GİRİŞ
1995 yılı, dünyada "Hoşgörü Yılı" ilan edildi. Evrensel değerleri anlama ve yerleştirme açısından önemli adımdır. Ancak hoşgörü kavramını
algılamadaki, özellikle uygulamadaki farklılıklar, iyi niyetle atılmış bu
adımı sadece sözde bırakmaktadır. Görülen odur ki, hoşgörünün evrensel
bir değer olarak yerleşmesi için daha çok zaman geçecektir.
Evrensel değer denilenler, ulusal değerler arasında yer almadıkça evrenselleşemez. Bu nedenle "hoşgörü" öncelikle ulusal değer olarak algılanmalıdır. Evrensel değer yönü iseşimdilik konumuz dışıdır.
Hoşgörü, Türk'ün tarihi bir niteliği olarak kabul edilir. İmparatorluklar kurabilmesi ve uzun süre yaşatabilmesi de buna bağlanır. Doğrudur.
Ancak bu nitelik, süreklilik göstermemiş, zaman zaman kesintiye uğramıştır. Kesintiye uğradığı dönemlerde ise dini taassubun, cehaletin ve
bazen de ırki taassubun ağırlık kazandığı görülmektedir. Sonucunda da siyasi değişiklikler meydana gelmiş, genelde devlet parçalanmıştır.
Bugün de dini taassubun ağırlık kazanmaya başladığı, cehaletten
kaynaklanan taassubun arttığı ve ırki taassubun körüklendiği görülmektedir. Tarihi tekerrür ettirmemek için bu kavram üzerinde önemli durulmalıdır.
Hoşgörü kelimesi kişi seviyesinde sık kullanılır. Zora düşüldüğünde,
bir hata yapıldığında, ilgiliden veya büyükten bu kelimeyi hatrlaması beklenilir. Affettiğinde hoşgörülü, kuralları uyguladığında ise hoşgörüsüz denilir ve genelde hoşgörü, kişi seviyesinde bu dar çerçevede algılanır.
Acaba hoşgörü, gerçekten bu kadar mıdır, başka boyutlan yok mudur?
Kişi seviyesinde nasıldır; toplum, devlet seviyesinde nasıldır? Atatürkçülük'te bu nasıl anlaşılmalı, uygulanmalıdır? Bu soruların yanıtlan için
önce hoşgörünün anlamı üzerinde duralım. İşe de sözlük ve ansiklopedilerden başlıyalım.
HOŞGÖRÜ'NÜN ANLAMI
Hoşgörü, Türk Dil Kurumu sözlüğünde müsamaha, tolerans kelime-
leriyle eşanlamlı gösterilmekte; görmezlikten gelme, göz yumma anlam-
lan ile açıklanmaktadır. Türkçe sözlüğümüz hdşgörüyü sadece bir kelime
olarak ele alıyor ve kavram ynüne yer vermiyor.
Meydan Larousse ansiklopedisi de hoşgörüyü müsamaha ve tolerens
kelimeleriyle eş anlamlı olarak ele alır ve bir kavram olarak şöyle açıklar:
"Savundukları görüşler ve açığa vurdukları duygular bizimkilerle
çelişen kimseleri sabırla karşılama, hoş görme."
Osmanlıca-Türkçe sözlüklerde müsamaha için şu açıklama yapılır:
Görmezliğe gelme, göz yumma; dikkat, aldırış etmeme ".
Enoyolopedia Britannica Ansiklopedisi toleransı şöyle açıklar:
"Müsamaha etmek, tahammül etmek"
"Başka insanların hareket ve hükümlerinde serbest olm"alarına müsaade edilmesi; cemiyetin gidiş ve görüşlerine aykırı olan fikirlere karşı
sabırla ve peşin hükümsüz tahammül ve müsamaha gösterilmesi".
Hoşgörü kelimesi eski dilde, mümahanın yanı sıra tesamuh ve hamuliyet kelimeleri ile de ifade ediliyor.
Tesamuh hoşgörü, dikkatsiz, kayıtsız davranma anlamında; hamuliyet ise dayanma, sabırlılık, hoşgörü, tolerans anlamında kullanılıyor.
Hoşgörünün eski dildeki zıt anlamlısı taassuptur. Taassup ise sözlükte şöyle açıklanır:
"Birine taraflı olma; din işlerinde aşırı taraflılık edip başka dinde,
inançta olanlara düşman oluş ".
