşamını devrilen bir kavağın etrafında kesiştirmesiyle büyük ilgi gördü ve 1974 yılı Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazandı. Adana’da sürgünde bulunan bir kadının gözünden 12 Mart’ı eleştirdiği romanı Şafak, 1975’te yayımlandı. Önce Politika gazetesinde tefrika olarak yayımlanan cezaevi anıları, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu adıyla kitaplaştırıldı (1976). 1968 ile 1976 yılları arasında yazdığı öykülerini Barış Adlı Çocuk (1976) kitabında bir araya getirdi. Bu kitaptaki “Bir Ağaç Gibi” adlı öyküsüne de yansıttığı hastalığı nedeniyle, son romanı Hoş Geldin Ölüm’ü tamamlayamadan, 22 Kasım 1976’da hayatını kaybetti. Politika, Yeni Ortam ve Yenigün gazetelerinde yazdığı yazılar, Bakmak (1977) ve Türkiye’nin Kalbi, Kabul Günleri (2014) adlı kitaplarda toplandı. Londra’dayken BBC Türkçe Servisi için yazdığı konuşmalar Radyo Sohbetleri (2005) ve TRT’de çalışırken kaleme aldığı radyo oyunları Venüslü Kadınların Serüvenleri (2017) adıyla kitaplaştırıldı.
Üç Nokta Bir de Noktalı Virgül
Birinci Koşut
En sevdiği böcekleri doldurmuştu şişenin içine. En seçtiği böcekler. Onları bir araya getirmek ne denli zor olmuştu. İşte doldurmuştu ama onları bir şişenin içine. Artık toplaması, bir araya getirmesi bitmişti. En sevilen böceklerin toplanıp bir seyir şişesinin içine doldurulması belki güzel bir bitimdir ya da güzel bir başlangıç – öyle sanmıştı. Oysa onlar, o bir araya getirdiği en sevdikleri, bu seçimden hoşnut değildiler. Yenişip duruyorlardı şişenin içinde. Her biri, herhangi birinin yok oluşu için buradaydı sanki. Yenişip duruyorlardı bir ölüme. Onları birlikte istemişti oysa. Onları tek tek birlikte olsunlar diye seçmişti. Birini, herhangi birini nasıl olsa bulurdu, ama hepsini, hepsini bir arada? Olmuştu işte. Şişenin içindeydiler tümü. Bir yok ediş, bir kanlı savaş için yapmamıştı bunu ama. Yapmadığını sanmıştı. Sonuç değişmezdi yine de. Sonuç tekti: En sevdiği böcekler bir savaş için şişedeydiler, tümünün ölümü olan bir savaş için vardılar. Birinin ya da herhangi birinin geriye kalması olmayan bir savaş için. Hep aynı güçteydiler – her biri hem öldürüp hem de ölebilecek güçteydiler – nedense en sevdiği böcekler hep aynı güçteydiler – bir birlik ölümün birlik gücünde. Ama uzun süreler geçecekti bu savaşla. Bu çok üzünçlü seyirler olacaktı ona. O yitirmişti beklemelerini. O yitirmişti başlamalarını. En sevdiği böcekleri toplarken yitirmişti bir şeylerini. Bir seyre hazırlamıştı kendini – nasıl olacağını belki bilemediği,ama yine de bildiği, bu şişenin savaşına benzemediğini bildiği bir seyre. Bir yere varmıştı. Bu şişeye varmıştı. Böceklerin savaşı saçmalığını mı söylüyordu varmanın? Varmaların başlamalarla uyumsuzluğunu mu? Artık varmaların dışında kaldığını mı? Artık bir şeyleri bir araya getirmenin, yeni seçmeler yapmanın anlamsızlığını mı?
Bir önceye almak, bir karışmak duygusuydu en son. Bu en sevilenlerin, en beklenmedik davranışına karışmaktı. Bu nasıl olsa gelecek bitimi kendi yapmaktı. Son çabasıydı. O çok sürelerde topladığı, o çok sürelerde topladığı, o çok sürelerde bir araya getirdiği en sevdiği böceklerin seçilmiş şişesini böyle kırıverdi işte, böcekleri ayakları altında böyle eziverdi işte.
