100.Doğum Yılında İlhan Berk🎂
2018 yılındaki İlhan Berk’in 100. doğum yıldönümü etkinliklerinden biri Yapı Kredi Kültür Sanat binasındaki “İlhan Berk Gezegeni: Etkileşim, İleri-Geri Adımlar, Sonsuz Arayış”, öbürü de İstanbul Arel Üniversitesi’ndeki “Bir yalnız/ Gökyüzünün sözlüğünde” başlıklı sempozyumlardı. Her iki etkinlikteki oturumlarda sunulan metinlerden seçilen “Bir Yalnız”, on yedi yazarın katılımıyla ortaya çıktı: Abdullah Uçman, Ahmet Berk, Ahmet Cüneyt Issı, Asuman Susam, Aykut Köksal, Bahanur Garan Gökşen, Bâki Asiltürk, Burcu Yılmaz Çebin, Gonca Özmen, Gülce Başer, Mehmet Can Doğan, Muharrem Dayanç, Mustafa Kurt, Ömer Erdem, Sabri Gürses, Şaban Çobanoğlu, Yalçın Armağan.
Kitap, İlhan Berk şiiri üstüne yapılacak çalışmalara yeni bir kaynak olması amacıyla yayımlanıyor.
Berkhane
Ahmet Berk
I
Ben bugün sizlere Berkhane’ye nasıl geldiğimizi kısaca aktarmaya çalışacağım.
Boya kalemleriyle ilişkim –suluboya, mum boya, pastel boyalarla– ilkokul yıllarında başladı. Evde çok yazıldığı için herhalde, benim çocukluğum çizerek geçti.
Çok küçük yaşta daktilo kullanmayı öğrendim çünkü evdeki en büyük oyuncak daktiloydu. Üstünde alfabe de var, herhalde konuşmayı ve yazmayı, belki de çok konuşmayı o oyuncaktan ötürü sevdim.
O zaman Doğan Kardeş diye bir dergi vardı. Bir gün babam, o dergiye çizdiğim şeylerden birini yollamış, bir baktım adım dergide çıkmış. Nasıl utandım. Evde yaptığım desenlerden biri daha yine orada çıkmıştı.
İlkokul bitti, koleji yatılı okudum. Hafta sonları evci çıkıyordum. Dolayısıyla hafta içi boyalarımı da kaçırırdım. Çünkü, boyalarımı babamla birlikte kullanırdık. O daha hoyrat kullanıyordu. Kırıyordu, karıştırıyordu, renkleri yerlerine koymuyordu, suluboyalarım karışmıştı. Hafta sonları benim boya takımlarımı o kullanıyordu.
Sonradan baktım. Aynı boyalardan, belki daha güzelleri, daha büyükleri evde de bulunmaya başladı. O zaman, ben, boyalarımı saklamaktan ve taşımaktan kurtuldum.
Herhalde, babamın yazması, benim çizmem sonunda beni ODTÜ Mimarlık Bölümü’yle buluşturdu. O evrede de ben, önce farklı kalemlerle tanıştım. Grafos diye bıçaklı bir kalem vardı. Onunla yazamazsınız ama çizebilirsiniz. Babamın yeni evresine, o kalemleri kullanabilmesi pek uygun değildi.
Çok kısa bir süre sonra, belki ben ikinci sınıftayken, rapido denilen, çeşitli incelikte, kalınlıkta uçları olan ve çeşitli renkli mürekkeplerle kullanılabilen bir kalem çıktı ve asıl fecaat o zaman başladı. Çünkü babam bütün o kalemlerle ve de çini mürekkepleriyle siyah fon kâğıtlarım üzerine, maket kartonlarımın üzerine beyaz çinilerle resimler yapıyordu. Sonrasında ortamımıza başka başka malzemeler ve mürekkepler de girdi.
Tabii bu arada ressam arkadaşları, mesela Orhan Peker, “Tamam, yazmana karşı değilim ama yazmadığın zamanlarda da iyi şeyler yapıyorsun,” “devam et sen çizmeye”, Turan Erol ise “Ya sen bırak çizmeyi, kalem kâğıdı, otur şiirini yaz” derdi.
Annem herkese bizden bahsederken, “Benim iki oğlum var. Büyük oğlum çizer, küçük oğlum yazar” derdi. Babam da, “Annenin en büyük tarafı, bana seni dokundurtmaması. Seni benden kurtardı. Dolayısıyla adam olabildin” derdi.