Taassubun yaşayan Türkçe'deki karşılığı bağnazlıktır. Bağnaz; "Bir
düşünceye, bir inanışa aşırı ölçüde bağlanıp ondan başka düşünce ve inanışa karşı olan, onu kabul etmeyen, mutaassıp " anlamında kullanılır.
Bağnazın eş anlamlısı ise fanatikdir."Bir kimseye veya bir şeye aşarı
düşkünlük ve tutkuyla bağlı olma" anlamını ifade eder.
Hoşgörü ile ilgili kelimelerin birbirleriyle ilişkileri şöyle özetlenebilir:
Hoşgörü taassupsuzluk, müsamaha, tolerans, tahammül.
Hoşgörü hoşgörüsüzlük, taassup, bağnazlık, fanatiklik.
Hoşgörülü hoşgörüsüz, mutassıp, bağnaz, fanatik.
Görüldüğü gibi hoşgörü; duygu, düşünce, inanç, vicdan, tavır ve hareketlerle ilgili bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Ancak kaynaklar,
hoşgörüye eş anlamlı olarak kullandıkları kelimenin durumuna göre birbirinden farklı anlam veriyorlar. Örneğin hoşgörünün zıt anlamlısı taassubu, sadece dine, inanca yönelik olarak açıklıyorlar. Başka bir kaynak ise
hoşgörüyü sadece görüş ve duygu yönünden ele alıyor.
Bunlar tek tek doğrudur ama noksandır. Hoşgörü bir kavramdır.
Atatürkçülüğün ana kavramlarından biridir. Sosyal hayatın en faydalı ve
şartı olan bir erdemdir, insanlığın devamı için zorunlu olan, gerek kişi gerekse toplum olarak huzur içinde yaşamanın, vatan ve millet bütünlüğünün devamını sağlamanın bir anahtarıdır. Demokrasinin şartıdır. Laikliğin
şartıdır. Milliyetçiliğin şartıdır. Çağdaşlaşmanın şartıdır. Bu nedenle bu
önemli kavram dar çerçevede ele alınmamalıdır. Bütün yönleri ile ele
alınmalıdır ki anlaşılsın, uygulansın.
Atatürkçülük'te hoşgörü sözlük ve ansiklopedilerde ifade edilen
duygu, düşünce, inanç kavramlarının tamamını kapsar ve bunlara davranışı da ilave eder.
Atatürkçülük'te hoşgörü şöyle anlaşılır ve anlaşılmalıdır.
Hoşgörü; herkesin duygu, düşünce, inanç ve davranışlarında serbest
olmasına izin vermek; kişilerin duygu, düşünce, inanç ve davranışlarındaki aykırılıklara, zıtlıklara ön yargısız katlanmak ve görmezlikten gelmektir.
Atatürkçülükte hoşgörünün iki boyutu vardır. Biri tanımdaki serbest
olmaya izin vermek açısından devlete yöneliktir. Diğeri ön yargısız katlanma ve göz yumma açısından kişilere, topluma yöneliktir.
Devletimiz, anayasa ile hoşgörüyü bir ilke olarak benimsendiğini ortaya koymuş ve bunun sağlanmasını da devlet olarak üstlenmiştir. Anayasa, kişinin hakları ve ödevleri başlığı altında hoşgörüyü kapsamına alır ve
bazı maddelerde şu ifadelere yer verir.
"Madde 17: Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve
geliştirme hakkına sahiptir." Bu maddeyle devlet, kişinin varlığını geliş-
tirmesi için düşünce ve davranışına izin veriyor ve bunu bir hak olarak
teslim ediyor.
"Madde 24: Herkes, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir...
Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz."
Bu maddeyle de kişi vicdanının serbestliğini kabul ediyor ve bu serbestliği koruma altına alıyor.
"MADDE 25: Herkes düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir.
Kimse... Düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz"
Bu maddeyle ise düşünce serbestliğine izin veriyor.
"Madde 26: Herkes düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya
başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına
sahiptir."
"Madde 27: Herkes bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme,
açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma hakkına sahiptir."
Bu maddelerle de kişinin beyni, dili, kalemi ve eliyle ürettiklerini yayma
serbestisine izin veriyor.
Anayasa, belli başlılarını aldığımızı bu maddelerle hoşgörüyü, hoşgörünün esası olan duygu, düşünce, inanç ve davranışlarda sebrbestiyi,
devlet ve toplum düzeninin vazgeçilmez bir unsuru olarak ortaya koyuyor
ve bunların korunmasını da temel hak ve hürriyetlerin korunması başlığı
altında güvenceye alıyor. Yani bu müsaadeleri hem veriyor, hem de bunların gerçekleşmesini, bu maddelerin işlemesini devlet güvencesi altına
alıyor.