İkinci Koşut
Dokuz oda. Bir adam ve dokuz oda. Adam biliyordu dokuz odası olduğunu. Birdenbire değil tabii. Sırayla bitmişti odaları. Odaları, odaların verebileceği, odaların kapsadığı ve kapsamadığı şeyleri tek tek yaşamıştı. Odalar vardı; o vardı; o odaları biliyordu; odaları bitirmişti; oysa odaları, odaların verebildiği, odaların kapsadığı ve kapsamadığı şeyleri yeniden ve yeniden yaşamaya en azından zorunluydu. Odalar var dedik, bir de adam var dedik, şimdi odaların yaşamı olsun da adamın olmasın mı? Bir de kendi vardı: Odaların yaşamı dışında kendi yaşamı. Bir uyumsuzluk olduğu bu iki yaşam arasında açık; bence açık, sizce? Sizce de açık. On odası olsa iyiydi bakın. On odası olsaydı tamamdı. Bir odalık yaşamı artıyordu işte – bildik mi? Bildik. Birisi, kim olduğunu ne onun, ne de bizim bildiğimiz birisi, salakça bir hata yapmıştı. Ufak bir sayı hatası. Kim olduğunu ne onun ne de bizim bildiğimizden olacak, suçlanamayan birisi bir sayı hatası yapmıştı. İşte adam, “On oda olsaydı, on oda olsaydı,” diye diye ve belki de bizim böyle dememizi duya duya, on odası olduğuna, tabii önce olması gerektiğine, sonra da olduğuna inanıverdi. Bir gün onuncu odayı varsaydı. Başka bir gün onuncu odayı vargördü. Bu sevincin çılgınlığıyla o ah! Nasıl da usandığı dokuz odaya işedi önce. Sonra açtı onuncu odanın olmayan kapısını. Güzel olabilirdi! El çırptık, güzel olabilirdi.
Ama olmayan bir oda olsun mu şimdi? Elbette adam boşluğa – onuncu odanın yokluğuna düştü.
Üçüncü Koşut
Biri baktı ki hayvanlar gülmüyor, hemen düşündü ve dedi ki: Gülmek doğal bir davranış değildir. Ah nasıl da inanıyordu doğaya! Ey nasıl da tapıyordu doğaya! İnsanların doğaya aykırı gülmelerini yok etmek onun işiydi artık. Onları bu gülmelerden arıtmak elbette onun işiydi. Bütün gülmeleri insanlarından toplamak çok yorucu oldu doğrusu. Bu hiç de kolay olmadı bakın. O yaptı bunu. Bir tanrı saydığı için kendini, bir şeye tapan ilk Tanrı saydığı için kendini, yapabildi bu işi galiba. Sonra bitti gülmeler. Doğa burada karıştı işe. Bu tapmayı tanrılığa vardıran adama kızan doğa, hayvansal yani doğasal bir gülüş veriverdi insanlara. Aykırı gülmelerinden arınan insanlara özünden kopardığı hayvansal gülmeleri verdi. Biri döndü, biri baktı. Baktı her şeyler tam doğal, her şeyler tam hayvansal, bir keyiflendi bir keyiflendi;bir gülme geldi içinden, bir gülme geldi içinden – o an işte,o an kendi gülmesi olmadığını anladı. “Ey taptığı, ey inandığı Tanrı! Ey doğa! Bana oyun oynadın sen! Bir ben kaldım doğaya aykırı! Hani benim tapmalarım? Hani benim tapma tanrılığım? Aşkolsun sana!” diye ağlayarak biri sırtını döndü doğaya küskün.
Dördüncü Koşut
Üç deli noktayı bastırdılar hemen. Ben akıllıyım. Noktalı virgülü bilirim ben. Bilirim ama söylemem. Onlara da söylemedim işte. Hah hah hay! Onlara söylemedim işte!
Ataol Behramoğlu - Bir ülke nedir?
Bir ülke nedir diye sordum
Düş kuranın birine
Ülke düşlerdir dedi
Gerisinden bana ne
Bir ülke nedir diye sordum
Kırda açan çiçeğe
Ülke kokumdur dedi
Gerisinden bana ne
Bir ülke nedir diye sordum
Gökte uçan şahine
Ülke avımdır dedi
Gerisinden bana ne
Bir ülke nedir diye sordum
Yerde sürünen yılana
Ülke yuvamdır dedi
Gerisinden bana ne
Bir ülke nedir diye sordum
Cebi dolu birine
Ülke paramdır dedi
Gerisinden bana ne
Bir ülke nedir diye sordum
Cebi delik birine
Şöyle bir süzdü beni
Dedi ki git işine
1983
19 Kasım 2021
Enver Gökçe "Sanat ve Sanatçı Üzerine"
Tabiatı ve cemiyeti bir realite olarak almayan, tabiat ve cemiyet hadiselerini, insan ve akıl üstü izahlarla, mantık dışı endişelerle kavramaya çalışan bir felsefe anlayışı sanat ve entellektüel hayatımıza adamakıllı işlemiştir. Kafaları bu pisliklerden kurtarmak ve her şeyden evvel bir insan olan, tabiata ve cemiyete sımsıkı bağlı bulunan sanatçının sosyal varlığını ortaya koymak lazımdır.