Hiç unutmadığım bir şey daha vardı. Evde, babamın çalıştığı odadan üç beş gündür birtakım kokular geliyordu. Farklı bir koku, yemeklerden falan bildiğim bir kokuydu. Babam o sıra hamsi balığını yazıp çiziyordu. İçeride, masasının üzerinde bir iki hamsi duruyordu. Tabii kurumuş, kıvrılmışlardı. Olabilecek gibi değildi. O dönem o kapı hep kapalı olurdu. Annem koku dışarı çıkmasın diye kapatıyordu. Neyse babam yazdı. Çizdi. O hamsinin yok oluşu da şöyledir, balkonun kapısı bir ara açık kalmış, bir kedi de nihayet evi o nesneden kurtarmıştı.
Mimarlığı bitirip Bodrum’a yerleştiğimde babamlar orada yaşıyorlardı. Oradaki evi tamir ederlerken babamın tanıştığı ustalar, işçiler vardı. Oturduğu yeri, onlarla birlikte toparladı. Ben de diplomamı alınca, Babam, “Bu iş, iğne çuvaldız işi. Önce bir şey çiz. Oraya taşınalım,” dedi. Şimdiki evin, Berkhane’nin serüveni böyle başladı.
1975’te ben Bodrum’a yerleşince iş hayatım hep Bodrum’da oldu. Bir daha başka bir yere gitmedim. Bodrum’daki birlikteliğimiz, çok zor ve o kadar da keyifli bir dönemdi. Yaptığım inşaatlara babam genellikle benden önce gidiyordu. Hatta öyle ki bazen gittiğimde oradan bir kasa veya varil bulmuş, üstüne oturmuş ustaları izliyor olurdu. Arada bir, “Yaşar Usta o taş orada olmadı. Bak altında da bir çizgi var. Onu biraz ya sağa ya sola kaydır.” derdi. Bazen ustayı iskeleden indirir. Onu kendi oturduğu yere oturtur, “Şimdi bak bakalım yaptığın işe” diye sorgulardı, “Bunun iyi tarafları da var. Kötü tarafları da var. Bak bu daha iyi. Ama bu tarafta biraz kaydırmışsın” diye uyarırdı. Böyle birlikte çalışmalarımız vardı. Bazen öyle olurdu ki, ustalar “İlhan Amca, bugün gelecek mi?” diye sorarlardı, “Valla bilmiyorum” derdim. Öyle günler olurdu ki babam geleceğini söyler ya da ne bileyim, “Yarın görüşmek üzere” diyerek ayrıldıysa, o gün inşaata gittiğimde ustalar olmazdı. Ya zeytin toplamaya kaçarlardı, ya mandalin çapalamaya giderlerdi. Ustalarla birlikte böyle çok güzel günlerimiz oluyordu.
Evde ben babamı hep çalışma odasında görürdüm. Görmediğim zamanlardaysa yürüyüşe gitmiş olurdu. Günde en az bir iki saat yürürdü. O yürüyüşler, onun dünyasını değiştirirdi.
Çocukluğumdan beri evde bir oda hep kitaptır, hep kitaplıktır. Hep okunur, hep çalışılır. Bunların yok oluşu, çeşitli arkadaşlarının evlerine gittiğimde ama yazar, ama ressam, ama çizer onların ölümüyle birçok şeyin yok oluşu, yani benim gözümün önünde, çocukluğumda yaşadığım o ilişkiler içinde, bana çok dokunmuştu.
Onun için evde hiçbir şeyi yok etmemeye özen gösterdim. Sakınıp yok olmalarını engellediğimiz şeyler varlıklarını sürdürebilsin diye Berkhane oluştu. Adı da çok güzel oturdu. Elimizdekileri eşimle birlikte bir bir derledik. Toparladık ve özenle bakmaya çalıştık. Hatta dün aşağıdaki galeriyi gezdikten sonra korktum ve inanamadım. Çünkü ev şimdi bomboş. Evde bir şey kalmadı. Çalışma odası, şusu busu... O eşyaların burada iki üç kata yayılması, sanki sonrasında yeniden bizim eve sığmayacakmış gibi hissettirdi bana.
Bu yaşam bizi öyle güzel bir yere getirdi ki, “Biz ölünce bütün organlarımızı bağışlayalım” dedik. Arta kalan organlarımızı da kadavraya bağışladık. “Bizlerin mezarı olmasın” diye karar verdik.