Atatürkçülükte hoşgörünün devlete yönelik bölümünü böyle açıkladıktan sonra şimdi kişiye, topluma yönelik bölümüne bakalım.
Hoşgörünün tanımında, kişi ve topluma yönelik bölümü "Kişilerin,
duygu, düşünce, inanç ve davranışlardaki aykırılıklara, zıtlıklara önyargısız katlanmak ve görmezlikten gelmek" diye ifade etmiştik.
Dikkat edilirse buradaki, duygu, düşünce, inanç ve davranışlar, anayasamızda serbestliğine izin verilen ve devlet tarafından konman hususlardır. O halde Atatürkçülük'te hoşgörünün kişiye, topluma yönelik bölümü için şunu diyebiliriz. Devletin izin verdiği bir hususu, bir kişinin veya
bazı kişilerin kısıtlaması veya yasaklaması olamaz; devletin güvence altına aldığı bir hususu yine bir kişinin veya bazı kişilerin ihlali veya saldırması da olamaz. Devletin serbestliğine müsaade ettiği hususlara herkes
eşit şartlarda uymaya zorunludur. Aksi davranış suç olduğu gibi insanlık
dışıdır. Benim gibi düşünmüyor, benim inandığıma inanmıyor, benim dinimi benimsemiyor diye dövmek, öldürmek, yakmak ise vahşiliktir, çağ-dışılıktır.
Atatürkçülük ve Atatürkçü bunları asla hoşgörüyle karşılamaz; Atatürkçülük bu çağdışı zihniyeti yok etmek için vardır, topluma hoşgörüyü
yerleştirmek için vardır.
Şimdi Atatürk'ün Hoşgörü-Taassupsuzluk üzerine yazdıklarını görelim.
ATATÜRK'ÜN TAASSUPSUZLUK (TOLERANS) ÜZERİNE
YAZDIKLARI
Atatürk, bugünkü yurttaşlık bilgisi dersinin karşılığı olan "Vatandaş
için Medeni Bilgiler" isimli ders kitabına düzeltme ve ilavelerinin dışında el yazısı ile 200 sayfalık katkıda bulunmuş, yani büyük bölümünü bizzat yazmıştır, işte bu ders kitabının vicdan hürriyeti konusunda taassupsuzluk başlığı altında, hoşgörüyü işlemiştir. Vicdan hürriyetine şöyle giriş
yapılmıştır:
"Vicdan hürriyeti, her fert, istediğini düşünmek, istediğine inanmak,
kendine mahsus siyasi bir fikre sahip olmak, mensup olduğu bir dinin
icaplarını yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine sahiptir. Kimsenin
fikrine ve vicdanına hakim olunamaz."
"Vicdan hürriyeti mutlak ve taarruz edilmez, ferdin tabii haklarının
en mühimlerinden tanınmalıdır."
Bu girişin arkasından Atatürk'ün taassupsuzluk konusundaki açıklamaları yer alır. Öneminden ve 1930'da yazılmasına rağmen bugünü yansıtmasından dolayı açıklamanın tamamını almayı faydalı buluyorum.
TAASSUPSUZLUK (TOLERANS)
"Hürriyet ihtimal ki zorla tesis olunur; Fakat herkese karşı, taassupsuzluk göstermekle ve aldırmamazlıkla muhafaza edilir."...
"Türkiye Cumhuriyeti'nde, herkes Allah'a istediği gibi ibadet eder.
Hiç kimse dini fikirlerinden dolayı bir şey yapılmaz. Türk Cumhuriyeti'nin
resmi dini yoktur. Türkiye'de bir kimsenin fikirlerini zorla başkalarına
kabul ettirmeye kalkışacak kimse yoktur ve buna müsaade edilmez. Artık
samimi dindarlar, derin iman sahipleri hürriyetin gereklerini öğrenmiş
görünüyorlar. Bütün bunlarla beraber, din hürriyetine, genellikle vicdan
hürriyetine karşı taassup kökünden kurumuş mudur?
*Bu bölüm. Medeni Bilgiler'in M.Kemal ATATÜRK'ün El Yazılan kısmından
alınmıştır S.507-515
Bunu anlayabilmek için, taassupsuzluğun ne olduğnu inceleyelim.
Çünkü, bu kelimenin ifade ettiği manayı zihniyeti, herkes kendine göre
anlamaya çok yatkındır. Dini hürriyeti bir hak olarak görmeyen, acaba
kalmadı mı?