Sanatçıyı sosyal problemlerin, halk hayatının, sosyal davaların dışında görenler menfaatleri icabı, rahata alışık olanlardır; sosyal terakkinin (ilerlemenin/gelişmenin) hızlandırılmasından korkanlardır; taşlaşmış, yosun tutmuş değerleri muhafaza etmek isteyenlerdir; mariz (hasta) melankoliklerdir. Oysaki hayat bütün hareketi, aktivitesi, ileri atılışlarıyla diri, canlı ve değişiktir. Hayat dinamizmine can katan, yaşamayı öven, kötülükleri protesto eden, insanlığımızı yükselten sanatçılardan huylananlar, onları fildişi kulede tutmak istiyorlarsa, korktukları içindir.
Ressam olsun, müzisyen, aktör, romancı, şair olsun, genel olarak ortaklaşa bir işçilikleri vardır. Renkle, sesle, kelimelerle, artistik-sosyal bir dünya kuruyorlar. Hayatımızı yazmış-çizmiş oluyorlar. Bir heykele dokunmak istemişizdir, bir bakış bizi kılıç gibi bölmüştür. Bir çift sözle yumrukları sıkmış veya ağlamaktan yığılıp kalmışızdır. Çırılçıplak bir bozkır manzarasında belki ölüm, belki yaşam arzusu duymuşuzdur. Bir tablonun, bir resmin, bir şiirin, bir bestenin bize ettikleri böyle şeylerdir. Sanatçı yaşadıklarımızı bize yaşatıyor, düşündüklerimizi bize düşündürüyor. Sanatkâr kişi, bizi, en güzel, en çirkin, en unutulmaz şekilde, en dokunaklı, en reel şekilde hikâye ediyor; insanoğlunun hayatı, macerası, esprisi yaşatılıyor; santçı yaşadığımızı doğruluyor.
İnsan nasıl yaşarsa öyle düşünür. Sanatçı bizi düşündürmüşse, öyle yaşamıştır. Ve bizleri de o türlü bir yaşayışa ve düşünceye çağırıyor.
İnsan yaşayışının mahiyeti ve sanat eserlerinin ortak özelliği budur.
İnsanoğlu ise, sosyal terakkinin çeşitli konaklarında bir başaka türlü yaşamış, bir başka türlü düşünmüştür. İstihsal (üretim) araçlarının, teknolojinin her değişmesinde yeni bir cemiyet nizamı (toplum düzeni) ortaya çıkmış ve bu cemiyet tipine uygun düşen bir düşünce tarzı meydana gelmiştir. Her sant eseri devrin sosyal-ekonomik şartlarına uygun bir muhteva (içerik) ve estetik anlayışı yaratmıştır.
Asrımızın cemiyet tipi, bölümlü bir cemiyet tipidir; mütecanis (homojen) olmayan, sosyal grup ve zümrelerin (katmanların/tabakaların) çatışmalar içinde geliştiği ve bu sosyal grup ve zümre çatışmalarının gittikçe keskinleştiği bir cemiyet tipidir. Bu cemiyetin fikir ve aksiyon realitesi, zıddiyetler taşımaktadır. Bundan dolayı, bu tip cemiyetin temayüllerinin (eğilimlerinin) çeşitli yönlerde dal budak salması mevcut sosyal-ekonomik şartların bir neticesidir.
Bugünkü genç Türk şiiri, asırlardan beri sürüp gelen eski şiirimizin son kalıntılarıyla yan yana. Fakat eski şiiri saf harici ede ede (dışlayarak) inkişaf ediyor (gelişiyor). Bizim, artık insana tövbe dedirttiren ve altı asır süren bir klasik şiirimiz vardır. Kendi şartları içinde büyük söz üstatları da yetiştiren bu cansız, insansız ve mücerret (soyut) olan şiirimizden kurtulmak için bir asırlık bir fikir ve sanat yolu da zorla katedilmiştir (geçilmiştir). İdealizm ve idealizmin klasik şark edebiyatında önemli bir unsur olan "tecritçilik (soyutlama)" bizim halk edebiyatımıza ve yeni edebiyatımıza dahi adamakıllı damgasını vurmuştur.