Berkhane her nesnesiyle birlikte herkesin olsun. Fakat talan edilmesin. Bu vesileyle Bodrum’da BOSEV adı altında Bodrum Sanat Eğitim Kültür Vakfı gibi bir vakfın kuruluşuna önayak olmak istiyoruz. Ben Berkhane’nin tüm bu gördüğünüz ve görmediğiniz varlıklarını bu vakfa bırakmış oluyorum. Bodrum’da Süha Özkan da Bodrum Mimarlık Kitaplığı’nı on bin kitap ve binasıyla birliktebu vakfa bırakıyor. Sanatçıların yapıtları, geride bıraktıkları miras başka kuşaklarca da bilinebilsin diye birlikte böyle bir çalışmaya başladık. Bundan sonra sizlerin de böyle katkılarının olacağını umuyorum.
II
Bıkmadan usanmadan, koca bir ömür yazan-çizen bir sanatçının yaşantısına, deneyimlerine, ürettiklerine bir oğul olarak tanıklık etmek ne demek iyi bilirim. İlhan Berk’in, babamın tutkusu kuşkusuz bulaşıcıydı. Sanki bütün bir ev, her oda, her merdiven, her nesne katılıyordu bu yaratma arzusuna. Bu arzu, aynı evde dolanıp duruyor hâlâ.
Her geçen gün bir yeni çeviri, bir yeni desen/resim, hakkında yazılan bir yeni yazı, yapılan bir yeni dosya haberi ya da bir sergi önerisi geliyor. Onu ziyaret etmek isteyen sanatçı dostları, onu hiç tanımayan ama derinden seven okurları, genç araştırmacılar, genç şairler yazarlar telefon edip bu eve geliyorlar. Bundan göneniyorum. İlhan Berk’in hâlâ yaşıyor olması ya da bir sanatçının kendi zamanını aşması, tam da böyle bir şey diye bakıyorum.
Sadece üreterek geçinebilseydi daha ne yapıtlar bırakacağını da düşünmeden edemiyorum. Şimdi daha iyi anlıyorum neden yeni tanıştığı genç şairlere hemen “Karnını nasıl doyuruyorsun?” diye sorduğunu... Bir şair, bir yazar, bir sanatçı için karnını doyurmanın gittikçe artan zorluğunu...
Benim İlhan Berk’e olan sorumluluğum, bıraktığı evrak-ı metrukesini toparlamak, kayıt altına almak, korumak ve külliyatını meraklılarıyla paylaşmak, ilgili kişilere ulaştırmak. Çoğu sanatçının kütüphanesinin, mektuplarının, eserlerinin, günlüklerinin yok olup gittiğini biliyoruz yazık ki. Çoklarının hikâyesi o nedenle böyle eksik. Bu ülkedeki arşivcilik, müzecilik o nedenle böyle güdük. Berk’in mirasını satıp savmak, boşlamak, kütüphanesini dağıtmak, mirasını yok etmek benim için kabul edilemez. O nedenle var gücümle uğraşıp didinip en iyisini bulmaya ve yapmaya çalışıyorum.
Soğuk, ölü bir mekân olamazdı Berk’lerin evi. Nasıl ki İlhan Berk’in şiiri de onun üstüne başına benzer, nasıl ki okura kendiliğinden, olduğu gibi seslenir – bu ev de tutkuyla geleceklere bir hane olacak, olmalı: Berkhane.
İlhan Berk’in şiirlerinin, resimlerinin, defterlerinin, kitaplarının, kütüphanesinin ve kişisel eşyalarının bulunduğu; ellerinin değdiği, gözlerinin baktığı, ayaklarının dolaştığı, sesinin gezindiği Bodrum’daki bu ev, dünyanın dört bir yanından gelecek sanatçılara, yazar ve şairlere açılacak. Berk’in uzun yıllar boyunca yaşadığı bu ev, sanatsal yaratımın devam ettiği bir kültür evi olacak. İlhan Berk’e ev ziyaretine gelinebilecek. Berk’in eli yine bu evde üretilecek her yeni yaratıya değecek, her yeni yaratıda Berk de yeniden heyecanlanacak. Bize bıraktığı bu kıymetli miras böyle böyle katlanıp kanatlanacak, genişleyecek, yenilenecek, değerlenecek; sadece anılarda ve albümlerde kalmayacak.
İlhan Berk, yarattıklarıyla dünyaya açıldı, başka dillere çevrildi, başka ülkelerde var oldu – şimdiyse dünyanın İlhan Berk’e açılma zamanı geldi.
Hazırlayanlar:Bahanur Garan Gökşen - Murat Yalçın