Vicdan hürriyetini, insan ruhunun, Allahın yüce hüküm ve nüfuzu al-
tında, dini hayatı idare için, sahip olduğu haktan ibaret olduğunu belle-
miş olanlar acaba bugün nasıl düşünmektedirler? Bu gibiler, kendileri
gibi düşünmeyenlere içlerinden olsun kızmıyorlar mı?
Bu saydığımız zihniyete sahip olduğu düşünülen kimselere, hür düşünürlerimiz, acaba bir acı hisle, bir üzüntü ile bakmıyorlar mı?
Bu saydığımız gibi, çeşitli inanışlı kimseler, birbirlerine kin, nefret
besliyorlarsa, birbirlerini hor görüyorlarsa ve hatta sadece birbirlerine
acıyorlarsa, bu gibi kimselerde taassupsuzluk yoktur, bunlar mutaassıptırlar (Bağnazdırlar). Vatandaşının veya herhangi bir insanın vicdanı
inanışlarına karşı, hiçbir kin duymayan, aksine saygı gösteren kimsede
taassupsuzluk vardır. Hiç olmazsa, başkalarının, kendininkine uymayan
inanışlarını bilmemezlikten, duymamazlıktan gelir. Taassupsuzluk budur.
Fakat, gerçeği söylemek gerekirse diyebiliriz ki, hürriyeti, hürriyet
için sevenler, taassupsuzluk kilimesinin ne demek olduğunu anlayanlar,
bütün dünyada çok azdır. Her yerde, genel olarak geçerli olan, taassuptur. Her yerde görülebilen barış manzarasının temeli, taassup ile hür fikrin birbirine karşı kin ve nefreti üstündedir; temelin devrilmemesi, kin ve
nefret tabanındaki dengeyi tutan fazla kuvvet sayesindedir.
Bu söylediklerimizden şu sonuç çkar ki, aramızda, hürriyet engellerinin yok olduğuna, bizim gibi düşünün ve hissedenlerle birlikte yaşadığımız yargıstıa varmak zordur. O halde, görülen, taassupsuzluk değil, zayıflığın güçsüz bıraktığı taassuptur.
Şüphesiz fikirlerin, inanışların başka başka olmasından, şikayet etmemek lazımdır. Çünkü, bütün fikirler ve inanşılar, bir noktada birleştiği
takdirde, bu hareketsizlik belirtisidir. Ölüm işaretidir. Böyle bir hal, elbette arzu edilmez- Bunun içindir ki, gerçek hürriyetçiler, taassupsuzluğun genel bir nitelik olmasını arzu ederler. Fakat, hatta, iyiniyetle bile
olsa, taassup hatalarına karşı, dikkatli olmaktan vazgeçemiyorlar. Çünkü
iyi niyetler, hiçbir zaman, hiçbir şeyi tamir edememişlerdir. İnsanların,
ruhun selameti için yakıldıklarını biliyoruz. Herhalde bunu yapan engisizyon papazları, iyi niyetlerinden ve iyi iş yaptıklarından bahsederlerdi;
belki de, cidden bu sözlerinde samimi idiler. Fakat, bir ahmaklağın,
yahut bir hainliği iyi bir kılıfa uydurmak güç değildir; en nihayet bu, bir
isim değiştirmek meselesidir. İşte, bu nedenledir ki, hoşgurüyü aldırmamazlık, kayıtsızlık derecesine kadar götürmemek önemlidir. Gerçi, hür
olmak herkesin hakkıdır ve bunun için gerçek hürriyetçiler, hürriyetçi olmayanlara karşı da geniş davramlmasını isterler. Fakat, bunların hiçbir
zaman elleri ayakları bağlı olduğu halde kurbanlık koyun durumuna razı
olacakları asla kabul edilmemelidir.
Unutulmamalıdır ki, bazı insanlar geleceği, geçmişin arasından görmekte ısrarlıdırlar. Bunlar, ilgimizi kestiğimiz geleneklere karşı mutlaka,
bağlılığın iadesini isterler. Bu gibi insanlar, kendi inandıkları gibi inan-
mayan kimseleri istedikleri gibi ezemezlerse, kendilerini cenderede (sıkış-
mış gibi) hissederler.
Herhalde taassupsuzluğun arzu edildiği gibi genelleşmesi, huy hali-
ne gelmesi, fikri terbiyenin yüksek olmasına bağlıdır."