Tanzimat'tan bugüne kadar olan fikir ve sanat hayatımızdaki gelişmeler ve yenilikler inkâr edilmez. Bunula beraber yeni bir Türk şiiri ve romanı vs. ancak demokratik cumhuriyet inkılabından sonra tabii mecrasına yönelebilmiştir. Bugün Türk şiirinde ve şairleri arasında eski sanat kıymetleri ile yetişenler, hâlâ eskiyi terennüm edenler (sessizce tekrarlayanlar), hâlâ "asil ve mümtaz (seçkin)" sayılan, enfüsi (öznel), ferdiyetçi (bireyci) mırıltılarla kalem çalanlar vardır.
Bugün şiirimizde halk davalarına karışan, sosyal hayata saçının her teliyle bağlı santçılarımız vardır.
Bugün şiirimizde eski söyleyişi, eski dünya görüşünü atan, hayata bilfiil iştirak eden sanatçılarımız, hümanist kültürü, insanlığın daha iyi bir geleceğe olan imanını haykıran şairlerimiz vardır.
Bugün hâlâ fikir ve sanat hayatımızda önemli mevkileri ve imkanları olan sosyal mürteciler (gericiler) ve sahte sanatçılar vardır.
Fakat, her şeye rağmen genç Türk şairleri inkılapçı bir sanat anlayışına varmışlardır. Şiir gökten yere inmiş, sokağa, "agora"ya çıkmıştır. Günlük hayat, müşahhas (somut) olan hayat, sosyal hayat, ızdırap hayatı, ümit bağlanan şeylerin hayatı genç şairlerimizin yeni ilham kaynaklarıdır. Genç şairlerimizin çoğu, halkçı, demokratik bir muhteva (içerik) ile beraber yeni bir estetik de kurmuşlardır. Eski edebiyatımzın laf cambazlığı, eski dilimizin mollalığı, eski estetiğin şarklılığı yıkılmıştır.
Kadim (eski) şiirin son kalıntıları tasviye ediliyor, eski şuaranın (şairlerin) meydan-ı suhanda (söz alanında/edebiyatta) söyleyecek tek beyitleri kalmıyor. Bugünün şairleri hayat örsünde döğüle döğüle, pişe pişe günlük ferdi temayüllerden (kişisel eğilimlerden) de kurtulacaklar ve sanatımız daha yüksek milli ve hümanist bir karakter alacaktır.
Bu fikir ve aksiyon asrında, sosyal terakkinin, insanlığın saadeti yollarında; insanın fert olarak ödevi ne ise, sosyal toplulukların, teşkilâtların, politikacıların ödevleri ne ise, sanatçının da ödevi odur. Sosyal terakkiyi hızlandırmak, köhnemiş realiteleri değiştirmek, insanın insanca yaşamasını sağlayacak şartları hazırlamak ve bu sosyal görevde bilfiil vazife almak, hayata bilfiil iştirak etmek.
Hayatımızın ve aşkımızın şarkısını söyleyen şair, hakkımızı koruyan şair, milletimizden yana olan şair, hümanist şair, barışçı şair, bizleri birbirimize sevdiren şair, kötülüklerin yok edilmesi için savaşan şair, meydan senindir. Sanatın ve düşüncen gerçek olsun.
Yeryüzü, sayı: 3, 15 Kasım 1951.
Aytunç Altındal
Soros diyor ki "Amerika canını kurtarmak istiyorsa Avrupa Birliğinden ve Orta Doğu dan bir an önce geri çekilip doları dünya parası yapmaktan vazgeçip kendi içine dönmek zorunda eğer dönmezse Amerika'nın kendisi parçalanır.