Atatürk burada hoşgörüyü, hoşgörüsüzlüğü ve bunun tehlikelerini ve
hoşgörünün sının konusunu da veciz olarak belirtmektedir,
Şimdi biz bu sının biraz açalım
HOŞGÖRÜNÜN SINIRI
Hoşgörünün anlamı ve içeriğinden herkesin her istediğini, her
zaman, her yerde yapabilmesine müsaade etmek gibi bir anlam çıkabilir.
Tabi ki bu mümkün değildir. Çünkü hoşgörü hürriyet kavramı ile iç içedir. Kişilere hakları olan hürriyetini kullanma imkanı veren bir kavramdır. Hürriyet ise hiç bir kişi için sınırsız değildir. Sınırsız hürriyet başkalannın hürriyetsizliği demektir. Toplum yaşantısında ise bu mümkün
değildir. Kişi hürriyetine sınır, başkalannın hürriyet sinindir. Bu sınır aşılırsa hürriyetsizlik başlar. Bu nedenle insan hakları evrensel beyannamesine, hürriyeti yok edici hürriyetin tanınamayacağı maddesi konmuştur.
Aynca toplumun, milletin ortak çıkarları ile devletin korunması hususlan
da, kişi hürriyetine sınır getirir.
Atatürk bu hususu 1931 yılında şöyle açıklamıştır.
"Kişilerin hürriyeti, devletin hakimiyet ve idaresinin korunmasına
bağlıdır. Devlet idaresi felç olursa kişilerin hürriyetini koruyacak hiçbir
kuvvet ve vasıta kalmaz. Bu sebeple hürriyeti yalnız bir taraflı değil, her
iki taraflı düşünmek gerekir.
Kişi hürriyeti kutsaldır. Bunların korunması için devamlı çalışılır.
Fakat bu çalışmada devletin kuvveti, otoritesi hiçe sayılırsa, belki hiçe indirilebileceği dahi sanılır-ancak bu takdirde bu gibi insanların snunda
kesinlikle başka bir devletin otoritesi altına girmek aşağılığına düşeceklerini, yabancı bir devletin hakimiyetinin esaret zincirlerini, kendi elleriyle,
boyunlarına takmağa mecbur olacaklarını hatırdan çıkarmamak gerekir:"
Atatürk'ün ifade ettiği bu tehlikelerden dolayı, Anayasamız da,
temel hak ve hürriyetlerini bazı durumlarda sınırlamış ve kötüye kullanılmasını önleyici hükümler koymuştur. Yani hoşgörüye sınır getirmiştir.
Anayasanın 14 ncü maddesi şöyle der:
"Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devleti'nin ve Cumhuriyeti'nin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetlerini yok
etmek, devletin bir kişi veya zümre tarafından yönetilmesine veya sosyal
bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini sağlamak veya dil,
ırk, din ve mezhep ayrımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzenini kurmak umacıyla kullanılamaz. "
Bu açaklamalardan hareketle hoşgörünün sının konusunda şöyle bir
senteze varabaliriz.
Hürriyet ve hoşgörü kavranılan içiçe olduğuna göre; hürriyetin olmadığı yerde hoşgörüden, hoşgörünün olmadığı yerde hüniyetten bahsedilemeyeceği için; hoşgörünün sınırı hürriyetin sinindir. Yani hürriyetin
bittiği yerde hoşgörü de biter. Bu sının en açık şekilde Anayasanın 14
ncü maddesi ifade etmektedir. Bu maddenin kapsamına giren hususlarda
bazı kimselerin kişisel hak ve hürriyetlerimi kullanıyorum düşüncesiyle
faaliyette bulunmalan Anayasa'ya göre suçtur; Bunlara göz yummak da
hoşgörü değil yine anayasal suçtur. Bu maddenin içeriğini özetlersek, hiç-
bir kişinin bütünlüğümüzü bölmeye, devleti ve cumhuriyeti tehlikeye düşürmeye, hak ve hürriyetleri yok etmeye, eğemenliğin kaynağını değiştirmeye, bölücülük ve ayrıcihk yapmaya, farklı bir devlet düzeni, yani dine
dayanan, ırka dayanan, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti anlayışı
dışında bir anlayışa dayanan devlet düzeni kurmaya yönelik hakkı ve hürriyeti yoktur. Dolayısıyla hoşgörü devlet, millet ve kişi seviyesinde de burada biter; Burada hoşgörü yerine kişinin, toplumun tepkisi, devletin kanunlan çalışmaya başlar.