Aytunç Altındal on Twitter: "Soros diyor ki
Paul Eluard - Yarının Yalın İmgeleri
Bir insan bir insan daha bir halk bir halk daha
Ve işte bu insanlık
Bir erkek ve bir kadın ve çocukları aralarında
Sürer gider aşk
Tam öğle saati küçülür gölgemiz
Heykelin kaidesi
Tam öğle saati güneş düğümler toprağı
Ve gece unutulur
Otun en derinliklerinden aydınlık gökyüzünün uçurumuna
Her bir insan kendi yolunu izler
Ve yeni eller arasında mucizeler yaratır gün
Sonsuz gelecekte
Erkek işini sever işini ve kendi olanlarını
Ötesinde sınırların
Geçmişin ötesinde kadın davranır
Çocuğunu emzirmeye
Ve çocuk arzulamayı düşünür yeniden
İlk günlerden başlayarak
Bugünkü sensin kendimden öte sevdiğim
Umuttan yaratılmış hayat gibi
Çoğaltırsın yüreğimi bedenimi de duygularımı da
Ve yüce nedeni de
İnanmalı zamanın hayatı simgelediğine
Ama zamanın hayatın ta kendi olduğuna da.
Bütün Şiirlerinden Seçmeler
Marcel Proust - Sainte-Beuve'e Karşı
Kayıp Zamanın İzinde’yi Proust’a yaraşacak bir mükemmeliyet algısı içerisinde Türkçe’ye kazandıran Roza Hakmen, çevirinin sanatlar içerisinde nasıl bir sanata dönüşebileceğini de gösteriyor.
Sait Faik Abasıyanık - Semaver, Sarnıç, Şahmerdan, Lüzumsuz Adam
Her yapıtıyla hayatın bir başka yönünü görmemizi sağlayan, “Yazmasam çıldıracaktım,” diyen Sait Faik’le buluşmanın yeni adresi artık Yapı Kredi Yayınları. Yepyeni bir sesle, apayrı bir solukla öykünün yurduna yolculuk yapmanın vakti geldi…
Sait Faik’in yayın haklarını alan Yapı Kredi Yayınları, büyük ustanın sağlığında yayımlanmış öykü kitaplarından; ‘Semaver’, ‘Sarnıç’, ‘Şahmerdan’ ve ‘Lüzumsuz Adam’ı kapsayan Toplu Öyküler – 1 başlığı altında yayımlıyor. Kitabın yayıma hazırlanmasında, Sait Faik’in Varlık Yayınları’ndan çıkmış kitapları esas alındı.
Yapı Kredi Yayınları, ayrıca oluşturduğu bir ekiple, Darüşşafaka Cemiyeti’nin, Burgazada’daki Sait Faik Müzesi’nde koruduğu ve bugüne kadar tam olarak elden geçirilmeyen çok sayıda el yazmasını, mektubu, notu, defteri incelemeye başladı. Tümünün okunmadığı bilinen çoğu eski yazı olan bu metinlerden birden çok kitap çıkabileceği belirtiyor.
Tüm bu zahmetli çalışmanın sonunda karşımıza hiç bilmediğimiz yönleriyle ve hiç okumadığımız yazılarıyla bir Sait Faik çıkması muhtemel…
Ömrümde ilk defa bir insanı uyurken seyrettim. Bu iyi, sıhhatli, temiz ve küçük insanların uykusu bambaşka bir şey, şimdi hatırlıyorum da... Uyuyanın iyi, güzel, dinlendirici dünyasına, seyreden agâh oluyor gibidir. Onun âlemine uyanık olarak girmek, insana bir ürperme veriyor. Yemin ederim ki onun uykusunu ben de uyuyordum: Uyanık olarak... İçimde kahramanlıklar, dostluklar ve arkadaşlıklar... Kocaman otların, denizin, balıkların, sandalın, bahçıvan kulübesindeki memeleri büyük kadının; posbıyıklı, nefesi şarap ve tütün kokan bağcının, Odisyaların kulübesinin içindeki kırık dökük temiz eşyanın; esmer, sırım gibi ince uzun bacaklı, etekleri rüzgârlı kız kardeşinin; koca yemiş meyvelerinin, camların mahremiyetine giriyorum. İçimde arzu, bir çeşme gibi akıyor. Eğiliyorum. Bu açık dudakları ve kapalı gözleriyle uyumuş arkadaşımı yanağından öpüyorum. Belki ömrümde ilk ve son defa bir insanı bilinmedik bir yerinde yıkanmış arzularımla bir daha bir daha öpüyorum.