Atatürk'ün dediği gibi "Hoş görme kliği aldırmamazlık derecesine
götürmemek önemlidir." Bu nedenle hoşgörü sınırlarım aşanlara karşı aldırmamazlık; yurdunu ve milletini seven, kendisinin ve toplumun ortak
çıkarlarını görebilen, vatandaşlık görevlerinin bilincinde olan kişilerin
davranışı değildir.
Çünkü hoşgörü, kayıtsızlık ve adam sendecilik değildir.
HOŞGÖRÜSÜZLÜK- TAASSUP
Hoşgörünün karşıtı hoşgörüsüzlük, taassup, bağnazlıktır. Hoşgörüsü
olmayan kişi de mutaassıptır, bağnazdır, hoşgörüsüzdür.
Atatürk, Medeni Bilgiler'de mutaassıbı şöyle açıklar:
"Muhtelif inançlı kimseler, birbirlerine, kin nefret besliyorsa, birbirlerini hor görüyorlarsa ve hatta sadece birbirlerine acıyorlarsa, bu gibi
kimselerde taassupsuzluk (hoşgörü) yoktur, bunlar mutaassıptırlar."
Taassubun sebepleri ise:
a. Cehalettir,
b. Menfaattir,
c. Alışkanlıktır,
d. Korkudur.
Toplumumuzda hoşgörüsüz kişiler incelendiğinde görülür ki onlar
ya cahildir, ya başka fikir sahiplerine hoşgörü ile davranmak çıkarlarına
aykırıdır veya alıştıkları şeyden vazgeçmek onlara güç gelmektedir yahut
şuuraltı, şuur üstü bir korkunun tesiri altındadırlar.
Hatta hoşgörüsüzlüklerin şiddeti de bu korkunun derecesine bağlıdır.
Dünyanın dönmediğini iddia eden papazlara, döndüğünü söylemekten çekinmeyen Galile, hem cehaletin, hem de korkunn sebep olduğu bir
taassup yüzünden zindana atılmş ve öldürülmüştür. Bu olayda papaz
zümresinin menfaatlerinden doğan bir taassup da görülmektedir. Çünkü
Avrupa'daki reform hareketlerinden sonra menfaatçci papaz zümresi ortadan kalkmak zorunda kalmıştır.
Taasubun en ağırlıklı sebebi cehalettir. Atatürk, 1923 yılında İstanbul gazetecileri ile izmit'te görüşürken taassup hastalığın cehalete bağlar,
ilaç olarak da ilmi tavsiye eder ve şöyle der:
"Taassup cahilliğe dayanır. Bundan dolayı taassubu olan cahildir.
İlim mutlaka cahilliği yener. O halde halkı aydınlatmak lazımdır. "
Buradaki cahilin kim olduğunu, ilmin ne olduğunu anlamak için Ata-
türk'ün 1923'te Tarsus'ta çiftçilerle yaptığı konuşmanın bir cümlesine bakalım:
"Biz cahil dediğimiz vakit mutlaka mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz, ilim hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi hiç okumak bilmeyenlerden de bilhassa
sizlerin içinizde görüldüğü gibi, hakikati gören hakiki alimler çıkar. "
Demek ki taasssubu önlemenin çaresi ilimdir, yani gerçeği, doğruyu
öğrenmek ve öğretmektir.
Burada kişilere düşen görev aydın olmaktır. Yani düşüncesini inan-
cından; ilimi, bilimi dinden ayrı tutmaktır.
Her türlü fikre açık olmak, önyargısız dinleyebilmek, tartışabilmek;
her duruma ve fikre, çağdaş insamn düşünme temelini oluşturan acaba,
neden, niçin, nasıl sorulan ile yaklaşabilmek ve şüpheci olmaktır.
Aynca kendi gerçeklerinin tek ve en doğru olmayabilceğini; kendi
dünyasının dışında başka dünyalann olabileceğini; bu nedenle de herkes
için geçerli olan bir tek dünya, bir tek doğru, bir tek gerçek olmadığını
kabul etmelidir.
Aksi takdirde toplumun huzuru ve düzeni, iç banş, birlikte yaşama
istek ve arzusu ortadan kalkar. Ayrılıklar gruplaşmalar başlar, milli birlik
ve beraberlik duygulan zedelenir. Son aşamasında ise devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğü tehdit altına girer.
Herkesin tek sesli bir toplum olamayacağını, tek sesliliğin faydadan
ziyade zarar getireceğini çok sesliliğin bir doğa kanunu olduğunu kabullenmesi gerekir. Tek esli toplumlar gelişemezler, ilerleyemezler, Atatürk
bunu şöyle açıklar:
"Fikirlerin, itikatlerin başka başka olmasından, şikayet etmemek lazımdır. Çünkü, bütün fikirler ve itikatler, bir noktada birleştiği takdirde,
bu hareketsizlik alametidir. Öyle bir hal elbette arzu edilmez."
Çünkü hareketsizlik durma, durma ise gerilemedir. Gerilemek iste-
meyen toplumlar çok sesli olmak zorundadır. Çok seslilik ise taassubun
ortadan kaldınlmasıyla mümkündür.
Taassup toplumu geriletmekle beraber, gerçeklerin, doğrulann ortaya çıkmasını da önler. Taassup; fikrin doğmasını," fikir alışverişini, kişilerin düşüncelerini istedikleri gibi söyleyebilmelerine engel olur. Atatürk'ün dediği gibi:
"En büyük hakikatler ve terakkiler fikirlerin serbest ortaya konması
ve teati edilmesi ile meydana çıkar ve yükselir. "
O halde ilerliyebilmek için taassubu mutlaka ortadan kaldırmak gerekir. Mutaassıp bireylerden oluşan toplumlar gerilemeye mahkumdurlar. Medeni Bilgiler, s.57
Medeni Bilgiler, s.58
Taassup insanın doğasına aykırıdır. însan, düşünebilme, düşünce
üretme, maddi birşeyler yapabilme yetenekleri ile donatılarak yaratılmıştır. Toplumların ilerlemesi de insanın bu yeteneğinden kaynaklanır. Taassup bu yeteneğin kullanılmasını frenler, zamanla söndürür. İnsanın doğasına saygı duyanın taassubu olamaz. Tassup, insamn yaraülış
özelliklerine terstir, yaratanın insanı yaratma felsefesini inkardır.
Taassup fikir ve hiürriyetini söndürür. Her nekadar yasalarda yer
alsa dahi; taassup statikliği, dogmaları ön plana çıkardığından, ilkleri, yenileri hoşgörmediğinden; Fikir hürriyeti kağıt üzerinde kalır. Taassup ortamında fikirler korkusuzca ve serbestçe ifade edilemez.
Fikirlerin korkusuzca ve serbestçe ifade edilmesi, aslında fikir hürriyetinin son merhalesidir. Asıl fikir hürriyeti, fikirlerin doğru doğması
yani doğru düşünebilme yeteneğidr. Yani beyin içinin hürriyetidir. Beyin
içinin serbest olması, dogmalarla, kalıplarla doldurulmamış ve dondurulmamış olmasıdır. Bu da hoşgörü ile sağlanır. Hoşgörüsüzlük, davranışlardan önce beyin içinde çekingenlik ve zamanla tembellik yaratır. Çalışmayan bir beyinden ve sahibinden de hiçbir şey olmaz, hiç bir verim
alınamaz. O nedenle fikri hoşgörüyü sadece dilin veya kalemin değil,
beyin içinin serbest olması diye kabul etmek gerekir.
Beyin içi; hurafelerle, batıl itikatlarla, muhakemesiz, tartışmasız kabulü şarttır şeklindeki bilgilerle; tersini veya zararını, doğruluğunu, yanlışlığını düşündüğünde, manevi baskı altında kalınmasını sağlayacak hususlarla doldurulduğunda, fikri hoşgörü ortadan kalkar. Beyin içi
serbestisini kaybeder.
Atatürkçülüğün öngördüğü fikri hoşgörü, herşeyin doğrusuna, eğrisine, iyisine, kötüsüne, faydasına, zararına kişinin kendisinin karar vermesidir. Hertürlü baskıdan uzak olarak serbestçe düşünebilmesidir. Yani
fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür olmasıdır.
HOŞGÖRÜSÜZLÜĞÜN (TAASSUBUN) DOĞURACAĞI SONUÇLAR
Taassup gelişmenin ilerlemenin düşmanıdır. Diyebiliriz ki Osmanlı
Devleti'nin yıkılmasına sebep batıya, ayak uyduramamasından, ayak uyduramaması da din düşmanlığından, dini bağnazlıktan kaynaklanan taassuptur. Ayrıca kişilere hoşgörünün gereği olan serbestilerinin verilmemesidir.
Çarpıcı birkaç örnekle bu düşüncemizi kuvvetlendirelim.
- Dini Taassup yüzünden matbaa 277 yıl sonra kullanılmaya başlandı. Bu bile başlı başına bir olaydır. Yaygın cehalet 300 yıl daha devam
etti demektir.