Toplu Öyküler 1
Bir Yalnız - Doğum Yılında İlhan Berk
100.Doğum Yılında İlhan Berk🎂
2018 yılındaki İlhan Berk’in 100. doğum yıldönümü etkinliklerinden biri Yapı Kredi Kültür Sanat binasındaki “İlhan Berk Gezegeni: Etkileşim, İleri-Geri Adımlar, Sonsuz Arayış”, öbürü de İstanbul Arel Üniversitesi’ndeki “Bir yalnız/ Gökyüzünün sözlüğünde” başlıklı sempozyumlardı. Her iki etkinlikteki oturumlarda sunulan metinlerden seçilen “Bir Yalnız”, on yedi yazarın katılımıyla ortaya çıktı: Abdullah Uçman, Ahmet Berk, Ahmet Cüneyt Issı, Asuman Susam, Aykut Köksal, Bahanur Garan Gökşen, Bâki Asiltürk, Burcu Yılmaz Çebin, Gonca Özmen, Gülce Başer, Mehmet Can Doğan, Muharrem Dayanç, Mustafa Kurt, Ömer Erdem, Sabri Gürses, Şaban Çobanoğlu, Yalçın Armağan.
Kitap, İlhan Berk şiiri üstüne yapılacak çalışmalara yeni bir kaynak olması amacıyla yayımlanıyor.
Berkhane
Ahmet Berk
I
Ben bugün sizlere Berkhane’ye nasıl geldiğimizi kısaca aktarmaya çalışacağım.
Boya kalemleriyle ilişkim –suluboya, mum boya, pastel boyalarla– ilkokul yıllarında başladı. Evde çok yazıldığı için herhalde, benim çocukluğum çizerek geçti.
Çok küçük yaşta daktilo kullanmayı öğrendim çünkü evdeki en büyük oyuncak daktiloydu. Üstünde alfabe de var, herhalde konuşmayı ve yazmayı, belki de çok konuşmayı o oyuncaktan ötürü sevdim.
O zaman Doğan Kardeş diye bir dergi vardı. Bir gün babam, o dergiye çizdiğim şeylerden birini yollamış, bir baktım adım dergide çıkmış. Nasıl utandım. Evde yaptığım desenlerden biri daha yine orada çıkmıştı.
İlkokul bitti, koleji yatılı okudum. Hafta sonları evci çıkıyordum. Dolayısıyla hafta içi boyalarımı da kaçırırdım. Çünkü, boyalarımı babamla birlikte kullanırdık. O daha hoyrat kullanıyordu. Kırıyordu, karıştırıyordu, renkleri yerlerine koymuyordu, suluboyalarım karışmıştı. Hafta sonları benim boya takımlarımı o kullanıyordu.
Sonradan baktım. Aynı boyalardan, belki daha güzelleri, daha büyükleri evde de bulunmaya başladı. O zaman, ben, boyalarımı saklamaktan ve taşımaktan kurtuldum.
Herhalde, babamın yazması, benim çizmem sonunda beni ODTÜ Mimarlık Bölümü’yle buluşturdu. O evrede de ben, önce farklı kalemlerle tanıştım. Grafos diye bıçaklı bir kalem vardı. Onunla yazamazsınız ama çizebilirsiniz. Babamın yeni evresine, o kalemleri kullanabilmesi pek uygun değildi.
Çok kısa bir süre sonra, belki ben ikinci sınıftayken, rapido denilen, çeşitli incelikte, kalınlıkta uçları olan ve çeşitli renkli mürekkeplerle kullanılabilen bir kalem çıktı ve asıl fecaat o zaman başladı. Çünkü babam bütün o kalemlerle ve de çini mürekkepleriyle siyah fon kâğıtlarım üzerine, maket kartonlarımın üzerine beyaz çinilerle resimler yapıyordu. Sonrasında ortamımıza başka başka malzemeler ve mürekkepler de girdi.
Tabii bu arada ressam arkadaşları, mesela Orhan Peker, “Tamam, yazmana karşı değilim ama yazmadığın zamanlarda da iyi şeyler yapıyorsun,” “devam et sen çizmeye”, Turan Erol ise “Ya sen bırak çizmeyi, kalem kâğıdı, otur şiirini yaz” derdi.
Annem herkese bizden bahsederken, “Benim iki oğlum var. Büyük oğlum çizer, küçük oğlum yazar” derdi. Babam da, “Annenin en büyük tarafı, bana seni dokundurtmaması. Seni benden kurtardı. Dolayısıyla adam olabildin” derdi.
Hiç unutmadığım bir şey daha vardı. Evde, babamın çalıştığı odadan üç beş gündür birtakım kokular geliyordu. Farklı bir koku, yemeklerden falan bildiğim bir kokuydu. Babam o sıra hamsi balığını yazıp çiziyordu. İçeride, masasının üzerinde bir iki hamsi duruyordu. Tabii kurumuş, kıvrılmışlardı. Olabilecek gibi değildi. O dönem o kapı hep kapalı olurdu. Annem koku dışarı çıkmasın diye kapatıyordu. Neyse babam yazdı. Çizdi. O hamsinin yok oluşu da şöyledir, balkonun kapısı bir ara açık kalmış, bir kedi de nihayet evi o nesneden kurtarmıştı.
Mimarlığı bitirip Bodrum’a yerleştiğimde babamlar orada yaşıyorlardı. Oradaki evi tamir ederlerken babamın tanıştığı ustalar, işçiler vardı. Oturduğu yeri, onlarla birlikte toparladı. Ben de diplomamı alınca, Babam, “Bu iş, iğne çuvaldız işi. Önce bir şey çiz. Oraya taşınalım,” dedi. Şimdiki evin, Berkhane’nin serüveni böyle başladı.
1975’te ben Bodrum’a yerleşince iş hayatım hep Bodrum’da oldu. Bir daha başka bir yere gitmedim. Bodrum’daki birlikteliğimiz, çok zor ve o kadar da keyifli bir dönemdi. Yaptığım inşaatlara babam genellikle benden önce gidiyordu. Hatta öyle ki bazen gittiğimde oradan bir kasa veya varil bulmuş, üstüne oturmuş ustaları izliyor olurdu. Arada bir, “Yaşar Usta o taş orada olmadı. Bak altında da bir çizgi var. Onu biraz ya sağa ya sola kaydır.” derdi. Bazen ustayı iskeleden indirir. Onu kendi oturduğu yere oturtur, “Şimdi bak bakalım yaptığın işe” diye sorgulardı, “Bunun iyi tarafları da var. Kötü tarafları da var. Bak bu daha iyi. Ama bu tarafta biraz kaydırmışsın” diye uyarırdı. Böyle birlikte çalışmalarımız vardı. Bazen öyle olurdu ki, ustalar “İlhan Amca, bugün gelecek mi?” diye sorarlardı, “Valla bilmiyorum” derdim. Öyle günler olurdu ki babam geleceğini söyler ya da ne bileyim, “Yarın görüşmek üzere” diyerek ayrıldıysa, o gün inşaata gittiğimde ustalar olmazdı. Ya zeytin toplamaya kaçarlardı, ya mandalin çapalamaya giderlerdi. Ustalarla birlikte böyle çok güzel günlerimiz oluyordu.
Evde ben babamı hep çalışma odasında görürdüm. Görmediğim zamanlardaysa yürüyüşe gitmiş olurdu. Günde en az bir iki saat yürürdü. O yürüyüşler, onun dünyasını değiştirirdi.
Çocukluğumdan beri evde bir oda hep kitaptır, hep kitaplıktır. Hep okunur, hep çalışılır. Bunların yok oluşu, çeşitli arkadaşlarının evlerine gittiğimde ama yazar, ama ressam, ama çizer onların ölümüyle birçok şeyin yok oluşu, yani benim gözümün önünde, çocukluğumda yaşadığım o ilişkiler içinde, bana çok dokunmuştu.
Onun için evde hiçbir şeyi yok etmemeye özen gösterdim. Sakınıp yok olmalarını engellediğimiz şeyler varlıklarını sürdürebilsin diye Berkhane oluştu. Adı da çok güzel oturdu. Elimizdekileri eşimle birlikte bir bir derledik. Toparladık ve özenle bakmaya çalıştık. Hatta dün aşağıdaki galeriyi gezdikten sonra korktum ve inanamadım. Çünkü ev şimdi bomboş. Evde bir şey kalmadı. Çalışma odası, şusu busu... O eşyaların burada iki üç kata yayılması, sanki sonrasında yeniden bizim eve sığmayacakmış gibi hissettirdi bana.
Bu yaşam bizi öyle güzel bir yere getirdi ki, “Biz ölünce bütün organlarımızı bağışlayalım” dedik. Arta kalan organlarımızı da kadavraya bağışladık. “Bizlerin mezarı olmasın” diye karar verdik.