- 1575'de kurulan İstanbul Rasathanesi, 1580'de "rasat yapmanın,
evrenin sırlarını öğrenmeye yönelik bir küstahlık olduğu ve rasathane
kuran deletlerin mahkum olacağı" düşüncesiyle yıktırıldı.
- Hür düşünceye, akla ve bilime dayalı gerçekçi düşünmeye yer verilmemesi, bunun yerine sanki dinin gereğiymiş gibi bazı safsatalarla
karar verilmesi sonucu çok şey kaybedilmiş, başta harpler kaybedilmiştir.
1839'da Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'mn ordusuna Nizip Muharebesi'nde yenilmenin sebebi bundandır. Din adamları cuma günü savaşılmaz,
bu dini aykarıdır deyince, askeri yönden durum Osmanlı Ordusu lehine
iken taarruz edilmedi. Daha sonra, bir gece baskını için daha müsait bir
durum doğdu. Din uleması buna da karşı çıkarak, haydutlar gibi baskın
yapmamn padişah askerine yakışmayacağını söylediler.
Yakın tarihten bu anlayışa bir örnek daha verelim. Balkan Harbi'nde
Makedonya'da yenilen ordumuz Arnavutluk'a doğru çekilir. Bu arada bir
büyük grup istikametini kaybeder, hangi yöne çekilmeye devam edeceğini şaşırır. Komutanlar toplanır, karar vermek için Kuran'ı Kerim açarlar.
- Tanzimat'tan sonra yeni açılan orta okullarda harita ile coğrafya
dersi okutulmaya başlanır ancak bu "coğrafya derslerinde harita göster-
menin kafir adeti olduğu ve şeriatın buna cevaz vermediği" fetvası ile
kaldırılır. Oysa Piri Reis, dünyaca ünlü haritasını 1513'te, yani 3,5 asır
önce çizmişti.
- 19 ncu yüzyılda camilere paratoner taktırılamamıştır.
- 19 ncu yüzyılın ikinci yarısında batının kullandığı çiçek aşısı yerine merkep sütü içirilmesine cevaz verilmiştir.
- Tıbbiyedeki anatomi derslerinde müslüman cesetlerinden yararlanmaya izin verilmemiştir.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bu örneklerden şunu çıkarıyo-
ruz, dini taassup endişe edilecek bir durumdur. Türk tarihinde dini taassup çağdaşlaşmak için girişilen yeniliklerin karşısında güçlü bir engel
oluşturabilmiştir. Türkiye'nin çağdaşlaşmada geri kalma sebebi taassuptur.
Bugüne baktığımızda 1993'te Sivas'ta 37 kişinin yanarak ölümüne
sebep, taassuptur. 1980 öncesi K.Maraş ve Sivas olaylarının sebebi yine
taassuptur. Bugün kendisini dini bütün görenlerin, dini yönden kendisi
gibi olmayanlara karşı tavrının sebebi yine taassuptur. Bunların başka
dinden, mezhepten olanlara duydukları kinin, düşmanlığın sebebi tassuptur.
Taassup, hoşgörüsüzlük, düşmanlık doğurur, milleti gruplara, zümrelere ayırır, kavgaya, iç çatışmaya sebep olur, sonu bölünmelere kadar
gider. Önemli bir tehlikedir.
SONUÇ
Bu tehlikenin daha da büyümemesi, dini taassubun arkasından ırki
taassubun gelmemesi için her Türk vatandaşı taassubun sonucu üzerine
bilinçli olmalıdır. Sonucu görebilmelidir.
Bilincin doğmasımn anahtarı yasalara uymak, gıdası da şüpheci olmaktır.
Hoşgörünün dershanesi kütüphanelerdir, kitaplardır, hocası da tarihtir.
Eğer Cumhuriyeti korumak istiyorsak, eğer laik düzende yaşamaya
devam etmek istiyorsak, eğer demokrasinin nimetlerinden yararlanarak
insan gibi yaşamak istiyorsak, eğer herkesin yasalar önünde eşitliğini ve
herkesin eşit haklara sahipliğini öngören çağdaş hukuk düzeni içerisinde
yaşamak istiyorsak, eğer bize miras bıkarılan ata yadigarı güzel vatanımızı böldürmek istemiyorsak, eğer yurtta, ve dünyada barış içinde yaşamak
istiyorsak, eğer refah düzeyimizi daha da artırmak istiyorsak hoşgörülü
olmalıyız ve hoşgörüsüzleri de hoşgörülü yapmanın yollarını bulmalıyız.
Hoşgörüsüzleri hoşgörü ile karşılamamalıyız.
Dr. İsmet GÖRGÜLÜ