Berkhane her nesnesiyle birlikte herkesin olsun. Fakat talan edilmesin. Bu vesileyle Bodrum’da BOSEV adı altında Bodrum Sanat Eğitim Kültür Vakfı gibi bir vakfın kuruluşuna önayak olmak istiyoruz. Ben Berkhane’nin tüm bu gördüğünüz ve görmediğiniz varlıklarını bu vakfa bırakmış oluyorum. Bodrum’da Süha Özkan da Bodrum Mimarlık Kitaplığı’nı on bin kitap ve binasıyla birliktebu vakfa bırakıyor. Sanatçıların yapıtları, geride bıraktıkları miras başka kuşaklarca da bilinebilsin diye birlikte böyle bir çalışmaya başladık. Bundan sonra sizlerin de böyle katkılarının olacağını umuyorum.
II
Bıkmadan usanmadan, koca bir ömür yazan-çizen bir sanatçının yaşantısına, deneyimlerine, ürettiklerine bir oğul olarak tanıklık etmek ne demek iyi bilirim. İlhan Berk’in, babamın tutkusu kuşkusuz bulaşıcıydı. Sanki bütün bir ev, her oda, her merdiven, her nesne katılıyordu bu yaratma arzusuna. Bu arzu, aynı evde dolanıp duruyor hâlâ.
Her geçen gün bir yeni çeviri, bir yeni desen/resim, hakkında yazılan bir yeni yazı, yapılan bir yeni dosya haberi ya da bir sergi önerisi geliyor. Onu ziyaret etmek isteyen sanatçı dostları, onu hiç tanımayan ama derinden seven okurları, genç araştırmacılar, genç şairler yazarlar telefon edip bu eve geliyorlar. Bundan göneniyorum. İlhan Berk’in hâlâ yaşıyor olması ya da bir sanatçının kendi zamanını aşması, tam da böyle bir şey diye bakıyorum.
Sadece üreterek geçinebilseydi daha ne yapıtlar bırakacağını da düşünmeden edemiyorum. Şimdi daha iyi anlıyorum neden yeni tanıştığı genç şairlere hemen “Karnını nasıl doyuruyorsun?” diye sorduğunu... Bir şair, bir yazar, bir sanatçı için karnını doyurmanın gittikçe artan zorluğunu...
Benim İlhan Berk’e olan sorumluluğum, bıraktığı evrak-ı metrukesini toparlamak, kayıt altına almak, korumak ve külliyatını meraklılarıyla paylaşmak, ilgili kişilere ulaştırmak. Çoğu sanatçının kütüphanesinin, mektuplarının, eserlerinin, günlüklerinin yok olup gittiğini biliyoruz yazık ki. Çoklarının hikâyesi o nedenle böyle eksik. Bu ülkedeki arşivcilik, müzecilik o nedenle böyle güdük. Berk’in mirasını satıp savmak, boşlamak, kütüphanesini dağıtmak, mirasını yok etmek benim için kabul edilemez. O nedenle var gücümle uğraşıp didinip en iyisini bulmaya ve yapmaya çalışıyorum.
Soğuk, ölü bir mekân olamazdı Berk’lerin evi. Nasıl ki İlhan Berk’in şiiri de onun üstüne başına benzer, nasıl ki okura kendiliğinden, olduğu gibi seslenir – bu ev de tutkuyla geleceklere bir hane olacak, olmalı: Berkhane.
İlhan Berk’in şiirlerinin, resimlerinin, defterlerinin, kitaplarının, kütüphanesinin ve kişisel eşyalarının bulunduğu; ellerinin değdiği, gözlerinin baktığı, ayaklarının dolaştığı, sesinin gezindiği Bodrum’daki bu ev, dünyanın dört bir yanından gelecek sanatçılara, yazar ve şairlere açılacak. Berk’in uzun yıllar boyunca yaşadığı bu ev, sanatsal yaratımın devam ettiği bir kültür evi olacak. İlhan Berk’e ev ziyaretine gelinebilecek. Berk’in eli yine bu evde üretilecek her yeni yaratıya değecek, her yeni yaratıda Berk de yeniden heyecanlanacak. Bize bıraktığı bu kıymetli miras böyle böyle katlanıp kanatlanacak, genişleyecek, yenilenecek, değerlenecek; sadece anılarda ve albümlerde kalmayacak.
İlhan Berk, yarattıklarıyla dünyaya açıldı, başka dillere çevrildi, başka ülkelerde var oldu – şimdiyse dünyanın İlhan Berk’e açılma zamanı geldi.
Hazırlayanlar:Bahanur Garan Gökşen - Murat Yalçın